BAŞBAKAN YARDIMCISI VE ANAP GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ'IN ANAP TBMM GRUP TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA

24 Ekim 2000

Değerli arkadaşlarım, hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

Geçen hafta yapılan Grup toplantımızdan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisinin yeni başkanı Meclis tarafından seçilmiştir. Evvela, Meclis Başkanlığına seçilen Sayın Ömer İzgi’ye başarılar diliyorum. Bu seçimin Meclise hayırlı olmasını diliyorum.

Bugün kendisine yaptığım nezaket ziyaretinde, kutlama ziyaretinde de ifade ettim, Meclisin daha etkin çalışmasını sağlayacak ve Meclisin kamuoyundaki saygınlığını koruyacak olan bütün çabalarında, Anavatan Partisi Grubu olarak kendisine tam destek vereceğiz. Ben, Meclis Başkanlığı seçiminde, Anayasanın lafzına ve ruhuna uygun davranarak, bu seçimin demokratik bir şekilde geçmesine katkıda bulunan bütün milletvekili arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

Ayrıca, bugün yaptığımız seçim sonucunda, partimizin Meclis Başkanlık Divanında ve Grup organlarında görev alan arkadaşlarıma da başarılar diliyorum.

Değerli arkadaşlarım, kapalı bölümde de arkadaşlarım dile getirdiler, sözde Ermeni Soykırımı Tasarısının geçtiğimiz hafta Amerikan Temsilciler Meclisinde son anda gündemden çekilmesi, hiç şüphesiz ki Türkiye açısından olumlu bir gelişme olmuştur. Ancak, bu tasarının son derece riskli bir biçimde, son dakikada bir müdahaleyle, Amerikan Başkanının müdahalesiyle engellenmesi, bu konuda artık Türkiye'nin gözünü açması için bir vesile olmalıdır. Türkiye, bundan sonra bu konudaki girişimlere artık hazırlıksız yakalanmamak zorundadır. Onun için de, gerekli tedbirleri şimdiden almak zorundayız. Bu konudaki çalışmalarımızı mutlaka yoğunlaştırmak durumundayız.

Bu konuda alınacak tedbirler meyanında, millî bir mutabakatın sağlanması son derece yararlıdır, aynı zamanda da zorunludur. Ben, daha önce de bu konuyla ilgili olarak bu kürsüde dile getirdim; sözde soykırım iddiaları, çok uzun zamandan beri, on yıllardan beri uluslararası platformlarda, ulusal parlamentolarda, dünya kamuoyunda Türkiye'ye karşı dile getirilen iddialardır. Devlet olarak bu konuda üstümüze düşeni yaptığımızı hiçbirimiz iddia edemeyiz. Benim şahsi görüşüm, bu konuda artık savunan taraf olmaktan çıkmak, bu konunun açıklığa kavuşması için inisiyatif almak zamanının geldiği yönündedir. Bugün Meclis Başkanını ziyaretimde, kendisinin Meclisin bu konuda bir çalışma başlatma, bu konuyu araştırmak için Meclisin şemsiyesi altında bir çeşitli kurumların katılacağı bir çalışma başlatma düşüncesini tartıştık. Geçen sefer de söyledim, bu konuda bence yapılacak olan ciddî, bilimsel, tarafsız bir araştırmadan Türkiye'nin gocunacak herhangi bir şeyi yoktur. Binaenaleyh, bu çalışmayı aslında bizim insiye etmemiz lazımdır, bu meselede bizim öncülük etmemiz lazımdır. Sanıyorum ki son gelişme bu açıdan hepimiz için uyarıcı olmalıdır.

Geçtiğimiz Pazar günü, bildiğiniz gibi, Türkiye'de bir genel nüfus sayımı yapıldı. Bu sayım dolayısıyla kamuoyunda yapılan değerlendirmeler, hatta zannediyorum hepinizin teker teker kendi çevrenizde yaptığınız gözlemler, yapılan işin ne kadar ilkel bir iş olduğunu ortaya koymuştur. Ama, bundan çıkarmamız gereken bir sonuç daha var: O da, İçişleri Bakanlığımızın yıllardan beri yürüttüğü MERNİS Projesinin ne kadar önemli bir proje olduğudur. Sanıyorum bu son sayım dolayısıyla kamuoyunda yapılan tartışmaların da ışığında, Türkiye'nin artık bir an önce bu projeye gerekli malî desteği sağlaması ve tüm nüfus bilgilerinin bilgisayar ortamında kaydını tamamlaması lazımdır. Bu yapıldığı zaman, bir daha nüfus sayımı için halkımızı evlerine hapsetmek zorunluluğu olmayacaktır. Bilgisayar ortamında nüfus tespiti öyle bir defa değil, sürekli yapılabilecektir. Yani, beş yılda bir geriye dönüp de kaç milyon nüfusumuz arttı diye bakmayacağız, günlük olarak nüfus değişmelerini bilgisayar ortamında izleme imkânına kavuşacağız. Bunu bize sağlayacak olan da MERNİS Projesidir. Türkiye, çok uzun zamandan beri bu proje üzerinde çalışmaktadır; ama, bunu bir an önce artık sonuçlandırmak zorundadır. Bu konuda ihmalimizi artık gidermek durumundayız. Kısa bir süre önce Bakanlar Kurulunda İçişleri Bakanlığımız yetkilileri, bu projenin mevcut durumuyla ilgili bilgi verdiler. Hükümet bu konuda gerekli hızlandırma çalışmasını yapmayı kararlaştırdı. Umuyorum ki, bununla ilgili bütçe desteği de İçişleri Bakanlığımıza sağlanacaktır. Türkiye artık bu projeyi mutlaka tamamlamalı ve bu ilkellikten kurtulmalıdır.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye olarak organize suç çetelerinin çökertilmesinde ve yolsuzlukların ortaya çıkarılmasında çok önemli gelişmeler yaşıyoruz. İçişleri Bakanlığımız bu konuda çok ciddî çalışmalar yürütüyor. Bu başarıda İçişleri Bakanımızın ve Emniyet personelimizin gayretli ve kararlı çalışmalarının çok önemli payı vardır. Temiz toplum taleplerine cevap verecek operasyonlar, önümüzdeki günlerde de devam edecektir, suç örgütlerinin beli kırılıncaya kadar da bu operasyonlar sürdürülmelidir. Bu konuda, gerek Anavatan Partisi gerekse Hükümet olarak İçişleri Bakanımıza, Emniyet güçlerimize her türlü desteği verdiğimizi, bu vesileyle bir defa daha ifade ediyorum.

