ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI

SAYIN  MESUT YILMAZ’IN GRUP KONUŞMASI

(18 Haziran 2002)

 

AB konusundaki tıkanıklık iç politika

endişelerinden kaynaklanıyor

Bugün bir tıkanıklığımız var, bu tıkanıklık geniş ölçüde iç politika endişelerinden, seçim endişelerinden kaynaklanıyor. Umuyorum ki aşacağız. Aşamazsak ne olur? Aşamazsak, Aralık ayında yapılacak olan ve Türkiye’nin de bundan sonraki ilişkilerinin karara bağlanacağı Kopenhag Toplantısında muhtemelen o zaman Türkiye’ye yeni bir takvim verilir, denilir ki: “Git bunları yap; o zaman 2003 yılı içerisinde bunları yaptıktan sonra sizinle tam üyelik müzakerelerine başlayabileceğiz.” Bizim amacımız, buna meydan vermemektir, bunu öne çekmektir.

 

Değerli arkadaşlarım,

Bugün Avrupa Birliği konusunda Grubumuzda bir kapalı görüşme yapıyoruz. Biraz uzun sürdü, biliyorum, onun için çok uzun konuşmayacağım. Ama, benden sonra Yaşar Okuyan arkadaşımızın Cenevre’de katıldığı ILO toplantısıyla ilgili çok kısa bir sizlere bilgi sunuşu olacak. Grubu kapatmadan önce, kendisini de dinleyeceğiz. Ben, sadece konunun bütünlüğü bozulmasın diye arada söz aldım.

Evvela, şunu hepimizin çok iyi bilmesi lazım ki, eğer Türkiye’de 1980’li yıllarda bir Anavatan iktidarı olayı yaşanmasaydı, biz bugün burada Avrupa Birliğini tartışmayacaktık. Bunu hepimizin çok iyi kafamıza sokmamız lazım. Yani, bugün Türkiye, Avrupa Birliğini ne kadar yetersiz de olsa, ne kadar bana göre kısır çerçevede de olsa, tartışabiliyorsa, Avrupa Birliğine üyeliği hedef olarak önüne koyabiliyorsa, hatta bunu zaman zaman bazı çelişkiler yaşama pahasına da olsa bir devlet politikası haline getirmişse, bu Anavatan Partisinin Türkiye’de gerçekleştirdiği değişim sayesinde olmuştur. Ama bugün Anavatan Partisinin Grubunda, çoğu Anavatan Partisinin bir dönem, iki dönem, üç dönem, dört dönem milletvekilliğini, bakanlığını yapmış arkadaşlarımın görüşlerini dinleyince görüyorum ki, maalesef, Anavatan Partililer olarak biz dahi henüz daha bu zihniyet değişikliğini bütünüyle özümsemiş değiliz. Az da olsa, kafamızda tereddütler var; bir an önce kafamızdan silip atmamız gereken tereddütler var. Meseleye bazen muhaliflerimizin gözüyle bakıyoruz, meseleye bazen Türkiye’de bugün bize karşı yeniden bir siyasî kamplaşma oluşturmaya çalışanların argümanlarıyla bakıyoruz. Bundan kurtulmamız lazım. Bizim, tersine, bu oyunu Türkiye’ye teşhir etmemiz lazım.

Ben, sabahları işime giderken veya Meclise gelirken Alman Sefaretinin vize bürosunun önünden geçiyorum, 1 000 insan orada bekliyor. Akşamleyin dönerken, Avusturya Sefaretinin önünden geçiyorum, orada da 1 000 kişi bekliyor. Ee, bu insanlar bu memleketi sevmedikleri için, milliyetçi olmadıkları için, Avrupa hayranı oldukları için, Tanzimatçı oldukları için filan orada beklemiyorlar. Türkiye’de yeterince iyi yaşayamadıkları için, geçimlerini sağlayamadıkları için, Avrupa’da iş imkânı bulmak için uğraşıyorlar.

