ANAP GENEL BAŞKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI A. MESUT YILMAZ'IN
TBMM ANAP GRUP KONUŞMASI
14
Kasım 2000
Değerli
arkadaşlarım, hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Bu
haftaki Grup konuşmamı, münhasıran, geçen hafta Avrupa Birliği
Komisyonu tarafından açıklanan Türkiye'ye ilişkin Katılım
Ortaklığı Belgesi konusundaki gelişmelere hasredeceğim. Gerçi,
basında af yasası ile ilgili birtakım değerlendirmeler, spekülasyonlar
yapılmaktadır; ama, o konuda sadece şunu söylemekle yetineyim
ki, geçen hafta Liderler Toplantısında, daha önceki gelişmelerin
ışığında bu yasa tasarısının yeniden ele alınması
kararlaştırılmıştır. Şimdi bu konuda bir tasarı hazırlanmaktadır.
Önümüzdeki hafta veya bu hafta bu hazırlık tamamlanınca
yeniden bir Liderler Toplantısında bu tasarının son şeklini görüşeceğiz.
Tasarı son şeklini aldıktan sonra, gayet tabiî sizlere yine
onunla ilgili bilgi vereceğim; ama, şu andaki mutabakatımız,
sadece bu konunun yeni bir düzenleme şeklinde ele alınmasından
ibarettir. Onun dışında, basında çıkan değerlendirmeler, en
azından abartılı değerlendirmelerdir.
Değerli
arkadaşlarım, geçen hafta 9 Kasımda açıklanan Katılım
Ortaklığı Belgesi ile Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri yeni
bir döneme girmiştir. Katılım Ortaklığı Belgesinin açıklanması,
bir anlamda Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde bir dönüm
noktası teşkil etmektedir. Bugün Avrupa Birliğinin 15 tane üye
ülkesi var, 13 tane de –Türkiye dahil- aday ülke var.
Türkiye'nin
AB ile ilişkileri, hem kendisi gibi aday durumunda olan diğer 12
ülkenin hepsinden hem de şu anda tam üye durumunda olan bazı
ülkelerden daha köklü ilişkilerdir. Hepinizin bildiği gibi, Türkiye'nin
Avrupa Birliğine ilgisi, daha 1950’li yıllarda başlamıştır.
Yani, Avrupa Birliğinin o zamanki Ortak Pazar adıyla kurulduğu
dönemde başlamıştır. Ve ilk defa olarak 1963 yılında Ankara
Anlaşması ile Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri bir hukukî
temele oturmuştur. Dolayısıyla aramızdaki hukukî ilişkinin
40 yıla yaklaşan bir geçmişi vardır.
1963’te
Avrupa Birliği ile yaptığımız Ortaklık Anlaşması, nihai
hedef olarak Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyeliğini öngören
bir anlaşmadır. Bunun için Türkiye ekonomisinin evvela güçlendirilmesi
hedeflenmiştir. 22 yıllık bir takvim içerisinde Türk
ekonomisi Avrupa Birliği ile rekabete hazırlanmıştır.
Anavatan Partisinin iktidara gelmesiyle birlikte, Türkiye'de
serbest piyasa ekonomisine geçilmesi yönünde çok kapsamlı bir
reform gerçekleştirilmiştir. Bunların sonucu olarak, 1987’de
Türkiye Avrupa Birliğine tam üyelik için başvuruda bulunmuştur.
1987’de,
o zamanki Anavatan Hükümeti tarafından yapılan bu tam üyelik
başvurusu üzerine, Avrupa Birliği Türkiye'nin durumunu
incelemeye almış ve iki sene sonra, 1989 yılında bize
verdikleri cevapta: Türkiye'nin Avrupa Birliğinin standartlarına,
değerlerine, normlarına çok uzak olduğu, bu nedenle tam üyelik
başvurusunun şu anda dikkate alınamayacağı cevabı verilmiştir.
