ANAP GENEL
BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN ANAP GRUP KONUŞMASI
"Kimse Ordu'nun
arkasına saklanmasın"
(6
Mart 2002)
-
1999 yılı Aralık ayından bugüne kadar da, ne Katılım
Ortaklığı Belgesi'nde, ne Ulusal Program'da, ne de müktesebat uyumu
konusunda, Türkiye hiçbir zaman mutlak teslimiyetçi, onurundan taviz
veren bir yaklaşım içinde olmamıştır.
-
Son günlerdeki konular, yani Kopenhag Kriterleri
çerçevesindeki gelişmeler niye bu dönemde gündeme gelmiştir, bunu
bir defa daha açıklamak istiyorum. Bunlar öyle kendiliğinden veya
ANAP böyle istiyor diye gündeme gelmemiştir. Siyasete malzeme olsun,
filan oylar keseye doldurulsun diye de getirilmemiştir.
-
Aksine partimizi oy bakımından sıkıntıya sokan bu
konular, devletimizin ve hükümetimizin gündemindeki konulardır.
Hepsi de milli politikalarla ilgili konulardır. Hepsi de Avrupa
Birliği'ne uyum çalışmalarıyla ve bu konudaki takvimle ilgilidir.
-
Devlet ve hükümet platformlarında her kademede ele
alınmakta ve tartışılmakta olan bu konularla ilgili parti olarak
bizim ilgimizin somut bir nedeni de vardır.
-
Biz hükümet içerisinde ülkemizi Avrupa Birliği'ne
hazırlayacak uyum çalışmalarının sorumluluğunu üstlenen bir
partiyiz.
-
Bu görevimiz nedeniyle elbetteki bu konuları biz
gündeme getireceğiz. Çalışmaları biz başlatacağız ve haliyle
gündemin de ortasında olacağız. Tabiidir ki yükünü de çekeceğiz.
Değerli
arkadaşlarım,
Hepinizi
sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Zor günlerden geçiyoruz.
Büyük bir
sınavla karşı karşıyayız.
Ülke olarak da, meclis olarak da, hükümet olarak da,
parti grubu olarak da zor bir sınavdayız…
Bu zor
sınava bilerek, isteyerek kendi irademizle girdik.
Çünkü Türkiye’nin ve Türk milletinin kaderini
değiştirmek istiyoruz.
Milletimizi daim, devletimizi payidar kılmak istiyoruz.
İnsanımızı zengin ve mutlu, ülkemizi huzurlu hale
getirmek istiyoruz.
40 yıldır,
ilk defa yakaladığımız fırsatı değerlendirmek istiyoruz.
Avrupa Birliği'ne girme mücadelesi veriyoruz.
Değerli
arkadaşlarım,
Kimse kendini kandırmasın bu mücadele kolay diye… Bu
mücadele çok zorlu bir mücadeledir. Ağır bir mücadeledir.
Hatta
diyebilirim ki, istiklal savaşından sonra devletimizin ve milletimizin
giriştiği en büyük ve en ağır mücadele budur. İstiklal savaşını dört
yılda verdik. Cumhuriyetimizi bile 15 yılda tahkim ettik. Oysa bu
mücadele bunlardan kat be kat uzundur. İlk başvurumuzun üzerinden
neredeyse kırk yıl geçmiş…. Daha da önümüzde uzun bir süreç var.
İçinde
bulunduğumuz uyum sürecini uzun bir maratona benzetmek mümkün. Ancak
daha maraton koşusunun ilk etabında yorgunluklar, sızlanmalar, yarışı
bırakma ve kopma belirtileri başladı. Neredeyse döküleceklerin sayısı
çoğalmaya başladı. Bu şekilde dökülmeye ve yarıştan kopmaya hiçbir
kimsenin ve hiçbir partinin hakkı yok.
Çünkü bu
yarıştan kopan her kişi, kurum ve parti Türkiye’nin bu yarışta güç
kaybına uğramasına sebep olacaktır. Hele hele Anavatan Partisi'ndeki
hiç bir arkadaşımızın böyle bir şeye en küçük bir hakkı yoktur.
Eğer biz
bunu yaparsak, ayak sürüyenlere, gizli direnenlere, açık
engelleyicilere karşı söyleyecek bir sözümüz kalmaz.
Değerli
arkadaşlarım,
Avrupa
Birliği'ne uyum çalışmaları ve üyelik süreciyle ilgili bu grupta
defalarca sizleri bilgilendirdim. Bundan sonra her aşama da
bilgilendireceğim. Ancak bu konu diğer konular gibi genel
anlatımlarla geçiştirilecek bir konu değildir. Her bir arkadaşımızdan
istirhamım, bu süreci baştan sona iyi takip etmesidir.
Süreçle
ilgili takvim ortadadır. Bu takvimin hangi diliminde hangi konuların
önümüze geleceği ortadadır. Lütfen zahmet edip, Katılım Ortaklığı
Belgesi ile Ulusal Program'ımızı ayrıntılarıyla okuyun.
Türkiye’nin yerine getirmesi gereken yükümlülüklerinin neler olduğuna
tekrar tekrar bakın. Bunlarla ilgili taahhüt edilen tarihleri de bir
kenara not edin. Herşey, hiçbir açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak bir
şekilde açıkça bu belgelerde yazılıdır.
Bu
konularla ilgili hazırlıklarınızı da eksiksiz tamamlayın.
Yine de
işin sigortası olarak Grup Yönetimindeki ve Başkanlık Divanındaki
arkadaşlarımız bu çalışmalarla ilgili olarak zamanlama ve güncel
detay konusunda grubumuzu ve teşkilatımızı zamanında
bilgilendirsinler.
Bu
belgeleri okuyan arkadaşlarımız görecektir ki, her şey bu takvim
çerçevesinde cereyan etmektedir. Herkes de artık kendini buna göre
hazırlamalıdır.