Değerli arkadaşlarım, son bir haftaki gelişmeler içerisinde, somut çıkarmamız gereken bir başka olay, Rus Başbakanının halen devam eden ülkemizi ziyareti vesilesiyle, dış ilişkilerimizde ekonomik ilişkilerin, ekonomik projelerin ne kadar önemli, ne kadar belirleyici olduğu gerçeğinin bir defa daha ortaya çıkmış olmasıdır. Anavatan Partisi olarak, biz her zaman ekonomik ilişkilerin dış politikadaki yapıcı rolüne dikkat ettik. İkili ilişkilerimizi de daha çok ekonomik projeler temelinde geliştirmeyi hedefledik. Sanıyorum ki bu konudaki girişimlerimizi bundan sonra da özendirmek ve geliştirmek durumundayız. Bu noktada bize birtakım olumsuz eleştiriler gelecektir, gelmiştir; bunlara da kulak asmamalıyız. Geçtiğimiz yıl bu Meclisin Genel Kurulunda Mavi Akım Projesi ile ilgili dile getirilen abuk sabuk iddiaları, suçlamaları hepiniz hatırlıyorsunuz; ama, bugün Rusya ile ikili ilişkilerimizin geliştirilmesinde Mavi Akım Projesinin ne kadar önemli, ne kadar hayati bir rol oynadığı artık kamuoyu tarafından görülmektedir. Üstelik, Mavi Akım Projesi, sadece Rusya ile ikili ilişkilerimizi geliştirmede çok önemli bir manivela olmanın ötesinde, aynı zamanda Türkiye'nin önümüzdeki yıllardaki enerji ihtiyacının karşılanmasında da çok kilit bir role sahiptir. Türkiye'nin birtakım çevrim santrallerini çalıştırabilmesi bu projenin zamanında, öngörüldüğü gibi 2001 yılı içerisinde tamamlanmasına bağlıdır. Bugün zannediyorum Rus Başbakanı Enerji Bakanımızla birlikte Samsun’da öğleden sonra bu konuda yürütülen çalışmaları yerinde inceleyecek. Gerek Rus tarafında gerek Türk tarafında karadaki bölümler tamamlanmak üzeredir. Çok yakında da deniz altındaki boru döşemeleri başlayacaktır. Bunlar için öngörülen tarih 2001 yılı Temmuzudur. Bunun, bir iki aylık gecikmeyle de olsa, 2001 yılı sonundan önce tamamlanmasını bekliyoruz. Bu proje tamamlandığı anda, yıllar içinde giderek artan biçimde, ama en son 2004 yılında Türkiye, 16 milyar metreküp, yani şu anda aldığı doğalgazın iki misli kadar bir doğalgazı bu kaynaktan ithal edecektir.

Şu anda, Türkiye içerisinde doğalgaz dağıtım şebekesinin inşa çalışmaları da devam etmektedir. İşte, Erzurum’dan Sıvas üzerinden Kayseri’ye, bir koluyla Ankara'daki sisteme bağlanan, ama Kayseri’den de Konya’ya, oradan Seydişehir’e devam eden, hedef olarak da Susurluk’tan İzmir’e gelen hatla birleşecek olan kanal Türkiye'nin bütün doğalgaz hatlarının bir şebeke halinde birleşmesini öngörmektedir. Bu tamamlandığı zaman, hem şu anda sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, Bursa illerinde kullandığımız doğalgazı bu illerimize de yaygınlaştırma imkânı olacaktır hem de aynı zamanda, en kısa zamanda tamamlanıp devreye girecek olan enerji yatırımları olan doğalgaz çevrim santrallerinin de süratle tamamlanıp elektrik enerjisi açığımızın giderilmesi imkânı doğacaktır.

Bugün geldiğimiz noktada, gerek Rusya ile ikili ilişkilerimizin geliştirilmesinde ve gerekse bu söylediğim enerji açığımızın karşılanmasında Mavi Akım Doğalgaz Projesinin ne kadar olumlu bir role sahip olduğu kamuoyunda genel olarak kabul görmektedir. Anavatan Partisinin, ekonomik ilişkilerin dış politikadaki belirleyici rolüne ilişkin görüşlerimizin bir defa daha doğruluğunun ortaya çıkmış olmasından dolayı hepimiz mutluluk duymalıyız.

Değerli arkadaşlarım, geçtiğimiz hafta Avrupa Birliği Komisyonu yetkilileriyle Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri konusunda geniş bir danışma yapma imkânını buldum. Evvela çok kısaca, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin bir geçmişini size özetlemek istiyorum.

Bildiğiniz gibi, Türkiye'nin cumhuriyetten itibaren, hatta cumhuriyetten önce son iki yüz yıldan beri sürekli hedefi, Batılılaşmak, Batı uygarlık düzeyini yakalamak olmuştur. Büyük Atatürk, cumhuriyetin kuruluşundan sonra bunu zaten hedef olarak dile getirmiştir. Türkiye, bu çerçevede çok önemli yapısal değişiklikleri gerçekleştirmiştir; ama, bugün gelinen noktada, dünyadaki küreselleşme olgusunun en başarılı örneği, Avrupa Birliğidir. Avrupa Birliği, gerek ekonomik açıdan gerekse siyasî açıdan bugün dünyadaki en güçlü, en önemli birlik hareketi, entegrasyon hareketi niteliğini kazanmıştır. Dolayısıyla yine bugün geldiğimiz noktada, Türkiye'nin Batılılaşma, çağdaşlaşma çabaları somut olarak Avrupa Birliğine üyelik hedefiyle örtüşmektedir.

Türkiye, aslında bunun çok önceden beri farkındadır. Daha Avrupa Birliği ilk şekliyle Ortak Pazardan önce Demir Çelik Birliği olarak kurulduğu zaman, hepiniz hatırlarsınız, Yassıada’dan İmralı’ya götürülürken Rahmetli Celal Bayar, Rahmetli Fatin Rüştü Zorlu, kendileri idama giderken, Türkiye'nin Avrupa Birliğine, o zamanki adıyla Ortak Pazara üyeliğini tartışmaktaydılar. Bu da onların ne kadar uzak görüşlü olduklarını, Türkiye'nin uluslararası çıkarlarını daha o zaman, 1960’ların başında görme yeteneğine sahip olduklarını göstermektedir. Türkiye, başından beri Ortak Pazarla yakından ilgili olmuştur. Bunun sonucunda, 1963 yılında Ankara Anlaşması imzalanmıştır. 1971’de bunun Katma Protokolü imzalanmıştır. Ankara Anlaşmasıyla buna bağlı Katma Protokol, Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerini uzun bir zaman dilimi içerisine yayan, evvela bu ilişkileri geliştirmeyi, ondan sonra bir gümrük birliğini gerçekleştirmeyi hedefleyen, ama bu gümrük birliğinde de kalmayan, aynı zamanda müstakbel bir tam üyelik perspektifini de araştırmayı hedefleyen anlaşmalardır.

