- ANAVATAN PARTİSİ
GENEL BAŞKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI
- SAYIN MESUT
YILMAZ’IN
- ANAP MECLİS GRUBU
TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA
- (10 EKİM 2001)
Değerli
arkadaşlarım,
Hepinizi
sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
11
Eylül'deki saldırılar sonrasında dünyada pek çok şey değişmeye başlamıştır.
Değişen
şeylerin başında teröre karşı yaklaşım gelmektedir.
Hangi
amaçla ve kim tarafından yapılırsa yapılsın teröre karşı dünya
çapında büyük bir tepki oluşmuştur.
Terörü
önlemek ve teröristleri cezalandırmak bütün ülkelerin uymak zorunda
kaldıkları temel bir ilke haline gelmiştir.
Bu
olaydan sonra herhangi bir ülkenin diğer bir ülkeye karşı istikrarsızlaştırma
aracı olarak teröre başvurması kolay kolay mümkün değildir.
Bu
olaydan sonra teröre destek veren herhangi bir devletin, sivil toplum örgütünün,
siyasi partinin, veya bir
kuruluşun ayakta kalabilmesi de imkan dışıdır.
Yine
bu olaydan sonra terörü destekleyen herhangi bir dünya görüşünün
ve toplum kesiminin anlayışla karşılanması düşünülemez.
Bu
olaydan sonra hakların savunulmasında veya bir davanın sesinin dünyaya
duyurulmasında terör kesin bir biçimde kabul edilebilir ve anlayışla
karşılanabilir bir araç olmaktan çıkmıştır.
Değerli
arkadaşlarım,
11
eylül’deki saldırılar uluslararası toplumu dünya ölçeğinde bir işbirliğine
yöneltmiştir.
Bu
gelişmeden sonra çağdaş dünyanın
ortak hedefi “barış, istikrar ve refahı güvenceye alacak bir
diyalog, mübadele ve işbirliğini geliştirmek” şeklinde ortaya çıkmıştır.
Bu
ortak hedefe ulaşabilmek için, demokrasi ve insan haklarına saygının
güçlendirilmesi, sürdürülebilir ve dengeli bir ekonomik ve sosyal
gelişmenin sağlanması, yoksullukla mücadele önlemlerinin arttırılması
ve kültürler arasındaki karşılıklı anlayışın geliştirilmesi
zorunludur.
1999’daki
AGİT İstanbul Şartı’nda da belirtildiği gibi bugün maruz kaldığımız
risk ve tehditlerle tek bir devletin veya kuruluşun başa çıkması mümkün
değildir.
Aynı
şekilde yerel ve bölgesel
bir refah ve kalkınmanın sağlanabilmesi
içinde de, küresel ölçekte işbirliğine ve yapılanmalara
ortak kriterler geliştirilmesi gerekmektedir.
Uluslararası
işbirliğinin bugün de temelini sosyal, kültürel ve insani boyutlara
daha fazla önem verilmesi oluşturmaktadır.
Bugün
dünyada yukarıdan aşağıya ve devlet eliyle gerçekleştirilen piyasa
güdümlü küreselliğin ortaya çıkardığı kimi olumsuzluklara
karşı insan
odaklı küreselleşme ön plana çıkmaktadır.
İnsan
odaklı küreselleşme, yerel
dinamikleri de işin içine katarak aşağıdan yukarıya bir küreselleşmeyi
zorunlu hale getirmektedir.
Çevrenin
korunması, değişen üretim ve tüketim modellerinin sebep olduğu sıkıntıların
hafifletilmesi, bütün üyelerinin güvenliğini ve iktisadi/sosyal
haklarını sağlamaya çalışan toplulukların kurulması, yurt içinde
ve dışında şiddetin azaltılması gibi hedefler insani değerler etrafında
gerçekleşecek bir küreselleşmeyi gerektirmektedir.
Dünyanın
geleceği medeniyetler çatışmasından değil, medeniyetlerin işbirliğinden
geçmektedir.
Yerel
özelliklerin, farklılıkların, milli ve dini değerlerin yani her türlü
çeşitliliğin sahiplenilebildiği bir ortam çatışma değil uzlaşma;
kavga değil barış getirecektir.
İnsanlık
büyük acıların ve yıkımların ardından birbirine yakınlaşmakta, fıtratındaki
erdemi önplana çıkararak ortak değerler geliştirebilmektedir.
