-
Anavatan Partisi Genel Başkanı
ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz:
-
Ülkemizin
kalkınması ve huzuru için attığımız her adım çelmeleniyor
ANAVATAN
PARTİSİ GENEL BAŞKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI SAYIN MESUT
YILMAZ’IN ANAP MECLİS GRUBU TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA
(30
OCAK 2001)
Değerli
arkadaşlarım, hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Biraz
önce partimize katılan belediye başkanı, il genel meclisi üyesi,
muhtar arkadaşlarıma, Anavatan ailesi adına aramıza hoşgeldiniz
diyorum. (Alkışlar)
Konuşmamın
başında, geçen hafta Çarşamba günü menfur bir saldırı
sonucunda şehit olan Diyarbakır Emniyet Müdürümüz Gaffar
Okkan’a ve 5 polis memurumuza Allah’tan rahmet, ailelerine,
Emniyet camiasına ve bütün milletimize başsağlığı
diliyorum.
Bu
topraklar üzerinde kurulan bütün devletler gibi, Türkiye
Cumhuriyetinin temelinde de, şehitlerimizin kanı vardır ve bu
ülke için şehit olmayı kendileri için en yüksek mertebe
sayan insanlar var oldukça, Türkiye Cumhuriyeti de yaşayacaktır.
Bizim inancımıza göre, şehitler ölmez; ama, bize düşen,
onların geride bıraktıkları emanetlere sahip çıkmaktır.
Diyarbakır’daki bu üzücü olay, Türkiye için toplumsal barışın
ve huzurun anlamını hepimize bir defa daha göstermiştir.
Gaffar
Okkan, benim çok iyi tanıdığım bir emniyet müdürü idi. İnsanıyla
bölgesiyle bütünleşmiş bir emniyet müdürü idi. Şimdi,
bizim isteğimiz, onun bir yandan devlet sorumluluğunu taşırken,
bir yandan da insanımızı bir bütün olarak kucaklayan anlayışının
Türkiye'de bundan sonra yaygınlık kazanmasıdır. Her zaman söylediğim
gibi, bu anlayış yaygınlık kazanırsa, millet olarak birliğimizin
pekişeceğine inanıyorum. Ve şu cenaze töreni göstermiştir
ki, insanımız, şehitlerine sahip çıkarak, onların naaşlarını
bağrına basarak, bir yandan da onların hatıralarını canlı
tutma kararlılığını ifade ederek, Türkiye'nin birliğinin,
beraberliğinin ve huzur ortamının korunması konusundaki duyarlılığını
bir defa daha açıkça ortaya koymuştur.
Değerli
arkadaşlarım, ülkemize dönük kuşatma hareketini bütün
boyutlarıyla görmek, değerlendirmek ve bununla ilgili gerekli
tedbirleri almak zorundayız. Hatırlayınız, 1997 yılında
Anavatan Partisi olarak hükümete geldiğimiz zaman, ülke
istikrarsızlık, kaos ve karamsarlık anaforuna kapılmış
durumdaydı. 1998’e geldiğimizde, dengeleri önemli ölçüde
yerine oturmuş, yeniden rotasına sokulmuş bir Türkiye söz
konusuydu. 55 inci Hükümetin yıkılmasıyla birlikte, 1999 yılı
siyasî istikrarsızlık ve ekonomik dengelerin yeniden bozulduğu
bir yıl oldu. Siyasî ve ekonomik kontrol, ancak yılın ikinci
yarısında sağlanabildi.
2000
yılına büyük beklentilerle, ümit verici gelişmelerle girmiştik;
ama, maalesef 2001 yılına, giderek derinleşen sıkıntılarla
ve endişelerle girdik. Görüyoruz ki, ülkemizin kalkınması,
ilerlemesi, huzuru ve güveni için attığımız her adım,
birtakım insanların çelmeleriyle karşılanıyor. Türkiye’yi
gelişmiş dünyadan tecrit etme ve sadece kendi iç sorunlarıyla
uğraşan bir devlet haline getirme gayretleri, son zamanlarda
zirveye ulaştı.