1963’te ilk defa olarak bu hukukî ilişki, organik ilişki başlamıştır. Maalesef, 1970’li ve 1960’lı yıllar, Türkiye'nin iç politikasındaki kargaşa nedeniyle, Avrupa Birliği ilişkilerimiz yönünden kaybedilmiş yıllar olmuştur. Ve Türkiye, 1978’e gelindiğinde, Avrupa Birliğinden süre istemek zorunda kalmıştır, 5 yıl yükümlülüklerini erteleme talebinde bulunmuştur. Ama,  bizim kaybettiğimiz bu süre içerisinde, daha önce uzun süren bir askerî yönetim altında Avrupa Birliği perspektifini tamamen kaybeden, Avrupa Birliği ilişkileri donan Yunanistan, Kıbrıs Harekâtından sonra, 1974’ten sonra demokratik rejime geçmiş ve çok süratli bir tempoda ilişkilerini sürdürerek, 1981 yılında Avrupa Birliğine tam üye olmuştur.

Yunanistan’ın Avrupa Birliğine tam üye olması, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri açısından bir dönüm noktasıdır. Çünkü, maalesef, o tarihten itibaren, Türkiye'nin Avrupa Birliği ilişkileri geniş ölçüde Yunanistan’ın ipoteği altına girmiştir. Yunanistan, her aşamada bizim mevcut ilişkilerimizi engelleyen, Avrupa Birliğinden bize daha önce anlaşmalarla sağlanmış olan birtakım yükümlülüklerin yerine getirilmesini engelleyici bir rol oynamıştır. Biz, buna rağmen, 1987 yılında biliyorsunuz Rahmetli Özal’ın Başbakanlığı döneminde Avrupa Birliğine tam üyelik başvurusunda bulunduk. 1987’de bizim bu müracaatımıza bir yıl sonra Avrupa'nın verdiği cevap: Türkiye'nin henüz daha tam üyelik için, hatta tam üyelik müzakereleri için yeterli kriterlere ulaşmadığı, Türkiye'nin bu müzakereleri başlatmasının belli şartların yerine getirilmesine bağlı olduğudur. 1990 yılında Avrupa'da demirperdenin yıkılması, komünist blokun çökmesi, duvarların kalkması, Avrupa Birliğinin genişlemesinde çok önemli bir dönüm noktası olmuştur; çünkü, 1990’dan sonra komünist rejimden kurtulan bütün Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, Avrupa Birliğine bizim gibi tam üyelik başvurusunda bulunmuşlardır.

Avrupa Birliği, kendisine yapılan bu üyelik başvuruları karşısında, 1993 yılında Kopenhag’da genişlemeyle ilgili yeni kriterlerini belirlemiştir. Yani, demiştir ki: “Bundan sonra Avrupa Birliğinin genişlemesinde, Avrupa Birliğine üye olmak isteyen ülkelerin şu şu kriterleri yerine getirmesi gerekir” Bu kriterler, aslında hem ekonomik kriterlerdir hem siyasî kriterlerdir hem de mevzuatla ilgili kriterlerdir. Zaten, esas itibariyle Avrupa Birliğine üyeliğin üç ana kategoride kriteri söz konusudur. Birisi, ekonomik kriterlerdir; başlangıçta Avrupa Birliği ilk kurulduğu zaman en önemli olan, hatta tek belirleyici olan kriter bu idi. İşte, serbest piyasa ekonomisinin bir ülkede tam olarak çalıştığı, bütün bu kriterlerin ortak noktasıdır. Türkiye'nin bu açıdan herhangi bir ciddî sıkıntısı yoktur. Yani, Avrupa Birliği kriterlerine uyum konusunda Türkiye'nin hiçbir zorluğu yoktur.

Maastrich Kriterleri açısından bizim eksikliğimiz vardır; ama, Maastrich Kriterleri, başka bir şeydir; o, Avrupa Para Birliğine üye olmak isteyen ülkeler için konulan kriterlerdir. Türkiye, şu anda uyguladığı ekonomik programla, aynı zamanda Maastrich Kriterlerini de yakalamayı hedef almıştır. Yani, Türkiye, işte bu program tamamlandığı zaman, iki sene sonra, aynı zamanda Maastrich Toplantısında öngörülen kriterleri de yakalamış olacaktır. Nedir bunlar? İşte, enflasyonun Birlik içerisindeki en yüksek enflasyona sahip ülkelerin üç tanesinin ortalaması olması. İşte, bugünkü şeye bakarsanız, demek ki yüzde 3-4 arasında bir enflasyona gelmiş olmanız lazımdır. Bütçe açığının gayri safi millî hasılaya oranının belli bir şeye gelmesi filan... Bütün bunlar, aslında Türkiye'nin bu programla hedeflediği ve yakaladığı takdirde, sadece Avrupa Birliğine değil, aynı zamanda Avrupa Birliği içerisinde şu anda 8 ülkenin dahil olduğu Avrupa Para Birliğine de dahil olmasını sağlayacak olan kriterlerdir. Ama, asıl bizim için şu aşamada önemli olan, Kopenhag Kriterleridir. Kopenhag Kriterlerinin ekonomik kriterleriyle bizim bir zorluğumuz yoktur. Ama, dünyadaki gelişmeler sonucunda, şu anda Avrupa Birliği içerisinde ağırlık, ekonomik kriterlerden siyasî kriterlere kaymıştır. Hatta, iki üç hafta önce Fransa’da kabul edilen bir Sivil Haklar Sözleşmesiyle, bu siyasî şartları yerine getiremeyen, vatandaşlarına insan hakları açısından belli kolaylıkları sağlayamayan ülkelerin, tıpkı Avrupa Birliğinin anayasası niteliğinde olan Roma Anlaşması gibi, Avrupa Birliğine üye olamayacakları ifade edilmiştir. Bir anlamda Kopenhag Kriterleri daha da güçlendirilmiştir.