Değerli
arkadaşlarım,
Son günlerdeki konular, yani Kopenhag Kriterleri
çerçevesindeki gelişmeler niye bu dönemde gündeme gelmiştir, bunu bir
defa daha açıklamak istiyorum. Bunlar öyle kendiliğinden veya ANAP
böyle istiyor diye gündeme gelmemiştir. Siyasete malzeme olsun, filan
oylar keseye doldurulsun diye de getirilmemiştir.
Aksine partimizi oy bakımından sıkıntıya sokan bu
konular, devletimizin ve hükümetimizin gündemindeki konulardır. Hepsi
de milli politikalarla ilgili konulardır. Hepsi de Avrupa Birliği'ne
uyum çalışmalarıyla ve bu konudaki takvimle ilgilidir.
Devlet ve hükümet platformlarında her kademede ele
alınmakta ve tartışılmakta olan bu konularla ilgili parti olarak bizim
ilgimizin somut bir nedeni de vardır.
Biz hükümet içerisinde ülkemizi Avrupa Birliği'ne
hazırlayacak uyum çalışmalarının sorumluluğunu üstlenen bir partiyiz.
Bu görevimiz nedeniyle elbetteki bu konuları biz
gündeme getireceğiz. Çalışmaları biz başlatacağız ve haliyle gündemin
de ortasında olacağız. Tabiidir ki yükünü de çekeceğiz.
Değerli
arkadaşlarım,
Bahsettiğim uyum süreci maratonunda Kopenhag Kriterlerinin yerine
getirilmesi ilk etaptır. Bu kriterlerle ilgili çalışmalar nedeniyle
Güneydoğu'daki vatandaşlarımızla ilgili konular başta olmak üzere
sıkıntılı konular önümüze gelecektir.
Nitekim
gelmiştir de.
Türkiye’nin bu alanda yapması gerekenlerden bazıları Güneydoğulu
vatandaşlarımızı özellikle ilgilendirdiği için yapılan çalışmaların
farklı değerlendirilmesi söz konusu olabilecektir.
Kafalarda çeşitli sorular oluşacaktır… oluşmayanlar ise
bu konuyu engellemek isteyenlerce oluşturulacaktır. Konuyu "Kürt
hakları" konusu olarak görenler veya göstermeye çalışanlar çıkacaktır.
İstismarlar yapılacaktır. Provokasyonlar yapılacaktır.
Bu konuda
hassas olan kesimlerin hassasiyetleriyle oynanacaktır. Ancak aslolan
devlet ciddiyeti ve adabı içerisinde oyuna gelmemektir.
Bu noktada
ilk ve en büyük görev bize düşüyor. Anavatan Partisi'ndeki her
sorumluluk sahibine bu dönemde attığı her adıma, yaptığı her konuşmaya
özen göstermek düşer.
Kuşkuları
davet edecek türden konuşmaların, anında cevabı verilmeyen aslı
olmayan yakıştırmaların ne Anavatana, ne Avrupa Birliği mücadelesine
ne de Türkiye’ye hiçbir katkısı olmadığı gibi zararı dokunacaktır.
Hele
Türkiye’nin kırk yıllık Avrupa Birliği mücadelesinin iç siyasete üç
günlük malzeme yapılarak yıpratılması, hiç kimseye bir yarar
sağlamadığı gibi büyük milli kayıplara yol açabilecektir.
Bu nedenle
Kopenhag Kriterlerini yerine getirmeyle ilgili süreçte hassas
konularda hiç kimsenin izinsiz ve rasgele bir biçimde konuşmasını
istemiyorum. Yine hiç bir asılsız iddia ve yakıştırma da karşılıksız
bırakılmamalıdır.
Ancak aynı
hassasiyeti başta hükümet ortaklarımız ve devlet kurumlarımız olmak
üzere herkesten de beklemek durumundayız. Beklediğimiz olup bitenlere
devlet ciddiyeti içerisinde yaklaşılmasından başka bir şey değildir.
Değerli
arkadaşlarım,
Türkiye
Avrupa Birliği genişleme sürecine bu hükümet döneminde dahil olmuştur.
Katılım ortaklığı belgesinin kabulü, uyum çalışmaları için genel
sekreterlik kurulması, ulusal programın hazırlığı ve kabulü, mali
yardımlarla ilgili prosedürün tamamlanması, uyum yönünde çok sayıda
yasa ve anayasa değişikliğinin gerçekleştirilmesi bu hükümetle ve bu
meclisle gerçekleştirilmiştir.
Kopenhag
Kriterleri'ne uyumu da bu Hükümetle ve bu Meclisle sağlayacaktır.
Buna
mutlak surette inanıyorum.
Bunu
zedeleyecek davranışlardan her bir arkadaşımız uzak durmalıdır.
Tabiidir ki görüş farklılıkları olacak, tabiidir ki bir takım
çekişmeler yaşanacak. Ancak bunların hepsi kabuktur. Bu kabuğu soyarak
gelişmelere baktığınızda hükümet ve ülke olarak ilerlediğimizi
görürsünüz.
Daha da
ilerlememiz için hiçbir neden yoktur. Ancak altını çizerek söylüyorum.
Kopenhag siyasi kriterleriyle ilgili etabı
tamamladığımızda ülkemiz de, hükümetimiz de, hükümet ortağı
partilerimiz de rahatlayacaktır. Müzakere sürecine geçmemizle birlikte
bu tartışmaların hiç bir önemi kalmayacaktır.
Çünkü
hükümet ve meclis olarak maratonda yeni ve farklı bir etabı çok daha
rahat bir ortamda koşmaya başlayacağız. Kuşkusuz o etabın da başka
sıkıntıları olacaktır. Ancak uyum çalışmalarımız işte o zaman
bölücülük sorunu gölgesinden çıkmış olacaktır.
Çünkü bu
konular artık Avrupa Birliğiyle uyum çalışmalarıyla ilgili olmaktan
çıkacak, ilgili çevrelerin basit seviyedeki iç siyasi tartışması
haline dönüşecektir. Bu nedenle hükümet ortaklarımızla gerilim
yaratacak davranışlardan kaçınmanızı istiyorum.
