ANAP GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN ANAP GRUP KONUŞMASI

"Ferdi hürriyetleri her türlü gelişmenin motoru olarak görüyoruz"

En az devletin güvenliği kadar önemli olan husus da, ferdin özgürlüğüdür. Bunu belki başka partiler bizim kadar iyi anlamamış olabilirler; ama, biz, ferdî hürriyetleri her türlü gelişmenin, her türlü toplumsal gelişmenin motoru olarak gören bir partiyiz.

(6 Şubat 2002)

Değerli arkadaşlarım, hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

Bu sabah ebediyete intikal eden, Türk siyasetinin unutulmaz isimlerinden,en renkli simalarından birisi olan Osman Bölükbaşı’na Allah’tan rahmet diliyorum.

Değerli arkadaşlarım, geçtiğimiz Pazar günü, ülkemiz maalesef yeni bir deprem afeti yaşadı. Afyon’un, başta 4 ilçesi olmak üzere, birçok yerleşme merkezini etkisi altına alan bir afet yaşadık. Bu afet vesilesiyle, arkadaşlarım hatırlayacaklardır, Marmara Depreminden sonra bu kürsüde, Grup kürsüsüne getirdiğim bazı eleştirilerin, ne kadar yerinde olduğu bir defa daha ortaya çıkmıştır. Tabiî, Afyon’da yaşadığımız deprem afetini Marmara afetiyle, boyutları itibariyle, karşılaştırmak mümkün değildir. Burada hem yerleşim merkezi olarak hem yaşayan nüfus olarak çok daha az sayıda etkilenme söz konusu olmuştur. Ama buna rağmen, birinci gözlemimiz, Marmara depremi sonrası yapılan eleştirilerden devletin ders çıkardığı yönündedir. Yani, deprem sonrası devlet hizmetleri açısından gözle görülür bir iyileşme söz konusudur. Özellikle İçişleri Bakanlığımız, Marmara depremi sırasında kendisine yöneltilen eleştiriler ışığında, aradan geçen zamanı iyi değerlendirmiştir. Dün Afyon’da gittiğim her yerleşme merkezinde, sadece ilçelerde değil, beldelerde dahi, sivil savunma birliklerinin hazır vaziyette olduğunu gördüm. Kurtarma ve ilk yardım çalışmalarında hiçbir aksaklık yaşanmamıştır. Bu, bizzat afetzedelerin de bana ifade ettikleri bir husustur. Enerji konusunda, haberleşme konusunda, ulaşım konusunda çok kısa zamanda ilgili kamu birimleri gerekli tedbirleri almışlardır, olağan şartları sağlamışlardır. Devlet çok daha çabuk afete müdahil olmuştur; ama, yine üzülerek ifade etmek durumundayım ki, Marmara depreminde yaşanan bazı sıkıntılar, burada da devam etmiştir. Nedir bunlar? Özellikle afetzedelerin kalacakları bir çadır temini, kış şartlarında ısınacakları bir katalitik sobanın kendilerine verilmesi ve bir sıcak yemek verilmesi. Maalesef bunları sağlamakta bugün hâlâ eksiklikler yaşanmıştır. Depremin üzerinden iki gün, üç gün geçtiği halde, depremzedeler hâlâ bunların kendilerine sağlanmamış olmasından yakınmaktadırlar.

Afyon Valisi, bana depremden sonra 20 bin çadır talep ettiğini söyledi; ama, dün itibariyle ancak 7 bin civarında talep karşılanabilmiştir, 7 bin civarında çadır Afyon’a intikal etmiştir. Bunu sağlamakla ilgili devletin ilgili kuruluşu Kızılay’dır. Maalesef Kızılay burada da iyi bir sınav verememiştir.