Şimdi, biz kendi durumumuza baktığımız zaman: Bizimle ilgili aynı Ermeni meselesinde –biraz önce arkadaşlarım dile getirdiler- olduğu gibi, Türkiye ile ilgili birçok önyargıların, yanlış değer yargılarının veya eksik bilgilerin bulunduğu doğrudur. Ama, bizim yapmamız gereken, bu eksiklere, bu yanlışlara güvenerek, asıl eksiklerimizi gözden kaçırmamaktır. Yani, bu önyargılar doğrudur, eksiklerimiz vardır, bunları süratle gidermek zorundayız. O önyargıları gidermek, Türkiye ile ilgili yanlış bilgileri, yanlış değer hükümlerini gidermek için çalışmalar yapmamız şüphesiz gereklidir; ama, bu çalışmalar, netice itibariyle bizim görüntümüzdeki eksiklikleri giderecektir. Ama, asıl eksikliklerimiz, yani bizim de kabul etmek durumunda olduğumuz eksiklikler, süratle bizim tarafımızdan kabul edilmeli ve gereği yapılmalıdır. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri şu anda bu noktada düğümlenmiştir.

1987’de Avrupa Birliği Lüksemburg’da genişleme konusunu etraflı olarak ele almış ve hepinizin bildiği gibi, müracaat eden 13 ülke arasında 12 ülkenin adaylık müracaatını kabul etmiş, onlara aday statüsü vermiş, Türkiye'ye ise, aday statüsü vermekten imtina etmiştir. Bu aday statüsü verilen 12 ülke içerisinde, ekonomik kriterler açısından hemen hemen bütün ülkeler –bir ikisi hariç- Türkiye'nin gerisindedir. Keza, siyasî kriterler açısından da Türkiye'den geride olan ülkeler vardır. Dolayısıyla biz 1997’de bize karşı takınılan bu Lüksemburg Zirvesindeki tutumu diskiriminasyon olarak, Türkiye'ye karşı bir ayrımcılık olarak değerlendirdik ve o zamanın Hükümeti olarak, bu karar giderilmedikçe, Türkiye'ye karşı bu ayrımcılık ortadan kalkmadıkça, Avrupa Birliği ile ilişkilerimizi askıya aldığımızı duyurduk.

Bizim bu tepkimiz çok isabetli olmuştur. İki sene içerisinde, Avrupa Birliği 1997-1999 arasında, Avrupa Birliği, Türkiye konusunu özel biçimde ve daha geniş kapsamda değerlendirme imkânını bulmuştur. Bu değerlendirmede, sadece Avrupa Birliğinin kendi kriterleri, kendi değerleri değil, aynı zamanda jeopolitik ve jeostratejik etkenler de etkili olmuştur. Tabiî, buna ilaveten, Avrupa Birliği içerisinde bazı ülkelerde iktidar değişiklikleri çok önemli olmuştur. Türkiye ile ilgili geçmişteki bütün gelişmelerde Yunanistan yanında, en etkili olan ülke Almanya olmuştu. Almanya’nın 1998’e kadar işbaşında kalan Hıristiyan Demokrat, Hıristiyan Sosyal Birlik ağırlıklı koalisyonu, Türkiye'ye bu konuda iki yüzlü bir tavır izlemiştir, iki yüzlü bir politika izlemiştir. Çoğu zaman Yunanistan’ın arkasına saklanarak, bizim Avrupa Birliği perspektifimizi engellemiştir. Almanya’daki iktidar değişikliğiyle bu durum tersine dönmüştür. Almanya'da Sosyaldemokrat-Yeşil Hükümetinin işbaşına gelmesiyle, Helsinki’de Türkiye'ye diğer 12 ülkeyle eşit şartlarda aday statüsü tanınmıştır. Bu, bir anlamda Avrupa Birliğinin Türkiye'ye karşı yaptığı haksızlığı, iki senelik bu değerlendirme ve bu siyasî gelişmeler sonucunda kabul etmesi ve bu haksızlığı giderecek adımı atmış olmasıdır.

1999 Aralık ayında Helsinki’de Türkiye'ye, diğer 12 aday ülkeyle birlikte tam üye adayı statüsü verilmesi, Türkiye-AB ilişkilerinde bana göre, bütün bu ilişkilerimizin kronolojisi içerisindeki en önemli olaylardan birisi olmuştur.

Şimdi, bugün geldiğimiz noktada, 2000 yılının sonuna gelirken, bu adaylık ilişkimizden yeni bir aşamaya geçmeyi hedefliyoruz. Bu yeni aşama, tam üyelik müzakerelerine başlama aşamasıdır. Yani, Helsinki’de Türkiye'nin aday olduğu kabul edilmiştir; ama, bu adaylıkta tam üyelik müzakerelerine geçmesi için Türkiye'nin belli yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiği ifade edilmiştir. Bunlar içerisinde, hepimizin bildiği, Türkiye'nin insan hakları alanında, demokrasi alanında, şu anda Avrupa standartlarının gerisinde olan birtakım uygulamaları vardır; bunları süratle gidermemiz gerekiyor. Bu konularda Hükümette gerekli siyasî irade ortaya konmuştur. 21 Eylülde yapılan Bakanlar Kurulu açıklamasında, Türkiye, bu eksikliğini kabul ettiğini, bunları zaman içerisinde gidereceğini açıkça ifade etmiştir. Esasen, Bakanlar Kurulunun bu konudaki tavrı, bu konuda Sayın Mehmet Ali İrtemçelik’in zamanında kurulan İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulunun -ki bütün bakanlıkların üst düzey yetkililerinin katıldıkları- uzun süren bir çalışması sonunda, Sayın Yücelen’in insan haklarıyla ilgili Devlet Bakanlığı içerisinde, bu çalışmanın değerlendirilmesi ve bunun Bakanlar Kurulu tarafından bir çalışma belgesi olarak, referans belgesi olarak kabul edilmesi şeklinde tezahür etmiştir. Dolayısıyla biz Türkiye olarak şu anda ekonomik kriterler açısından Avrupa Birliği üyeliğine ehil olduğumuzu düşünüyoruz. Avrupa'nın da bu konuda herhangi bir itirazı yoktur. Maastrich Kriterlerine uymak için zaten şu anda çalışmalarımızı sürdürüyoruz; ekonomik bir program uyguluyoruz. Avrupa Birliği müktesebatına uyum konusunda, yani Avrupa Birliğinin kabul ettiği çeşitli mevzuatın Türkiye'de de uygulanması konusunda geçen yasama yılında Mecliste çok önemli birtakım yasal düzenlemeler yaptık; ama, bu konuda daha almamız gereken çok mesafe var. O konuda da çalışmalarımızı sürdürüyoruz, o konuda da ciddî bir zorluğumuz yoktur. Ama, geçen konuşmamda da söyledim, Avrupa Birliği meselesini, sadece insan hakları, sadece demokrasi, sadece bilmem ekonomi olarak düşünmemek lazım. Şu anda toplum hayatımızın Avrupa Birliğine uyum dışında kalan hiçbir alanı söz konusu değildir. Yani, bu düzenlemeyi her alanda yapmak zorundayız. Bilmem medya alanında da yapmak zorundayız, medeni hukuk alanında da yapmak zorundayız, ticaret hukuku alanında da yapmak zorundayız, futbolda da yapmak zorundayız, vesaire... Her alanda Avrupa Birliği Kriterlerine uyum, Avrupa Birliği müktesebatına uyum çalışmalarını yürütmek zorundayız. Bu, zaman alacak bir çalışmadır; ama, netice itibariyle burada da herhangi bir zorluğumuz yoktur. Bizim zorluğumuz, Avrupa Birliğinin siyasî kriterlerine uyum konusundadır.

