|
|
|
|
ANAP GENEL
BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN ANAP GRUP KONUŞMASI
03 Nisan 2002
Değerli
arkadaşlarım,
Hepinizi
saygı ve sevgilerimle selamlıyorum. (Alkışlar)
Biraz önce
bu salonda beni çok mutlu eden, eminim ki hepinizi mutlu eden Rahmetli
Özal’ı seven herkesi de mutlu edecek olan bir olay yaşadık. Kurucu
Genel Başkanımız, Başbakanımız, Cumhurbaşkanımız Merhum Turgut Özal’ın
oğlu Ahmet Özal, babasının fikirleri yolunda verdiği siyasî
mücadelesini, babasının kurduğu Anavatan Partisinde sürdürme kararı
verdi. (Alkışlar)
Bu karar,
yani Ahmet Özal arkadaşımızın verdiği bu karar, Rahmetli Özal’ı seven,
onun yolundan gitmek isteyen herkese verilmiş bir mesajdır. Aradan
geçen zaman göstermiştir ki, Merhum Özal’ın vizyonunu ve davasını
Anavatan Partisi dışındaki herhangi bir partide sürdürebilmek mümkün
değildir. Anavatan Partisi, bugün Merhum Özal’ın ekonomik kalkınmadan
insanımızın refahını artırmaya, demokrasimizin standartlarının
yükseltilmesinden, hak ve özgürlüklerin teminat altına alınmasına
kadar her alandaki görüşlerini, yine onun Avrupa Birliği idealiyle
bütünleştirmiş ve bu uğurda zorlu bir mücadeleye girmiştir. Bu
mücadelenin kritik bir noktasında, bu mücadelenin tırmandığı bir
dönemde karşılaştığımız zorluklar karşısında bazı arkadaşlarımızın
yılgınlığa düşmesi ve kişisel çıkarlarını korumayı ön plana alarak
Anavatan Partisini terk etmesi belki sizleri üzmüştür. Ama eminim ki,
partimize ve davamıza olan inancımızı bir zerre bile sarsmamıştır.
Bizleri bu
mücadele yoluna sevk eden Merhum Özal’ın oğlunun saflarımıza
katılması, kayıplarımızdan dolayı olan bütün üzüntülerimizi bastırmalı
ve davamıza olan inancımızı daha da pekiştirmelidir. (Alkışlar)
Ben de,
hepiniz adına, bütün Anavatan ailesi adına, bugün aramıza katılan
Malatya Bağımsız Milletvekili Ahmet Özal’a, Anavatan ailesine hoş
geldin diyorum. (Alkışlar)
Ahmet
Özal’ın aramıza katılması, aynı zamanda Türk siyasetinde Özal ismi
üzerinde yapılan spekülasyonlara, Rahmetli Özal’a siyasî hayatında her
türlü zorluğu çıkarmış olmalarına rağmen, şimdi ölümünden sonra onu
istismar etmek isteyenlere de verilmiş açık bir cevaptır. Esasen,
Sayın Ahmet Özal’ın aramıza gelişini ben partimize bir katılım olarak
değil, yuvaya dönüş olarak görüyorum. (Alkışlar) Çünkü, Ahmet Özal
arkadaşımız, eğer deyim yerindeyse, siyasî hayata gözünü Anavatan
Partisinde açmış, bu partide yetişmiştir. Her iki tarafın da samimî
arzusu dışında, birtakım şartların zorlaması sonucu yaşanan ayrılık,
bugün sona ermiştir. Onun için, bugünkü buluşma,aslında bir hasretin
dinmesidir.
Aramıza
katılarak aynı hasreti dindirmek isteyen herkese Türk siyasetindeki
toparlanmanın adresinin Anavatan Partisi olduğunu gösteren Ahmet
Özal’a, bir kez daha baba ocağına hoş geldin diyorum. (Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım,
Anavatan
Partisi, kamuoyunun gündemine kendisinin getirdiği konuların ısrarlı
ve inançlı takipçisi olmak zorundadır. Devletin organizasyon olarak,
yapı olarak küçültülmesi ve bu yoldan kamu yönetiminde etkinliğin,
verimliliğin sağlanması ve tabiî kamu harcamalarının azaltılması,
Anavatan Partisinin ilk kurulduğu günden beri izlediği ve hiç
vazgeçmediği temel bir görüşüdür. Partimizin bu konudaki düşüncelerini
ve bugüne kadar yaptığı icraatı, bugünkü girişimlerini burada size
uzun uzun anlatacak değilim; ama, bu düşüncemizde ısrarlı olduğumuzu
ve netice almak için çabalarımızı bundan sonra da sürdüreceğimizi
burada tekrar belirtmek istiyorum.