Bugün
çağdaş dünyayla entegre olamayan, evrensel değerleri benimseyemeyen
ve insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti gibi kavramları geliştiremeyen
ülkeler yalnızlığa itilmektedir.
Varlığını
koruyabilmenin ve diğer ülkelerle rekabet edebilmenin yolu yalnızlıktan
değil, özbenliğini koruyarak evrensel kriterlere hakim olan bir işbirliğinden
geçmektedir.
Temel
insan haklarını ihlal eden dogmatik devletler,
örgütlü suçu kontrol edemeyen
beceriksiz devletler; insanları için yiyecek ve asgari düzen sağlayamayan
başarısız devletler dünyadan kopan ve insanlarına huzurlu bir ortam
sunamayan devletlerdir.
Geleceğin
dünyasında bu devletlere hayat hakkı yoktur.
Küresel
rüzgarların estiği bir dünyada Türkiye’nin güçlü bir aktör
olarak varlık gösterebilmesi iç sorunlarını çözebilmesi ve kendi içinde
birlik ve beraberliği sağlayabilmesiyle mümkündür.
Birlik
ve beraberlik ise herkesi hizaya getirmekle değil, tüm farklılıkları
demokrasi potasında eritip kaynaştırabilmekle mümkündür.
Türkiye’nin
zaman içinde sorun gibi algılanan iç dinamikleri doğru yönlendirilebildiği
takdirde onun en önemli üstünlüğü olabilecektir.
Bu
noktada siyasete ve siyasetçilere büyük görevler ve sorumluluklar düşmektedir.
Demokrasi kültürünü, uzlaşma ve çoğulculuk bilincini, özgürlük
ve hak anlayışını geliştirecek kurumların başında siyaset
gelmektedir.
Değerli
arkadaşlarım,
Anavatan
Partisi kurulduğu ilk günden itibaren bu bilinçle hareket etmiştir.
En
son anayasa değişikliği konusunda da aynı sorumlu davranışı gösterdik.
Anayasamızın
34 maddesinde gerçekleştirilen hak ve özgürlüklerin alanını genişleten
değişiklikler, ülkemizdeki demokratik değişim sürecinin önünü açmıştır.
Geleceğimiz
açısından hepimize büyük ümitler vermesi gereken bu başarı,
maalesef küçük ayrıntılar ön plana çıkartılmak suretiyle
parlamentoyu yıpratmaya dönük yeni bir kampanyanın aracı haline dönüştürülmüştür.
Hem
bu kampanyanın önünü kesmek, hem de değişim sürecine daha bir hız
kazandırmak için, bir yandan uyum yasalarını süratle meclis gündemine
getirirken, diğer yandan da yeni anayasa değişikliği çalışmalarını
başlatıyoruz.
Her
alanda yaşanan olumsuzlukların ağırlığı altında ezilen ve
tutunacak ümit dalları arayan milletimiz, değişim yönünde atılan bu
adımları takdirle karşılamaktadır.
Bu
çerçevede hazırlamış olduğumuz 8 yasada değişiklik öngören bir
hak ve özgürlükler paketini meclis başkanlığına sunduk.
Bu
tasarılarla, Türk Ceza Kanunun 159 ve 312'nci maddeleri, Terörle Mücadele
Kanunun 8'nci maddesi, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, RTÜK ve TRT
yasaları, Polis Vazife ve Selahiyatları Kanunu, Jandarma Teşkilat
Kanunu, Dernekler, Sendikalar, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri
Kanunları, Siyasi Partiler Yasası gibi çeşitli yasalarda değişiklikler
yapılması hedeflenmektedir.
Biz
Anavatan Partisi olarak, gerek uyum yasaları, gerekse de yeni anayasa değişikliği
paketi konusunda öncü, yapıcı ve kararlı tavrımızı sonuna kadar sürdüreceğiz.
Çünkü
bu çalışmalar, partimizin misyonunu oluşturan değişim politikalarının
hayata aktarılmasıdır. Türkiye, bu sayede yeniden 1980’lerdeki tek
başımıza iktidarlarımız döneminde yakaladığı heyecana ve
dinamizme yeniden kavuşacaktır.