1989’da
bize verilen bu cevap olumsuz bir cevaptır. Avrupa Birliği ilişkilerimizi
bir belirsizliğe sürükleyen bir cevaptır; ama, 1990’da,
bildiğiniz gibi, dünyada ve özellikle Avrupa'da çok büyük
bir değişim yaşanmıştır. Demirperdenin ortadan kalkmasıyla
birlikte, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri -o zamana kadar Doğu
Bloku içinde yer alan, Demirperdenin arkasında bulunan Orta ve
Doğu Avrupa ülkeleri- bağımsızlıklarını kazanmışlar ve
kendi bünyelerinde gerekli değişimi başlattıktan sonra, ilk
yaptıkları iş de Avrupa Birliğine tam üyelik başvurusunda
bulunmak olmuştur. Böylece, 1989’dan sonra, 1990, 1991 yıllarında
Avrupa Birliği, birdenbire, çok sayıda Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin
üyelik başvurusuna muhatap olmuştur. Bunun üzerine, Birlik, o
tarihten itibaren Avrupa Birliğine yeni üye olacak ülkelere
hangi kriterlerin uygulanacağını, daha doğrusu o ülkelerde
hangi kriterlerin aranacağını tespit etmiştir. Bu, 1993’te
Kopenhag’da belirlenmiştir. O tarihten itibaren, Avrupa Birliği
kendisine yapılan tam üyelik başvurularını Kopenhag
Kriterleri dediğimiz, 1993’te Kopenhag’da tespit ettiği bu
ölçülere göre değerlendirmektedir.
1997
yılında Lüksemburg Zirvesinde, diğer 12 ülkeye aday statüsü
verilmiş, daha doğrusu 12 ülkenin aday statüsü kabul edilmiş;
ama, Türkiye için gene Türkiye'nin bu kriterlere çok uzak olduğu,
Türkiye'deki uygulamalarla bu kriterler arasında çok büyük
bir fark olduğu ifade edilerek, Türkiye'ye adaylık statüsü
verilmemiştir. Türkiye ile bir özel ilişki geliştirilmesi
karara bağlanmıştır. Biz, Lüksemburg Zirvesinden sonra,
hepinizin hatırlayacağı gibi, bu karara çok sert tepki gösterdik.
Böyle bir özel ilişkiyi kabul etmeyeceğimizi, Avrupa Birliği
ile siyasî diyalogumuzu askıya alacağımızı, Türkiye'nin bu
kriterleri gerçekleştirme kararlılığında olduğunu; ama, Türkiye'ye
karşı açıkça ifade edilemeyen birtakım nedenlerle ayrımcılık
yapıldığını ifade ettik. Bizim bu tutumumuz, Avrupa’yı Türkiye
meselesini yeniden değerlendirmeye sevk etmiştir. Ve iki senelik
bir değerlendirme sonunda, Avrupa Birliği Helsinki’de Türkiye'nin
aynı diğer adaylarla eşit şartlarda, tam üyelik adaylığını
kabul etmiştir.
Şimdi,
Helsinki’de Türkiye'nin tam üyelik adaylığının kabul
edilmesi, Türkiye'ye aday statüsü verilmesi, Türkiye'nin
Avrupa Birliğine üyeliği yolunda aslında birinci aşamayı teşkil
etmektedir. Yani, netice itibariyle Helsinki’de Türkiye aday
kabul edilmiştir. İkinci aşama, işte geçen hafta açıklanan
Katılım Ortaklığı Belgesidir. Orada da Türkiye'nin tam üyelik
müzakerelerine başlayabilmek için neler yapması gerektiği
ifade edilmektedir. Üçüncü aşama, tam üyelik müzakerelerinin
başlaması olacaktır. Ve nihai aşama da, Türkiye'nin tam üyeliği
olacaktır.
Şimdi,
Helsinki Kararları, Avrupa'da birçok çevreyi rahatsız etmiştir.
Bu çevreler, Türkiye'ye tam üyelik aday statüsünün
verilmesinin yanlış olduğunu, Türkiye'nin bu kriterleri yerine
getiremeyeceğini, hiçbir zaman tam üyelik için gerekli bu şartları
sağlayamayacağını, dolayısıyla Türkiye'ye yerine
getiremeyeceği şartlara bağlı bir adaylık statüsü
verilmesinin ileride Türkiye-Avrupa ilişkilerini daha kötü
etkileyeceğini ifade etmişlerdir. Tabiî ki bunların arkasında,
bunların kafalarının arkasında, Türkiye'nin Avrupa'nın diğer
27 tam üye ve aday ülkesinden farklı olarak, nüfusunun tamamına
yakını Müslüman bir ülke olması yatmaktadır. Türkiye'nin
farklı bir kültürü temsil etmesi yatmaktadır. Ama, bütün
bunlara rağmen, hükümetler bazında yapılan değerlendirmede,
Türkiye'nin dünyanın en kritik üçgeni olan Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya
üçgeninde sahip olduğu stratejik ve jeopolitik konumu nedeniyle
Avrupa Birliği açısından ihmal edilemeyecek, dışlanamayacak
bir ülke olduğu değerlendirmesi ağır basmıştır ve
Helsinki’den böyle bir karar çıkmıştır. Demek istediğim,
Helsinki’de hükümetler düzeyinde verilen bu karar, Avrupa ülkelerinde
yaşayan insanların çoğunluğunun eğilimini yansıtmamaktadır.
