- ANAVATAN
PARTİSİ GENEL BAŞKANI VE
- BAŞBAKAN
YARDIMCISI SAYIN MESUT YILMAZ’IN
- ANAP
MECLİS GRUBU TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA
27 MART 2001
Değerli arkadaşlar,
Hepinize sevgi ve saygılarımı
sunuyorum.
Bilindiği gibi, Avrupa Birliğine
üyeliğimiz yolunda önemli bir aşamayı ifade eden ulusal
programımızı, geçtiğimiz hafta kamuoyuna açıkladık.
Ulusal programla ilgili tepkileri
bir kaç boyutuyla değerlendirmek mümkündür.
Birinci boyut, programın içeriğiyle
ilgilidir.
Bu çerçevede programın içeriğini,
hem ülkenin ihtiyaçları, hem de Avrupa Birliğinin beklentileri
bakımından zayıf bulanlar vardır.
Bununla beraber, konuya ülkenin şartları
ve Avrupa Birliğinin olumlu yaklaşımı çerçevesinde daha müsbet
tarzda yaklaşanlar da azımsanamayacak sayıdadır.
Ulusal programla ilgili değerlendirmelerin
bir başka boyutunu ise, içerikten ziyade uygulamaya dönük tartışmalar
oluşturmaktadır.
Bu konudaki tereddütler, ulusal
programın kendisinden, onu hazırlayan kadrolardan ve hatta hükümetten
öte, genel olarak siyaset kurumuna dönük güvensizlikten
kaynaklanmaktadır.
Tabii bir de Avrupa Birliğine külliyen
karşı olan çevreler var ki, onların durumlarını tamamen
farklı olarak görüyorum.
Her zaman ifade ettiğim gibi, asıl
sorun Avrupa Birliğine açık yüreklilikle karşı çıkanlardan
değil, taraftarmış gizi gözüküp de alttan alta hadiseyi çıkmaza
sürüklemeye çalışanlardan kaynaklanmaktadır.
Ulusal programla ilgili tepkileri
de bu çerçevede analiz etmek mümkündür.
Evet, belki ulusal programda yer
alan konular daha çarpıcı kapsama ve derinliğe sahip
olabilirdi.
Ama, mevcut haliyle programın tüm
unsurlarıyla hayata geçirilmesi dahi, Türkiye için tarihi bir
başarı olarak görülmelidir.
Nitekim, programa yönelik olumlu
değerlendirmelerin ortak noktasını da bu yaklaşım oluşturmaktadır.
Ayrıca, programın, özellikle
orta vadeli hedeflerine ilişkin çıtanın yükseltilmesi her
zaman elimizdedir.
Bundan sonra yapılması gereken,
Avrupa Birliğinin resmi kararının açıklanmasının ardından,
programın eksiğini, fazlasını tartışmak yerine kısa ve orta
vadeli hedeflerini süratle hayata geçirmek olmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, bu program
anavatan partisinin ve hatta tek başına hükümetin programı değildir.
Ulusal program, Türkiye’nin
programıdır. Sorumluluk hükümetle birlikte devletin tüm
kurumlarına ve topyekün millete aittir.
Program hedeflerine ulaştığında,
bunun faydasını tüm Türkiye görecektir.
Hadiseye, bu açıdan yaklaşılmasını
ve herkesin sorumluluğunun bilinci içinde hareket etmesini
diliyoruz.
Değerli arkadaşlarım,
Anavatan partisi olarak Türkiye’ye
ve Türk milletine karşı olan sorumluluklarımızı daima her şeyin
üzerinde tuttuk.
Uzlaşma ve uyum konusunda
hassasiyet gösterdik.
Bununla birlikte, siyasetteki
konumumuzu da hiçbir zaman unutmadık.
Bu anlayışımızı ve bu anlayıştan
kaynaklanan adabımızı bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra
da muhafaza etmek kararındayız.
Şayet ve bu anlayışa ve adaba
sahip olmasa idik, yıllardır yaşadıklarımız karşısında
daha farklı davranışlar sergilerdik.
Değerli arkadaşlarım,
Bu hükümette, koalisyon ortağı
değil de tek başına iktidar olsaydık bir çok şey farklı
olurdu.
Mesela, şayet böyle olsaydı,
Avrupa Birliğine üyelik sürecinin anahtarı durumundaki ulusal
programın metni, içerik ve derinlik itibariyle başka türlü
ortaya çıkardı.
Mesela, özelleştirme konusunda çok
farklı bir noktaya gelmiş bulunurduk.
Mesela, devletin yeniden yapılandırılması,
demokratikleşme ve özgürlüklerin genişletilmesi gibi
hususlarda bugünkünden çok ileri noktalarda olurduk.
Ama biz tek başımıza iktidar değiliz.
Onun için icraatımızı da, üslubumuzu da ona göre ayarlamak
zorundayız. Nitekim öyle de yapıyoruz.
Türkiye’nin en kıdemli,
deneyimli ve çağdaş partisi olarak anavatan partisine yakışan
da budur.