Bunun nedenlerini de hepiniz biliyorsunuz. Türkiye, son geçtiğimiz on yıl içerisinde diyelim, hem bölücü terör konusunda hem de irticai faaliyetler konusunda kendi varlığına yönelen çok ciddî tehditlerle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu tehditleri bertaraf edebilmek için, zaman zaman olağanüstü birtakım tedbirlere başvurmak durumunda kalmıştır. Şu anda bu tehditlerin hâlâ geçerli olup olmadığı konusunda, kısa zamanda yeniden bir tehdit olarak önümüze çıkıp çıkmayacağı konusunda toplumda bir genel mutabakat yoktur. Yani,bazılarına göre, eğer Türkiye bu olağanüstü tedbirlerden geri adım atarsa, yarın aynı tehditleri daha büyük boyutlarda karşısında görebilir. Bu, Türkiye için bir var olma, yok olma meselesidir. Onun için, burada riskli davranmak, burada birtakım gevşekliklere müsamaha göstermek Türkiye açısından çok ciddî risk yaratır. Bazılarının görüşü budur. Diğer bazıları ise, bu tehditlerin geniş ölçüde ortadan kalkmış olduğunu, bu mücadelelerde kazanılan başarıya paralel olarak, şu anda toplumda demokratikleşme yönünde, temel hak ve özgürlükler yönünde belli adımların atılması, belli açılımların yapılması gerektiğini düşünmektedirler. Böyle düşünenlerin arasında ben de varım. Bu yapıldığı takdirde, bunun Türkiye'nin anayasal esasları açısından, Türkiye'de kamu güvenliği açısından herhangi taşınamayacak bir risk, Türkiye'nin normal devlet güçleriyle bertaraf edemeyeceği bir risk yaratması beklenmemelidir. Türkiye artık, Avrupa ülkeleri, Avrupa Birliğine dahil olan ülkeler bu tehditlerle geçmişte nasıl mücadele etmişlerse, bunların nasıl üstesinden gelmişlerse, aynı tedbirleri kendisine uydurmak zorundadır. Kendisi de bu tedbirleri alıp bunları uygulamak zorundadır. Türkiye, artık bu aşamayı yapmak durumundadır.

Tabiî, bu biraz zahmetli bir yoldur, bazılarına göre de riskli bir yoldur; ama, bu yola girilmeden, yani kafa yapımızı bu şekilde değiştirmeden de Avrupa Birliğine girmemiz mümkün değildir. Ben, hem insan hakları alanında, demokrasi alanında, temel hak ve özgürlükler alanında adım atmayacağım, terörle mücadele döneminde, irticayla mücadele döneminde başvurduğum birtakım olağanüstü tedbirleri ilanihaye devam ettireceğim, hem de Avrupa Birliğine üye olacağım demek mümkün değildir. Türkiye burada bir kesin tercih yapmak zorundadır.

Genel hatlarıyla baktığınız zaman, bugün Avrupa Birliğine Türkiye'nin üye olması gerektiği konusunda toplumda çok geniş bir mutabakat vardır. Yani, ne Meclisteki herhangi bir siyasî parti ne de kamuoyunda ağırlığı olan herhangi bir sivil toplum örgütünün, şu anda Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkma gibi bir, hiç olmazsa açıklanmış resmî politikası söz konusu değildir. Ama, Avrupa Birliğine üyelik için yapılması gerekenler konusunda siyasî partiler arasında, hatta Hükümette dahi siyasî partiler arasında dahi bazı görüş farklılıkları söz konusudur. Burada düğüm noktası, demin dediğim meseledir. Yani, ben Türkiye'de hiçbir siyasî partinin –Mecliste temsil edilen partileri kastediyorum- Mecliste temsil edilen hiçbir siyasî partinin Türkiye'nin toprak bütünlüğü konusunda, Türkiye'nin bölünmezliği konusunda, Türkiye'nin bu değerleri konusunda farklı bir görüş içerisinde olduğu düşüncesinde değilim, hatta olmadığını yakından biliyorum. Ama, bu değerleri korurken, Türkiye'nin hangi açılımları yapabileceği konusunda partilerin farklı değerlendirmeleri vardır. Bazı partilere göre, bu adımlar atılmalıdır; ama, ileride atılmalıdır, zamanı gelince atılmalıdır, bu tehditler tümüyle ortadan kalkınca atılmalıdır. Ha, irtica ile mücadele konusunda ise, biliyorsunuz laiklik anlayışı konusunda dahi partiler arasında ciddî farklılıklar vardır. Burada, zannediyorum ki yaşadığımız mücadele, hem terörle mücadele hem irtica ile mücadele, bu konuda bütün siyasî partileri bir yeniden değerlendirmeye mecbur bırakmaktadır. Zaten partilerin kendi iç yapılarında da bu değerlendirmelerin devamlı yapıldığını, bu muhasebenin yapıldığını görüyoruz. Türkiye, herhalde kısa bir süre içerisinde bu kavram kargaşasını da geride bırakacaktır.