Hatta ve
hatta bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Şu aşamada bu
hükümetin bozulmasının en büyük zarar vereceği konu Avrupa Birliğine
uyum sürecidir. Bu nedenle bütün sıkıntılarına rağmen mevcut hükümetle
bu süreci geçmek temel politikamız olmalıdır.
Değerli
arkadaşlarım,
Bir
hususta çok hassas olmanızı istiyorum.
Avrupa
Birliği yolunda attığımız adımların bir takım örgüt ya da grupların
talepleriyle paralel olması görüntüsüyle bulandırılmasına ve bunun
istismar edilmesine asla izin vermeyin.
Bizim
amacımız devletimizi tahkim etmek ve güçlendirmektir. Bütün
adımlarımız bu yoldadır.
Bin
adımdan ilk üç adımının birileriyle benzerlik arzetmesi kimseyi
ürkütmemelidir. Diğer 997 adımı bekleyin.
Bu noktada
milletimizi Avrupa Birliğinden ürkütmek isteyenlere hiçbir malzeme
vermeyelim.
Milletimize de bütün kesimleri itibarıyla Avrupa Birliğinin ne
getireceğini anlatalım.
Bu hususta
muhafazakar kesimlerle diyaloğun önemine işaret etmek istiyorum.
Bugün
muhafazakar kesimin haklar ve özgürlükler konusunda sıkıntı çektiği
her alanda Avrupa Birliği üyeliğinin getireceklerini anlatalım.
Tek bir
örnek yeter sanırım. Avrupa Birliğine girmiş bir Türkiye’de
İstanbul’da imam-hatip liseleri önünde cereyan kılık kıyafetle ilgili
olumsuz tablolar yaşanmayacaktır.
Değerli
arkadaşlarım,
Dün
hükümeti oluşturan partilerin liderleri olarak bir araya geldik ve
Avrupa Birliğine uyum sürecinde yapmamız gerekenleri masaya yatırdık.
Hemen
söyleyeyim... Hükümeti oluşturan partiler arasında ulusal programdaki
hedefler ve bu hedeflerle ilgili takvim konusunda mutabık kaldık.
Kimi
konularda bazı görüş farklılıkları olmakla birlikte, ana çerçevede
hiçbir yaklaşım farklılığı bulunmadığını birlikte gördük.
Değerli
arkadaşlarım,
Avrupa'yla ilişkilerde teslimiyet yerine hakkımızı
alana kadar restleşme metodunu kullanan bir parti olmanın gururuna
yalnız Anavatan Partisi sahiptir.
Başbakan olarak 1997 yılında gerektiği noktada
Avrupa'ya rest çekmekte en küçük bir tereddütüm olmamıştır. Bu resttir
ki Türkiye’ye Helsinki de Avrupa kapılarının açılmasını sağlamıştır.
Biz bu
özgüvene ve anlayışa sahip olmayı, bu konuda reklam yapmaya tercih
ettik. Yeri gelince de bu resti çekmekten çekinmeyecek olan varsa o da
yine Anavatan Partisi'dir.
Ama rest
çekme, haklı olduğunuz zaman ve herşeyi göze almayı gerektiren bir
sıkıştırılmışlık ortamında yapılırsa iyi bir mücadele aracıdır.
Hem haksız
hem de güçsüz olarak restleşmek abesle iştigaldir. Türkiye Avrupa'ya
restini ne zaman ve hangi şartlarda çeker onu söyleyeyim.
Eğer
Türkiye Kopenhag kriterlerini yerine getirmesine rağmen Avrupa Birliği
müzakere sürecini başlatmazsa o zaman Türkiye’nin rest çekmesinin
gereği ve anlamı vardır.
Böyle bir
durumda rest çekmeyi devletimizin önüne getirecek olan da anavatan
partisinden başkası olmayacaktır. Böyle haklı bir resti kaale almayan
Avrupa'nın da katlanacağı bedel Türkiye’nin ödeyeceğinden hiçbir
şekilde az olmayacaktır.
Değerli
arkadaşlarım,
Helsinki
öncesi Avrupa ülkelerinin üzerinde başka baskıların yanı sıra bir de
manevi baskı oluşmuştur. Oluşturan da Türkiye’dir.
1997
yılında Avrupa'yla ilişkilerimizi askıya alırken, Türkiye’ye karşı
çifte standartı ve ayrımcı muameleyi kabul edemeyeceğimizi çok kesin
bir biçimde Avrupa ülkelerine bildirdik. Dedik ki, aday ülkeler
arasında Türkiye’ye karşı ayrımcı muamele yapan bir Avrupa kendi
değerlerini inkar eden bir Avrupa'dır. İşte restimizi de bu noktada
çektik.
Bu
eleştirimiz Avrupa da pek çok çevrede kabul görmüştür.
Bu
nedenledir ki, Helsinki zirvesinde Türkiye’nin genişleme sürecine
dahil edilmesi hiç bir şarta bağlı olmadan ve ayrımcı muameleye tabi
tutulmadan gerçekleşmiştir.
Bize denmiştir ki, Türkiye’den de yalnız ve yalnız
diğer aday ülkelerden istenen şeyleri yerine getirmesini istiyoruz.
Eğer
bunları yerine getirirseniz müzakerelere başlamaya hazırız.
Türkiye de buna evet demiştir.
Şimdi
neredeyse bütün aday ülkeler bu şartları yerine getirmiştir.
Yerine
getirmekte eksikleri olan bir Türkiye kalmıştır.
Bulgaristan ve Romanya bile bu şartları yerine getirmiştir.
İmparatorluk mirasına sahip ve Kopenhag kriterlerinin çok daha
fazlasını asırlar boyu insanlarına sunmuş olan Türkiye’nin bu
kriterleri yerine getirmemesinin bir anlamı yoktur.
Eğer
Bulgaristan kadar özgüvene sahip bir ülke değilsek, kendimizden
utanmamız gerekir.