Afyon, Ankara'ya 2,5 saat mesafede olan bir yerdir karayoluyla. “TIR bulunamamıştır, trafik yoğundur” filan gibi mazeretlerin arkasına saklanmaya lüzum yoktur. Allah’a şükür ki, dediğim gibi, yaşanan afet çok büyük boyutlu bir afet değildir. Ama, demek ki daha büyük boyutlu bir afetle karşılaşsaydık, çok daha büyük problemler yaşayacaktık. Burada da, bu açıdan çok ciddî bir aksaklık göze çarpmaktadır.

Ben bu aksaklıkları dile getirince, bazı basın mensupları şaşırıyorlar, “hem Hükümette olacaksınız hem muhalefet gibi eleştiri yapacaksınız” diye. Değerli arkadaşlarım, bizim partimizin hizmet anlayışı bunu gerektirir. Biz, iktidarda olmayı, hükümette olmayı sadece millete hizmet etmenin bir aracı olarak gören bir partiyiz. (Alkışlar) Eğer bizim vatandaşlarımız deprem sonrası sıkıntı çekiyorlarsa, bazı ihtiyaçları karşılanamıyorsa, eğer dünyadaki en temel özgürlüklerden beri hâlâ mahrum bırakılmak isteniyorlarsa, bunu ilk dile getirmesi gereken parti, ister iktidarda olsun ister muhalefette olsun, Anavatan Partisi olmalıdır.

Deprem vesilesiyle bir hususu daha müşahede ettim. Maalesef, Türkiye'de yapı standardı konusu en temel konulardan birisi olmaya devam etmektedir. Afyon’un ilçelerinde, beldelerinde öyle evler gördüm ki, o evlerin yıkılması için deprem olmasına ihtiyaç yoktur. Yani, bir kamyon çarpsa o evin aynı şekilde depremde olduğu gibi yıkılması mukadderdir. Dolayısıyla bu konunun Türkiye'nin en önemli meselelerinden birisi olarak ele alınması lazımdır. Biliyorsunuz, Marmara depreminden sonra Türkiye'de zorunlu deprem sigortası uygulamasına geçilmiştir. Bu konuda bir kanun hükmünde kararname çıkarılmıştır. Buna göre, devlet, artık deprem sonrası belediye sınırları içerisinde depremzedelerin yararlanması için ev inşa etmeyecektir. Sadece kırsal kesimde bu yükümlülüğü devam etmektedir. Onun dışında, belediye sınırları içerisinde vatandaşlar zorunlu olarak konutlarını depreme karşı sigorta ettireceklerdir. Sigorta tavanını aşan zararlarda yine devlet devreye girebilecektir. Ama, esas itibariyle devletin bu konudaki yükümlülüğü artık sigorta sistemiyle ikam edilmiş olmaktadır. Bu uygulama çerçevesinde Afyon’da şimdi bazı haklı yakınmalar, bazı sorunlar söz konusudur. Buna mutlaka bir formül bulmak zorundayız. Nitekim, Maliye Bakanlığımız, dün sabah itibariyle Afyon’un depremden etkilenen 4 ilçesinde mücbir sebep ilan etmiştir. Mücbir sebep ilanı, oradaki bütün vergi mükelleflerinin her türlü vergi borçlarının, mücbir sebep ortadan kalkıncaya kadar dondurulması anlamına gelmektedir. Yani, vergi borçları dondurulmaktadır, vergi borçları ertelenmektedir. İleride tespit edilecek hasar durumuna göre, bu konuda özel bir düzenlemeye gidilebilecektir. Gidilmediği takdirde, yani özel bir düzenleme, Marmara Depreminden sonra olduğu gibi, özel bir yasa, vergi terkinini öngören bir yasa çıkmadığı takdirde, varlığının üçte birini kaybeden –zannediyorum- vatandaşlar otomatikman vergileri terkin edilecektir.