Velhasıl, şimdi, önümüzdeki dönemde yapmamız gereken ilk şey, bu değerlerimize, tekrar ediyorum, toprak bütünlüğü ve cumhuriyetin nitelikleri, vazgeçilmez veya değiştirilmez nitelikleri, bu iki konuda hiçbir taviz vermeden, hatta bu iki hususu koruma konusundaki kararlılığımızı aynen muhafaza ederek, Türkiye'nin insan hakları alanında, demokrasi alanında, Kopenhag Kriterlerini esas alarak hangi adımları atabileceği konusundaki egzersizdir. Günümüzdeki Türkiye'nin önündeki gündem budur, Avrupa Birliği ile ilgili gündemimiz budur.

Burada, Brüksel’de yaptığım görüşmelerde iki enteresan konuyu dikkatinize getirmek istiyorum. Bir tanesi, Helsinki’de Yunanistan’ın Türkiye konusunda daha önce takındığı tutumu değiştirmesi, Türkiye'nin tam üye adaylığına karşı çıkmaması neticesinde, bildiğiniz gibi, Türkiye'ye tam üyelik adaylığı statüsü verilmişti. Ama, bu ziyaretimde gördüm ki -daha önce Avrupa basınından da zaten izlediğim bir husus, maalesef doğrudur- aslında başka nedenlerle, açıkçası kültür ve din farklılığı nedeniyle Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyeliğine karşı olan bazı çevreler -ki bunlar içerisinde Alman muhafazakârları en başta geliyor- şimdi Yunanistan’ın tablodan çıkmasıyla birdenbire afişe olmuşlardır. Yani, şimdi artık eskiden sakladıkları, Yunanistan’ın arkasına saklanıp söylemekten kaçındıkları bazı şeyleri dile getirmek zorunda kalmışlardır. Çünkü, görmüşlerdir ki, işler kötüye gitmektedir. Yani, Türkiye'ye Helsinki’de bir statü verilmiştir, Türkiye ciddî hazırlıklara girmiştir, yarın tam üyelik müzakereleri başlayacaktır, beş sene sonra, on sene sonra bu müzakereler bitip Türkiye tam üye olduğu zaman, kurulacak olan Avrupa Birliği onların kafalarındakinden çok  farklı bir Avrupa Birliği olacaktır. Onların kafalarındaki Avrupa Birliği Hıristiyan bir Avrupa Birliğidir. Yani, ortak özelliği Hıristiyanlık olan, Hıristiyan kültürüne dayanan bir Avrupa Birliğidir. Ama, tıpkı Ermeni meselesinde bazı arkadaşlarımın burada haklı olarak ifade ettikleri gibi, bu meselede de bir çaresizlik içinde olduğumuzu, bir aşılmaz zorluk içerisinde olduğumuzu düşünmemeliyiz. Böyle düşünenler, Allah'a şükür ki Avrupa'da da azınlıktadır. Yani, din meselesinin, Hıristiyanlık unsurunun Avrupa'nın vazgeçilmez bir birleştirici unsuru, bir alameti farikası olduğunu düşünenler, şu anda Avrupa'da azınlıktadır.

Onun için, bunlarla olan tartışmamızı kamuoyu önüne getirmekte, bu tartışmayı alenileştirmekte ben Türkiye açısından yarar olduğunu düşünüyorum. Çünkü, bu insanlar bu düşüncelerini açıkça çıkıp da kamuoyu önünde söyleyecek cesarete sahip değillerdir. Bunlar, genellikle başka argümanların arkasına saklanmaktadırlar. Helsinki’den önce Yunanistan’ın arkasına saklanıyorlardı, Helsinki’den sonra, şimdi, “Efendim, Türkiye'de işsiz sayısının çok olduğu, nüfusun yüksek olduğu, Türkiye Avrupa Birliğine üye olursa Avrupa'da da işsizliğin artacağı veyahut da Avrupa Birliğinin iş piyasalarında Türkiye'nin haksız rekabet yaratacağı, ucuz işgücü Türkiye'den ithal edileceği...” filan gibi başka argümanları vardır. “Avrupa Birliği bütçesinin Türkiye'nin ihtiyaçlarını karşılayamayacağı, Türkiye'nin Avrupa'ya çok büyük malî yük oluşturacağı...” gibi başka argümanları vardır. Ama, bizim bu konularda da esnek bir yaklaşım içerisinde olduğumuzu görünce, asıl argümanları daha iyi ortaya çıkmaktadır. Asıl argüman, demin dediğim gibi, Türkiye'nin nüfusunun yüzde 99,9’u itibariyle Avrupa'dan farklı bir dine mensup olmasıdır. Türkiye'nin kültürel değerlerinin Avrupa'dan farklı olmasıdır.

Aslında, Avrupa Birliği düşüncesi, Avrupa Birliği kavramı, üniversal, yani bizim kabul ettiğimiz, bizim paylaştığımız Avrupa düşüncesi ise, o zaman bu farklılıkları giderebilmeyi de başarmalıdır. Yani, farklı kültürlere mensup insanları aynı birlik içerisinde yaşatabilmek, Avrupalı olabilmenin bir gereğidir veya bir işaretidir. Ama, Avrupa Birliği içerisinde birtakım yobaz çevreler, bu zahmeti göstermektense, Avrupalılık düşüncesinin bu somut gereğini yerine getirebilmektense, Avrupa Birliğini Türkiye'ye kapalı tutmayı kendileri açısından daha tutarlı bir görüş olarak benimsemişlerdir.

Avrupa Birliği Komisyonunda yaptığım görüşmelerde, bu söylediğim düşüncenin izlerine rastlamadım; ama, etkilerine rastladım. Yani, kamuoyunda özellikle Almanya'da bu itirazların artık yüksek sesle dile getirilmesi, bize çok daha sıcak bakan birtakım Avrupa Birliği yetkililerini de son zamanlarda etkilemeye başlamış; bunu gördüm.

İkinci bir husus, Avrupa Birliği Komisyonunun bir Yunanlı üyesi ile bu sosyal güvenlik ve çalışma konularından sorumlu Yunanlı bir hanım üyesi ile yaptığım görüşmede, bize çok sıcak bakan, Türkiye'nin üye olması için elinden gelen katkıyı sağlamaya hazır olduğunu ifade eden bir komisyon üyesinin, Türkiye'de yaptığı bir tespiti bana aktardığı zaman şöyle bir resim çıktı, ben de yüzde yüz kendisiyle aynı fikirdeyim. O Hanım Komiser bana dedi ki: “Türkiye'de yaptığım görüşmelerde şöyle bir izlenim aldım: Türkiye'de insanlar, sanki oturup da Türk Hükümeti bir karar alsa veya Avrupa Birliği buna karşı bir karar alsa, bir anda Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğinin gerçekleşeceğine inanıyorlar. Bu bir illüzyondur, bu bir yanılgıdır. Bizim Avrupa Birliğine üyeliğimiz, alınacak bir kararla veya Avrupa Birliğinin alacağı bir kararla olmayacaktır, bizim Avrupa Birliğine üyeliğimiz, çok yoğun bir sürecin zaman içerisinde gereklerinin yerine getirilmesiyle olacaktır” Bunun için de, dediğim gibi, atılacak bazı büyük adımlar var, atılacak küçük adımlar var, ama bu adımların hepsinin mutlaka belli bir zaman içerisinde atılması gerekiyor.