Bu ve
benzeri konularda Anavatan Partililer olarak bizi en fazla rahatsız
eden husus, yapmamız gereken şeyleri zamanında yapmayıp, işler çıkmaza
girdikten sonra, yani kangrene dönüştükten sonra, son dakikada ve
şartların zorlamasıyla, hatta birtakım dış güçlerin zorlamasıyla
yapmış olmamızdır. Türkiye, maalesef sorunların çözümünü devamlı
erteleyen, geciktiren, yumurta kapıya dayanmadan harekete geçemeyen
bir ülke konumunadır. Türk demokrasisinin sorunları içinden çıkılmaz
hale gelmeden çözme yeteneğini mutlaka geliştirmek zorunda olduğumuzu
bir defa daha vurgulamak istiyorum. Bu konuda yapacağımız en kötü şey,
değişim konusunda atıp tutmak, ama bir yandan da eski,bilinen, yıkıcı
kalıpları sürdürmeye devam etmektir. Eğer, devamlı değişimden söz
eder, ama bu konuda hiçbir şey yapmazsak, neticede kendimizin ve
sözlerimizin hafife alınmasına izin vermiş oluruz. Değişim konusundaki
tavır, Anavatan Partisi için hayatî bir tavırdır. Değişimi sağlamak ne
kadar zor olsa da, asla ve asla pes etmemek zorundayız.
Değerli
arkadaşlarım,
Tek başına
değişimi gerçekleştirmek de önemli değildir. Değişimin, amaçlı,
anlamlı, yapıcı ve kalıcı olması gerekir. Bunun içindir ki, Anavatan
Partisi olarak biz, değişim yönündeki düşünce ve tavrımızı Avrupa
Birliği projesiyle bütünleştirmiş bulunuyoruz. Bu noktada, ekonomi
alanında Avrupa Birliğinin Maastricht Kriterlerini, hak ve özgürlükler
alanında Kopenhag Kriterlerini gerçekleştirmeyi, bu kriterleri
yakalamayı, Avrupa Birliğine uyum çalışmalarımızı temel politikamız
olarak görüyoruz. Burada tekrar ve tekrar, Kopenhag siyasî
kriterlerinin eksik kalan ayaklarının tamamlanmasının, ülkemizin ve
milletimizin geleceği bakımından hayatî öneme sahip olduğunu bir defa
daha işaret etmek istiyorum.
Değerli
arkadaşlarım,
Ekonomi,
Anavatan Partisi olarak bizim siyasî yaklaşımlarımızın daima en
öncelikli ve temel konusu olmuştur. Türkiye’nin geçmişte içine düştüğü
krizlere bakarsanız, bunların, hep ekonominin ihmal edildiği
dönemlerden sonra geldiğini görürsünüz. 1980’de kardeş kavgası derdine
düşen Türkiye, ekonomiyi ihmal etmiş ve kaçınılmaz krize
yakalanmıştır. 1994’teki daralma, yoğun siyasî istikrarsızlıkların ve
bunun yol açtığı birtakım keyfiliklerin sonucudur. 1999 ve 2001’deki
daralma ise, hem dünyada yaşanan ekonomik çalkantıların ülkemize
yansıması hem de rejim kaygısı gibi birtakım konuların ekonominin
önüne geçmesinin sonucudur.
Bütün bu
daralma dönemlerinin bir diğer özelliği de, bu dönemlerde, yani kriz
dönemlerinde hep ülkede koalisyon hükümetlerinin işbaşında olmasıdır.
Geçmişte yaşanan bütün kriz dönemlerinden sonra, Türk ekonomisi
süratle büyümeye geçme yeteneğini göstermiştir. Yani, Türkiye’deki
hiçbir daralma kalıcı olmamıştır, ibre süratle tersine dönebilmiştir.