Şimdi, Maliye Bakanlığının getirdiği bu kolaylık çerçevesinde, Çalışma Bakanlığımızın... Yaşar Bey, zannediyorum sizin de hemen SSK ve Bağ-Kur için... Erteliyorsunuz; tamam. Çalışma Bakanlığı da Bağ-Kur ve SSK için aynı uygulamayı getirecektir. Ama, burada hâlâ, tekrar söylüyorum, bu Meclis, bu Hükümet, Türkiye'de yapı güvenliği meselesini en önemli meselelerinden birisi olarak gündeme almak durumundadır. Çay’da bir sanayi sitesi gördüm, yerle bir olmuştu. Savcılık soruşturma açmış, tabiî o soruşturma yürütülecek, sorumluları mutlaka yargı tarafından gerekilen şekilde cezalandırılacak. Ama değerli arkadaşlarım, özellikle kamu binalarının ve küçük sanayi siteleri gibi özelliği olan yapıların deprem standardına uygun yapılmamasını ve bunun denetlenmemiş olmasını Türkiye'nin çok büyük bir eksikliği olarak kabul etmemiz lazımdır. Geçen depremlerde, Erzincan depreminde, hatta kısmen Marmara depreminde kamu binalarının depreme karşı ne kadar korumasız olduğunu, ne kadar dirençsiz olduğunu gördük. Afyon’da da Çay’daki küçük sanayi sitesi tümüyle yerle bir olmuştu. Yanındaki ilkel binalar bile ayakta dururken, kamu tarafından ihale edilmiş olan, Sanayi Bakanlığı tarafından yaptırılmış olan küçük sanayi sitesinin yerle bir olmuş olması, hakikaten devlet olarak bu konuda daha fazla ertelenemeyecek büyük bir ihmalimizin söz konusu olduğunu, mevzuatımızın da bu tür ihmallere imkân sağladığını ortaya koyuyor. Bunu en kısa zamanda bir düzene bağlamak zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, bugün Mecliste uyum yasaları görüşülecek. Biliyorsunuz, Anayasa değişikliğinden sonra buna uygun uyum yasaları konusunda Hükümet tarafından hazırlanan tasarı, Meclise gönderilen ve Adalet Komisyonunda da kabul edilen tasarı, çok çeşitli çevreler tarafından eleştirilere maruz kalmıştır.

Geçen haftaki konuşmamda bu eleştirilere hak verdiğimi, bu eleştiriler çerçevesinde kanunun yeniden düzenlenmesi gerektiği görüşünde olduğumu ifade etmiştim. Buna karşı çeşitli tepkiler dile getirildi. Burada hemen altını çizerek ifade etmek istiyorum ki, Anavatan Partisi olarak bizim buradaki hedefimiz, kimseyle kavga etmek filan değildir, polemik filan değildir. Biz, tersine, bu konuda bir uzlaşmanın arayışı içerisindeyiz. Türkiye eğer Avrupa Birliği üyeliği hedefini gerçekleştirecekse, bu yasa değişikliklerini mutlaka yapmak zorundadır. Ulusal taahhüdümüz olan, devletçe taahhüdümüz olan ulusal programdaki taahhütlerimizi, kısa vadeli taahhütlerimizi yerine getirmek için gereken zaman da giderek daralmaktadır. İşte, şubat ayının ortasına geliyoruz, mart ayı sonuna kadar bu kısa vadeli hedeflerimizi gerçekleştirmemiz lazım. İnşallah Uyum Yasasını bugün Meclisten geçireceğiz. Arkasından, Yılmaz Beyin buraya getirdiği Basın Yasası var,Basın Yasasını çıkarmamız lazım. RTÜK Kanununda değişiklik yapmamız lazım. Velhasıl, daha Anayasada yapmamız gereken bazı değişiklikler var. Sayın Yalova’nın başkanlığındaki Uzlaşma Komisyonu onlar üzerinde nihai görüşmelerini yapıyor. Yargı güvencesi konusunda, yargı güvencesini genişleten, yargının bağımsızlığını güçlendiren, Cumhurbaşkanının yetkilerini yeniden düzenleyen bazı değişiklikleri yapmamız gerekiyor. Bütün bunların da uyum kanunlarını çıkarmamız lazım. Velhasıl, önümüze çok iyi değerlendirmemiz gereken 1,5 aylık bir Meclis çalışma dönemi var.