Yani, Avrupa halklarının büyük çoğunluğu, Türkiye'nin tam
üyeliğine karşıdırlar. Daha geçen hafta Avrupa Birliğinin
kendi kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı bir araştırmaya
göre, Avrupa Birliğinde yaşayan nüfusun yaklaşık yüzde
70’i Türkiye'nin üyeliğine karşıdır. Türkiye için oranın
bu kadar yüksek olması, demin dediğim özel nedenlere bağlıdır;
ama, aslında Avrupa Birliği ülkelerinin halkları, Avrupa Birliğinin
genişlemesine de karşıdır. Yani, diğer aday ülkelere baktığınız
zaman, onlar için de, hiçbiri için yüzde 50’den fazla bir
kamuoyu desteği söz konusu değildir.
Türkiye,
Helsinki kararlarından sonra Avrupa Birliği ile ilişkilerini
yeni bir değerlendirmeye tabi tutmuştur. Bu konuda çok hızlı
davrandığımızı söyleyemeyiz. Aşağı yukarı altı aylık
bir zaman kaybetmişizdir; ama, geçtiğimiz sene Haziran ayında,
bildiğiniz gibi, Meclis tatile girmeden bu konuda bir yasayı
kabul ettik, Avrupa Birliği Genel Sekreterliğini kurduk. O Genel
Sekreterliğin görevi, Türkiye'nin Avrupa Birliğine her alanda
uyum sağlayacağı düzenlemeleri gerçekleştirmektir, bu çalışmaları
koordine etmektir. Haziran ayı itibariyle Türkiye bu
gecikmesini,bu ihmalini bir anlamda telafi etmiştir. Haziran ayından
itibaren de bu konuda yoğun bir çalışmaya girmiştir.
Değerli
arkadaşlarım, geçen hafta açıklanan Katılım Ortaklığı
Belgesi, bir kere şunu göstermektedir: Bize 1989 yılında tam
üyelik başvurumuza cevaben söylenen, yani Türkiye'nin bu
Avrupa Birliği kriterlerini yerine getirmekten çok uzak olduğu,
keza Lüksemburg Zirvesinde bize söylenen, Türkiye'nin Kopenhag
Kriterlerini yerine getiremeyecek durumda olduğu argümanları doğru
değildir. Çünkü, geçen hafta açıklanan Katılım Ortaklığı
Belgesi göstermiştir ki, Türkiye'den bu konuda yapması
beklenenler, yapması istenenler, atla deve şeyler değildir, Türkiye'nin
yapamayacağı şeyler değildir. Bunların hiçbirisi, Türkiye'nin
gerçekleştiremeyeceği hususlar değildir.
Bir
kere şunu söyleyeyim: Katılım Ortaklığı Belgesi, ilk defa
bizim için hazırlanan bir belge değildir. Dediğim gibi,
1993’ten itibaren, Kopenhag toplantısından itibaren bütün
aday ülkeler için Katılım Ortaklığı Belgesi hazırlanmıştır.
O Katılım Ortaklığı Belgesine göre, yıllık değerlendirme
raporları Birlik tarafından hazırlanmıştır. Yani, bir
anlamda oradaki hususları ve ona karşılık ülkelerin kendi hazırladıkları
ulusal planda bu ilerlemeleri sağlayıp sağlayamadıkları
izlenmiştir. Bunları yerine getirenlerle tam üyelik müzakereleri
başlamıştır. Şu anda bizim dışımızdaki 12 aday ülkenin
hepsiyle tam üyelik müzakereleri yürütülmektedir. Yani, Türkiye,
şu anda aday olup da Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakeresi
yapmayan tek ülke konumundadır. Tam üyelik müzakerelerine başlamamız
için, işte bu Katılım Ortaklığı Belgesinde ifade edilen kısa
vadeli hedeflerin gerçekleşmesi lazım.
Şimdi,
Türkiye'nin bu süreçte niye diğerlerinden bir anlamda geride
kaldığı, onların dışında kaldığı incelendiği zaman,
tabiî ki bunda Avrupa Birliğinde demin söylediğim Türkiye'ye
karşı olan önyargılı tutumlar rol oynamıştır; ama, bunun
yanında, Türkiye'nin konumundan kaynaklanan, Türkiye'nin özelliklerinden
kaynaklanan çok ciddî nedenler vardır. Türkiye, bugünkü sayı
olarak 65 milyon nüfuslu bir ülkedir. Hesaplara göre, 30 sene
sonra 100 milyona varacaktır, yüzyılın sonunda da Fransa ile
Almanya’nın toplam nüfusuna eşit bir nüfusa erişecektir.