Bu
kriterler geleceğe doğru yara açacak, iç istikrarı bozacak endişesini
taşıyanlar bunda da samimi olanlar olabilir.
Yapmamız
gereken hemen bu görüş sahiplerini Avrupa karşıtlığıyla suçlamamaktır.
Samimi
endişesi bulunanların da yapması gereken şey, kriterlere karşı çıkmak
değil, kriterlerin yürürlükte olduğu bir Türkiye’de iç istikrarı nasıl
koruyacağımızla ilgili çalışmalar yapmaktır.
Zihinleri
bu noktada yormaktır. Dikkatleri bu noktaya teksif etmektir.
Benim bir
iddiam var…
Türkiye her hal ve şartta milli bütünlüğünü ve
rejiminin laik niteliğini koruma gücüne ve bilincine sahip bir
ülkedir.
Cumhuriyet
tarihimiz boyunca her döneme uygun araçlar geliştirerek bunu sağlamayı
başarmışızdır. Bu konuda devletimiz ve milletimiz içgüdüsel bir
beceriye ve gerekli reflekse sahiptir. Eğer bunu başaramasaydık zor
şartlar altında 80 yıldır zaten ayakta kalmamız da mümkün olmazdı.
Türkiye
gelişen dünya şartlarında duruma uygun yeni araçlar ve metotlar
geliştirerek milli bütünlüğünü ve laik rejimini koruyacaktır.
Artık
herkesin anlaması gerekir…
Dönemin
şartlarıyla bağdaşmayan araç ve metotlarla milli birliğimizi ve
rejimimizi korumaya kalkarsak, çok ağır bedeller öderiz.
Sonra da
hepimiz Mustafa Muğlalı’nın şaşkınlığını yaşarız.
Demokrasi
ve hukuk kavramlarının ön plana geçtiği bir Türkiye’de bu yeni ortama
uygun araçlar geliştirmek yerine eski alışkanlığı devam ettirmenin
1950’lerdeki sıkıntısıdır bu.
Devletini
ve milletini seven hiç kimsenin bu sıkıntıyı 21. Yüzyılda yaşamaya ve
yaşatmaya hakkı yoktur.
Şimdi soruyorum… Türkiye Avrupa Birliği'ne girince
milli bütünlüğünü ve rejimini korumak gibi bir sorunu olmayacak mıdır?
Elbette olacaktır…
Ancak bunun araçları artık yeni ve gelişmiş ince
araçlar olacaktır.
Ne ihtilal, ne sıkıyönetim, ne olağanüstü hal, ne de
terör ve irticayla mücadele dönemlerinde şimdiye kadar kullanılan
araçların kahir ekseriyeti modası geçmiş silahlara dönecektir.
Bu
araçları kullanmanın bedeli ağır olacaktır. Deyim yerindeyse astarı
yüzünden pahalı hale getirecektir.
Eğer bu
konularda hassas isek gelin bu metodları tartışalım. Gerekli
hazırlıklarımızı şimdiden yapalım. Bize göre bu konularda duyarlı
partilerin ve kurumların çalışması gereken konu budur.
Yani
Avrupa Birliğine girince iç istikrarımız ve ülkemizin üzerinde
oturduğu dengeler bozulur, diye Avrupa Birliği kriterlerine karşı
çıkmak yerine, Avrupa Birliği şartlarında milli birliğimizi ve
rejimimizi nasıl koruyacağımızın çalışması.
Değerli
arkadaşlarım,
Bir kenara
yazın…. Türkiye taraf olduğu uluslar arası sözleşmeler gereği,
Kopenhag kriterlerini eninde sonunda yerine getirecektir.
Avrupa
Birliği'ne uyum çalışmaları olsa da olmasa da bu kriterleri yerine
getirecektir. Çünkü bu bizim hem insanımıza karşı sorumluluğumuz hem
de bizim ülke olarak uluslararası yükümlülüğümüzdür.
Avrupa
Birliğine girsek de girmesek de bu böyledir.
Bu
kaçınılmaz bir gerçek iken, Avrupa Birliği müzakere sürecini
başlatmamız için bu kriterleri yerine getirmemizi geciktirmek doğru
değildir..
Yarın
karşılığında hiçbir şey almadan, bu kriterleri yerine getirmektense
şimdi Avrupa Birliği projesi çerçevesinde yerine getirmek akıllı bir
devletin tercih etmesi gereken yoldur.
Değerli
arkadaşlarım,
Türkiye
siyasi kriterleri yerine getirerek Avrupa'nın kapısını çalma ve onu
sıkıştırma imkanı elde edecektir.
İşte diğer
aday ülkeler gibi şartları yerine getirdik, haydi buyurun müzakere
sürecine başlayalım ve bununla ilgili takvimi önümüze koyun…
Türkiye’nin şu anki politikası budur ve milli çıkarları bunu
gerektirmektedir.
Eğer bu
kriterleri yerine getirmezsek Avrupa'dan müzakereler için takvim
isteme şansımız hiçbir şekilde yok.
O durumda
bize söylenecek olan, önce bu kriterleri yerine getir, sonra gel
olacaktır. Böyle bir durum ise Türkiye için en kötü senaryolardan
biridir. Çünkü, aday ülkelerden 10’u zaten müzakere sürecindedir ve
takvimleri işlemektedir. Bu kriterleri yerine getiren Bulgaristan ve
Romanya da müzakere sürecine dahil olacak, kendilerine takvim
verilecektir.
Bu
kriterleri sonra yerine getirsek bile genişleme konusunu bir daha ele
almayacağını çok önceden ilan eden Avrupa'yı tekrar bu konuları
görüşmeye zorlamamız son derece zordur. Deyim yerideyse kaçırdığımız
treni durdurup bizi almaya zorlamak gibi abes bir işle meşgul
olmaktır.