Değerli
arkadaşlarım,
Bildiğiniz
gibi, Türkiye, geçtiğimiz sene yüzde 7,4’ü sektörel daralmadan, geriye
kalanı da yurt dışına sermaye çıkışının artması ve döviz girişinin
azalması gibi nedenlerle olmak üzere, yüzde 9,4 küçülmüştür. Gayri
safi millî hasılamızdaki bu daralma, yaşadığımız ekonomik krizin
boyutlarının ve derinliğinin ciddiyetini göstermektedir. Ama bu
durumun ortaya koyduğu bir başka gerçek daha vardır: Bu da,
ekonomimizin yapısal sorunlarının çözümü için gerekenlerin bir an
evvel kararlılıkla yerine getirilmesi zorunluluğudur. Yüzde 9,4
küçülmüş Türk ekonomisinin, artık ne yeni teşhislere ne yeni
konsültasyonlara ne de yeni reçetelere tahammülü yoktur. Sorunlar
ortadadır, sorunların en başta geleni de, kamunun gelirlerinin az,
giderlerinin çok olmasıdır. Yani, Türkiye’nin ekonomik sorunlarının
temelinde devlet vardır. Bu durum, yani gelirlerinin az, giderlerinin
çok olması, devleti devamlı borçlanmaya zorlamaktadır. Yeterli dış
sermaye girişi ve ihracat olmayınca, devletin borçlarını finanse
edecek kaynak toplaması da zorlaşmaktadır. Gelirler giderleri
karşılamayınca, şimdiye kadar hep tasarruf tedbirleri ilk önce akla
gelmiştir. Yani, yatırım giderleri kısılmış, cari giderleri azaltmak
için de idarî tasarruflara gidilmiştir. Ama değerli arkadaşlarım,
bugün bütçeden yatırıma ayırdığımız para, sadece bütçenin yüzde 5’idir
ve burada ifade ediyorum ki, cari harcamalarda, personel giderlerinde
bu dengesizliği giderecek çok fazla tasarruf yapabilme imkânımız da
kalmamıştır.
O halde,
yapılacak olan bir tek şey vardır, o da devletin küçülmesidir. İşte,
yapısal reform dediğimiz olay bundan ibarettir.
Türkiye,
borç yönetiminde geçen sene bir felaketin eşiğinden dönmüştür; ama,
sorun henüz daha tümüyle çözülebilmiş değildir. Şu anda sadece
tıkanıklık aşılmıştır. Bu sorunların çözümü için yapılması gerekenler
de bilinmektedir. Yapısal düzenleme, devletin tüm organizasyonunun hem
kurumsal bazda hem de personel bazında yeni baştan ele alınması ve
rasyonel temeller üzerinde yeniden oturtulması demektir. Türkiye’deki
mevcut devlet organizasyonunun verimli olmadığı, köklü bir
rehabilitasyona ihtiyaç gösterdiği açıktır. Cari giderler ve personel
harcamalarının azaltılmasıyla, yatırım için ihtiyaç duyulan
kaynakların oluşturulması da, ancak bu şekilde mümkün olacaktır.
Türkiye, ancak bu şekilde yabancı sermaye için cazip bir ülke haline
gelecek, üretim, istihdam ve ihracat artacaktır.
Bu
durumda, neticede, devletin gelirleri de çoğalacaktır. Sonuçta ise,
kamu borçlarının ödenebilmesi ve sistemin sürdürülebilmesi için
gerekli olan faiz dışı fazlanın da sağlanması mümkün olacaktır.
Büyüme, gayri safi millî hasılanın artması, millî gelirdeki artış,
aslında hepsi bu sürecin doğal sonuçlarıdır.
Değerli
arkadaşlarım,
Bugün Türk
ekonomisinin temel sorunu, birçok çevrenin hâlâ krizin gerçek sebebini
kavramak veya kabul etmek istememesidir. Kriz, sadece finans
sektörüyle sınırlı bir sarsıntı veya kısa süreli bir borç çevrimi
sıkıntısı değildir. Dolayısıyla sadece bunların çözümü ile sorunun
ortadan kalkacağını sanmak da yanlıştır. Aslında, bütün bu
söylediklerim, krizin kendisi değil, sadece birtakım sonuçlarından
ibarettir. Son bir yılda yaşadıklarımız göstermiştir ki, Türk
ekonomisinin sorunları, ancak geniş bir mutabakatla ve istikrarlı bir
hükümetle çözümlenebilir. Bunun için, çalışanından işverenine,
devletinden özel sektörüne, sivil toplum kuruluşlarından siyasî
partilere kadar toplumun her kesiminin bu konuda bir ortak kabulü ve
iradesi gerekir.
Üzerinde
uzlaşma sağlanan konularda hiçbir partinin farklı hareket etme lüksü
ve imkânı yoktur. Ancak, oluşacak mutabakatın altında veya dışında
kalan konularda farklı düşünme ve çaba harcama daima mümkündür.
Nitekim, zaman zaman bunun örnekleri de yaşanmaktadır. Bu çerçevede,
Anavatan Partisi olarak biz, koalisyon hukukuna halel getirmeden,
kendi görüşlerimizi kamuoyuyla paylaşma ve imkanlarımız ölçüsünde de
bunları harekete geçirmenin çabası içindeyiz.