Bizim bu konulardaki
hassasiyetimize karşılık, kimi muhataplarımızdan her zaman
aynı yaklaşımı maalesef göremiyoruz.
Partimize ve bakanlarımız başta
olmak üzere bir çok arkadaşımıza yönelik iftiralara ve haksız
ithamlara artık son verilmelidir.
Birlikte siyasi sorumluluk üstlenmenin
gereğine uymamak görmezden gelinebilecek bir husus değildir.
Siyaset, edebiyle ve adabıyla yapılması
halinde güzel olan bir uğraştır.
Siyaseti çirkinleştirmeye kimsenin
hakkı yoktur.
Değerli arkadaşlarım,
Türkiye, son bir kaç yıldır
tarihi önemde hadiselere sahne olmakta ve kritik bir dönemden geçmektedir.
1999 yılında yapılan seçimler
ve sonrasında kurulan hükümet, ülkenin sorunlarının çözümü
için ihtiyaç duyulan istikrarı ve güveni tesis etmiş görünüyordu.
Ancak, aynı yıl maruz kaldığımız
deprem felaketleri, ekonomik ve sosyal dengeleri alt-üst etmiştir.
1999 yılının olumlu sayılabilecek
olayı ise, Türkiye’nin Avrupa Birliğine aday üyeliğinin
Helsinki’de teyid edilmiş olmasıdır.
Asya krizinin olumsuz yansımalarına
ve depremin yol açtığı sonuçlara rağmen 2000 yılında ülkemiz
için her bakımdan ümit verici gelişmeler yaşanmıştır.
Enflasyonda, iç borçlanma
faizlerinde ve makroekonomik dengelerde gözlenen olumlu gelişmeler,
ülkenin kronikleşmiş sorunlarının çözümü bakımından ümit
vermiştir.
Ancak, 2000 yılı kasım ayında
başlayan ve bu yılın şubat ayında nüksederek adeta patlayan
finans krizi, ülkeyi yeniden bir belirsizliğin içine sürüklemiştir.
Bu kriz, tüm ekonomik dengeleri
sarsmıştır. Bir yılı aşkın zamandır uygulanan program
temel enstrümanlarından mahrum kalmıştır.
Ancak, sorunu sadece koalisyon
partilerine, hükümete ve siyasete yüklemek kolaycılıktır.
Bu kolaycılığın ülkeye ve
millete de hiçbir faydası yoktur.
Sorunun adını doğru koymak
zorundayız. Sorun sistemin şu veya bu unsuru değildir, bizatihi
kendisidir.
Türkiye’de tam anlamıyla bir
sistem sorunu yaşanmaktadır.
Sistemdeki sıkıntı öylesine
derin, öylesine yaygın ve öylesine büyümüş durumdaki,
sadece belirli alanlara yönelik programlar sorunları çözmeye
yetmemektedir.
Hükümete, koalisyon partilerine,
bize ve siyaset kurumuna getirilen eleştirilerin hiç haklılık
payı yok mudur?
Olup bitenlerde bizim hiç
sorumluluğumuz, günahımız, dahlimiz yok mudur?
Elbette vardır; ama en fazla
sistemdeki diğer unsurlar kadardır; kesinlikle daha çok değildir.
Çünkü, yönetim sorununun ötesinde
Türkiye’de devletin işleyişi baştan sonra sakatlıklarla,
aksaklıklarla maluldür.
Ekonomik işleyişin sadece devlete
ait kısmı değil, özel sektörümüze ait bölümü de
fevkalade kırılgan, dirençsiz ve hatta çarpıktır.
Bunun en bariz göstergesi de,
ekonominin herhangi bir enstrümanında meydana gelen en küçük
sarsıntının, tüm işleyişi çok ağır bir şekilde etkiliyor
olmasıdır.
Türkiye’de bir takım konularda
yasal boşluk, eksiklik, köhnelik olduğu doğrudur. Ama bir çok
alanda mevzuatımız gelişmiş ülkelerin standartlarındadır.
Buna rağmen, fiiliyatta onların oldukça gerisindeyiz. Çünkü,
bizde esas olan kanunlara, kurallara uymak için çabalamak değil,
onlara uymamak için olabildiği kadar çok ve inandırıcı
bahaneler üretmek, yollar bulmaktır.
Ülkemizde,
kurumların çoğu, sistemin işleyişini kolaylaştırmanın,
ülkenin daha ileriye gitmesine katkı sağlamanın yerine, kendi
konumlarını güçlendirmenin, güç temerküzünün peşindedir.
Bu örnekleri daha da somutlaştırmak
ve çoğaltmak mümkündür.
Söylemek istediğim şudur:
siyasete, hükümete ve bu arada anavatan partisine dönük eleştiriler
zahirde doğru, ancak esasta, kasıtlı değilse haksız, kasıtlıysa
yanlıştır.
Asıl üzüntüm, demokratlıklarından,
Türkiye’nin çağdaş anlamda bir hukuk devleti olmasını
istediklerinden şüphe etmediğim bir takım çevrelerin de
siyasete dönük eleştiri korosuna katılmış olmalarıdır.