Yani, Türkiye'yi bugün Avrupa Birliğine tam üye aldıkları
zaman, yüzyılın sonunda Türkiye'nin Avrupa Birliğinin en büyük
ülkesi olmasını da kabul etmeleri gerekecektir. Bu konuda
Avrupa Birliğinin ciddî rezervleri vardır; çünkü, Avrupa
Birliğinin şu anki mekanizması, nüfus çoğunluğuna dayalı
bir mekanizmadır. Yani, Parlamentosunda nüfusunuza oranla temsil
edilirsiniz. Keza, komisyonda, diğer organlarda ülkeler nüfusları
oranında temsil edilmektedirler. Türkiye'nin bu ağırlığı,
Avrupa ülkelerini ciddî suretle endişeye sürükleyen; ama, aynı
zamanda da onları kendi mekanizmalarını yeniden gözden geçirmelerini
gerektiren bir durum yaratmıştır. Şu anda Avrupa Birliği,
2004 yılına kadar genişleme sürecini durdurma eğilimindedir,
yani 2004’e kadar yeni üye almak yerine, kendi içindeki bu düzenlemeleri
gerçekleştirecektir. Muhtemelen oybirliği esasından, oyçokluğu
esasına geçilecektir. Muhtemelen Parlamentonun ağırlığı
artacaktır; ama, Avrupa Parlamentosunda ülkelerin temsilinde başka
kriterler söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla Avrupa Birliği
yeni üyeleri kabul etmeden önce, kendi bünyesindeki bu iç düzenlemeleri
gerçekleştirmeyi hedeflemektedir.
Şimdi,
Türkiye açısından bakıldığında, Katılım Ortaklığı
Belgesinde, demin söylediğim gibi, bizim yerine getiremeyeceğimiz,
kesinkes reddedeceğimiz herhangi bir unsur söz konusu değildir.
Ama, Katılım Ortaklığı Belgesinde bizi rahatsız eden iki
tane unsur vardır. Bunlardan birincisi Kıbrıs ile ilgilidir,
ikincisi de Malî İşbirliği ile ilgilidir.
Kıbrıs
ile ilgili konu, aslında Helsinki Zirvesi kararlarında Türkiye
ile ilgili olarak Kıbrıs konusunda bir ifade kullanılmıştır.
Bu ifade, bizim yadırgadığımız bir ifade değildir, hatta
mutabık kalarak o belgeye konulmuş bir ifadedir. Bu da, “Türkiye'nin
Kıbrıs konusunda yürütülen siyasî diyaloga, yani Birleşmiş
Milletler Genel Sekreterinin gözetiminde yürütülen siyasî
diyaloga güçlü biçimde destek olacağı” ifadesidir. Bu,
Helsinki’de yer almıştır; ama, Helsinki’de bu ifade yer aldığı
zaman, Sayın Başbakan,bunu hiçbir şekilde Türkiye'nin tam üyeliğinin
Kıbrıs sorununun çözümüne bağlı olduğu şeklinde anlamadığımızı,
yani Kıbrıs meselesinin çözümü ile Türkiye'nin üyeliği
arasında bir bağlantıyı kabul etmediğimizi açıklamıştır.
Sayın Başbakanın açıklamasıyla yetinilmemiştir, o zamanki
Avrupa Birliğinin Konsey Başkanı olan Finlandiya Dışişleri
Bakanı da bunu yazılı olarak Türkiye'ye taahhüt etmiştir.
Yani, “Biz de sizin bu anlayışınızı kabul ediyoruz, bu
mesele, Kıbrıs meselesi ile Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği
arasında bir bağlantı yoktur, bu bir önşart değildir” şeklinde
bize yazılı güvence vermiştir. Dolayısıyla bizim açımızdan
Avrupa Birliğinin bu konudaki anlayışı bizim anlayışımızla
örtüşmektedir. Buna rağmen, Katılım Ortaklığı Belgesinde
ilk taslakta, yani ilgili komiser tarafından Komisyona sunulan
ilk taslakta, aynı ifade, ama genel ilkeler içerisinde ifade
edilmiştir. Bu bizi pek mutlu etmese de, biz buna karşı
herhangi bir tepki göstermedik; çünkü, netice itibariyle
Helsinki’deki durumun tekrarından ibaretti. Ama, son anda
Komisyonda bu metnin karara bağlanması sırasında, hem ana giriş
bölümündeki o ifade muhafaza edilmiş hem de Türkiye'nin bir yıl
içerisinde gerçekleştirmesi gereken kısa vadeli hedefler arasına
aynı ifade tekrar konulmuştur. Hiç şüphe yok ki, bu,
Yunanistan’ın baskısıyla olmuştur.