Değerli arkadaşlarım,

Biz Anavatan Partisi iktidarı döneminde Türkiye’de çok önemli bir değişimi başlattık. Rahmetli Özal, Türkiye’de ekonomik transformasyonu, serbest piyasa ekonomisini, açık Pazar ekonomisine geçişin öncülüğünü yaptı. Çok düşman çekti, çok iftiraya uğradı; ama, netice itibariyle bu değişimi Türkiye’de oturttu. 1990’lara geldiğimiz zaman, Rahmetli Özal şunu gördü ki: Sadece, ekonomik değişiklikler yeterli değildi, bunların mutlaka siyasî birtakım reformlarla tamamlanması gerekirdi. Bunu yapmaya ömrü yetmedi, Türkiye’nin konjonktürü de buna imkân vermedi. Ama biz bugün bu değişimi tamamlamak zorundayız. Türkiye’de bu değişimi Anavatan Partisi olarak tek ağızdan savunmak zorundayız. Bunu gerçekleştirmek için çok büyük engeller var karşımızda. Bunu görüyorum, bunu biliyorum. Bu engellerin hiçbirisi beni ürkütmüyor. Haklı olduğuma yüzde yüz inanıyorum. Ama eğer bizim partimizdeki arkadaşlar henüz kafalarında daha bazı tereddütleri aşamamışlarsa o bana ürküntü verir.

İki hafta önce de burada söyledim, 90 yaşına gelip kafası bunayan insanlar kendilerini çocuk zannederlermiş, hep çocukluklarındaki gerçekleri konuşurlarmış. Biz de kafamızı geçmişe takarsak, Türkiye’nin geleceğini inşa edemeyiz. Biz hâlâ Sevr sendromundan kurtulabilmiş değiliz millet olarak. Ama burada da söylendi, bizim geçmişimizde bir Osmanlı gerçeği var; Osmanlı bir imparatorluktur, Osmanlı, çok toplumlu, çok milletli, çok kültürlü, çok hukuklu bir imparatorluktu. Zannediyorum Ekrem Bey söyledi. Ama Osmanlı yıkıldı. Niye yıkıldı? Dünyaya ayak uyduramadığı için yıkıldı. Aslında, uydurmak için elinden geleni yaptı, tanzimatı yaptı, ıslahatı yaptı; ama, zihniyet devrimini yapamadı. Bunlar hep kâğıt üstünde kaldı, hiçbiri hayata yansımadı.

Atatürk, yıkılan bu imparatorluğun külleri üzerinde bir devlet kurdu. Bakın, bir şey söyleyeceğim, bunu unutmayın, 27 Eylül 1923, Cumhuriyetin ilanından bir ay önce, Atatürk’ün şu sözü var: “Avrupa: kıtası, camiası ve medeniyeti Türkiye’nin şark sınırından itibaren garba doğru başlar..” Atatürk bunu ne zaman söylüyor? Türkiye’de 1 tane üniversite varken söylüyor. Bütün Türkiye’de, belki bugün Çankaya İlçesindeki kadar lise öğrencisi varken söylüyor. Atatürk bunu, bizim önümüze hedef olarak koyuyor. Türkiye’nin Avrupalı olması gerekliliğini, zorunluluğunu o zaman söylüyor. Peki, Atatürk’ün kurduğu devlet, bunu gerçekleştirdi mi? Fizikî olarak bakarsanız gerçekleştirdi; okullar kuruldu... Bugün 70 tane üniversite oldu, bilmem ne oldu, şu kadar otomobilimiz var, bu kadar... Ama kafa olarak biz bunu gerçekleştiremedik.

Bakın, biz Osmanlı Devletinin belki de savunma refleksiyle, o zamanki Osmanlıyı parçalayan milliyetçilik dalgasına karşı kendisini savunabilmesi için üniter bir devlet kurduk. Üniter devlet, zorunlu olarak  çok katı bir devletti, tek devlet, tek millet, tek dil.. Devletin tekliği devam edecek ama demin Yaşar Beyin (Topçu) söylediği gariplikler çıktı ortaya. Bunlar zamanla giderek arttı. Ama, zamanla bizi bu yola sevk eden, yani bizi milliyetçilik dalgasından korunmak için, üniter devlete zorlayan Avrupa, zaman içerisinde mahiyet değiştirdi, nitelik değiştirdi. Bugün Avrupa Birliği bambaşka değerler üzerine kuruluyor. Bugün Avrupa’da çok kültürlülük esastır, bugün Avrupa’da insan haklarına saygı esastır, bugün Avrupa’da azınlıkların haklarının korunması esastır, bugün Avrupa’da birey esastır. Biz, üniter devlet olarak, Türkiye olarak bu zihniyet değişikliğini gerçekleştiremedik. Şu anda bunun sancılarını çekiyoruz. Biz zannediyoruz ki, cumhuriyetin kendisini korumak için zamanında geliştirdiği o fikir yapısı sapasağlam korunursa, Türkiye de bütünlüğünü korur. Oysa amaç Türkiye’nin bütünlüğünü korumaktır. Yoksa bir dönem geçerli olan fikirleri değil.. Ee, şimdi o zaman ben size soruyorum: Bu politika başarılı olmuştur diyebilir miyiz? Bugün Güneydoğu Anadolu’da bir parti yüzde 50 oy alabiliyorsa, bugün Güneydoğu Anadolu’da vatandaşların büyük kısmı bölücü örgütün televizyonunu seyrediyorlarsa, bu politikalarımızla övünebilir miyiz? Bunların hedefine ulaştığını savunabilir miyiz? Türkiye, Özal ile birlikte, Anavatanla birlikte, hiç olmazsa bunları tartışmaya açmıştır, bu tabuları açmıştır. Ama bu sorunlara daha henüz akılcı cevaplar veremedik. Bunun gerektirdiği adımları da atamıyoruz, atmakta zorlanıyoruz.