Önümüzdeki
haftalarda, önümüzdeki aylarda olabilir ki, bu gayretin yeni
tezahürleriyle karşılaşabiliriz. Biz Anavatan Partisi olarak,
gelecek yönetimi anlayışını harekete geçirmek isterken, yani
Türkiye'nin Anavatan iktidarında olduğu gibi, sadece günübirlik
sorunlarıyla uğraşan, günlük sorunlarını çözen bir ülke
olmaktan çıkıp, geleceğini planlayan, çocuklarının yaşayacağı
Türkiye’yi bugünden planlayan bir ülke olmasını savunurken,
Türkiye, bırakınız geleceğini, maalesef bugününü dahi göremez
hale getirilmek istenmektedir. Bu belirsizlik, sadece huzurumuzu
ve dış dünyadaki gücümüzü değil, demokrasiden ekonomiye
kadar, tüm hedeflerimizi de olumsuz etkilemektedir.
Değerli
arkadaşlarım, demokrasi dediğiniz rejim, hürriyet, güvenlik
ve refah dengesi üzerine kuruludur. Demokrasiyi hürriyet yokluğu,
otoriterliğe sürükler. Güvenlik yokluğu, kaosa yol açar.
Hayat standardı düşüklüğünün sonu ise, radikalizm ve
istikrarsızlıktır. Türkiye'de hürriyet, güvenlik ve refah
dengesi, daima zor bir denge olmuştur. Zaman zaman insanımız, güvenliği
hürriyetine tercih etmek zorunda bırakılmıştır. Türkiye,
son dönemde, içeride ve dışarıda meydana gelen birtakım
hadiselerle yeniden bir güvenlik sendromuna sürüklenmek
tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu gelişmenin toplumu ve ülkeyi
götüreceği yer, daha otoriter bir rejimdir. Bunun sonucu ise,Türkiye'nin
demokrasiden, özgürlük yolundan saptırılmasıdır. İster içeriden
ister dışarıdan yürütülsün, Türkiye'nin bu tür
provokasyonlara karşı fevkalade dikkatli ve müteyakkız olma
zorunluluğu vardır. Birileri birtakım olaylarla bazı hedeflere
ulaşmak istiyor olabilirler; ama,bizim yapmamız gereken, evvela
bunları iyi analiz etmektir.
Burada
tabiî ki esas görev, devlet organlarına düşer. Demokrasinin yönetebilirliğini
insanımıza göstermek zorundayız. Öncelikle, olayların
sorumluları, kararlılık ve serinkanlılık içerisinde
belirlenip, mutlaka adalete teslim edilmelidir. Demokratik hukuk
devletinin asayiş ve güvenlik sorunlarını çözdüğünü
ortaya koymak zorundayız. Bu noktada temel görev Meclisindir, Hükümetindir,
bütün siyasî partilerindir. 12 Eylül öncesinde yaşanan
siyaset kurumunun tıkanmışlığı tuzağına bir daha düşmemek
zorundayız.
Değerli
arkadaşlarım, son dönemde içeride ve dışarıda yoğunlaşan
olumsuzluklar, hiçbirimizin moralini bozmamalıdır. Geleceğe dönük
ümitlerimizi kırmamalıdır. Geçmişi hatırlarsanız, Türkiye,
en cesur atılımlarını, en önemli sıçramalarını, en büyük
dönüşümlerini, en sıkıntılı dönemlerinin ardından gerçekleştirmiştir.
Türk insanı, kendisine imkân tanındığı zaman, önündeki
engeller kaldırıldığı zaman, her alanda dünya ile rekabet
edebilecek beceriye ve azme sahip olduğunu defalarca ispatlamıştır.
İnsanımız, sıkıştırılmak istendiği kabuğa sığmamakta,
dışa açılmak için her türlü yolu zorlamaktadır. Değişim
ve dönüşüm özlemi, Türkiye'de bugün yeniden zirveye çıkmıştır.