İfade
ettiğim sınırların dışına taşmamak kaydıyla, iktidarda bulunmanın
kendi görüşlerimizi tartışmaya ve uygulamaya da engel olmadığına
inanıyoruz. Ancak sorunlar öylesine girift, öylesine birbirinin içine
geçmiş, öylesine dağılmıştır ki, sınırlı alanlarda yapılacak
düzenlemelerle çözüme ulaşabilmesi mümkün değildir. Bu durum,
özellikle devletin yeniden yapılandırılması konusunda çok açık biçimde
karşımıza çıkmaktadır. Türkiye, maalesef, aylardan beri artık hiçbir
işlevi kalmamış olan bölge müdürlüklerinin kapatılması sorununu
tartışmaktadır. Aslında, kararı önceden verilmiş, neyin ne şekilde
yapılacağı herkesçe belli olan konuların, tekrar tekrar görüşülmesi,
sorunun çözümüne katkı sağlamamaktadır. Tam tersine, bütün bunlar,
Türkiye için maliyeti oldukça pahalı bir gecikmeye yol açmaktadır.
Sorunların
çözümünün daima son dakikaya bırakılıp, apar topar iş yapılması
anlayışından artık vazgeçmek zorundayız. Anavatan Partisi olarak,
bizim teklifimiz şudur: 2002 yılı içerisinde, yani bu yılın sonuna
kadar yapacağımız işlerin bir listesini çıkaralım. Her bir işi, önemi,
önceliği ve fiilen alacağı zamana göre bir takvime yerleştirelim. Bu
takvimi de, hiçbir gecikmeye, hiçbir atlamaya mahal vermeden, mutlaka
uygulayalım. Yani, açıkçası, uluslararası birtakım kuruluşlara, IMF’ye
filan taahhüt ettiğimiz işleri yapmak için onların zorlamasıyla,
zoraki oluşturmak zorunda kaldığımız çalışma takvimini kendimiz
gönüllü olarak yapalım. Bu, Rahmetli Özal’ın 1980 yılında uyguladığı
ekonomik programın da özüdür. Yani, onlar bizden isteyecekleri yerde,
bizim gönüllü olarak bizim için gerekli adımları atmamızdır. Çünkü,
böylesinin hem Türkiye için hem Hükümet için hem de koalisyon
partileri için hem daha doğru hem de daha onurlu olacağına inanıyoruz.
Değerli
arkadaşlarım,
Kendi iç
sorunlarımızla uğraşırken, ülkemizin çevresinde olup bitenleri de
gözden uzak tutmamak zorundayız. Hemen yanı başımızdaki Ortadoğu,
sadece bölge değil, dünya barışını da tehdit edecek sonuçlara doğru
giden bir bataklığa adım adım ilerlemektedir. Tarihî, coğrafî ve
siyasî bağlar sebebiyle İsrail ve Filistin arasında yaşanan savaş,
Türkiye’yi doğrudan ve çok yakından ilgilendirmektedir. Aslında, bu
konu, ülkemizin iç huzuru bakımından da fevkalade hassas ve önemlidir.
Türkiye’nin İsrail ile ciddî diplomatik ve askerî ilişkileri vardır.
Filistin ile de din kardeşliğinden ve tarihî bağlardan kaynaklanan
yakınlığımız söz konusudur. İsrail ile Filistin arasındaki
çatışmaların bugün geldiği boyut dahi, çözümü hayli zorlaşmış olan bir
sorunlar yumağını ortaya çıkarmıştır.
Değerli
arkadaşlarım,
İsrail ile
Filistin arasındaki çatışmadan dolayı içinde bulunduğumuz bölgenin
dengeleri temelden sarsılmaktadır. Bu sarsılma, Türkiye’nin bölgeye
ilişkin çıkarlarının geleceğini de derinden etkilemektedir. Türkiye,
bölgede politikaları üstüne oturttuğu dengelerin sarsılmasına izin
vermemelidir. Türkiye, bu çatışmada, pasif bir tutum takınarak,
çıkarlarını ve bu çıkarların üstüne oturduğu dengeleri koruyamaz.
Bunun için Türkiye’nin yapması gereken, sorundan kaçmak değil, tam
tersine, mümkün olan inisiyatifi ele alarak, sorunun daha da
tırmanmasının önüne geçecek çabayı harcamaktır. Bu konuda Türkiye’nin
elinde bulunan imkânlar, bölgedeki hiçbir devletin elinde yoktur.