Değerli
arkadaşlarım,
Avrupa
ülkelerinin, Türkiye’yi Avrupa Birliğine almak konusunda ülkemize
karşı 40 yıldır yürüttükleri tek bir politika vardır.
Türkiye’yi Avrupa'nın dışında tutmamak ve fakat içeri
de almamak….
Dönemler, araçlar, konular değişse de bu politika
değişmemiştir.
40 yıl
içinde birliğin adından fonksiyonlarına her şeyi değişmiş, soğuk
savaştan demirperdenin yıkılmasına kadar değişimler Avrupa'yı sarsmış,
ancak bu politikada bir değişiklik olmamıştır.
40 yıldır
da Türkiye, Avrupa kapısını zorlamakta, roma anlaşmasıyla kendisine
tanınan tam üyelik hakkını istemektedir. Bu konuda Avrupa ülkelerinin
müktesep hakkını teslim etmelerini ısrarla talep etmektedir.
40 yıldır
Avrupa ülkeleri Türkiye’nin birliğe girmeye hazır olmadığını ve bu
girişin zamansız olacağını ileri sürerek Türkiye’nin üyeliğini mümkün
olduğu kadar ileri bir tarihe atmaya çalışmışlardır.
Bu fikir
başlangıçta bazı bakımlardan doğruydu. Türkiye’nin eksiklikleri
gerçekten çok fazlaydı.
Türkiye’nin birliğe girmesine engel olarak gösterilen hususların o
devirler itibarıyla bir anlamı vardı.
Hele
1973’e kadar İngiltere, Danimarka ve İrlanda’nın bile kabul edilmediği
birliğe Türkiye’nin kabul edilmesi gerçekten erkendi.
Ancak
1981’de Yunanistan’ın kabul edilmesinden sonraki her tarih Türkiye
açısından geç bir tarihtir.
Daha önce
bakmayanlara, fırsat bulup da okuyamayanlara tavsiye ediyorum.
Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyelik serüveninin tarihçesine bir
baksınlar.
Görecekleri tek şey şudur. Türkiye 1980 öncesinde kaçırdığı fırsatı
çok kolay yakalamamış, Helsinki’de Avrupa Birliğinin genişleme
sürecine çok büyük mücadelelerden sonra dahil olabilmiştir.
1980
yılından itibaren Türkiye’nin üyelik mücadelesinin her bir aşaması son
derece zor ve aşırı gecikmeli olarak gerçekleşmiştir.
Türkiye içeriden ve dışarıdan sürekli engellenmiştir.
Ancak son tahlilde görüyoruz ki bu engellemenin asıl sahibi Avrupa
içerisindeki güçlerdir. İçeriden de maalesef bilmeyerek buna alet
olanlar eksik olmamıştır.
Değerli
arkadaşlarım,
Bugün
Türkiye’de bir kanaat yerleştirilmeye çalışılıyor: “Türkiye ne yaparsa
yapsın Avrupa'ya yaranamaz ve Türkiye ağzıyla kuş tutsa yine de AB’ne
alınmaz.”
Bu
herhangi bir temelden yoksun ve Avrupa'ya karşı olan önyargılar
üzerine oturtulmuş aldatıcı bir önermedir.
Şunu
kesinlikle söylemek mümkündür: “diğer aday ülkelerle aynı şartları
yerine getirmiş bir Türkiye’nin üyeliğini reddetmeye hiçbir Avrupa
ülkesinin gücü yetmez. Böyle bir çifte standartın altından AB
kalkamaz.”
Ancak
benim asıl endişem Avrupa Birliği’ndeki kim güç odaklarının
Türkiye’nin üyeliğini mümkün olduğu kadar ileri bir tarihe erteleme
gayretleridir. Bu odaklar neredeyse kırk yıldır Türkiye’nin AB
üyeliğini her aşamada olabildiği kadar engelleyerek ileri bir tarihe
atmayı geleneksel bir politika haline getirmişlerdir.
Yıllarca
tam üyelik başvurumuz dış kaynaklı olarak engellenmiştir. Şimdi aynı
kaderi sürecin her kademesinde sürekli tekrarlayarak bir defa daha
yaşamak aklı başında olan, geçmişten ders alan bir ulus için züldür.
Avrupa'daki bir takım çevrelerin politikası üyeliği önce mümkün olan
en ileri tarihe ertelemek, eğer fırsat bulursa da bu üyeliği
engellemek şeklinde özetlenebilir.
Bunda da
başarılı bir biçimde Türkiye’nin iç dinamiklerini ve zaman zaman
ülkemizin içine düştüğü zaafları kullanmışlardır.
Asıl büyük
endişem de bunun bugün tekrarlanmasıdır. Eğer biz sağlam durursak
Avrupa'daki bu güç odaklarının oyununu bozabiliriz.
Helsinki
zirvesinde Türkiye’nin de genişleme sürecine dahil edilmesi
Türkiye’den daha çok Avrupa'da tartışılmıştır. Çünkü bu karar
Avrupa'da pek çok kesimde hazımsızlık yaratmıştır.
Bu
gruplardan bir kısmı “ya Türkiye hemen gerekli kriterleri yerine
getirir de, müzakereleri başlatmak isterse diye açık bir biçimde
endişelerini dışa vurmuşlardır.”
Bir kısmı
ise Türkiye’nin üyeliğinin 30-40 yıl engellenmesi gerektiğini ifade
etmişlerdir. Çok tanınmış bir Fransız devlet adamına aittir bu söz.
Bir kısmı
ise nasıl olsa Türkler siyasi kriterleri yerine getiremez telaşa gerek
yok diye onları teskin etmişlerdir. Bütün bunları görmezden gelerek AB
konusunda iç bünyemize ajitatif mesajlar vermek, Avrupa'daki güç
odaklarının oyununa gelmektir.
Bu konuda
hassasiyet sahiplerini oyuna gelmemeleri için milletçe uyarmamız
gerek.
Avrupa'daki odakların Türkiye’deki iç mekanizmaları kullanması son
derece basittir. İnançları konusunda samimi olmak yetmez, uyanık da
olmak lazımdır. Avrupa kaynaklı erteleme senaryolarına alet olmamak
gerekir.