Bu
durumda, Türkiye açısından belgeyi değerlendirirken, iki
ihtimal vardı: Birincisi, Avrupa Birliğinin Helsinki’den bu
yana Türkiye'nin üyeliği ile ilgili olarak Kıbrıs konusundaki
bu tavır değişikliği nedeniyle bu belgeyi tümüyle reddetmek,
bunu kabul etmediğimizi söylemek. İkincisi, Helsinki’de bize
Avrupa Birliği tarafından da yazılı olarak teyit edilen anlayışın
bizim için geçerli olduğu, dolayısıyla Kıbrıs meselesinin
hiçbir şekilde bizim Avrupa Birliği ilişkilerimizde bir unsur
olarak tarafımızdan kabul edilmeyeceğini ifade ederek, belgenin
tümünü kabul etmek.
Bakanlar
Kurulunda bu konu tartışılmıştır. Hem Bakanlar Kurulunun açıklamasında
hem Dışişleri Bakanlığının bir gün önce yaptığı açıklamada
bu konudaki anlayışımız açıkça ifade edilmiştir ve Kıbrıs
konusundaki bu ifade, dışta kalmak kaydıyla belge Türk Hükümeti
tarafından kabul edilmiştir. Yani, basında çıkan “Acaba Hükümet
buna evet mi dedi, hayır mı dedi” tartışmaları bir anlamda
abes tartışmalardır. Hükümet, bu belgeye dayalı olarak
ulusal programı hazırlayacağını ifade etmekle, bu belgeyi
kabul ettiğini zaten ortaya koymuştur; ama, Kıbrıs
meselesindeki tutumunu muhafaza etmektedir. Bu, sadece bizim
tutumumuz değildir, biraz önce söylediğim gibi, Helsinki’de
bize zaten Avrupa Birliği tarafından da yazılı olarak teyit
edilen bir tutumdur.
Ha,
niye bu değişiklik son dakikada gerçekleşmiştir? Çünkü, bu
Katılım Ortaklığı Belgesi, şimdi bu ayın 18’inde Avrupa
Birliğinin Bakanlar Konseyinde görüşülecektir, yani Dışişleri
Bakanlarının katılacağı Konseyde görüşülecektir. Daha
sonra da Aralık ayının
–sanıyorum- 9’unda Hükümet Başkanları Zirvesinde görüşülecektir.
Ancak, bu sürecin sonunda bu belge resmiyet kazanacaktır, şu
anda sadece bir komisyon metnidir. Bu Katılım Ortaklığı
Belgesinin hem Bakanlar Konseyinde hem de Hükümet Başkanları
Zirvesinde karara bağlanması sırasında oybirliği aranmamaktadır.
Yani, bazı üyelerin muhalefetine rağmen, oyçoğunluğu ile bu
belgenin kabul edilmesi mümkündür. Ama, bu belgenin içinde yer
alan birtakım malî hükümlerin, yani Türkiye'nin bu hedefleri
gerçekleştirmesi için Avrupa Birliği tarafından Türkiye'ye
yapılacak olan ekonomik yardımları içeren malî hükümlerin içinde
bulunduğu çerçeve anlaşması, mutlaka oybirliğiyle kabul
edilmesi gereken bir belgedir. Dolayısıyla Yunanistan, Katılım
Ortaklığı Belgesini, eğer kendisi açısından tatmin edici
bir belge olmazsa engelleyemese bile, bu belgenin hayata geçirilmesini
sağlayacak olan çerçeve anlaşmasını veto etmek, onun karara
bağlanmasını engellemek hakkına sahiptir, yetkisine sahiptir.