Çünkü, demokratik sistem içinde,
beğensek de, beğenmesek de sorunların yegane çözüm mercii
yine siyaset mekanizmasıdır; öyle olmak zorundadır.
Bu basit gerçeğe inanmaz ve bunu
kabul etmez isek, zaten daha işin başından kaybettik demektir.
Demokrasinin kurumlarını
reddeden, bu kurumları yıpratma kampanyalarına iştirak eden
bir demokrasi anlayışını kabul etmiyoruz.
Siyaset, tek tek kişiler ve münferit
olaylarla kaim değildir. Siyaset kurumsal bir yapıdır. Bu yapının
meşruiyetini kabul edenlere demokrat denir. Bunu kabul etmeyip başka
taraflara yönelenler için monarşiden oligarşiye kadar bir çok
seçenek vardır; ama demokrasi yoktur.
Bizim tercihimiz, en başından
beri demokrasiden yanadır.
Bunun için, tek başımıza da
kalsak daima siyasetin ve siyasetçinin müdafii olduk.
Demokrasinin güçlenmesi, özgürlüklerin
genişlemesi, Türkiye’nin ekonomisinden devlet yönetimine
kadar her alanda gelişmiş ülkeler standartlarına ulaşması için
mücadele verdik.
Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliği
için gösterdiğimiz gayretin gerisinde de bu anlayış vardır.
Toplumu siyasetçiden ve siyasetten
soğutmak, hatta onlara düşman etmek isteyenlerin amacı asla ülkenin
sorunlarını çözmek değildir.
Bunların niyeti, siyaset dahil tüm
kurumları kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmektir.
Siyasetin çıkmaza sürüklenmesinin,
çözüm üretme kabiliyetinden mahrum bırakılmasının faturası,
sadece siyasetçi değil, ülke ve millet için de ağır olmaktadır.
Türkiye, böylesine ağır bir
faturayı hak etmemektedir. Üstelik
bu faturayı karşılama gücü de giderek zayıflamaktadır.
Ülkesini, milletini, hiç değilse
kendi çocuklarının geleceğini düşünen herkese sesleniyorum:
kolaycılığı bırakalım. İğneyi siyasetçiye batırırken,
çuvaldızını da kendimizden uzak tutmayalım.
Siyaset, zorlamayla biçimlendirilecek
bir alan değildir. Son kırk yılda bunun örnekleri defalarca görülmüştür.
Siyasetteki değişim doğal
seleksiyonla olur. Bunun yöntemi de seçimdir. Nice siyasi
partiler, nice siyasetçiler seçim sandığına gömülmüş,
niceleri de o sandıktan doğmuştur.
Herkes, milletin sağduyusuna ve
iradesine güvenmek mecburiyetindedir.
Bugün ülkenin yönetimini üstlenen
partiler, gökten zembille inmedikleri gibi tayinle de gelmiş değillerdir;
seçim sandığından çıkmışlardır.
Yarın vakti gelip de yeniden seçimler
yapıldığında siyasete yeni biçimini verecek olan yine
milletin kendisidir.
Aksi düşünceler ve tutumlar,
millete saygısızlıktır; onun iradesini hiçe saymaktır ve
dolayısıyla ona ihanettir.
Değerli arkadaşlarım,
Anavatan partisine ve arkadaşlarımıza
yönelen eleştirilerin sizleri sıkıntıya soktuğunun farkındayım.
Sizlerin bugüne kadar bu kürsüden
dile getirdiği sorunların hepsini de dinledim.
Ayrıca, çeşitli vesilelerle
teker teker yaptığımız görüşmelerde dile getirdiğiniz düşünceleri
de biliyorum.
Bu akşam da derdi, sıkıntısı,
söyleyecek sözü olan her arkadaşımı dinleyeceğim.
Ama, şu hususu dikkatlerinizden kaçırmamanızı
rica ediyorum. İçinde bulunduğumuz dönem, herhangi bir dönem
değildir. Ülke, tarihinin en kritik dönemlerinden birini yaşamaktadır.
Sıkıntılar, talihsizlikler,
felaketler, krizler peşpeşe gelmiştir.
Ülkenin durumu öyle nazik bir
haldedir ki, siyasi istikrarın bozulmasına en küçük bir
tahammül yoktur.
Böyle bir durumun altından ne
biz, ne siyaset kurumu, ne de ülke kalkabilir.
Ben kendi adıma böyle ağır bir
vebali üstlenemeyeceğimiz kanaatindeyim.
Ekonomi rayına girene, sosyal
dengeler yerine oturana, siyaset olması gereken konuma ulaşana
kadar sabretmek zorundayız.
Biz, daima ülkenin çıkarlarını
parti çıkarlarından önde tuttuk. Her zaman “Önce Vatan
Sonra Anavatan” dedik. Bugün bu anlayışa her zamankinden daha
çok ihtiyacımız bulunmaktadır.
Haklı olmakla doğru davranmak
arasındaki ince çizgiyi iyi tespit etmek durumundayız.
|