BAŞBAKAN
YARDIMCISI VE ANAP GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ'IN ANAP TBMM GRUP
TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA
24 Ekim 2000
Değerli
arkadaşlarım, hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Geçen
hafta yapılan Grup toplantımızdan sonra, Türkiye Büyük
Millet Meclisinin yeni başkanı Meclis tarafından seçilmiştir.
Evvela, Meclis Başkanlığına seçilen Sayın Ömer İzgi’ye
başarılar diliyorum. Bu seçimin Meclise hayırlı olmasını
diliyorum.
Bugün
kendisine yaptığım nezaket ziyaretinde, kutlama ziyaretinde de
ifade ettim, Meclisin daha etkin çalışmasını sağlayacak ve
Meclisin kamuoyundaki saygınlığını koruyacak olan bütün çabalarında,
Anavatan Partisi Grubu olarak kendisine tam destek vereceğiz.
Ben, Meclis Başkanlığı seçiminde, Anayasanın lafzına ve
ruhuna uygun davranarak, bu seçimin demokratik bir şekilde geçmesine
katkıda bulunan bütün milletvekili arkadaşlarıma teşekkür
ediyorum.
Ayrıca,
bugün yaptığımız seçim sonucunda, partimizin Meclis Başkanlık
Divanında ve Grup organlarında görev alan arkadaşlarıma da başarılar
diliyorum.
Değerli
arkadaşlarım, kapalı bölümde de arkadaşlarım dile
getirdiler, sözde Ermeni Soykırımı Tasarısının geçtiğimiz
hafta Amerikan Temsilciler Meclisinde son anda gündemden çekilmesi,
hiç şüphesiz ki Türkiye açısından olumlu bir gelişme olmuştur.
Ancak, bu tasarının son derece riskli bir biçimde, son dakikada
bir müdahaleyle, Amerikan Başkanının müdahalesiyle
engellenmesi, bu konuda artık Türkiye'nin gözünü açması için
bir vesile olmalıdır. Türkiye, bundan sonra bu konudaki girişimlere
artık hazırlıksız yakalanmamak zorundadır. Onun için de,
gerekli tedbirleri şimdiden almak zorundayız. Bu konudaki çalışmalarımızı
mutlaka yoğunlaştırmak durumundayız.
Bu
konuda alınacak tedbirler meyanında, millî bir mutabakatın sağlanması
son derece yararlıdır, aynı zamanda da zorunludur. Ben, daha önce
de bu konuyla ilgili olarak bu kürsüde dile getirdim; sözde
soykırım iddiaları, çok uzun zamandan beri, on yıllardan beri
uluslararası platformlarda, ulusal parlamentolarda, dünya
kamuoyunda Türkiye'ye karşı dile getirilen iddialardır. Devlet
olarak bu konuda üstümüze düşeni yaptığımızı hiçbirimiz
iddia edemeyiz. Benim şahsi görüşüm, bu konuda artık savunan
taraf olmaktan çıkmak, bu konunun açıklığa kavuşması için
inisiyatif almak zamanının geldiği yönündedir. Bugün Meclis
Başkanını ziyaretimde, kendisinin Meclisin bu konuda bir çalışma
başlatma, bu konuyu araştırmak için Meclisin şemsiyesi altında
bir çeşitli kurumların katılacağı bir çalışma başlatma düşüncesini
tartıştık. Geçen sefer de söyledim, bu konuda bence yapılacak
olan ciddî, bilimsel, tarafsız bir araştırmadan Türkiye'nin
gocunacak herhangi bir şeyi yoktur. Binaenaleyh, bu çalışmayı
aslında bizim insiye etmemiz lazımdır, bu meselede bizim öncülük
etmemiz lazımdır. Sanıyorum ki son gelişme bu açıdan hepimiz
için uyarıcı olmalıdır.
Geçtiğimiz
Pazar günü, bildiğiniz gibi, Türkiye'de bir genel nüfus sayımı
yapıldı. Bu sayım dolayısıyla kamuoyunda yapılan değerlendirmeler,
hatta zannediyorum hepinizin teker teker kendi çevrenizde yaptığınız
gözlemler, yapılan işin ne kadar ilkel bir iş olduğunu ortaya
koymuştur. Ama, bundan çıkarmamız gereken bir sonuç daha var:
O da, İçişleri Bakanlığımızın yıllardan beri yürüttüğü
MERNİS Projesinin ne kadar önemli bir proje olduğudur. Sanıyorum
bu son sayım dolayısıyla kamuoyunda yapılan tartışmaların
da ışığında, Türkiye'nin artık bir an önce bu projeye
gerekli malî desteği sağlaması ve tüm nüfus bilgilerinin
bilgisayar ortamında kaydını tamamlaması lazımdır. Bu yapıldığı
zaman, bir daha nüfus sayımı için halkımızı evlerine
hapsetmek zorunluluğu olmayacaktır. Bilgisayar ortamında nüfus
tespiti öyle bir defa değil, sürekli yapılabilecektir. Yani,
beş yılda bir geriye dönüp de kaç milyon nüfusumuz arttı
diye bakmayacağız, günlük olarak nüfus değişmelerini
bilgisayar ortamında izleme imkânına kavuşacağız. Bunu bize
sağlayacak olan da MERNİS Projesidir. Türkiye, çok uzun
zamandan beri bu proje üzerinde çalışmaktadır; ama, bunu bir
an önce artık sonuçlandırmak zorundadır. Bu konuda ihmalimizi
artık gidermek durumundayız. Kısa bir süre önce Bakanlar
Kurulunda İçişleri Bakanlığımız yetkilileri, bu projenin
mevcut durumuyla ilgili bilgi verdiler. Hükümet bu konuda
gerekli hızlandırma çalışmasını yapmayı kararlaştırdı.
Umuyorum ki, bununla ilgili bütçe desteği de İçişleri Bakanlığımıza
sağlanacaktır. Türkiye artık bu projeyi mutlaka tamamlamalı
ve bu ilkellikten kurtulmalıdır.
Değerli
arkadaşlarım, Türkiye olarak organize suç çetelerinin çökertilmesinde
ve yolsuzlukların ortaya çıkarılmasında çok önemli gelişmeler
yaşıyoruz. İçişleri Bakanlığımız bu konuda çok ciddî çalışmalar
yürütüyor. Bu başarıda İçişleri Bakanımızın ve Emniyet
personelimizin gayretli ve kararlı çalışmalarının çok önemli
payı vardır. Temiz toplum taleplerine cevap verecek
operasyonlar, önümüzdeki günlerde de devam edecektir, suç örgütlerinin
beli kırılıncaya kadar da bu operasyonlar sürdürülmelidir.