Burada, bizim bu uyum kanunlarıyla ilgili görüşlerimizin kamuoyunda çeşitli tepkilere maruz kaldığını görüyorum. Bir şeyin daha açıkça altını çizmek istiyorum. Benim çok sevdiğim bir söz var, Hazreti Ali’nin bir sözü var, diyor ki: “Haklı olduğun zaman kimseye boyun eğmeyeceksin, çünkü hem hakkından hem de şerefinden olursun” Bu, sanki Hazreti Ali’den mülhemmiş gibi, İkinci Dünya Savaşının en sıcak zamanında, yani savaş şartlarında, o zamanki Amerikan Başkanı Roosvelt’in söylediği bir söz var, diyor ki: “Eğer güvenlik için özgürlükleri feda ederseniz, sonunda ikisini de arar hale gelirsiniz”

Devlet, güvenliğinden vazgeçemez, devletin güvenliğini korumakla görevli kurumları vardır. Bu kurumların esas görevi de, devletin güvenliğini korumaktır. Ama, devletin güvenliği kadar önemli olan husus ise, ferdin özgürlüğüdür. Bunu belki başka partiler bizim kadar iyi anlamamış olabilirler; ama, biz, ferdî hürriyetleri her türlü gelişmenin, her türlü toplumsal gelişmenin motoru olarak gören bir partiyiz.(Alkışlar) Üç temel özgürlüğü Rahmetli Özal, Anavatan Partisinin en temel umdesi olarak savunurken, bazı entellere, bazı aydınlara sempatik gelsin diye savunmadı. Bunun, aynı zamanda Türkiye'de savunduğumuz yapısal değişimin en önemli şartı olduğunu bildiği için bunları öne sürdü.

Şimdi, aynı mesele Avrupa Birliği ilişkilerimizde önümüze çıktı. Kopenhag Kriterleri denilen hadisenin en önemlisi, düşünce ve ifade özgürlüdür. Düşünce ve ifade özgürlüğünde, biz Türkiye olarak, maalesef bir ayrımı yapmayı beceremedik. Devletimizle, Meclisimizle, yargımızla, mahkememizle bir ayrımı yapamadık: Düşüncenin kendisiyle, o düşüncenin yol açtığı eylem, o düşüncenin eyleme dönüşmesi arasındaki farkı ayıramadık.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye'de uygulanan kanunlarla, hatta bizim şimdi değiştirmek istediğimiz kanunlarla Avrupa'nın birçok ülkesindeki kanunları yan yana koyarsanız, bu açıdan baktığınız zaman aralarında çok da büyük farklar görmezsiniz. Ama uygulamada uçurumlar görürsünüz. Uygulamadaki farklar, kanunların lafzındaki farklardan çok çok daha büyüktür. Çünkü, orada içtihat müessesesi vardır, orada mahkemeler kanunları yorumlarken, günün şartlarını da dikkate alırlar. Yani, günün şartları, eğer devletin güvenliği için tehlike oluşturmuyorsa, ferdin hürriyetlerine gereksiz kısıtlamalara gitmezler. Türkiye'de, maalesef biz bu ayrımı yapamıyoruz.