Şimdi, bugün geldiğimiz noktada, Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde tarihimizde hiçbir zaman olmadığı kadar iyi bir noktadayız. Buna yardımcı olan çok faktörler oldu, bizim dışımızda faktörler oldu. Ama, bu tartışmada tabiî ki ilişkilerimizin geçmişinin de bir muhasebesinin yapılması gerekirdi ve nitekim bir ölçüde de bunu yaptık. Orada gözden kaçırmamamız gereken gerçekler var. 1979 yılında Türkiye, eğer Avrupa Birliğine üye olma arzusunu ortaya koysaydı, Avrupalılar bizi teşvik etmişlerdir, yani Yunanistan’ın başvurusunu takiben, 1977’de zannediyorum Yunanistan’ın müracaatı, 1981’de de üyeliği gerçekleşmiştir. Yunanistan’ın üyeliğinden önce bizi teşvik etmişlerdir. O zamanki Genel Sekreter Emil Noel, Ankara’ya kadar gelmiştir, “Bir an evvel müracaat edin” demiştir. Ama o zaman Türkiye’deki kafa, “Onlar ortak, biz Pazar” kafasıdır. Avrupa Birliği Hıristiyan Kulübü kafasıdır. O yüzden biz müracaat etmemişizdir.

Yunanistan, hiçbir bedel ödemeden, 1981 yılında Avrupa Birliğine üye olmuştur. O tarihte ne Kopenhag Kriterleri vardır, ne Maastrich Kriterleri vardır. Yunanistan, 1981’de üye olmuştur, Türkiye 1987’de tam üyelik başvurusunu yapmıştır, Yunanistan’dan 6 sene sonra başvuru yapmıştır. Bizden zannediyorum 3 sene sonra Kıbrıs tam üyelik başvurusu yapmıştır. Türkiye, başvurusuna olumsuz cevap almıştır. 1995 yılında biz Gümrük Birliği Anlaşması imzaladık.

Değerli arkadaşlarım,

Gümrük Birliği, Avrupa Birliğine katılan bir ülkenin Avrupa Birliğine vereceği en büyük tavizdir. Yani, “Ben Avrupa Birliğinden ithal edeceğim mallardan gümrük almayacağım, ben bütün pazarımı sana açıyorum” demektir. Avrupa Birliğine üye olmak isteyen bir ülkenin Avrupa Birliğine sunacağı bundan daha büyük bir taviz yoktur. Hani bugün taviz meseleleri konuşuluyor, işte kriterler bile tavizle karıştırılıyor da, onun için söylüyorum. Gümrük Birliği en büyük tavizdir.

Türkiye, 1995’te yaptığı anlaşmayla Avrupa Birliğine bu en büyük tavizi vermiştir. Ama bu tavizi verirken, beraberinde zımnen Kıbrıs’ın üyeliğinin de kendisi tarafından kabul edileceğini beyan etmiştir. Nerede etmiştir? Gümrük Birliği Anlaşmasında etmiştir. Ve Sayın İnan’ın haklı olarak söylediği gibi, 1995’te o güne kadar Kıbrıs’ın müracaatını gündeme almayan Avrupa Birliği, Kıbrıs ile görüşme sürecini başlatmıştır, bugün de üyelik sürecine gelinmiştir.