Basit bir
örnek vermek istiyorum:
1980 yılı
içerisinde Türk Hükümeti o günkü adıyla Avrupa Topluluğu’na tam üyelik
için müracaat etmeyi kararlaştırmıştı. Bu karar o dönem Avrupa
başkentlerinde büyük bir telaşa neden olmuştur.
Bu başvuru
zamansız ve hazırlıksız bulunmuş ve önlenmek istenmiştir. Bunun için
Avrupa ülkelerince çok da çaba gösterilmiştir.
The
Times, ta 1980 yılı şubatının başında
Avrupa'daki güç odaklarının üyeliğe ilişkin Türkiye stratejisini
vermişti: “AT ülkeleri Türkiye’ye hayır demeyecekler, fakat
işlemleri uzatmak için ellerinden geleni yapacaklar.” Kendimizi
aldatmayalım hala bu politika geçerlidir.
AB’nin
Türkiye’ye karşı yükümlülükleri vardır. Normal şartlarda hayır
denilemeyecek olan bu yükümlülükler önce ilişkiler askıya alınarak
fiilen sonra da hukuken engellenmiştir.
Avrupa
ülkeleri tam üyelik talebinden bile Türkiye’yi caydırmak veya hiç
olmazsa geciktirmek için sürekli uğraşmışlardır.
AT,
ülkeleri tam üyelik başvurusundan vazgeçme karşılığında Türkiye’ye
isteklerimizi fazlasıyla karşılama yönünde siyasi rüşvet bile teklif
etmişlerdir.
O zaman
Türkiye’nin müracaatını önlemek isteyen Avrupa ülkelerinin dışarıdan
baskıyla yapamadıkları şey içeride son derece basit bir şekilde
gerçekleşivermiştir.
1980 yılı içerisinde tam üyelik müracaatını yapmak
isteyen ve bu konuda canla başla çalışan Dışişleri Bakanı Hayrettin
Erkmen bir gensoruyla düşürülmüş ve Avrupa derin bir oh çekmiştir.
5 Eylül
1980’de Erkmen’in düşürülmesiyle sonuçlanan gensoru önergesinin
metnini açıp okuyun. Gensoru “……. Göreve başlar başlamaz, bizi
neticede Avrupa’ya vilayet yapacak, Türkiye’yi İslam dünyasından
ayırıp Batı ile siyasi birleşmeye müncer olacak, Ortak Pazar’a sokmaya
teşebbüs etmesiyle” ilgilidir.
Ardından
12 Eylül ihtilali gelmiş ve Türkiye istekli olmasına rağmen tam
üyelik bir tarafa Avrupa'yla yıllarca ilişkilerini düzeltememiştir.
O
gensoruyu veren siyasi kadroyu suçlamıyorum. Ancak daha sonra ortaya
çıkmıştır ki, bu gelişme en çok Türkiye’yi AT’na tam üyelik
müracaatından caydırmak isteyen Avrupa ülkelerini sevindirmiştir.
Bugün
böyle bir oyunun tekrarlanmasına asla izin vermemek durumundayız.
Bugünlerde
ülke olarak AB konusunda yeni bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Eğer
siyasi kriterleri yerine getirirsek genişleme sürecinden kopmayacağız
ve tam üyelik müzakareleri aşamasına geçebileceğiz.
Bugünlerde
de oynanan oyun geçmişten farklı değil.
Bu süreç nihai olarak engellenemeyeceği için,
Avrupa'daki kimi çevrelerce mümkün olduğunca ileri bir tarihe
ertelenmek isteniyor.
İçerideki ve dışarıdaki gelişmeleri hep bu gözle
değerlendirmek zorundayız. İçerideki ve dışarıdaki provokasyonlara
dikkat etmek durumundayız. Bütün milletimizin de olaylara bu açıdan
bakmasında büyük yarar vardır.
Değerli
arkadaşlarım,
Bildiğiniz
gibi, Avrupa Birliği'nin geleceğine ışık tutmayı amaçlayan
konvansiyon, geçtiğimiz hafta yapıldı.
Bu
konvansiyona Türkiye de katılmıştır. Bu toplantı, Avrupa Birliği'nin
genişleme sürecinde, Türkiye’nin diğer tüm üye ve aday ülkelerle eşit
şartlarda katıldığı ilk önemli toplantıdır.
Esasen,
konvansiyon Türkiye açısından oldukça başarılı geçmiştir. Bu
vesileyle Avrupa Birliği üyeliğimiz için başlattığımız lobi
çalışmalarının da somut semerelerini görmeye başladığımızı ifade
etmeliyim.
Helsinki
zirvesinden önce başlayarak Türkiye lobi çalışmalarına ağırlık
vermiştir.
2000 yılı
temmuz ayından itibaren lobi faaliyetlerine yeniden çeki düzen verdik
ve bu çalışmalara bir hız kazandırdık.
Yapılan
çalışmaları sekteye uğratmamak için detaylara girmeyeceğim. Ancak, bu
konuda Avrupa'daki hükümet ve devlet adamları arasında çok önemli
mesafeler aldığımızı söyleyebilirim. Lobi çalışmaları bakımından en
büyük eksiğimiz Avrupa parlamentosu ve burada mücadele veren çıkar
grupları yönündendir. Bu konunun da yeni baştan ve devlet ölçüsünde
ele alınma zorunluluğu vardır.
Konvansiyonla aynı günlerde Avrupa parlamentosunun sözde ermeni
soykırımı konusunda aldığı karar, taşıdığı olumsuzluklara rağmen
konvansiyonda savunacağımız görüşlerin şekillenmesine yardımcı
olmuştur.
Konuyla
ilgilenenler bilirler ki Avrupa Birliği’nin yasama organı Avrupa
Parlamentosu değil Bakanlar Konseyi'dir. Yürütme organı da
komisyondur. Avrupa Parlamentosu danışma ve denetleme organı
niteliğindedir. Aldığı kararlar da bu çerçevede bağlayıcılığı olmayan
istişari nitelikli kararlardır.