Şimdi, bu yönde bir adım atmak istiyoruz, atmak istediğimiz adım, şu anda yapmak istediğimiz şey, Meclise gönderdiğimiz tasarıyı tamamen bir tarafa bırakıp, yeni bir uyum yasası filan çıkarmak değildir. Sadece şunu yapmak istiyoruz: Bu kanunlarda müphemliğe, muğlaklığa, belirsizliğe yol açan ifadeleri kaldırmak istiyoruz, suçu tarif etmek istiyoruz, bilirkişi saltanatını yıkmak istiyoruz. Yani, mahkemelerin bu konudaki takdir yetkisini daraltmak istiyoruz. Bir insan özgürlüklerini kullanırken, neyin suç olup olmadığını önceden bilsin istiyoruz. Bunu yapma yolunda da önemli mesafe aldık. Biz bunu tercihen, Hükümet uyumu içerisinde gerçekleştirmek istiyoruz. Ama, hemen arkasından şunu da söylemek zorundayız ki, bu mesele bizim için Türkiye'nin en önemli meselelerinden birisidir. Dolayısıyla bu meselede, umuyorum ki, ortaklarımız ve Parlamentodaki bütün partiler, sonunda sağduyu noktasında buluşacaklardır ve bunu da yapmak için fazla zamanımız yoktur. İnşallah bu meseleyi bugün Genel Kurulda halledeceğiz ve Türkiye'yi, Avrupa Birliği üyeliği yolundaki en önemli hendeklerden birinden atlatmış olacağız.

Değerli arkadaşlarım, bir konu daha bu ekonomik gelişmelerle ilgili söylemek istiyorum. Yine hatırlayacağınız gibi, bu kürsüde daha önce yaptığım konuşmalarda ekonomideki bazı iyileşme işaretlerinin bizi rehavete sürüklememesi gerektiğini söylemiştim. Maalesef, bazı gelişmeler, benim bu uyarımın doğru olduğunu ortaya koydu. Ocak ayı enflasyonu bizim beklediğimizden daha yüksek çıktı. Yani, Türk ekonomisi henüz daha sırat köprüsünü geçmiş değildir. Cesaret verici bazı işaretler vardır, bazı iyi gelişmeler söz konusudur; ama, henüz daha sırat köprüsünü geçebilmiş değiliz.

Ve bir şeyi unutmamamız lazım ki, sağlanan iyi gelişmeler, geniş ölçüde IMF’nin bize sağladığı kaynakların sonucudur. Yani, yaratılan iyi psikoloji, geniş ölçüde IMF’nin bize verdiği kredinin sonucudur. IMF bütün dünyaya verdiği 100 milyar dolarlık kredi portföyünün neredeyse üçte 1’ini, 31,5 milyar dolarını sadece Türkiye'ye vermektedir. Yani, IMF’nin bütün dünyadaki 175 ülke için kullandıracağı kaynağın üçte 1’ini tek başımıza kullanıyoruz. Bu, Türkiye için büyük bir risktir. Hükümet, bu kadar büyük bir kaynağı, tekrar söylüyorum, bu hibe filan değildir, bu kredidir, faiziyle beraber geri ödenecek olan bir paradır. Sadece, daha uygun şartlı bir kredidir, daha soft, yumuşak kredi dedikleri, daha uzun vadeli olan, faizi daha düşük olan, ama netice itibariyle faiziyle birlikte geri ödenecek olan bir kredidir. Türkiye bu kadar büyük bir kaynağı tek başına kullanmakla çok büyük bir risk almıştır. Ama IMF de kaynağının üçte 1’ini bir tek ülkeye, Türkiye'ye kullandırmakla aynı ölçüde büyük risk almıştır. Dolayısıyla Türkiye ile IMF şu anda çok büyük bir ortak risk üstlenmişlerdir. Ama, bu programın başarıya ulaşması, bizim için olduğu kadar onlar için de bir zorunluluktur.