Bu konuda, gerek Anavatan Partisi gerekse Hükümet olarak İçişleri
Bakanımıza, Emniyet güçlerimize her türlü desteği verdiğimizi,
bu vesileyle bir defa daha ifade ediyorum.
Değerli
arkadaşlarım, son bir haftaki gelişmeler içerisinde, somut çıkarmamız
gereken bir başka olay, Rus Başbakanının halen devam eden ülkemizi
ziyareti vesilesiyle, dış ilişkilerimizde ekonomik ilişkilerin,
ekonomik projelerin ne kadar önemli, ne kadar belirleyici olduğu
gerçeğinin bir defa daha ortaya çıkmış olmasıdır. Anavatan
Partisi olarak, biz her zaman ekonomik ilişkilerin dış
politikadaki yapıcı rolüne dikkat ettik. İkili ilişkilerimizi
de daha çok ekonomik projeler temelinde geliştirmeyi hedefledik.
Sanıyorum ki bu konudaki girişimlerimizi bundan sonra da özendirmek
ve geliştirmek durumundayız. Bu noktada bize birtakım olumsuz
eleştiriler gelecektir, gelmiştir; bunlara da kulak asmamalıyız.
Geçtiğimiz yıl bu Meclisin Genel Kurulunda Mavi Akım Projesi
ile ilgili dile getirilen abuk sabuk iddiaları, suçlamaları
hepiniz hatırlıyorsunuz; ama, bugün Rusya ile ikili ilişkilerimizin
geliştirilmesinde Mavi Akım Projesinin ne kadar önemli, ne
kadar hayati bir rol oynadığı artık kamuoyu tarafından görülmektedir.
Üstelik, Mavi Akım Projesi, sadece Rusya ile ikili ilişkilerimizi
geliştirmede çok önemli bir manivela olmanın ötesinde, aynı
zamanda Türkiye'nin önümüzdeki yıllardaki enerji ihtiyacının
karşılanmasında da çok kilit bir role sahiptir. Türkiye'nin
birtakım çevrim santrallerini çalıştırabilmesi bu projenin
zamanında, öngörüldüğü gibi 2001 yılı içerisinde
tamamlanmasına bağlıdır. Bugün zannediyorum Rus Başbakanı
Enerji Bakanımızla birlikte Samsun’da öğleden sonra bu
konuda yürütülen çalışmaları yerinde inceleyecek. Gerek Rus
tarafında gerek Türk tarafında karadaki bölümler tamamlanmak
üzeredir. Çok yakında da deniz altındaki boru döşemeleri başlayacaktır.
Bunlar için öngörülen tarih 2001 yılı Temmuzudur. Bunun, bir
iki aylık gecikmeyle de olsa, 2001 yılı sonundan önce
tamamlanmasını bekliyoruz. Bu proje tamamlandığı anda, yıllar
içinde giderek artan biçimde, ama en son 2004 yılında Türkiye,
16 milyar metreküp, yani şu anda aldığı doğalgazın iki
misli kadar bir doğalgazı bu kaynaktan ithal edecektir.
Şu
anda, Türkiye içerisinde doğalgaz dağıtım şebekesinin inşa
çalışmaları da devam etmektedir. İşte, Erzurum’dan Sıvas
üzerinden Kayseri’ye, bir koluyla Ankara'daki sisteme bağlanan,
ama Kayseri’den de Konya’ya, oradan Seydişehir’e devam
eden, hedef olarak da Susurluk’tan İzmir’e gelen hatla birleşecek
olan kanal Türkiye'nin bütün doğalgaz hatlarının bir şebeke
halinde birleşmesini öngörmektedir. Bu tamamlandığı zaman,
hem şu anda sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, Bursa
illerinde kullandığımız doğalgazı bu illerimize de yaygınlaştırma
imkânı olacaktır hem de aynı zamanda, en kısa zamanda
tamamlanıp devreye girecek olan enerji yatırımları olan doğalgaz
çevrim santrallerinin de süratle tamamlanıp elektrik enerjisi açığımızın
giderilmesi imkânı doğacaktır.
Bugün
geldiğimiz noktada, gerek Rusya ile ikili ilişkilerimizin geliştirilmesinde
ve gerekse bu söylediğim enerji açığımızın karşılanmasında
Mavi Akım Doğalgaz Projesinin ne kadar olumlu bir role sahip
olduğu kamuoyunda genel olarak kabul görmektedir. Anavatan
Partisinin, ekonomik ilişkilerin dış politikadaki belirleyici
rolüne ilişkin görüşlerimizin bir defa daha doğruluğunun
ortaya çıkmış olmasından dolayı hepimiz mutluluk duymalıyız.
Değerli
arkadaşlarım, geçtiğimiz hafta Avrupa Birliği Komisyonu
yetkilileriyle Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri konusunda geniş
bir danışma yapma imkânını buldum. Evvela çok kısaca, Türkiye
ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin bir geçmişini size
özetlemek istiyorum.
Bildiğiniz
gibi, Türkiye'nin cumhuriyetten itibaren, hatta cumhuriyetten önce
son iki yüz yıldan beri sürekli hedefi, Batılılaşmak, Batı
uygarlık düzeyini yakalamak olmuştur. Büyük Atatürk,
cumhuriyetin kuruluşundan sonra bunu zaten hedef olarak dile
getirmiştir. Türkiye, bu çerçevede çok önemli yapısal değişiklikleri
gerçekleştirmiştir; ama, bugün gelinen noktada, dünyadaki küreselleşme
olgusunun en başarılı örneği, Avrupa Birliğidir. Avrupa
Birliği, gerek ekonomik açıdan gerekse siyasî açıdan bugün
dünyadaki en güçlü, en önemli birlik hareketi, entegrasyon
hareketi niteliğini kazanmıştır. Dolayısıyla yine bugün
geldiğimiz noktada, Türkiye'nin Batılılaşma, çağdaşlaşma
çabaları somut olarak Avrupa Birliğine üyelik hedefiyle örtüşmektedir.
Türkiye,
aslında bunun çok önceden beri farkındadır. Daha Avrupa Birliği
ilk şekliyle Ortak Pazardan önce Demir Çelik Birliği olarak
kurulduğu zaman, hepiniz hatırlarsınız, Yassıada’dan İmralı’ya
götürülürken Rahmetli Celal Bayar, Rahmetli Fatin Rüştü
Zorlu, kendileri idama giderken, Türkiye'nin Avrupa Birliğine, o
zamanki adıyla Ortak Pazara üyeliğini tartışmaktaydılar. Bu
da onların ne kadar uzak görüşlü olduklarını, Türkiye'nin
uluslararası çıkarlarını daha o zaman, 1960’ların başında
görme yeteneğine sahip olduklarını göstermektedir. Türkiye,
başından beri Ortak Pazarla yakından ilgili olmuştur. Bunun
sonucunda, 1963 yılında Ankara Anlaşması imzalanmıştır.