Bugün Türkiye, siyasî, sosyal ve ekonomik her alanda ciddî bir
değişimin, ciddî bir dönüşümün eşiğindedir. Hatta
diyebilirim ki bu dönüşüm başlamıştır. Türkiye'nin içinde
göremediğimiz bu gerçeği, dışarı çıkıp dışarıdan baktığınız
zaman çok daha kolay görebiliyorsunuz. Ben, geçtiğimiz günlerde
Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu’nda Türkiye'nin bu görüntüsünü
çok daha yakından görme imkânını buldum. Türkiye'nin bugününe,
mevcut sıkıntılarına ve sorunlarına yönelik eleştiriler ne
kadar sivri ve acımasızsa, Türkiye'nin geleceğine dönük ümitler
de o kadar büyüktür.
Nitekim,
Davas Dünya Ekonomik Forumu çerçevesinde yayımlanan Türkiye
raporunda, ülkemiz, Avrupa’nın parlayan yıldızı olarak
nitelendirilmiştir. Davos’ta yaptığım görüşmelerde bana yöneltilen
sorularda bildiğimiz sorunların yanında, bildiğimiz sorunları
dile getirmenin yanında, geleceğimize dönük beklentiler de
ifade edilmiştir. Davos’ta hadiseleri ve kendi gerçeklerimizi,
ülkemizin perspektifinden, kendi duyarlılığımız, kendi önceliğimiz
açısından muhataplarımıza izah etme imkânını buldum.
Avrupa
Birliği ile ilişkilerimiz başta olmak üzere, ekonomik, sosyal
ve siyasî alanlarda Türkiye'nin önünde en az sıkıntılar
kadar, hatta onlardan daha büyük fırsatların olduğunu çok
iyi bilmeliyiz. Aslında, “Avrupa’nın Genişlemesi” konulu
Bulgaristan, Macaristan ve Polonya Cumhurbaşkanlarının da katıldığı
bir toplantıda, 2,5 saat süren bir toplantıda, diyebilirim ki,
toplantının dörtte üçünde sadece Türkiye konuşuldu. Ben,
biraz da o devlet başkanlarına, saygısızlık olarak
nitelenebilecek bir şekilde diğer 12 aday ülkenin Avrupa Birliğine
sağlayacağı katkının tek başına Türkiye'nin sağlayacağı
katkının gerisinde olduğunu ifade ettim. Bunu destekleyecek çok
güçlü verilerim de vardı. O ülkeler, hepsi,bir an önce önümüzdeki
sene, 2002 yılında, 2004 yılında Avrupa Birliğine üye olmak
için mücadele ediyorlar, uğraşıyorlar. Ama, hiçbirisi henüz
daha Avrupa Birliği ile gümrük birliği içine girmemiş. Yani,
kapılarını, ekonomisini Avrupa Birliğine açmamış. Biz 5
sene önce gümrük birliğini gerçekleştirmişiz ve geçen sene
Avrupa Birliğinin dış ticarette sağladığı fazlanın yüzde
41’i sadece Türkiye ile olan ticaretten kaynaklanıyor. Bir
anlamda, Avrupa’nın genişlemesini biz finanse ediyoruz. Ve
sadece ekonomik değil, stratejik açıdan, güvenlik açısından
da Türkiye'nin niye Avrupa için vazgeçilmez olduğunu ben dile
getirdim; ama, oradaki herkes, Ferhoygın başta olmak üzere,
herkes Türkiyesiz bir Avrupa’nın hiçbir zaman bir dünya gücü
olmayacağını kabul etmek zorunda kaldı.
Bu
bakımdan, bu yılki Dünya Ekonomik Forumu toplantılarının Türkiye
için faydalı ve verimli geçtiğine inanıyorum.