Bugün “Türkiye üye olmadan Kıbrıs üye olamaz” diyenler, işte haklı olarak Kıbrıs’ı kuran anlaşmalarda Türkiye’nin rızası olmadan Kıbrıs’ın hiçbir uluslararası birliğe katılamayacağını iddia edenler, 1995 yılındaki bu yanlışa seyirci kalmışlardır. Bugün Avrupa Birliği üyeliğinin iç politikada bir propaganda meselesi olarak kullanıldığı suçlamasını yapanlar, 1995’te seçimler öncesinde bunu bir millî bayram olarak ilan etmek niyetindeydiler. Ben hatırlıyorum, o zaman seçimlerin tam öncesine gelmişti bu anlaşma, apar topar imzalanmıştır. Başbakan gitmiştir, orada... Ha, Dışişleri Bakanının yemeğine katılmıştır, apar topar anlaşma imzalanmıştır. Biz o zaman meseleyi Meclise getirdik, bunun Kıbrıs meselesini fevkalade olumsuz bir mecraya sokacağını söyledik, gümrük birliğinin iyi pazarlık edilmemiş bir anlaşma olduğunu söyledik, bunun ileride yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini söyledik. O zaman bizi Avrupa Birliği karşıtlığıyla suçladılar.

Şimdi, bugün geldiğimiz noktada, önümüzdeki mesele, sadece kriterleri yerine getirme meselesidir. Kriter, taviz değildir, kriter sadece bizden istenen bir şey değildir. Kriter, diğer bütün adayların yerine getirdikleri bir şeydir. Biz zaten bunu bilerek bu işe talip olduk, bu kriterleri yerine getireceğimizi bilerek bu işe talip olduk. Ama, gümrük birliği bir tavizdir, gümrük birliği hiç karşılıksız verilmiştir. Sayın Çiller’in Başbakanlığı döneminde verilmiştir. Neden verilmiştir? Çünkü, Sayın Çiller, millete gümrük birliğine girmeyi Avrupa Birliğine girmek olarak yutturmayı planlıyordu. Biz seçim öncesinde açık oturumlarda filan bu oyunu bozduk. Gümrük birliğinin Avrupa Birliğine girmek olmayacağını, gümrük birliğinin kötü müzakere edilmiş bir şey olduğunu, bunun Türkiye’nin Avrupa Birliği ilişkilerinin geliştirilmesine de herhangi bir rolünün olmayacağını o zaman ifade ettik. Bu plan bozuldu.

Ha, bugün geriye baktığımız zaman, gümrük birliği olayı Türkiye’ye çok büyük bir fatura getirmiştir. İşte, gümrük birliğinin yürürlüğe girmesinden bu yana geçen 6 sene içerisinde Türkiye, daha önceki döneme göre, yıllık iki katı bir dış ticaret açığı vermiştir. Ama, bütün bunlara rağmen, ben burada geçmişte 1970’li yıllarda kaçırılan fırsatların veya 1995’li yılda yapılan bu hatanın değerlendirmesini, eleştirmesini yapmak niyetinde değilim. Benim söylediğim, bugün geçmişteki bütün bu noktalardan farklı bir noktadayız. Farklı noktaya gelmemizin en önemli amillerinden birisi, 1997 yılında bize özel bir statü –üyelik dışında- verilmesi kararlaştırılınca, bizim buna tepki göstermiş olmamız, bunu kabul etmemiş olmamız, bunu gerekçe göstererek Avrupa Birliği ile ilişkilerimizi askıya almış olmamızdır. Bunu yapan da Hükümetin Başbakanı da bendim. Avrupa o zaman gördü ki, bize bu şekilde bir özel statüyü kabul ettirmesi mümkün değildir. Avrupa’nın yapması gereken tercih, ya Türkiye’yi tam üye yapmaktı ya da Türkiye’yi tümüyle dışlamaktı. Biz bu tepkiyi gösterirken hesap ettik ki, Avrupa bizi tümüyle gözden çıkaramazdı. Avrupa’nın dünya ölçüsündeki hedefleri, dünya ölçüsündeki politikası, Ortadoğu’nun, Orta Asya’nın ve Kafkasların merkezindeki Türkiye’yi ihmal etmeye müsait değildi. Bir şekilde bizimle anlaşmak zorundaydı. İki sene bunu değerlendirdiler, Helsinki’de bize adaylık statüsü verdiler; ama, adaylık statüsü verirken kafalarının arkasındaki şey şuydu: Biz, Türkiye’ye adaylık statüsü verelim ama, Türkiye’nin önüne devamlı engeller çıkaralım, bu süreyi geciktirelim. Türkiye’yi, mümkünse bir 10 sene, 20 sene aday ülke olarak avutalım, Türkiye’nin bize getireceği aşırı yükü erteleyelim. Kafalarındaki strateji buydu.