Burada, geçmişe bakarsak, Türkiye'nin Batılılaşma çabalarında bazen duyguların aklın yerine geçtiğini görürüz. Biz, hangi Batı kuruluşu olursa hemen üyelik için atlamışızdır. NATO’ya üyelik için talip olmuşuzdur, OECD’ye üyelik için talip olmuştur, Avrupa Konseyi için talip olmuşuzdur. Bazen de bu üyeliğimizin Türkiye açısından kısa ve orta vadeli pazarlığını yeterince yapamamışızdır. Aslında, Avrupa Birliği ile 1996’da gerçekleştirdiğimiz Gümrük Birliği de bunun bir tipik örneğidir. Biz Avrupa Birliği ülkeleri içerisinde, Avrupa Birliğine aday ülkeler de dahil, üye olmadan Gümrük Birliği kuran tek ülkeyiz ve beş seneden beri de bu Gümrük Birliğini devam ettiriyoruz. Gümrük Birliğine geçtikten sonra, Avrupa Birliği ile olan dış ticaret açığımız iki katına çıktı. Yani, onlardan daha çok mal alıyoruz, ihracatımız aynı şekilde artmıyor. Dolayısıyla Avrupa Birliği ile olan ticaretimiz, dış ticaret açığımız, Gümrük Birliği sonrasında iki katına çıktı. Ve biz bu yükü taşırken, Avrupa Birliğinin ihracat yaptığı ülkeler içinde dünyada 5 inciyiz. Yani, Avrupa Birliğini tek bir ülke kabul edin, Avrupa Birliği en fazla nereye mal satıyor? Birinci Amerika'ya satıyorsa, ikinci Rusya’ya satıyorsa, biz 5 inciyiz dünyada. Ama, bu Gümrük Birliğini gerçekleştirirken bu kadar büyük bir yüklenirken, Avrupa Birliğinden de hiçbir destek görmedik. Gümrük Birliği Anlaşmasında bize vaat edilen desteği de görmedik, hiçbir malî yardım almadık. Yani, yaptığımız şey, aslında şu anda hiçbir ülkenin yapmaya cesaret edemeyeceği, ya hesabına gelmediği için ya cesaret edemediği için ya kaldıramayacağı için, yapamayacağı kadar iddialı bir iştir.

Ha, biz bu kadar büyük bir fedakârlığa girmişken, üye olmadan Gümrük Birliği yükünü taşırken, buna ilaveten çok ağır bir ekonomik istikrar programını sırf Türkiye'de enflasyonu ortadan kaldırmak, diğer alanlarda işte Maastirch Kriterlerini yakalamak için uygularken, şimdi Avrupa Birliği, bize tam üyelik konusunda sanki Helsinki’den geriye, sanki Helsinki Anlaşmasından yan çizer bir tavra itilmek istenmektedir. Yani, kendi içindeki bazı unsurlar tarafından, Türkiye konusunun yeniden gündeme getirilmesi, Helsinki’de verilen kararın yanlış olduğunun yeniden tartışılması gerektiğinin argümanıyla bir tavır değişikliğine zorlanmaktadır.

Daha önce de çeşitli vesilelerle söyledim, Avrupa kamuoyları, şu anda Türkiye'nin tam üyeliğine karşıdır. Yani, Avrupa'da yapılan çeşitli araştırmalar var, Avrupa'daki insanlara sordukları zaman, Türkiyedekinin tam tersine, bizim nasıl yüzde 70 oranında Avrupa Birliği lehinde sonuç veriyorsa kamuoyu araştırmalarımız, Avrupa'daki kamuoyu araştırmalarında da yüzde 60’ı Türkiye'nin üyeliğine karşıdır. Çok çeşitli nedenlerle; bunun içinde kültürel nedenler var, başka nedenler var, ekonomik nedenler var. Ama, netice itibariyle tablo böyledir.

Helsinki’de bize tam üye adaylığı kararını alan hükümetler, en başta Alman Hükümeti, kendi kamuoylarının eğilimine ters bir karar almışlardır. Kendi kamuoyunun eğilimine ters bir karar almak, siyasî risk almak demektir. 2002 yılında da hem Fransa’da hem Almanya'da seçim vardır.

Şimdi, Türkiye olarak bize düşen görev, kendi kamuoylarına ters düşmek pahasına, bize bu perspektifi veren insanları mahcup etmemektir. Yani, onların bizden bekledikleri, bizim de zaten kabul ettiğimiz, yerine getirmeyi sadece zamanlamasını tartıştığımız hususları bir an önce yerine getirmektir. Bir başka ifadeyle onların ellerini kuvvetlendirmektir. Çünkü, bütün bu gelişmeler, Lüksemburg, Helsinki, vesaire hepsi göstermiştir ki, burada bir iktidar değişikliği demek, Türkiye'ye Avrupa Birliğinin bakış açısının değişmesi demektir. O bakış açısıyla, yani bizi sırf dinimizden dolayı, sırf kültürümüzden dolayı Avrupa dışında gören anlayışla bizim uzlaşma imkânımız yoktur. Çünkü,uzlaşmak için yapabileceğimiz bir şey yoktur. Ama, bizim insan hakları alanında, demokrasi alanında eksiklerimizi gösterip –çoğunu bizim kabul ettiğimiz- bunlar tamamlanınca bizim Avrupa Birliği üyeliğimizin gündeme geleceğini, müzakerelerin başlayacağını söyleyenlerle anlaşmamız mümkündür.