Yunanistan’ın bu blokajını aşmak için, Yunanistan’a, bize
göre, Hükümetimizin anlayışına göre, benim anlayışıma göre,
tamamen kozmetik olan böyle bir taviz verilmiştir. Ha, ileride
bu Avrupa Birliği ilişkilerimizde çeşitli aşamalarda yeniden
önümüze çıkarılamaz mı? Çıkarılabilir. Ama, demin dediğim
gibi, bu konuda bizim çok sağlam dayanaklarımız vardır. Yani,
1981’de Yunanistan’ın tam üyeliğinin kabulü sırasında
Avrupa Birliği bize taahhütte bulunmuştur, demiştir ki:
“Yunanistan’ın Avrupa Birliğine tam üye olması, Avrupa
Birliği-Türkiye ilişkilerini etkilemeyecektir” Ama, buna rağmen
görülmüştür ki, Yunanistan her safhada bizim ilişkimizi
bloke etmiştir, engellemiştir, veto hakkını uygulamıştır,
hep Türkiye'ye karşı kötü niyetli bir tutum içinde olmuştur.
Ama, bu seferki güvence sadece sözlü bir güvence değildir.
1981’de Yunanistan’ın tam üyeliğindeki gibi sözlü güvence
değildir, demin dediğim gibi, elimizde aynı zamanda Konsey Başkanı
sıfatıyla yazılmış, bir anlamda Avrupa Birliği Müktesebatının
bir parçasını oluşturan bir de mektup söz konusudur, bir
belge söz konusudur. Dolayısıyla Kıbrıs konusundaki bu anlayışımızı
muhafaza ederek, Türkiye, Katılım Ortaklığı Belgesinde
kendisinden yapılmasını istediği hususları kabul etmiştir.
Şimdi,
bizi rahatsız eden ikinci unsur, malî işbirliğine ilişkin hükümlerin
yetersiz olmasıdır. Türkiye'den gerçekleştirmesi istenen şeylerle,
bunları gerçekleştirmesi için Türkiye'ye yapılması düşünülen
yardımlar arasında büyük bir oransızlık söz konusudur. Bize
senede ancak 177 milyon ECU’luk bir hibe yardımı öngörülmektedir.
Bu, Türkiye gibi bir ülke için, Türk ekonomisi ölçüsündeki
bir ekonomi için hiç sayılabilecek bir katkıdır. Bu katkının
mutlaka Türkiye'nin üstlendiği yükümlülükler doğrultusunda
artırılması gerekir. Dolayısıyla Türkiye'ye sağlanan malî
yardımın, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki malî işbirliğinin
mutlaka burada öngörülen hedefler doğrultusuna yükseltilmesi
lazımdır, seviyesine çıkarılması lazımdır. Aksi takdirde
Avrupa Birliği, Türkiye'ye yüksek birtakım hedefler gösteren;
ama, bu hedeflere ulaşılması için samimi hiçbir katkıda
bulunmayan bir kurum konumuna düşecektir.
Bu
konu, önümüzdeki aylarda, hatta belki önümüzdeki yıllarda
Avrupa Birliği ile aramızdaki ilişkilerde, görüşmelerde
herhalde en temel konulardan birisi olacaktır.
Değerli
arkadaşlarım, Katılım Ortaklığı Belgesinin içeriği
olarak, Türkiye'yi Kıbrıs konusu dışında ve Malî İşbirliğine
ilişkin hükümlerin yetersizliği dışında rahatsız etmeyen
bir belge olduğunu söyledim. Bunu söylerken şunu kastediyorum:
Bu belgenin hazırlanması sırasında, diğer aday ülkelerden
farklı olarak, Avrupa Birliği Komisyonu bizimle devamlı istişare
içinde olmuştur. İlgili kişi iki defa Ankara'ya gelmiştir.
Bizim bu belgede neleri kabul edebileceğimizi, neleri kabul
edemeyeceğimizi bizimle görüşmüştür. Biz Brüksel’e gitmişizdir,
aynı konuları görüşmüşüzdür. Biz onlara açıkça şunu söylemişizdir:
“Biz, Türkiye olarak birtakım hassasiyetleri olan bir ülkeyiz.
Bu hassasiyetlerimiz hem tarihî gelişmeden kaynaklanmaktadır
hem coğrafî konumumuzdan kaynaklanmaktadır. Biz, Türkiye'de
Lozan’da kabul ettiğimiz dinî azınlıklar dışında bir azınlık
kavramını kabul edemeyiz. Eğer belgede bize böyle bir şey
getirirseniz, bu belge baştan bizim için kabul edilemez bir
belge olur. Etnik gruba dayalı hakları da kabul edemeyiz. Onun için,
bizim bu duyarlılıklarımızı mutlaka bu belgede dikkate almanız
gerekir.” Memnuniyetle gördük ki, Katılım Ortaklığı
Belgesinde, bizim söylediğimiz bu hususlar hepsi dikkate alınmıştır.