Burada hiçbirimizin unutmamamız gereken husus şudur: İstikrarın kalıcı olabilmesi için mutlaka ve mutlaka yapısal reformları tamamlamamız lazım. Yapısal reformları tamamlamadığımız takdirde, işte Özelleştirme Yasasıyla, Tütün Yasasıyla, diğer yasalarla ilgili düzenlemeleri yapmadığımız takdirde, bu kaynak bittiği zaman Türkiye yeniden krize düşer. Türkiye bir daha krize düşerse, dünyada hiçbir güç, ne 11 Eylül olayı ne başka bir olay, o zaman Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu kaynakları Türkiye'ye hasredemez. Onun için, bu, mutlaka değerlendirmemiz gereken, mutlaka heba etmememiz gereken bir fırsattır. 2002 yılının son derece önemli olduğunu, 2002 yılında hem Meclis çalışmaları bakımından hem Hükümet çalışmaları bakımından çok ciddî adımlar atmamız gerektiğini baştan beri vurgulamamın sebebi budur. Türkiye, hem kendi insanının mutluluğu için hem uluslararası taahhütleri için hem gelecek nesillere karşı olan sorumluluğu bakımından bu uyguladığı ekonomik programı başarıya ulaştırmak zorundadır.

Bunun, bütün arkadaşlarıma, biraz önce kapalı oturumda Tütün Yasası ile ilgili soru soran arkadaşlarım dahil, bütün arkadaşlarıma ne kadar büyük sıkıntılar getirdiğini, ne kadar büyük şikayetleri göğüslemek zorunda kaldıklarını biliyorum; ama, sizden de bilmenizi istiyorum ki, başka yolumuz yoktur. Biz, evvela Türk ekonomisini sağlığa kavuşturmak zorundayız, ondan sonra bundan mağdur olacak olan çeşitli çevreleri rahatlatacak, ikame edecek yolları aramak zorundayız. Eğer tütün ekemiyorsa ona başka ürünler, alternatif ürünler geliştirmek zorundayız; ama, netice itibariyle Türkiye mutlaka bu sene bu ekonomik programla üstlendiği taahhütleri yerine getirmek zorundadır. IMF ile yaptığımız ek stand-by anlaşması, yani IMF’ye verdiğimiz ek niyet mektubu bizim açımızdan mutlaka bu sene içerisinde yerine getirilmesi gereken taahhütleri içermektedir. Hükümet bu sorumluluğunun bilincindedir. Meclisimiz de bugüne kadar bu konuda fevkalade sağduyulu bir destek vermiştir. Zaman yaşadığımız bazı arızî tartışmaların, kısır çekişmelerin Türkiye'nin bu rotasını değiştirmeyeceğine inanıyorum. Türkiye'nin geleceğinin çok aydınlık olacağına inanıyorum.

Şu anda yaşadığımız aylık enflasyonun yüksek çıkmasından kaynaklanan veya döviz kurlarının ihracatı da baltalayacak şekilde çok düşmüş olmasından kaynaklanan sorunların, mart ayından itibaren aşılacağına inanıyorum. Mart ayından itibaren hem aylık enflasyon oranı düşeceği için hem de geçen yılki enflasyon oranları yıllık endeksten çıkacağı için, yıllık enflasyon oranları süratle düşecektir. Enflasyonun düşmesiyle birlikte, reel sektörü destekleyici çabaların da sonucu olarak, ekonomide belli bir canlanmanın yaşanacağını umuyorum. Ama, tekrar söylüyorum ki, hiçbir iyi gelişme bizi gevşemeye, rehavete sürüklememelidir. Sene sonuna kadar çok disiplinli götürmemiz gereken bir dönem var önümüzde. Eğer bunu sağlayabilirsek, mart ayından itibaren başlayacak olan iyileşme, 2003’ten itibaren kalıcı bir nitelik kazanacaktır. O zaman diğer meselelerimizi de çok daha akılcı bir ortamda tartışma imkânımız doğacaktır.

Ben, arkadaşlarıma, bugün özellikle Genel Kurul çalışmalarına ve bundan sonraki, önümüzdeki dönemdeki bu önemli yasalarla ilgili çalışmalara mutlaka katılmalarını rica ediyorum. Bütün misafirlerimize, arkadaşlarımıza saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

 

Teknik Büro Web Team 2002