Değerli
arkadaşlarım, Türkiye, içeride v dışarıda, ciddî siyasî
ve sosyal sıkıntılar içerisindedir; ama,bu karmaşa içinde
unutulmaması, üzerinde hassasiyetle durulması gereken konu,
gene de ekonomidir. Hükümet olarak ikinci yıl uygulamasını başlattığımız
Ekonomik İstikrar Programını kararlılıkla, sürekli geliştirerek,
değişen şartlara göre revize ederek, ama tavizsiz bir biçimde
sürdürmek mecburiyetindeyiz. Bana göre, bu Hükümetin en önemli
görevi bu Programı başarıya ulaştırmaktır. Ekonomide “Ben
yaptım oldu” anlayışına yer yoktur. Belirleyici olan,
piyasaların dinamikleridir, piyasaların kurallarıdır. Bunun için,
gerek uyguladığımız programdan kaynaklanan gerekse de konjonktüre
bağlı olarak ortaya çıkan sıkıntıların mümkün olduğu
kadar önceden belirlenip gerekli önlemlerin vaktinde alınması
şarttır.
Geçtiğimiz
yıl sonunda finans kesiminde yaşanan sorunun üretim ve istihdam
üzerindeki olumsuz etkilerini görmezden gelemeyiz. Üreticilerimizin,
bilhassa da sanayicilerimizin sıkıntıları had safhaya ulaşmıştır.
Bu durum, ihracat başta olmak üzere, ekonominin diğer sektörlerini
de olumsuz etkilemektedir. Sorunun çıkış noktası finansmandır,
yani yaşanan ekonomik sıkıntıların çözümü için öncelikle
yapmamız gereken, daha fazla kaynak bulmaktır, yeni kaynaklar
bulmaktır. Yeni ve ekonomik bakımdan realize edilebilir
kaynaklar bulmanın başta gelen şartı ise, güçlü bir siyasî
irade ve buna bağlı olarak kalıcı bir istikrar ortamıdır.
Bilinmelidir ki, ekonomide rasyonel şartlar kadar, psikolojik
etkiler de önemlidir. Bizim siyasetin, demokrasinin yönetebilirliğini
ve sivil inisiyatifin güçlendirilmesi konusundaki ısrarımızın
asıl sebebi de budur. Çünkü, ekonomiyi yönlendirme, sorunları
önceden tespit etme, gerekli önlemleri alma ve bunları kararlılıkla
uygulama sorumluluğu siyasî iktidarındır.
Buradan
açıkça ifade etmek isterim ki, Hükümet olarak, ekonomik
program başta olmak üzere, tüm taahhütlerimizi hayata geçirme
konusunda kararlıyız. Nitekim, finans kesimindeki sorunlar önemli
ölçüde çözülmüştür. Sanayi sektörü başta olmak üzere,
üretimde ve ticarette yaşanan sorunların çözümü için de
gereken tüm önlemleri en kısa sürede hayata geçirmeye kararlıyız.
Ekonomi programı, bu Hükümetin amiral gemisidir. Ekonomi
politikamız başarıya ulaşmadan, diğer politikalarımızın başarı
şansı olmadığına inanıyorum. Biz hadiseye bu anlayışla ve
ciddiyetle bakıyoruz. Sorunların çözümü için de
koalisyondaki konumumuzun ve gücümüzün elverdiği azami
gayreti gösterdiğimizi herkesin bilmesi lazımdır.
Değerli
arkadaşlarım, Anavatan Partisi, tıpkı 1980’li yıllarda olduğu
gibi, bugün de başlayan büyük değişimin öncüsü ve sürükleyicisi
siyasî kuruluş konumundadır. Bu konumumuzu ne pahasına olursa
olsun muhafaza etmek zorundayız. Türkiye’nin dünü gibi,
geleceği de bizim sorumluluğumuzdadır. Çalışmalarımızı bu
anlayışta, bu bilinçle sürdürmek zorundayız.
Hepinize
saygılar sunuyorum. (Alkışlar) |