Değerli
arkadaşlarım,
Bugün
Afganistan'a yapılan sıcak bir müdahaleyi yaşıyoruz.
Amerika’nın
başlattığı operasyonun, Afganistan sınırlarıyla, Taliban yönetiminin
devrilmesi ve Bin Ladin’in etkisiz hale getirilmesiyle sınırlı olmasını
diliyoruz..
Ancak,
bu sıcak müdahalenin yayılma eğilimi gösterdiğini hiç kimse görmezlikten
gelemez.
Savaşın,
Afganistan dışına taşması, bütün bölgeyi bir kan ve ateş yumağı
haline getirebilir. Böyle bir durumda oluşacak anaforun,
Türkiye'yi de içine almaması düşünülemez.
Bu
nedenle Türkiye, bütün ihtimallere karşı hazırlıklı olma ihtiyacını
duymaktadır.
Hükümetimiz,
muhtemel gelişmelere karşı bir takım tedbirleri şimdiden almak
ihtiyacını hissetmiştir.
Bu
çerçevede Meclis’te grubu bulunan bütün siyasi partilerin genel başkanları
gelişmeler hakkında bilgilendirilmiştir.
Değerli
arkadaşlarım,
Küreselleşme
denilen olay, maalesef diğer bütün alanlar gibi terörü de uluslar ve
sınırlar üstü bir konuma taşımıştır.
Küresel
terörü önlemenin yolu yerel unsurları ezmek veya bölgesel çatışmaların
önünü açmak değildir. Küresel terör, ancak küresel düzeyde teröre
karşı ortak bilinç oluşturulması ile önlenebilir.
Batılı
dostlarımız şunu unutmamalıdırlar: terör, terördür. Terörün
dini, milliyeti olmaz.
Biz
nasıl ki Carlos’a Hristiyan terörist demiyor isek, Bin Laden’e de Müslüman
terörist nitelemesi yapılmaması gerektiğine inanıyoruz.
Amerika’da
yaşananlar, tüm dünya devletleri, bilhassa da gelişmiş batı ülkeleri
için ibret vesilesi olmuştur. Bu
ülkeler, teröre ve terörist gruplara yönelik yaklaşımlarını gözden
geçirmek zorunda kalmışlardır.
Türkiye’nin
yıllardır savunduğu tezlerin, bu acı olayla dünya gündemine gelmesi,
bir bakımdan da sevindiricidir.
Küçük
politik hesaplar uğruna teröristlerin ve terör örgütlerinin korunması
döneminin sona ermesi gerektiğine inanıyoruz.
Bilhassa
batı ülkeleri bu konuda tutarlı ve kararlı bir yaklaşım
sergiledikleri taktirde, sorun büyük ölçüde çözülecektir.
Batının
etkin siyasal ve lojistik desteğinden yoksun kalacak terör örgütlerinin
lokalize olarak güçlerini önemli ölçüde kaybetmeleri kaçınılmazdır.
Nitekim,
Türkiye bölücü terör sorununu, örgütün dış desteklerini önemli
ölçüde kestikten sonra kısa sürede çözmeyi başarmıştır.
Amerika’nın
da, maruz kaldığı terör felaketine karşı benzer bir yöntemi
izlemesinin, hem bölge ve dünya barışı, hem de kendi huzuru bakımından
çok daha isabetli olacağı açıktır.
Değerli
arkadaşlarım,
Afganistan'a
müdahaleyi doğuran gelişmeleri hep
birlikte izledik. Bu gelişmelerde belirleyici olan önemli bir etkenin de
Afganistan'daki din anlayışı olduğunu hep birlikte gördük.
Geçtiğimiz
yıl yapılan başarılı bir operasyonla çökertilen Hizbullah'ın Türkiye
toprakları üzerinde tutunamamasının nedenlerini çok iyi analiz
etmeliyiz.
Herşeyden
önce Türkiye, farklı bir tarih çizgisine ve çok zengin bir
imparatorluk mirasına sahip bir ülkedir.
Türkiye'nin
şartları onun ne İran'a ne Suudi Arabistan'a benzemesine müsaade
etmediği gibi, hiçbir şekilde Irak ve Afganistan şartlarına yaklaşmasına
da izin vermeyecektir.