Yani, bir azınlık hakkından söz edilmemiştir, Türkiye'den
istenen hususlar herhangi bir dinî veya etnik gruba dayalı
olarak değil, sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının
temel hakları olarak belgede yer almıştır. Bu haliyle,
belgenin bizi rahatsız etmesi gereken hiçbir ciddî yönü
yoktur.
Ha,
şimdi burada kamuoyunda biraz da pompalanmak istenen bir tartışma
var: Kürtçe yayın meselesiyle ilgili. Bazı basın organları
öyle bir hava veriyorlar ki, sanki ben Kürtçe yayını
savunuyorum, başka bir parti Kürtçe yayına karşı çıkıyor,
başkası da bunu uzlaştırmaya çalışıyor filan... Bunların
hiçbiri doğru değildir. Benim söylediğim hadise şudur:
Belgede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının radyo televizyon
yayınlarından yararlanmasında mevcut bazı yasakların kaldırılması
istenmiştir. Şimdi, burada benim söylediğim husus da şudur...
Ben bu konuda hiçbir yerde beyanat filan da vermedim, ben sadece
bir televizyon kanalında, CNN Türk’te kısa bir söyleşiye çıktım,
oradaki konuşmamdan atfen bunları çıkarıyorlar. Benim söylediğim
hadise şudur: Özel radyo televizyon yayınları konusunda Türkiye
bugün Avrupa Birliği standartlarının gerisinde değil, kat be
kat ilerisindedir. Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde,
bizdeki kadar özel radyo televizyon yoktur. Avrupa Birliği
Komisyonunun bu belgesinde, bizden şu veya bu dilde bir özel
radyo televizyon kurulmasını sağlamamız istenmemektedir. Böyle
bir taahhüdümüz yoktur. Bugün bazı Avrupa Birliği ülkelerinde,
mesela Avusturya’da bir tane bile özel radyo televizyon yoktur.
Dolayısıyla özel radyo televizyon olması, bir Avrupa Birliği
kriteri değildir. Türkiye'nin böyle bir yükümlülüğü de
yoktur. Bizden istenen şudur: Eğer bizim vatandaşlarımızdan,
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından bazıları ana dillerinde
yayın ihtiyacı ile karşı karşıya ise, bu ihtiyacı devletin
göz önünde tutması istenmektedir. Bunun yolu nedir, onu oturup
karar vereceğiz. O konuda alınmış bir kararımız yoktur.
Elbette ki, Türkiye'nin bölünmezliği esastır, elbette ki Türkiye'nin
ülke ve milleti olarak bütünlüğü ilkesi korunacaktır; ama,
bu çerçevede Türkiye bazı vatandaşlarının ana dilde yayın
ihtiyacına cevap verecek bir mekanizmayı da getirmesi
istenmektedir bu belgede ve ben diyorum ki: Biz bunu yapabiliriz.
Nasıl yapacağımızı daha konuşmadık. Yani, orada ortaklarımızı
ilzam edecek bir ifadede bulunma hakkını kendimde görmüyorum.
Ama, biz bunun yapılmasından yanayız.
Yani,
şunu söylüyorum: Bunu yapmazsanız ne olur? Veya bunu yapmıyoruz
da şu anda ne oluyor? Vatandaşlarımızın önemli bir bölümü,
çanak antenlerle bölücü örgütün yayınlarını izliyorlar.
Bunu biliyor muyuz, bunu kabul ediyor muyuz?.. Devlet olarak bu
durumdan memnun isek böyle devam edelim. Eğer bundan memnun değil
isek, o zaman bölücü olmayan, ayrılıkçı olmayan, ama
yeterince belki Türkçe bilmediği için, o yayınları veya dünyadaki
gelişmeleri izlemek ihtiyacında olan vatandaşlarımızın bu
ihtiyacını biz karşılayalım. Bizim söylediğimiz budur.
Yani,
burada Türkiye açısından bence ülke bütünlüğünü tehdit
oluşturacak, birliğimizi tehlikeye sokacak herhangi bir formüle
müsaade etmemiz söz konusu değildir. Ama, bence asıl tehdit,
bugünkü durumun devam etmesidir. Asıl ülke bütünlüğünü
tehlikeye sokan, bölücü örgütün milyonlarca insanımızın
evine televizyonla girip onların beynini yıkamasıdır. Bunu da
maalesef, dünyada teknolojinin geliştiği ortamda artık
yasaklarla, cezalarla önlemeniz mümkün değildir. Devlet olarak
aklınızı kullanacaksınız, kendi birliğinizi, kendi değerlerinizi
korumak için, o vatandaşlarınızı kendinize cezbedecek bir yayın
politikanızı mutlaka hayata geçireceksiniz. Başka çaresi
yoktur.