Önümüzdeki 2001 yılı, Türkiye'nin gereken adımları atması açısından hayati bir yıldır. 2002 yılı Avrupa'da seçim yılıdır. Türkiye'nin üyeliği meselesinin oralarda bir seçim kampanyası olmaması lazımdır. 2003 yılı, eğer bu seçimler sonucunda mevcut yapı Türkiye'ye şu anda sıcak bakan siyasî yapı korunabilirse, 2003 yılı, inanıyorum ki Avrupa Birliği ilişkilerimizde çok ciddî somut mesafeler alabileceğimiz bir yıl olacaktır.

Değerli arkadaşlarım, tabiî ki gönlümüzden geçen, yarın Avrupa Birliğine tam üye olmaktır. Avrupa Birliğine üye olduğumuz takdirde bunun Türkiye'ye sağlayacağı, başta ekonomik olmak üzere, faydalar konusunda burada hiçbir şey söyleme ihtiyacını duymuyorum. Türkiye, işte evvelsi gün yeniden sayılan 65 milyonu aşan nüfusuyla ve nüfus trendiyle Avrupa Birliğinin şu anda ikinci en büyük, 15 sene sonra birinci en büyük ülkesi olmayacaktır, aynı zamanda Avrupa Birliğinin en genç ülkesi olacaktır. Avrupa Birliği giderek, nüfus artışı yerine nüfus eksilmesi yaşayan, yaşlı nüfusu artan, genç nüfusu azalan bir bölgedir. Böyle bir bölgede Türkiye, genç nüfusuyla, hele hele şu eğitim reformunu sürdürebilirsek, insanlarımızı iyi eğitebilirsek, nitelikli ve genç insan gücüyle Avrupa Birliğinin bir anlamda itici gücü olacaktır. Avrupa Birliğinin insan gücü açısından eksiğini kapatan ülke olacaktır. Ama, bugünkü konjonktür, bunların konuşulması için uygun değildir, bugünkü konjonktür bunların görülmesi için de uygun değildir. Dolayısıyla Türkiye olarak şu anda Avrupa Birliği ilişkilerimizi bir takvim meselesi olarak düşünmememiz lazım. Avrupa Birliği ilişkilerinde takvim, basın hep buna meraklıdır, her çıktığım yerde bana ilk sorulan soru budur: Ne zaman müzakere başlayacak? 2001 mi, 2003 mü, 2005 mi, 2010 mu?.. Bunlar filan, hep ikinci derecededir. Önemli olan, şu anda kabul ettiğimiz Avrupa Birliği ile ilgili eksiklerimizin giderilmesi, yanlışlarımızın düzeltilmesidir. Bunlar açısından da 2001 yılı, dediğim gibi, hayati bir yıldır. Ondan sonra Avrupa Birliği ile görüşmelerimiz çok daha –bizim açımızdan- elverişli bir zeminde devam edecektir. Avrupa Birliği ile bunları yaptıktan sonra, bu eksiklerimizi tamamladıktan sonra, onların diliyle konuşma imkânını kazanacağız.

Takvim meselesi, bence ikinci derecede bir meseledir. Türkiye, önemli olan, şu anda girmiş olduğu raydan çıkmamalıdır. Şu anda almış olduğu perspektifi kaybetmemelidir. Türkiye için birinci mesele budur. Eğer burada daha önce taahhüt ettiğimiz, açıkladığımız, kabul ettiğimiz bazı şeylerden inhiraf edersek, saparsak, geri adım atarsak, bu perspektifi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız; bunu bilmemiz lazım.

Şimdi, biz artık onlara söyleyeceklerimizi söyledik. 8 Kasımda onlar bir belge yayınlayacaklar. 8 Kasımda Fransa’da Nice’de toplantı yapıyorlar, Bakanlar Konseyi toplanıyor. Türkiye ile ilgili Katılım Ortaklığı Belgesini görüşecekler, kabul edecekler. O belgeyi biz alacağız, bakacağız. Eğer içindeki hususlar, daha önce Helsinki’de de söylenen, bizim de kabul ettiğimiz hususlardan ibaret ise, oturacağız ona uygun kendi programımızı hazırlayacağız. Bunu da yılbaşına kadar yapacağız. Diyeceğiz ki: “2001 yılında biz şunları şunları yapacağız, 2002’de şunları şunları yapacağız.” Eğer birtakım müdahalelerle, karışmalarla 8 Kasımda yayınlanacak olan belge Helsinki’de bize verilen perspektiften farklı ise, bizim kabul edemeyeceğimiz birtakım unsurlar içeriyorsa, o zaman ilişkilerimizde yeni bir kriz dönemi doğacak. Ama, Lüksemburg denemesi bu açıdan yararlı olmuştur; Avrupa Birliği şu anda Türkiye ile böyle bir yeni krize girmemek için aşırı derecede dikkatlidir, bizim duyarlılıklarımıza fevkalade ilgilidir. Ben, böyle bir ihtimali varit görmüyorum. Elbette bu belgede bizi rahatsız edecek bazı unsurlar olabilir; ama, netice itibariyle biz de kendi doğrularımıza göre kendi planımızı hazırlayacağız ve yolumuza bu şekilde devam edeceğiz.

Hepimizin bilmesi ve özen göstermesi gereken şey, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin artık geri dönülemeyecek bir noktaya geldiğidir. Bu yolda ne kadar süratli hareket edebilirsek, tam üyelik hedefine o kadar çabuk varabiliriz. Bu da tamamen bizim performansımıza bağlıdır. Eğer bu konuda gerekli cesareti gösteremezsek, birtakım korkuların, vehimlerin, paranoyaların etkisi altında kalırsak, bu hedefe hiçbir zaman ulaşamayız. Bunu, şu anda kaydı ihtiyatla söylüyorum, eğer 8 Kasımda yayınlanan belge beklentimize uygun olursa, o zaman bunu daha net olarak dile getirme imkânım olacak. Şu anda henüz daha tam top bizde değildir; ama, 8 Kasımda eğer beklediğimiz şekilde bu belge ortaya çıkarsa, ondan sonra tümüyle top bizim elimizdedir. Mesafeyi de, zamanı da, statüyü de belirleyecek olan tamamen bizim kendi performansımız olacaktır.

Bu konuyu, hem güncelliği hem önemi nedeniyle devamlı Grubumuzun gündeminde tutmaya devam edeceğiz. Ben, önümüzdeki hafta Yunanistan’a gideceğim, orada da görüşmeler yapacağım. Ama, daha sonra bu meseleleri tekrar burada uzun boylu tartışacağız. Arkadaşlarımın genelde dış politika konularına, özelde de Avrupa Birliği konularına gösterdikleri yakın ilgi için çok mutluyum. Bunun böyle devam etmesini diliyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)