1971’de bunun Katma Protokolü imzalanmıştır. Ankara Anlaşmasıyla
buna bağlı Katma Protokol, Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerini
uzun bir zaman dilimi içerisine yayan, evvela bu ilişkileri geliştirmeyi,
ondan sonra bir gümrük birliğini gerçekleştirmeyi hedefleyen,
ama bu gümrük birliğinde de kalmayan, aynı zamanda müstakbel
bir tam üyelik perspektifini de araştırmayı hedefleyen anlaşmalardır.
1963’te
ilk defa olarak bu hukukî ilişki, organik ilişki başlamıştır.
Maalesef, 1970’li ve 1960’lı yıllar, Türkiye'nin iç
politikasındaki kargaşa nedeniyle, Avrupa Birliği ilişkilerimiz
yönünden kaybedilmiş yıllar olmuştur. Ve Türkiye, 1978’e
gelindiğinde, Avrupa Birliğinden süre istemek zorunda kalmıştır,
5 yıl yükümlülüklerini erteleme talebinde bulunmuştur. Ama, bizim kaybettiğimiz bu süre içerisinde, daha önce uzun süren
bir askerî yönetim altında Avrupa Birliği perspektifini
tamamen kaybeden, Avrupa Birliği ilişkileri donan Yunanistan, Kıbrıs
Harekâtından sonra, 1974’ten sonra demokratik rejime geçmiş
ve çok süratli bir tempoda ilişkilerini sürdürerek, 1981 yılında
Avrupa Birliğine tam üye olmuştur.
Yunanistan’ın
Avrupa Birliğine tam üye olması, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri
açısından bir dönüm noktasıdır. Çünkü, maalesef, o
tarihten itibaren, Türkiye'nin Avrupa Birliği ilişkileri geniş
ölçüde Yunanistan’ın ipoteği altına girmiştir.
Yunanistan, her aşamada bizim mevcut ilişkilerimizi engelleyen,
Avrupa Birliğinden bize daha önce anlaşmalarla sağlanmış
olan birtakım yükümlülüklerin yerine getirilmesini
engelleyici bir rol oynamıştır. Biz, buna rağmen, 1987 yılında
biliyorsunuz Rahmetli Özal’ın Başbakanlığı döneminde
Avrupa Birliğine tam üyelik başvurusunda bulunduk. 1987’de
bizim bu müracaatımıza bir yıl sonra Avrupa'nın verdiği
cevap: Türkiye'nin henüz daha tam üyelik için, hatta tam üyelik
müzakereleri için yeterli kriterlere ulaşmadığı, Türkiye'nin
bu müzakereleri başlatmasının belli şartların yerine
getirilmesine bağlı olduğudur. 1990 yılında Avrupa'da
demirperdenin yıkılması, komünist blokun çökmesi, duvarların
kalkması, Avrupa Birliğinin genişlemesinde çok önemli bir dönüm
noktası olmuştur; çünkü, 1990’dan sonra komünist rejimden
kurtulan bütün Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, Avrupa Birliğine
bizim gibi tam üyelik başvurusunda bulunmuşlardır.
Avrupa
Birliği, kendisine yapılan bu üyelik başvuruları karşısında,
1993 yılında Kopenhag’da genişlemeyle ilgili yeni
kriterlerini belirlemiştir. Yani, demiştir ki: “Bundan sonra
Avrupa Birliğinin genişlemesinde, Avrupa Birliğine üye olmak
isteyen ülkelerin şu şu kriterleri yerine getirmesi gerekir”
Bu kriterler, aslında hem ekonomik kriterlerdir hem siyasî
kriterlerdir hem de mevzuatla ilgili kriterlerdir. Zaten, esas
itibariyle Avrupa Birliğine üyeliğin üç ana kategoride
kriteri söz konusudur. Birisi, ekonomik kriterlerdir; başlangıçta
Avrupa Birliği ilk kurulduğu zaman en önemli olan, hatta tek
belirleyici olan kriter bu idi. İşte, serbest piyasa
ekonomisinin bir ülkede tam olarak çalıştığı, bütün bu
kriterlerin ortak noktasıdır. Türkiye'nin bu açıdan herhangi
bir ciddî sıkıntısı yoktur. Yani, Avrupa Birliği
kriterlerine uyum konusunda Türkiye'nin hiçbir zorluğu yoktur.
Maastrich
Kriterleri açısından bizim eksikliğimiz vardır; ama,
Maastrich Kriterleri, başka bir şeydir; o, Avrupa Para Birliğine
üye olmak isteyen ülkeler için konulan kriterlerdir. Türkiye,
şu anda uyguladığı ekonomik programla, aynı zamanda Maastrich
Kriterlerini de yakalamayı hedef almıştır. Yani, Türkiye, işte
bu program tamamlandığı zaman, iki sene sonra, aynı zamanda
Maastrich Toplantısında öngörülen kriterleri de yakalamış
olacaktır. Nedir bunlar? İşte, enflasyonun Birlik içerisindeki
en yüksek enflasyona sahip ülkelerin üç tanesinin ortalaması
olması. İşte, bugünkü şeye bakarsanız, demek ki yüzde 3-4
arasında bir enflasyona gelmiş olmanız lazımdır. Bütçe açığının
gayri safi millî hasılaya oranının belli bir şeye gelmesi
filan... Bütün bunlar, aslında Türkiye'nin bu programla
hedeflediği ve yakaladığı takdirde, sadece Avrupa Birliğine
değil, aynı zamanda Avrupa Birliği içerisinde şu anda 8 ülkenin
dahil olduğu Avrupa Para Birliğine de dahil olmasını sağlayacak
olan kriterlerdir. Ama, asıl bizim için şu aşamada önemli
olan, Kopenhag Kriterleridir. Kopenhag Kriterlerinin ekonomik
kriterleriyle bizim bir zorluğumuz yoktur. Ama, dünyadaki gelişmeler
sonucunda, şu anda Avrupa Birliği içerisinde ağırlık,
ekonomik kriterlerden siyasî kriterlere kaymıştır. Hatta, iki
üç hafta önce Fransa’da kabul edilen bir Sivil Haklar Sözleşmesiyle,
bu siyasî şartları yerine getiremeyen, vatandaşlarına insan
hakları açısından belli kolaylıkları sağlayamayan ülkelerin,
tıpkı Avrupa Birliğinin anayasası niteliğinde olan Roma Anlaşması
gibi, Avrupa Birliğine üye olamayacakları ifade edilmiştir.
Bir anlamda Kopenhag Kriterleri daha da güçlendirilmiştir.