Sadece
bu konuda, Katılım Ortaklığı Belgesinin bu noktasında aramızda
bir farklı yaklaşım söz konusu olabilir. Ama, Koalisyon Hükümeti,
bugüne kadar Helsinki Kararlarından sonra, Helsinki Bildirisinin
kabulünde, en son Katılım Ortaklığı Belgesinin demin söylediğim
şekilde kabulünde, büyük bir uzlaşma sağlamıştır, bir
anlayış birliğini gerçekleştirmiştir. Eminim ki uygulamada
da bu uzlaşmayı, bu anlayış birliğini hayata geçireceğiz.
Şimdi,
Türkiye'nin Katılım Ortaklığı Belgesinin açıklanmasıyla
birlikte, Türkiye'nin bence yeni bir döneme girmesi gerekiyor.
Bu dönem, artık laf yapmak yerine iş yapmak zamanıdır. Biz şimdi
Avrupa Birliği ilişkilerimizde, böyle havuzun kenarına kadar
gelip, havuza girmek yerine, ayağını havuza sokup havuzun
suyunun sıcaklığını ölçen adamlara benziyoruz. Bundan sonra
artık havuza girmemiz, sadece girmekle yetinmeyip yüzmemiz
gerekiyor. Sadece yüzmekle de yetinmeyip, diğer yüzücülerle
yarış etmemiz gerekiyor. Binaenaleyh, önümüzdeki dönem, bugüne
kadar sağladığımız uzlaşmayı, birliği, artık icraata geçirmemiz
gereken bir dönemdir. İcra alanında gerekli adımları atmamız
gereken bir dönemdir. Bu konuda Meclisimize çok görev düşüyor.
Anayasamızın değişmesi gereken hükümleri var. Üzerinde
zaten mutabakat sağladığımız hükümleri var. Yasalarımızda
ciddî değişiklikler yapmamız gerekiyor. Ve nihayet, Hükümete
düşen çok önemli görevler var. Yasaların uygulanmasındaki
aksaklıkları önlememiz gerekiyor.
Burada,
önümüzdeki dönemin bu anlamda çok yoğun bir dönem olması
gerekiyor. Avrupa Birliği konusunda Türkiye'de herkesin samimi
olmadığını gayet iyi biliyorum. Bu Katılım Ortaklığı
Belgesi ile ilgili birtakım tepkilerden de bunu açıkça görüyorum.
Yani, bazı hususları abartmanın Türkiye açısından kolayca
gerçekleşebilecek, aşılabilecek olan bazı konuları çok büyük
pürüzler gibi toplumun önüne koymanın arkasında, aslında
Avrupa Birliği düşüncesini hazmetmemenin, içine sindirmemenin
yattığını gayet iyi görüyorum. Ama, bu konudaki en büyük güvencem,
milletimizin büyük çoğunluğuyla, aslında pratik olarak
kendisine getireceği yararları tam olarak bilmemesine rağmen,
Avrupa Birliğine destek vermesidir. Milletimize şimdi bunu daha
iyi anlatmak zorundayız. Yani, Avrupa Birliğine girmenin, Türkiye'de
sadece ekonomik bakımdan değil, fakirliğin,yoksulluğun,
sefaletin yenilmesi açısından değil, Türkiye'nin kalkınması
açısından değil, aynı zamanda insanlarımızın hak ve özgürlüklerini
tam olarak kullanabilmeleri açısından, devleti zaman zaman ele
geçirmeye çalışan statükonun ortadan kaldırılması açısından,
insanlarımızın daha onurlu bir hayat seviyesini yakalayabilmesi
açısından gerekli olduğunu milletimize anlatmak gerekiyor.
Değerli
arkadaşlarım, geçen hafta 10 Kasım vesilesiyle Büyük Atatürk’ü
ölüm yıldönümünde yeniden andık. Bu vesileyle,
cumhuriyetimizi kuran iradenin hangi değerler üzerine onu
oturttuğunu bir defa daha hatırladık. Atatürk'ün bize gösterdiği
yolun, aslında çağdaş uygarlık düzeyinden başka bir yol
olmadığını bir defa daha hatırladık. Bu nedenle şimdi şunu
söylüyorum: Bu memlekette zerre kadar yüreğinde Atatürk
sevgisi taşıyan hiç kimse, Büyük Atatürk'ün milletimizin önünde
açtığı Avrupa ufkunu karartmamalıdır.
Hepinize
saygılar sunuyorum. (Alkışlar)
|