Bu oyunu bozmak bizim elimizdeydi, hâlâ da elimizdedir. Eğer biz Avrupa’nın bu niyetini bilirsek, Avrupa Birliğine üye olmanın Türkiye’ye getireceği faydaların bilincine varabilirsek, kendi geçmişimizi, kendi uyguladığımız politikaları biraz daha akılcı değerlendirebilirsek, gerçekçi değerlendirebilirsek, bunları değiştirmek için gerekli cesareti ortaya koyabilirsek ve hepsinden önemlisi, bu konuda bir ulusal mutabakatı sağlayabilirsek, Avrupa’nın bu oyununu bozmak elimizdedir.

Bugün, Avrupa Birliği ile pazarlık etme konusunda her zamankinden daha güçlü konumdayız. Kıbrıs’tan dolayı güçlü konumdayız, 11 Eylülden dolayı güçlü konumdayız, Avrupa Birliğinin genel politikaları itibariyle, o politikalarda Türkiye’nin üstlenebileceği, mesela güvenlik politikasındaki rol itibariyle daha güçlü konumdayız. Avrupa kısa bir süre önce kendi ordusunu oluşturmak için bir adım attı, NATO’nun imkanlarını da kullanacak olan bir Avrupa ordusu kurmayı kararlaştırdı. Bize geldiler, dediler ki: “Siz Avrupa Birliği üyesi olmadığınız için, gerekirse bu kuvvetin emrine kuvvet tahsis edeceksiniz, ama karar mekanizmasında yer almayacaksınız” Biz, “Biz bunu kabul etmeyiz” dedik, bunu veto ettik. İki sene müzakere ettik, iki sene pazarlık ettik, sonunda anlaşmaya vardık, istediğimiz şekilde anlaşmaya vardık. Dedik ki: “Türkiye’yi ilgilendiren konularda Türkiye karar mekanizmasının içinde olacaktır ve bu Avrupa ordusu hiçbir zaman bir NATO üyesine karşı kullanılamayacaktır.” Bu iki şartımızı kabul ettiler. Şimdi Yunanistan bunu veto ediyor, İspanya’da bu hafta yapılacak olan Sevilla Zirvesinde İspanya’da Yunanistan’a büyük baskı yapacaklar, çünkü Yunanistan tek başına kaldı bu konuda. Bir tarafta Yunanistan var, bir tarafta 14 AB ülkesi var. Ama Yunanistan’ın bizim AB ile mutabık kaldığımız bu formüle karşı çıkması dahi, Yunanistan’ın Türkiye konusundaki niyetlerini deşifre eden, onları ortaya çıkaran bir durumdur.

Yani, şunu bazı, bu konularda farklı düşünen arkadaşlarımın ve bizim dışımızdaki muhaliflerimizin bilmesi lazım: Biz Türkiye’nin, ben ve benim gibi düşünen arkadaşlarımın Türkiye’nin ulusal meselelerinin ne kadar çetrefil olduğunu biliyoruz. Bu meselelerin, biz Avrupa Birliğine girsek de girmesek de, Türkiye’nin başına daha uzun süre çorap öreceğini, bizi uğraştıracağını da biliyoruz Bizim üzerinde düşünülmesini istediğimiz konu şudur: Türkiye bu meselelerini, Kıbrıs meselesi dahil, Ege meselesi dahil, Güneydoğu meselesi dahil, Türkiye bu meselelerini Avrupa Birliğinin içinde mi daha kolay halledebilir, Avrupa Birliğinin dışında kalarak mı daha kolay halledebilir?.. Ben diyorum ki, Avrupa Birliğine girip de bölünmüş olan hiçbir ülke yok. Bana cevap veriyorlar, diyorlar ki: Yugoslavya. Yahu, Yugoslavya Avrupa Birliğine üye değil ki. Yugoslavya Avrupa Birliğine karşı ve Avrupa Birliğinin temsil ettiği anlayışa direndiği için bölündü.