Çoğu
zaman beğenmediğimiz ve hatta kıyasıya eleştirdiğimiz
ülkemizin kimi özelliklerinin, Türkiye'yi çevre ülkelerden
farklı ve üstün kılan vasıflarımız olduğunu artık görmeliyiz.
Bu
ülkede yaşayan insanlar olarak, yüce dinimizin birleştiriciliğini,
tasavvufun gönülleri kuşatıcılığını, çağdaşlaşmanın
zorunluluğunu ve cumhuriyetimizin niteliklerinin kıymetini bilmek
zorundayız.
Bu
topraklarda, ayakta kalabilmek için bizi biz yapan bu faktörlere hiçbir
komplekse kapılmadan hep birlikte sahip çıkalım.
Bizi
biz yapan bu faktörleri gözardı eden her anlayış, ülkemizi sıkıntılar
içerisinde bırakacaktır.
Değerli
arkadaşlarım,
Yunus
Emrelerden, Mevlanalardan, Veysel Karanilerden, Hacı Bektaşlardan süzülüp
gelen; hoşgörüyü, sevgiyi, insanlığı, yumuşakbaşlılığı esas
alan bir din anlayışı bu topraklarda asırlardır hakimdir.
Bu
anlayışın kökü ve
kudreti sayesindedir ki Hizbullah ve Taliban anlayışı bu topraklarda güçlenememiştir.
Biz
herkese Yunus’a, Mevlana’ya bakmalarını önemle tavsiye ediyoruz. İnancımızın
insana bakışını ve insanı kucaklamasını çok açık bir şekilde
Yunus’tan, Mevlana’dan öğrenmelerini öneriyoruz.
Manevi
ufkumuzu aydınlatan bu büyük insanlar ellerine bırakın silahı, sopa
bile almamışlardır. Kimseyi kaçırmamış, kimseye işkence etmemiş,
kimseyi tüyleri ürperten metotlarla katletmemişlerdir.
Esasen
böyle hareketleri yüce dinimizin içinde mütalaa etmek imkanı yoktur.
Yüce dinimizi ve mütedeyyin insanlarımızı böyle bir çerçeve içerisinde
değerlendirmeye imkan verecek davranışlar
dinimize yapılacak en büyük kötülüktür.
Biz
inancımızın silahlar, saldırılar, savaşlar ve çekişmelerle anılmasından,
böyle bir imajla tanımlanır hale getirilmesinden son derece rahatsızız.
Son
olarak şu hususu anlayışınıza sunmak istiyorum: barış, kardeşlik,
hak ve adalet dini olan İslam dinini, hiç kimse kendi çıkarları ve
emelleri için kana ve siyasete bulaştırmasın.
Böyle
bir çaba, başta bu inancı hür iradesiyle kabullenmiş müminlerin olduğu
kadar, dinin sahibi olan Allah’ın da gücüne gidecektir. Herkesi bu
sorumluluk çerçevesi içinde hareket etmeye davet ediyoruz.
Değerli
arkadaşlarım,
Amerika’daki
terör olayları sonrası oluşan kaos ortamı, dünya ekonomisini olumsuz
yönde etkilemeye başlamıştır.
Amerika
öncülüğünde düzenlenen operasyonun Afganistan’la sınırlı kalması
halinde, bu gelişmelerin Türk ekonomisi üzerindeki olumsuz etkisi sınırlı
olacaktır.
Ancak
sıcak çatışma alanının genişlemesi ihtimal dahilindedir.
Bu
nedenle bekleme dönemine girmeden, süratle ve karalılıkla ekonomik
krizden çıkış için gereken yapısal önlemleri almalı ve hayata geçirmeliyiz.
Yarın
toplanacak yüksek planlama kurulunda sonuca bağlayacağımız 2002 yılı
bütçe hedefleri ile diğer ilave tedbirler, ekonomik krizin daha da
derinleşmesini önlemeye yönelik olacaktır.
Hükümeti
oluşturan partiler olarak, dönüşü olmayacak şekilde bu faturaları
üstlenmiş durumdayız.
Hükümet,
ekonomik programın riskini tümüyle üstlenmiş olmakla beraber, bu
riskin gereği olan adımları atmak konusunda yeteri kadar cesur
davranamamıştır.
Bunun
için, dış gelişmelerin sıcaklığına rağmen biz önceliğimizi
ekonomiye vermek zorundayız.