Şimdi,
biz kendi durumumuza baktığımız zaman: Bizimle ilgili aynı
Ermeni meselesinde –biraz önce arkadaşlarım dile getirdiler-
olduğu gibi, Türkiye ile ilgili birçok önyargıların, yanlış
değer yargılarının veya eksik bilgilerin bulunduğu doğrudur.
Ama, bizim yapmamız gereken, bu eksiklere, bu yanlışlara güvenerek,
asıl eksiklerimizi gözden kaçırmamaktır. Yani, bu önyargılar
doğrudur, eksiklerimiz vardır, bunları süratle gidermek
zorundayız. O önyargıları gidermek, Türkiye ile ilgili yanlış
bilgileri, yanlış değer hükümlerini gidermek için çalışmalar
yapmamız şüphesiz gereklidir; ama, bu çalışmalar, netice
itibariyle bizim görüntümüzdeki eksiklikleri giderecektir.
Ama, asıl eksikliklerimiz, yani bizim de kabul etmek durumunda
olduğumuz eksiklikler, süratle bizim tarafımızdan kabul
edilmeli ve gereği yapılmalıdır. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri
şu anda bu noktada düğümlenmiştir.
1987’de
Avrupa Birliği Lüksemburg’da genişleme konusunu etraflı
olarak ele almış ve hepinizin bildiği gibi, müracaat eden 13
ülke arasında 12 ülkenin adaylık müracaatını kabul etmiş,
onlara aday statüsü vermiş, Türkiye'ye ise, aday statüsü
vermekten imtina etmiştir. Bu aday statüsü verilen 12 ülke içerisinde,
ekonomik kriterler açısından hemen hemen bütün ülkeler
–bir ikisi hariç- Türkiye'nin gerisindedir. Keza, siyasî
kriterler açısından da Türkiye'den geride olan ülkeler vardır.
Dolayısıyla biz 1997’de bize karşı takınılan bu Lüksemburg
Zirvesindeki tutumu diskiriminasyon olarak, Türkiye'ye karşı
bir ayrımcılık olarak değerlendirdik ve o zamanın Hükümeti
olarak, bu karar giderilmedikçe, Türkiye'ye karşı bu ayrımcılık
ortadan kalkmadıkça, Avrupa Birliği ile ilişkilerimizi askıya
aldığımızı duyurduk.
Bizim bu
tepkimiz çok isabetli olmuştur. İki sene içerisinde, Avrupa
Birliği 1997-1999 arasında, Avrupa Birliği, Türkiye konusunu
özel biçimde ve daha geniş kapsamda değerlendirme imkânını
bulmuştur. Bu değerlendirmede, sadece Avrupa Birliğinin kendi
kriterleri, kendi değerleri değil, aynı zamanda jeopolitik ve
jeostratejik etkenler de etkili olmuştur. Tabiî, buna ilaveten,
Avrupa Birliği içerisinde bazı ülkelerde iktidar değişiklikleri
çok önemli olmuştur. Türkiye ile ilgili geçmişteki bütün
gelişmelerde Yunanistan yanında, en etkili olan ülke Almanya
olmuştu. Almanya’nın 1998’e kadar işbaşında kalan Hıristiyan
Demokrat, Hıristiyan Sosyal Birlik ağırlıklı koalisyonu, Türkiye'ye
bu konuda iki yüzlü bir tavır izlemiştir, iki yüzlü bir
politika izlemiştir. Çoğu zaman Yunanistan’ın arkasına
saklanarak, bizim Avrupa Birliği perspektifimizi engellemiştir.
Almanya’daki iktidar değişikliğiyle bu durum tersine dönmüştür.
Almanya'da Sosyaldemokrat-Yeşil Hükümetinin işbaşına
gelmesiyle, Helsinki’de Türkiye'ye diğer 12 ülkeyle eşit şartlarda
aday statüsü tanınmıştır. Bu, bir anlamda Avrupa Birliğinin
Türkiye'ye karşı yaptığı haksızlığı, iki senelik bu değerlendirme
ve bu siyasî gelişmeler sonucunda kabul etmesi ve bu haksızlığı
giderecek adımı atmış olmasıdır.
1999
Aralık ayında Helsinki’de Türkiye'ye, diğer 12 aday ülkeyle
birlikte tam üye adayı statüsü verilmesi, Türkiye-AB ilişkilerinde
bana göre, bütün bu ilişkilerimizin kronolojisi içerisindeki
en önemli olaylardan birisi olmuştur.
Şimdi,
bugün geldiğimiz noktada, 2000 yılının sonuna gelirken, bu
adaylık ilişkimizden yeni bir aşamaya geçmeyi hedefliyoruz. Bu
yeni aşama, tam üyelik müzakerelerine başlama aşamasıdır.
Yani, Helsinki’de Türkiye'nin aday olduğu kabul edilmiştir;
ama, bu adaylıkta tam üyelik müzakerelerine geçmesi için Türkiye'nin
belli yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiği ifade edilmiştir.
Bunlar içerisinde, hepimizin bildiği, Türkiye'nin insan hakları
alanında, demokrasi alanında, şu anda Avrupa standartlarının
gerisinde olan birtakım uygulamaları vardır; bunları süratle
gidermemiz gerekiyor. Bu konularda Hükümette gerekli siyasî
irade ortaya konmuştur. 21 Eylülde yapılan Bakanlar Kurulu açıklamasında,
Türkiye, bu eksikliğini kabul ettiğini, bunları zaman içerisinde
gidereceğini açıkça ifade etmiştir. Esasen, Bakanlar
Kurulunun bu konudaki tavrı, bu konuda Sayın Mehmet Ali İrtemçelik’in
zamanında kurulan İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulunun -ki
bütün bakanlıkların üst düzey yetkililerinin katıldıkları-
uzun süren bir çalışması sonunda, Sayın Yücelen’in insan
haklarıyla ilgili Devlet Bakanlığı içerisinde, bu çalışmanın
değerlendirilmesi ve bunun Bakanlar Kurulu tarafından bir çalışma
belgesi olarak, referans belgesi olarak kabul edilmesi şeklinde
tezahür etmiştir. Dolayısıyla biz Türkiye olarak şu anda
ekonomik kriterler açısından Avrupa Birliği üyeliğine ehil
olduğumuzu düşünüyoruz. Avrupa'nın da bu konuda herhangi bir
itirazı yoktur. Maastrich Kriterlerine uymak için zaten şu anda
çalışmalarımızı sürdürüyoruz; ekonomik bir program
uyguluyoruz. Avrupa Birliği müktesebatına uyum konusunda, yani
Avrupa Birliğinin kabul ettiği çeşitli mevzuatın Türkiye'de
de uygulanması konusunda geçen yasama yılında Mecliste çok önemli
birtakım yasal düzenlemeler yaptık; ama, bu konuda daha almamız
gereken çok mesafe var. O konuda da çalışmalarımızı sürdürüyoruz,
o konuda da ciddî bir zorluğumuz yoktur. Ama, geçen konuşmamda
da söyledim, Avrupa Birliği meselesini, sadece insan hakları,
sadece demokrasi, sadece bilmem ekonomi olarak düşünmemek lazım.