Türkiye, elindeki imkânları eğer böyle bir zamanda kullanmayacaksa,
acaba ne zaman kullanacaktır? Türkiye’nin hiçbir inisiyatif almamak
suretiyle kaybedeceklerinin yanında, alacağı inisiyatif dolayısıyla
kaybedecekleri çok daha azdır. Bu gerçeği göz ardı eden bütün
değerlendirmeler, eksik değerlendirmelerdir.
Değerli
arkadaşlarım,
Türkiye,
şu anda savaş halindeki iki halkla birden sıcak ilişkilere sahip
olmanın ötesinde, iki halkın haleti ruhiyesini de anlama imkânına
sahip olan tek ülkedir. Türkiye, İsrail gibi terörü derinden yaşamış,
intihar saldırılarının ne demek olduğunu bizzat yaşayarak çok acı
tecrübeleriyle öğrenmiş olan bir ülkedir. Ama aynı şekilde Türkiye,
ulusal kurtuluş mücadelesi vermenin ne olduğunu, geçtiğimiz asrın ilk
çeyreğinde yaşayarak öğrenmiş olan bir ülkedir. Bu nedenledir ki, iki
tarafın da duygularını anlayarak hareket etme imkânına sahibiz. Ne
teröre karşı mücadeleyi ne de bir halkın hak arama mücadelesini tek
başına değerlendirmek mümkün değildir. Ama, aslında dikkate alınması
gerekli en önemli husus, iki halk arasında gittikçe büyüyen, gittikçe
derinleşen, kin, nefret ve öfkedir. Kin, öfke ve nefretin insanlara
neler yaptırabileceğinin ve ne kadar yıkıcı olabileceğinin en güncel
örneği, İsrail ile Filistinliler arasında yaşanan olaylarda
görülmektedir. Birbirlerini bu kadar derinden yaralayan halkların,
zaman içerisinde birbirlerine duydukları nefretin de büyümesi
kaçınılmazdır. İki taraf da kendi yaptığına bakmamakta, sadece
karşısındakinin en acımasız muameleyi hak ettiğine inanmakta ve
nefretiyle âdeta karşısındakine acı çektirmeye çalışmaktadır. Nefret
duygusunu taşımanın bedeli ağırdır. Bu duygular, iki halkın yüreğini
ve ruhunu yitirip bitirir. İki halkı da insanlıktan çıkarır.
Karşısındakine nefret duyarak, kendi çevresine duvar ören iki halk,
kendilerini karanlık bir hapishaneye gönüllü olarak tıkamış olurlar.
Öfke ve
kin, iki halkın da algılarını çarpıtan ve onların dünyaya bakış
açılarını etkileyen duygulardır. İki halk için şu an gerçek diye bir
şey kalmamıştır. Sadece, kendi algılamaları vardır. Kendi
algılamalarını da gerçek sanmaktadır. Eğer Türkiye, iki halkın da
dostu bir ülkeyse, öfke, kin ve nefretin iki halkı da tüketmesine izin
vermemelidir.
Bugün için ilk yapılması
gereken, İsrail’in aşırı şiddet kullanımının önlenmesidir. Bu, olmazsa
olmaz bir şarttır. Bununla paralel olarak, intihar saldırılarının bir
hak arama yöntemi olarak Filistinlilerce kullanılmasının da önüne
geçilmelidir.
Değerli
arkadaşlarım,
Türkiye,
İsrail ile olan ilişkilerini ve bu ilişkilerin geleceğini çöpe atamaz.
Ama aynı şekilde Türkiye, Filistinlilerin maruz kaldığı muameleye göz
yumarak, Arap ve İslam dünyasındaki inandırıcılığını da yitiremez.
Yine, yaşanan çatışma ve gerilimin, ülkesinin içine taşınmasına da
izin veremez. Yapmamız gereken, ne sadece çıkarı ne de sadece duyguyu
esas alan bir politika takip etmemektir. Türkiye’nin gerçekleri ve
hakkaniyeti esas alan politikaları, zaman içerisinde doğruluğu
sınanarak herkesçe kabul görmüş olan politikalardır. Türkiye, aynı
ölçüleri esas alan politikasını devam ettirmek zorundadır. Türkiye, bu
çerçevede üzerine düşünleri yerine getirmekte maalesef şu ana kadar
hızlı ve etkin davranamamıştır. İnşallah Türkiye bundan sonra,sadece
diplomatik yolları değil, her iki toplumla aramızda var olan diğer
bağları da kullanarak, bir an önce bölgede barışın sağlanması için
daha etkin bir rol üstlenecektir.
Hepinize
saygılar sunuyorum. (Alkışlar) |