Avrupa
Birliği'nin ve organlarının geleceği şekillenirken dikkat etmemiz
gereken bir husus var. Avrupa Birliğinin yasama görevini bakanlar
konseyinden alarak parlamentoya verme yönünde görüşler vardır.
Farklı
ülkelerin çıkarlarını dengelemede ve Birliğin sorunlarının çözümünde
bakanlar konseyinin kanun yapıcı olmasının rolü büyüktür.
Avrupa
Parlamentosu bugünkü yapısı ve anlayışıyla bu görevi layıkıyla
yapamayacağı görüntüsü vermektedir. Hatta bize göre Avrupa
Parlamentosu'nun denetim yetkisini bağlayıcı hale getirmekte aynı
şekilde yanlıştır.
Bu
görüşler Türkiye tarafından Avrupa platformlarında tartışmaya açılmak
durumundadır.
Durum ABD
ile aynı konuda yaşadığımız sıkıntılarla paralellik arzetmektedir.
Avrupa
Birliği bünyesinde de yetkisiz parlamentonun yanlışlarına kapılmamak
ve hatta açılan yaraları tamir etmek bakanlar konseyine ve komisyona
düşmektedir.
Diğer
yandan Türkiye, Avrupa Parlamentosu'nda üye bulunduramadığı için, en
haklı olduğu konularda dahi kendini anlatma, ifade etme imkanından
mahrumdur.
Kararlar
çoğunlukla alındığı için belki sonucu değiştirme imkanımız olmaz, ama
ülkemizin görüşlerinin de mutlaka o çatı altında ifade edilmesi
gerekmektedir.
Türkiye,
diplomatik kanalları ve diğer imkanlarını kullanarak, kendi aleyhinde
yürütülen kampanyalarının önünü kesmek için gerekli gayreti
göstermektedir.
Bu noktada
dikkatimizi ve yoğunluğumuzu Avrupa Parlamentosuna değil, asıl karar
mekanizmalarına, yani Bakanlar Konseyi ve Avrupa Komisyonu'na
yönlendirmek zorundayız.
Hiç kimse Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye Kararlarını savunamaz
Değerli
arkadaşlarım,
Hiç kimse Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye’ye ilişkin
kararlarını savunamaz ve bunlara haklı diyemez.
Ancak,
Avrupa parlamentosunun bilhassa 1980 yılından itibaren Kıbrıs, Ege
adaları, Ermenistan, Türkiye’deki marjinal gruplar vs konusunda
Türkiye’yi çok rahatsız edecek ve fakat neticeyi değiştirmeyecek pek
çok karar aldığı bir gerçektir. Bu kararlar Türk insanını üzmüş ve
Türk hükümetini sıkıntıya sokmuştur. Ama bunların hiçbirisi hayata
geçmemiştir. Türkiye buna izin vermemiştir. Bundan sonra da
vermeyecektir.
Avrupa
Parlamentosu'nun bu kararları Türkiye’yi müzakereler için tarih
isteme talebinden vazgeçirme bazında ele alınıp değerlendirilmelidir.
Avrupa'daki odakların kazdığı kuyuya göz göre göre kendimiz
düşmeyelim.
Değerli
arkadaşlarım,
Burada
altını çizerek söylüyorum Türkiye’nin AB’ne tam üye olmasının olmazsa
olmaz şartı bu konuya Türk kamuoyunun vereceği geniş siyasal ve
toplumsal destektir. Bu olmadığı takdirde Türkiye AB’ne üyeliği
unutmalıdır.
Türkiye’nin iç bünyesinde AB konusunda yeknesak bir anlayışın
oluşması…. Bu konuda bütün partiler ve kesimler arasında istisnasız
konsensüs oluşması şarttır. Bu bakımdan son dönemde yaratılmaya
çalışılan AB karşıtlığı konusunu milletçe çok önemsemeliyiz. Bu konuda
devletini ve milletini seven samimi kişileri uyarmalıyız.
AB’ne üye
olan devletler, bu üyeliği kendileri için “tarihsel, kültürel, sosyal,
jeopolitik ve ekonomik” bakımlardan mutlak gereklilik olarak
görmüşlerdir. .. Bu anlayışla da neticeye ulaşmışlardır. Bakın
İngiltere, Yunanistan, Portekiz ve ispanya’nın tam üyelik serüvenine…
bu konuyla ilgili tüm çalışmalarda bu ülkelerle ilgili böyle bir
tespite rastlarsınız. Onlar bu şekilde başarılı olmuşlardır. Bu
noktada biz Avrupa Birliği üyeliğini ülkemiz bakımından böyle görüyor
muyuz, görmüyor muyuz? Mesele bu…..
Bu noktada
Avrupa Birliği karşıtı cephenin genişlemesine
katkıda bulunmak, büyük bir sorumsuzluk olacaktır.
Bu konuda
da hiç kimse Genel Kurmay Başkanlığı'nın arkasına sığınmasın.
Ben
kurumsal olarak askeri kesimin AB’ne karşı çıktığına inanmıyorum. Eğer
öyle olsaydı 1980’de ihtilal yapanlar ilk beyanlarında - o günkü
adıyla “ AT ve Avrupa konseyi ile ilişkilerin mevcut anlaşmalar
çerçevesinde yürütüleceğini” ısrarla belirtmezler, askeri yönetimin
kurduğu hükümetin programına “tam üyelik” hedefini koymazlardı. Yine
milli güvenlik konseyi toplanıp en olmayacak bir dönemde 25 mart
1981’de o günkü adıyla AT’na katılma kararı almazdı.
Nitekim
bugün her vesileyle genelkurmay başkanlığı bu konudaki görüşlerini
açıklamakta ve AB’ne karşı olmadıklarını açık bir şekilde
belirtmektedirler.