Dünyanın
bir çok ülkesinde uygulanmış ve başarıya ulaşmış olan ekonomik
istikrar programlarının sonuçlarını biliyoruz.
Herkes
devlet yapısı içindeki çarpıklıklara, kara deliklere, tıkanmış
uygulamalara dikkat çekmekte ve çözüm talep etmektedir.
Bu,
elbette haklı ve mutlaka gerçekleştirmemiz gereken bir taleptir.
Ancak,
devletin bu sağlıksız yapısından beslenen o kadar çok çevre ve kişi
var ki, çözüm yolunda atılan her adım inanılmaz engellemelere maruz
kalmaktadır.
İlginç
olan, bu engellemelerin çoğunluğunun da, söz konusu çarpıklıkların
düzeltilmesini talep eden kesimlerden gelmesidir. Bu, toplumun sadece dar
bir kesimiyle sınırlı olmayan oldukça yaygın bir paradokstur.
Ekonomik
krizin çözümüne dönük politikaların açmazı buradadır.
Bu
açmazdan kurtulmanın yolları vardır ve şartlar bizi bu yöne doğru sürüklemektedir.
Ancak,
bu açmazdan kurtulmanın oldukça ağır bir sosyal ve siyasal faturasının
olduğunu da göz ardı etmemek zorundayıZ.
2002
bütçesi ve diğer ekonomik uygulamalarla, bu eksiklikleri gidermek ve
kararlı bir şekilde gereken her şeyi yapmak durumundayız.
Ekonomide
radikal adımlar atabilmek için, sadece koalisyon partileri olarak değil,
topyekün siyaset kurumu ve toplum olarak önce bu konuda bir mutabakata
varmak mecburiyetindeyiz.
İstense
de, istenmese de şartlar Türkiye’ye bu mutabakatı dayatmaktadır. Artık
kaçış mümkün değildir.
Ekonominin
gerekleri ile bugüne kadar uygulanagelen irrasyonel politikalar arasında
kesin bir tercih yapmamızı gerektiren yol ayrımına gelmiş
bulunuyoruz.
Sorunların
çözümünü erteleme veya geçiştirme yöntemini, bir daha dönmemek üzere
terk etmek zorundayız.
Çünkü
ekonomik krizin bu kadar derin ve ağır yaşanmasının sebebi, türkiye’nin
1990’lı yılları ifade ettiğim anlayışla geçirmiş olmasıdır.
Hiçbir
rasyonel temeli olan “verdimse ben verdim” anlayışı, herhangi bir
ekonomik mantığa bulunmayan “onlar ne veriyorsa benden 5 fazlası”
yaklaşımı Türkiye’yi mahvetmiştir.
Bu
anlayışı ve bu anlayışın sahiplerini, bir daha çıkmamak üzere
tarihin çöplüğüne göndermeden, sorunlarımıza köklü ve kalıcı
çözümler bulabilmemiz fevkalade zordur.
Siyaset
çöplüğünden kurtarıcı çıkarma çabaları fayda vermeyecektir.
Türkiye
olarak kullandığımız zaman avansı giderek daralmaktadır.
Bu
sürecin sonunda ya Türkiye’nin 20 yıl geriye gitmesine seyirci kalacağız,
ya da Türkiye’yi 20 yıl ileriye taşıyacak bir ekonomik ve siyasal
sistemi kurmuş olacağız.
Biz,
Anavatan Partisi olarak üstlendiğimiz bu tarihi sorumluluğun
bilincindeyiz.
Ekonomi
politikaları konusundaki tutumlarımızı da bu çerçevede belirleyecek
ve hayata geçireceğiz.
Türkiye
için tek çıkış yolunun da bu olduğuna inanıyoruz.
Geçtiğimiz
hafta sonu Abant’ta yapılan toplantıda aldığımız karar doğrultusunda,
sayın Ekrem Pakdemir’li ve sayın Nesrin Nas arkadaşlarımızın çalışmalarını
tamamlamalarını bekliyoruz.
Türkiye,
demokratik ve özgürlükçü açılımlar konusunda olduğu gibi, ekonomi
alanında da umudunu Anavatan Partisinin rasyonel, tutarlı ve gerçekçi
politikalarına bağlamıştır.
Milletimizin
umutlarını boşa çıkarmama kararındayız.
Hepinize
saygılarımı sunuyorum. |