Şu anda toplum hayatımızın Avrupa Birliğine uyum dışında
kalan hiçbir alanı söz konusu değildir. Yani, bu düzenlemeyi
her alanda yapmak zorundayız. Bilmem medya alanında da yapmak
zorundayız, medeni hukuk alanında da yapmak zorundayız, ticaret
hukuku alanında da yapmak zorundayız, futbolda da yapmak
zorundayız, vesaire... Her alanda Avrupa Birliği Kriterlerine
uyum, Avrupa Birliği müktesebatına uyum çalışmalarını yürütmek
zorundayız. Bu, zaman alacak bir çalışmadır; ama, netice
itibariyle burada da herhangi bir zorluğumuz yoktur. Bizim zorluğumuz,
Avrupa Birliğinin siyasî kriterlerine uyum konusundadır.
Bunun
nedenlerini de hepiniz biliyorsunuz. Türkiye, son geçtiğimiz on
yıl içerisinde diyelim, hem bölücü terör konusunda hem de
irticai faaliyetler konusunda kendi varlığına yönelen çok
ciddî tehditlerle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu
tehditleri bertaraf edebilmek için, zaman zaman olağanüstü
birtakım tedbirlere başvurmak durumunda kalmıştır. Şu anda
bu tehditlerin hâlâ geçerli olup olmadığı konusunda, kısa
zamanda yeniden bir tehdit olarak önümüze çıkıp çıkmayacağı
konusunda toplumda bir genel mutabakat yoktur. Yani,bazılarına göre,
eğer Türkiye bu olağanüstü tedbirlerden geri adım atarsa,
yarın aynı tehditleri daha büyük boyutlarda karşısında görebilir.
Bu, Türkiye için bir var olma, yok olma meselesidir. Onun için,
burada riskli davranmak, burada birtakım gevşekliklere müsamaha
göstermek Türkiye açısından çok ciddî risk yaratır. Bazılarının
görüşü budur. Diğer bazıları ise, bu tehditlerin geniş ölçüde
ortadan kalkmış olduğunu, bu mücadelelerde kazanılan başarıya
paralel olarak, şu anda toplumda demokratikleşme yönünde,
temel hak ve özgürlükler yönünde belli adımların atılması,
belli açılımların yapılması gerektiğini düşünmektedirler.
Böyle düşünenlerin arasında ben de varım. Bu yapıldığı
takdirde, bunun Türkiye'nin anayasal esasları açısından, Türkiye'de
kamu güvenliği açısından herhangi taşınamayacak bir risk, Türkiye'nin
normal devlet güçleriyle bertaraf edemeyeceği bir risk yaratması
beklenmemelidir. Türkiye artık, Avrupa ülkeleri, Avrupa Birliğine
dahil olan ülkeler bu tehditlerle geçmişte nasıl mücadele
etmişlerse, bunların nasıl üstesinden gelmişlerse, aynı
tedbirleri kendisine uydurmak zorundadır. Kendisi de bu
tedbirleri alıp bunları uygulamak zorundadır. Türkiye, artık
bu aşamayı yapmak durumundadır.
Tabiî,
bu biraz zahmetli bir yoldur, bazılarına göre de riskli bir
yoldur; ama, bu yola girilmeden, yani kafa yapımızı bu şekilde
değiştirmeden de Avrupa Birliğine girmemiz mümkün değildir.
Ben, hem insan hakları alanında, demokrasi alanında, temel hak
ve özgürlükler alanında adım atmayacağım, terörle mücadele
döneminde, irticayla mücadele döneminde başvurduğum birtakım
olağanüstü tedbirleri ilanihaye devam ettireceğim, hem de
Avrupa Birliğine üye olacağım demek mümkün değildir. Türkiye
burada bir kesin tercih yapmak zorundadır.
Genel
hatlarıyla baktığınız zaman, bugün Avrupa Birliğine Türkiye'nin
üye olması gerektiği konusunda toplumda çok geniş bir
mutabakat vardır. Yani, ne Meclisteki herhangi bir siyasî parti
ne de kamuoyunda ağırlığı olan herhangi bir sivil toplum örgütünün,
şu anda Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkma gibi bir, hiç
olmazsa açıklanmış resmî politikası söz konusu değildir.
Ama, Avrupa Birliğine üyelik için yapılması gerekenler
konusunda siyasî partiler arasında, hatta Hükümette dahi siyasî
partiler arasında dahi bazı görüş farklılıkları söz
konusudur. Burada düğüm noktası, demin dediğim meseledir.
Yani, ben Türkiye'de hiçbir siyasî partinin –Mecliste temsil
edilen partileri kastediyorum- Mecliste temsil edilen hiçbir
siyasî partinin Türkiye'nin toprak bütünlüğü konusunda, Türkiye'nin
bölünmezliği konusunda, Türkiye'nin bu değerleri konusunda
farklı bir görüş içerisinde olduğu düşüncesinde değilim,
hatta olmadığını yakından biliyorum. Ama, bu değerleri
korurken, Türkiye'nin hangi açılımları yapabileceği
konusunda partilerin farklı değerlendirmeleri vardır. Bazı
partilere göre, bu adımlar atılmalıdır; ama, ileride atılmalıdır,
zamanı gelince atılmalıdır, bu tehditler tümüyle ortadan
kalkınca atılmalıdır. Ha, irtica ile mücadele konusunda ise,
biliyorsunuz laiklik anlayışı konusunda dahi partiler arasında
ciddî farklılıklar vardır. Burada, zannediyorum ki yaşadığımız
mücadele, hem terörle mücadele hem irtica ile mücadele, bu
konuda bütün siyasî partileri bir yeniden değerlendirmeye
mecbur bırakmaktadır. Zaten partilerin kendi iç yapılarında
da bu değerlendirmelerin devamlı yapıldığını, bu
muhasebenin yapıldığını görüyoruz. Türkiye, herhalde kısa
bir süre içerisinde bu kavram kargaşasını da geride bırakacaktır.