Bu nedenle
kurumsal olarak Genel Kurmay Başkanlığı'nı
AB’ne üyeliğine karşı göstermek düşmanlarımızın ekmeğine yağ
sürmektir.
Tekrar
ediyorum. Bugün dikkat edilmesi gereken Avrupa Birliği'nin içindeki
odakların faaliyetleridir.
Değerli
arkadaşlarım,
1999 yılı Aralık ayından bugüne kadar da, ne Katılım
Ortaklığı Belgesi'nde, ne Ulusal Program'da, ne de müktesebat uyumu
konusunda, Türkiye hiçbir zaman mutlak teslimiyetçi, onurundan taviz
veren bir yaklaşım içinde olmamıştır.
Peki bu
süreçte Avrupa Türkiye’ye ve Türk insanına haksızlık yapmamış mıdır?
Elbette
yapmıştır. Ermeni iddialarından cezaevlerine, Kıbrıs’tan güneydoğu’ya
kadar bir çok konuda Avrupa Birliği ülkemize karşı fevkalade önyargılı
ve haksız davranmıştır.
Türkiye-Avrupa ilişkilerinin geçmişine baktığımızda, bu tür önyargılı
yaklaşımların beklenilen ve zaman içinde çözülebilecek nitelikte
sorunlar olduğunu görüyoruz.
Örneğin,
cezaevleri ve insan haklarına ilişkin bir çok konuda Türkiye sağduyulu
hareket ederek, tahriklere kapılmayarak küçümsenemeyecek mesafe kat
etmiştir.
Önemli
olan kendimizi uygun araçlarla, uygun zeminlerde ifade etmek, duygusal
tepkilerden kaçınmaktır.
Her ne
kadar Avrupa Birliği Türkiye’nin attığı olumlu adımlara yerine
getiremediği kriterler kadar önem atfetmese de, sonuçta bize kazanç
sağlayacak en sağlıklı yöntem budur.
İspanya,
Portekiz, Yunanistan, hatta bugün birliğin en önemli üyelerinden biri
olan İngiltere gibi ülkelerin üyelik sürecinde karşılaştıkları
sorunlar, çektikleri sıkıntılar kesinlikle bugün bizim
yaşadıklarımızdan daha az değildir.
Değerli
arkadaşlarım,
Biz Avrupa
Birliği ile ilişkilerimiz konusundaki ölçütlerimizi en başta ortaya
koyduk ve bugüne kadar da herhangi bir sapmaya meydan vermeden bunları
koruduk.
Buna
rağmen, Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz olumlu yönde ilerledikçe
ülkemizde oluşturulmaya çalışılan Avrupa Birliği karşıtı cephenin
giderek yoğunlaşan kampanyasının hedefi durumundayız.
Bu
çevreler Türk insanının hassasiyetlerini tahrik ederek, hem
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini çıkmaza sokmak, hem de partimizi
yıpratmak istemektedirler.
Öncelikle
şu ayrımı herkesin görmesinde fayda var. Anavatan partisi Avrupa
Birliği'ni hassasiyetle savunmakla birlikte, bu konu Türkiye’nin milli
politikasıdır.
Sırf
anavatan partisi ve mesut yılmaz düşmanlığı uğruna, ülkemizin milli
politikalarını sabote edecek kadar gözünü karartanlar, yaptıkları işin
yanlışlığını artık anlamalıdırlar.
Değerli
arkadaşlarım,
Anavatan Partisi, 1983 yılından beri Türkiye’nin
onurunu en iyi koruyan, Türkiye’nin milli politikalarına en büyük
katkıları yapan partidir.
Bugün de,
Avrupa Birliği üyeliği sürecini kesintisiz işletmekle ülkeye ve
milleti aynı doğrultuda hizmetlerimizi sürdürüyoruz.
Biliyoruz
ki, Türkiye’nin onurunu asıl kıracak olan, Avrupa Birliği kriterlerine
uymak için yapacakları değil, üyelik sürecinin dışında kalarak, üçüncü
dünyaya mahkum olmaktır.
Türkiye’de
milli ve ulusal olan her şeye zarar verecek olan Avrupa Birliği'yle
bütünleşmek değil, güney Amerika’nın, Afrika’nın, Ortadoğu’nun geri
kalmış ülkeleriyle aynı kategoriye düşmektir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini engellemek için, Avrupa
ülkelerindeki Türkiye düşmanı çevrelerin içimizdeki uzantıları gibi
çalışanlar, tam tersini yapsalar, hem daha onurlu, hem de daha milli
hareket etmiş olurlar.
Türkiye,
kendi içindeki Avrupa Birliği karşıtlarıyla uğraşmak için harcadığı
enerjiyi üyelik sürecini hızlandırmakta kullanmış olsa, çok uzun
yıllar önce tam üyelik hakkını elde etmişti.
Türkiye’nin geçmişte Yunanistan’la, ispanya ve Portekiz’le, bugün de
diğer 9 aday ülkeyle Avrupa Birliğine üye olamamasının yol açtığı ve
açacağı zararlar ortadadır.
Avrupa
Birliğine üye olmuş ülkelerin kat ettiği mesafeler, ülkemizinkine
benzer sorunlarına buldukları çareler ve geldikleri nokta da herkesin
gözü önündedir.
Buna
rağmen, niçin kör bir inatla Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği bir
an önce sonuçlandırılmaya çalışılmak yerine engellenmek için uğraşır,
anlamak gerçekten zor.
Biz,
tamamen kuralsız hale gelen bu mücadelede, yediğimiz belden aşağı
darbelere, uğradığımız hakaretlere, maruz kaldığımız haksızlıklara
rağmen, ülkemizin ve milletimizin geleceği için doğru bildiğimiz
yoldan ilerlemeye devam edeceğiz.
Gittiğimiz
yol doğrudur.
Yöntemlerimiz meşrudur.
Mücadelemiz onurludur.
Zaferimiz
mukadderdir.
Hepinize
saygılarımı sunuyorum. |