Velhasıl,
şimdi, önümüzdeki dönemde yapmamız gereken ilk şey, bu değerlerimize,
tekrar ediyorum, toprak bütünlüğü ve cumhuriyetin
nitelikleri, vazgeçilmez veya değiştirilmez nitelikleri, bu iki
konuda hiçbir taviz vermeden, hatta bu iki hususu koruma
konusundaki kararlılığımızı aynen muhafaza ederek, Türkiye'nin
insan hakları alanında, demokrasi alanında, Kopenhag
Kriterlerini esas alarak hangi adımları atabileceği konusundaki
egzersizdir. Günümüzdeki Türkiye'nin önündeki gündem budur,
Avrupa Birliği ile ilgili gündemimiz budur.
Burada,
Brüksel’de yaptığım görüşmelerde iki enteresan konuyu
dikkatinize getirmek istiyorum. Bir tanesi, Helsinki’de
Yunanistan’ın Türkiye konusunda daha önce takındığı
tutumu değiştirmesi, Türkiye'nin tam üye adaylığına karşı
çıkmaması neticesinde, bildiğiniz gibi, Türkiye'ye tam üyelik
adaylığı statüsü verilmişti. Ama, bu ziyaretimde gördüm ki
-daha önce Avrupa basınından da zaten izlediğim bir husus,
maalesef doğrudur- aslında başka nedenlerle, açıkçası kültür
ve din farklılığı nedeniyle Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyeliğine
karşı olan bazı çevreler -ki bunlar içerisinde Alman
muhafazakârları en başta geliyor- şimdi Yunanistan’ın
tablodan çıkmasıyla birdenbire afişe olmuşlardır. Yani, şimdi
artık eskiden sakladıkları, Yunanistan’ın arkasına saklanıp
söylemekten kaçındıkları bazı şeyleri dile getirmek zorunda
kalmışlardır. Çünkü, görmüşlerdir ki, işler kötüye
gitmektedir. Yani, Türkiye'ye Helsinki’de bir statü verilmiştir,
Türkiye ciddî hazırlıklara girmiştir, yarın tam üyelik müzakereleri
başlayacaktır, beş sene sonra, on sene sonra bu müzakereler
bitip Türkiye tam üye olduğu zaman, kurulacak olan Avrupa Birliği
onların kafalarındakinden çok
farklı bir Avrupa Birliği olacaktır. Onların kafalarındaki
Avrupa Birliği Hıristiyan bir Avrupa Birliğidir. Yani, ortak özelliği
Hıristiyanlık olan, Hıristiyan kültürüne dayanan bir Avrupa
Birliğidir. Ama, tıpkı Ermeni meselesinde bazı arkadaşlarımın
burada haklı olarak ifade ettikleri gibi, bu meselede de bir çaresizlik
içinde olduğumuzu, bir aşılmaz zorluk içerisinde olduğumuzu
düşünmemeliyiz. Böyle düşünenler, Allah'a şükür ki
Avrupa'da da azınlıktadır. Yani, din meselesinin, Hıristiyanlık
unsurunun Avrupa'nın vazgeçilmez bir birleştirici unsuru, bir
alameti farikası olduğunu düşünenler, şu anda Avrupa'da azınlıktadır.
Onun için,
bunlarla olan tartışmamızı kamuoyu önüne getirmekte, bu tartışmayı
alenileştirmekte ben Türkiye açısından yarar olduğunu düşünüyorum.
Çünkü, bu insanlar bu düşüncelerini açıkça çıkıp da
kamuoyu önünde söyleyecek cesarete sahip değillerdir. Bunlar,
genellikle başka argümanların arkasına saklanmaktadırlar.
Helsinki’den önce Yunanistan’ın arkasına saklanıyorlardı,
Helsinki’den sonra, şimdi, “Efendim, Türkiye'de işsiz sayısının
çok olduğu, nüfusun yüksek olduğu, Türkiye Avrupa Birliğine
üye olursa Avrupa'da da işsizliğin artacağı veyahut da Avrupa
Birliğinin iş piyasalarında Türkiye'nin haksız rekabet
yaratacağı, ucuz işgücü Türkiye'den ithal edileceği...”
filan gibi başka argümanları vardır. “Avrupa Birliği bütçesinin
Türkiye'nin ihtiyaçlarını karşılayamayacağı, Türkiye'nin
Avrupa'ya çok büyük malî yük oluşturacağı...” gibi başka
argümanları vardır. Ama, bizim bu konularda da esnek bir yaklaşım
içerisinde olduğumuzu görünce, asıl argümanları daha iyi
ortaya çıkmaktadır. Asıl argüman, demin dediğim gibi, Türkiye'nin
nüfusunun yüzde 99,9’u itibariyle Avrupa'dan farklı bir dine
mensup olmasıdır. Türkiye'nin kültürel değerlerinin
Avrupa'dan farklı olmasıdır.
Aslında,
Avrupa Birliği düşüncesi, Avrupa Birliği kavramı, üniversal,
yani bizim kabul ettiğimiz, bizim paylaştığımız Avrupa düşüncesi
ise, o zaman bu farklılıkları giderebilmeyi de başarmalıdır.
Yani, farklı kültürlere mensup insanları aynı birlik içerisinde
yaşatabilmek, Avrupalı olabilmenin bir gereğidir veya bir işaretidir.
Ama, Avrupa Birliği içerisinde birtakım yobaz çevreler, bu
zahmeti göstermektense, Avrupalılık düşüncesinin bu somut
gereğini yerine getirebilmektense, Avrupa Birliğini Türkiye'ye
kapalı tutmayı kendileri açısından daha tutarlı bir görüş
olarak benimsemişlerdir.
Avrupa
Birliği Komisyonunda yaptığım görüşmelerde, bu söylediğim
düşüncenin izlerine rastlamadım; ama, etkilerine rastladım.
Yani, kamuoyunda özellikle Almanya'da bu itirazların artık yüksek
sesle dile getirilmesi, bize çok daha sıcak bakan birtakım
Avrupa Birliği yetkililerini de son zamanlarda etkilemeye başlamış;
bunu gördüm.
İkinci
bir husus, Avrupa Birliği Komisyonunun bir Yunanlı üyesi ile bu
sosyal güvenlik ve çalışma konularından sorumlu Yunanlı bir
hanım üyesi ile yaptığım görüşmede, bize çok sıcak
bakan, Türkiye'nin üye olması için elinden gelen katkıyı sağlamaya
hazır olduğunu ifade eden bir komisyon üyesinin, Türkiye'de
yaptığı bir tespiti bana aktardığı zaman şöyle bir resim
çıktı, ben de yüzde yüz kendisiyle aynı fikirdeyim. O Hanım
Komiser bana dedi ki: “Türkiye'de yaptığım görüşmelerde
şöyle bir izlenim aldım: Türkiye'de insanlar, sanki oturup da
Türk Hükümeti bir karar alsa veya Avrupa Birliği buna karşı
bir karar alsa, bir anda Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğinin
gerçekleşeceğine inanıyorlar. Bu bir illüzyondur, bu bir yanılgıdır.
Bizim Avrupa Birliğine üyeliğimiz, alınacak bir kararla veya
Avrupa Birliğinin alacağı bir kararla olmayacaktır, bizim
Avrupa Birliğine üyeliğimiz, çok yoğun bir sürecin zaman içerisinde
gereklerinin yerine getirilmesiyle olacaktır” Bunun için de,
dediğim gibi, atılacak bazı büyük adımlar var, atılacak küçük
adımlar var, ama bu adımların hepsinin mutlaka belli bir zaman
içerisinde atılması gerekiyor.
Burada,
geçmişe bakarsak, Türkiye'nin Batılılaşma çabalarında
bazen duyguların aklın yerine geçtiğini görürüz. Biz, hangi
Batı kuruluşu olursa hemen üyelik için atlamışızdır.
NATO’ya üyelik için talip olmuşuzdur, OECD’ye üyelik için
talip olmuştur, Avrupa Konseyi için talip olmuşuzdur. Bazen de
bu üyeliğimizin Türkiye açısından kısa ve orta vadeli
pazarlığını yeterince yapamamışızdır. Aslında, Avrupa
Birliği ile 1996’da gerçekleştirdiğimiz Gümrük Birliği de
bunun bir tipik örneğidir. Biz Avrupa Birliği ülkeleri içerisinde,
Avrupa Birliğine aday ülkeler de dahil, üye olmadan Gümrük
Birliği kuran tek ülkeyiz ve beş seneden beri de bu Gümrük
Birliğini devam ettiriyoruz. Gümrük Birliğine geçtikten
sonra, Avrupa Birliği ile olan dış ticaret açığımız iki
katına çıktı. Yani, onlardan daha çok mal alıyoruz, ihracatımız
aynı şekilde artmıyor. Dolayısıyla Avrupa Birliği ile olan
ticaretimiz, dış ticaret açığımız, Gümrük Birliği sonrasında
iki katına çıktı. Ve biz bu yükü taşırken, Avrupa Birliğinin
ihracat yaptığı ülkeler içinde dünyada 5 inciyiz. Yani,
Avrupa Birliğini tek bir ülke kabul edin, Avrupa Birliği en
fazla nereye mal satıyor? Birinci Amerika'ya satıyorsa, ikinci
Rusya’ya satıyorsa, biz 5 inciyiz dünyada. Ama, bu Gümrük
Birliğini gerçekleştirirken bu kadar büyük bir yüklenirken,
Avrupa Birliğinden de hiçbir destek görmedik. Gümrük Birliği
Anlaşmasında bize vaat edilen desteği de görmedik, hiçbir malî
yardım almadık. Yani, yaptığımız şey, aslında şu anda hiçbir
ülkenin yapmaya cesaret edemeyeceği, ya hesabına gelmediği için
ya cesaret edemediği için ya kaldıramayacağı için,
yapamayacağı kadar iddialı bir iştir.
Ha, biz
bu kadar büyük bir fedakârlığa girmişken, üye olmadan Gümrük
Birliği yükünü taşırken, buna ilaveten çok ağır bir
ekonomik istikrar programını sırf Türkiye'de enflasyonu
ortadan kaldırmak, diğer alanlarda işte Maastirch Kriterlerini
yakalamak için uygularken, şimdi Avrupa Birliği, bize tam üyelik
konusunda sanki Helsinki’den geriye, sanki Helsinki Anlaşmasından
yan çizer bir tavra itilmek istenmektedir. Yani, kendi içindeki
bazı unsurlar tarafından, Türkiye konusunun yeniden gündeme
getirilmesi, Helsinki’de verilen kararın yanlış olduğunun
yeniden tartışılması gerektiğinin argümanıyla bir tavır değişikliğine
zorlanmaktadır.
Daha önce
de çeşitli vesilelerle söyledim, Avrupa kamuoyları, şu anda Türkiye'nin
tam üyeliğine karşıdır. Yani, Avrupa'da yapılan çeşitli
araştırmalar var, Avrupa'daki insanlara sordukları zaman, Türkiyedekinin
tam tersine, bizim nasıl yüzde 70 oranında Avrupa Birliği
lehinde sonuç veriyorsa kamuoyu araştırmalarımız, Avrupa'daki
kamuoyu araştırmalarında da yüzde 60’ı Türkiye'nin üyeliğine
karşıdır. Çok çeşitli nedenlerle; bunun içinde kültürel
nedenler var, başka nedenler var, ekonomik nedenler var. Ama,
netice itibariyle tablo böyledir.
Helsinki’de
bize tam üye adaylığı kararını alan hükümetler, en başta
Alman Hükümeti, kendi kamuoylarının eğilimine ters bir karar
almışlardır. Kendi kamuoyunun eğilimine ters bir karar almak,
siyasî risk almak demektir. 2002 yılında da hem Fransa’da hem
Almanya'da seçim vardır.
Şimdi,
Türkiye olarak bize düşen görev, kendi kamuoylarına ters düşmek
pahasına, bize bu perspektifi veren insanları mahcup etmemektir.
Yani, onların bizden bekledikleri, bizim de zaten kabul ettiğimiz,
yerine getirmeyi sadece zamanlamasını tartıştığımız
hususları bir an önce yerine getirmektir. Bir başka ifadeyle
onların ellerini kuvvetlendirmektir. Çünkü, bütün bu gelişmeler,
Lüksemburg, Helsinki, vesaire hepsi göstermiştir ki, burada bir
iktidar değişikliği demek, Türkiye'ye Avrupa Birliğinin bakış
açısının değişmesi demektir. O bakış açısıyla, yani
bizi sırf dinimizden dolayı, sırf kültürümüzden dolayı
Avrupa dışında gören anlayışla bizim uzlaşma imkânımız
yoktur. Çünkü,uzlaşmak için yapabileceğimiz bir şey yoktur.
Ama, bizim insan hakları alanında, demokrasi alanında
eksiklerimizi gösterip –çoğunu bizim kabul ettiğimiz- bunlar
tamamlanınca bizim Avrupa Birliği üyeliğimizin gündeme geleceğini,
müzakerelerin başlayacağını söyleyenlerle anlaşmamız mümkündür.
Önümüzdeki
2001 yılı, Türkiye'nin gereken adımları atması açısından
hayati bir yıldır. 2002 yılı Avrupa'da seçim yılıdır. Türkiye'nin
üyeliği meselesinin oralarda bir seçim kampanyası olmaması
lazımdır. 2003 yılı, eğer bu seçimler sonucunda mevcut yapı
Türkiye'ye şu anda sıcak bakan siyasî yapı korunabilirse,
2003 yılı, inanıyorum ki Avrupa Birliği ilişkilerimizde çok
ciddî somut mesafeler alabileceğimiz bir yıl olacaktır.
Değerli
arkadaşlarım, tabiî ki gönlümüzden geçen, yarın Avrupa
Birliğine tam üye olmaktır. Avrupa Birliğine üye olduğumuz
takdirde bunun Türkiye'ye sağlayacağı, başta ekonomik olmak
üzere, faydalar konusunda burada hiçbir şey söyleme ihtiyacını
duymuyorum. Türkiye, işte evvelsi gün yeniden sayılan 65
milyonu aşan nüfusuyla ve nüfus trendiyle Avrupa Birliğinin şu
anda ikinci en büyük, 15 sene sonra birinci en büyük ülkesi
olmayacaktır, aynı zamanda Avrupa Birliğinin en genç ülkesi
olacaktır. Avrupa Birliği giderek, nüfus artışı yerine nüfus
eksilmesi yaşayan, yaşlı nüfusu artan, genç nüfusu azalan
bir bölgedir. Böyle bir bölgede Türkiye, genç nüfusuyla,
hele hele şu eğitim reformunu sürdürebilirsek, insanlarımızı
iyi eğitebilirsek, nitelikli ve genç insan gücüyle Avrupa
Birliğinin bir anlamda itici gücü olacaktır. Avrupa Birliğinin
insan gücü açısından eksiğini kapatan ülke olacaktır. Ama,
bugünkü konjonktür, bunların konuşulması için uygun değildir,
bugünkü konjonktür bunların görülmesi için de uygun değildir.
Dolayısıyla Türkiye olarak şu anda Avrupa Birliği ilişkilerimizi
bir takvim meselesi olarak düşünmememiz lazım. Avrupa Birliği
ilişkilerinde takvim, basın hep buna meraklıdır, her çıktığım
yerde bana ilk sorulan soru budur: Ne zaman müzakere başlayacak?
2001 mi, 2003 mü, 2005 mi, 2010 mu?.. Bunlar filan, hep ikinci
derecededir. Önemli olan, şu anda kabul ettiğimiz Avrupa Birliği
ile ilgili eksiklerimizin giderilmesi, yanlışlarımızın düzeltilmesidir.
Bunlar açısından da 2001 yılı, dediğim gibi, hayati bir yıldır.
Ondan sonra Avrupa Birliği ile görüşmelerimiz çok daha
–bizim açımızdan- elverişli bir zeminde devam edecektir.
Avrupa Birliği ile bunları yaptıktan sonra, bu eksiklerimizi
tamamladıktan sonra, onların diliyle konuşma imkânını
kazanacağız.
Takvim
meselesi, bence ikinci derecede bir meseledir. Türkiye, önemli
olan, şu anda girmiş olduğu raydan çıkmamalıdır. Şu anda
almış olduğu perspektifi kaybetmemelidir. Türkiye için
birinci mesele budur. Eğer burada daha önce taahhüt ettiğimiz,
açıkladığımız, kabul ettiğimiz bazı şeylerden inhiraf
edersek, saparsak, geri adım atarsak, bu perspektifi kaybetme
tehlikesiyle karşı karşıyayız; bunu bilmemiz lazım.
Şimdi,
biz artık onlara söyleyeceklerimizi söyledik. 8 Kasımda onlar
bir belge yayınlayacaklar. 8 Kasımda Fransa’da Nice’de
toplantı yapıyorlar, Bakanlar Konseyi toplanıyor. Türkiye ile
ilgili Katılım Ortaklığı Belgesini görüşecekler, kabul
edecekler. O belgeyi biz alacağız, bakacağız. Eğer içindeki
hususlar, daha önce Helsinki’de de söylenen, bizim de kabul
ettiğimiz hususlardan ibaret ise, oturacağız ona uygun kendi
programımızı hazırlayacağız. Bunu da yılbaşına kadar
yapacağız. Diyeceğiz ki: “2001 yılında biz şunları şunları
yapacağız, 2002’de şunları şunları yapacağız.” Eğer
birtakım müdahalelerle, karışmalarla 8 Kasımda yayınlanacak
olan belge Helsinki’de bize verilen perspektiften farklı ise,
bizim kabul edemeyeceğimiz birtakım unsurlar içeriyorsa, o
zaman ilişkilerimizde yeni bir kriz dönemi doğacak. Ama, Lüksemburg
denemesi bu açıdan yararlı olmuştur; Avrupa Birliği şu anda
Türkiye ile böyle bir yeni krize girmemek için aşırı
derecede dikkatlidir, bizim duyarlılıklarımıza fevkalade
ilgilidir. Ben, böyle bir ihtimali varit görmüyorum. Elbette bu
belgede bizi rahatsız edecek bazı unsurlar olabilir; ama, netice
itibariyle biz de kendi doğrularımıza göre kendi planımızı
hazırlayacağız ve yolumuza bu şekilde devam edeceğiz.
Hepimizin
bilmesi ve özen göstermesi gereken şey, Türkiye-Avrupa Birliği
ilişkilerinin artık geri dönülemeyecek bir noktaya geldiğidir.
Bu yolda ne kadar süratli hareket edebilirsek, tam üyelik
hedefine o kadar çabuk varabiliriz. Bu da tamamen bizim
performansımıza bağlıdır. Eğer bu konuda gerekli cesareti gösteremezsek,
birtakım korkuların, vehimlerin, paranoyaların etkisi altında
kalırsak, bu hedefe hiçbir zaman ulaşamayız. Bunu, şu anda
kaydı ihtiyatla söylüyorum, eğer 8 Kasımda yayınlanan belge
beklentimize uygun olursa, o zaman bunu daha net olarak dile
getirme imkânım olacak. Şu anda henüz daha tam top bizde değildir;
ama, 8 Kasımda eğer beklediğimiz şekilde bu belge ortaya çıkarsa,
ondan sonra tümüyle top bizim elimizdedir. Mesafeyi de, zamanı
da, statüyü de belirleyecek olan tamamen bizim kendi performansımız
olacaktır.
Bu
konuyu, hem güncelliği hem önemi nedeniyle devamlı Grubumuzun
gündeminde tutmaya devam edeceğiz. Ben, önümüzdeki hafta
Yunanistan’a gideceğim, orada da görüşmeler yapacağım.
Ama, daha sonra bu meseleleri tekrar burada uzun boylu tartışacağız.
Arkadaşlarımın genelde dış politika konularına, özelde de
Avrupa Birliği konularına gösterdikleri yakın ilgi için çok
mutluyum. Bunun böyle devam etmesini diliyorum.
Hepinize
saygılar sunuyorum. (Alkışlar)
|