Şimdi biz, Avrupa Birliği dışında kalarak, acaba hiç bu politikalardan taviz vermeden, yani bugüne kadar izlediğimiz politikaların ana çizgisinden hiç ayrılmadan yolumuza devam edersek, nereye varırız? Ne netice alırız? Ne kadar direniriz? Acaba Sayın Pakdemirli’nin bahsettiği, Kehanet Raporları gerçek olabilir mi? Yani, Türkiye bu değişimi sağlayamazsa, asıl o zaman Türkiye’nin bölünme tehlikesi gündeme gelebilir mi? Bunu ciddî ciddî oturup düşünmemiz lazım. Bunu başkaları bizim için düşünecek değil ki. Başkaları Türkiye’nin meselelerini çözecek değil ki, biz çözeceğiz. Ama  biz, maalesef bugün bunları tartışabileceğimiz bir zemine sahip değiliz, ortama sahip değiliz. Hâlâ Apo’nun idamıyla uğraşıyoruz, hâlâ bayrak, mayrak, bilmem ne, din istismarıyla uğraşıyoruz. Bu meselelerimizi oturup akıllıca konuşacak bir zemine sahip değiliz, bir ortama sahip değiliz.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, burada Avrupa Birliğini, Avrupa ülkelerini, Hıristiyanları yerden yere vurabilirsiniz. Hayatınızdan bir sürü anekdotlar anlatabilirsiniz, hepimizin hayatında da bunların benzerleri vardır. Avrupa’da yaşayanlarda daha çok vardır. Ama unutmayın, eğer biz ve onlar ayrımı yaparsanız, asıl o zaman Haçlı zihniyetinin oyununa gelmiş olursunuz. O zaman siz o duvarı yaratmış olursunuz. Atatürk’ün dediği gibi, biz Avrupalılarla aslında kendimizi farklı yere koymamalıyız. Biz Avrupa’nın bir parçasıyız, bizim tarihimiz Avrupa’nın bir parçasıdır. Biz, Avrupalılaşmayı, Batılılaşmayı hedef almış bir devletiz. Biz, Avrupalılaşmayı hedef almışsak, geçmişteki kendi düzenimizin yanlışlığını da kabullenmişiz demektir. Yani, 18 inci Yüzyılda, 19 uncu Yüzyılda Avrupa’dan borç para alıp da o Dolmabahçe Sarayını yapmayı, bilmem Lale Devrini yaşamayı filan yanlışını kabul etmiş bir ulusuz. Tarihte yanlış yaptığımızı kabul etmiş bir ulusuz. Ee, tarihte yanlış yaptığını kabul etmiş bir ulus olarak, “Hayır, onlar kötüdür, onlar yanlış yapıyor, ben iyisini yaptım” derseniz, o zaman çelişkiye düşersiniz, hiçbir yere varamazsınız.

Biz, sanayi devrimini kaçırmış bir ulusuz. Biz, bu yüzden imparatorluğunun yüzde 90’ını kaybetmiş bir ulusuz. Biz, bu imparatorluktan gelen, işte 26-27 tane etnik grubu Anadolu’da bir millî devlet altında yeniden kurmayı başarmış bir ulusuz; ama, bugün önümüzde başarmamız gereken yeni bir değişim var: Ya Avrupa’da... Avrupa dediğim zaman, bugün Avrupa’nın bizim dışımızda 28 ülkesine hakim olan hepsinin kabul ettiği ölçüleri, anlayışı, zihniyeti kabul edeceğiz,ona uyacağız ya da onun dışında, bazılarının istediği gibi, duvarları dikeceğiz, içimize kapanacağız, Baas tipi bir devlet olacağız. Suriye gibi bir devlet olacağız.

Ha, öyle bir devlet olursak nereye varırız; onu da düşünmemiz lazım. Nereye gideceğimizi de ciddî olarak düşünmemiz lazım. Varlığımızı sürdürüp sürdüremeyeceğimiz, bugün çok değer verdiğimiz bazı şeyleri koruyup koruyamayacağımızı da ciddî olarak düşünmemiz lazım.

Velhasıl, Avrupa Birliği meselesinde bütün bu tartışmaların önünde, hepsinden önce, şu hususu arkadaşların kendi kafalarında cevap aramalarını istiyorum: Türkiye olarak her sene 1 milyon insana iş alanı yaratmamız lazım. 1 milyon yeni iş alanı yaratmamız lazım. 1 milyon iş alanı yaratmak için, 10 milyar dolar sermayeye ihtiyacımız var, yatırıma ihtiyacımız var. Avrupa Birliğinin dışında kalırsak, geçmişte gümrük birliği örneğinde de gördük, bunun yabancı sermaye olarak Türkiye’ye gelmesi mümkün değil. Bu kaynağı kendimizin üretmesi de mümkün değil. Borcumuzun da limitlerine geldik; şu anda borcumuzu geri ödemeyi sadece planlıyoruz. Dolayısıyla yeni borç alabilme imkânımız da yok. Türkiye olarak önümüzdeki dönemde ekonomik olarak Avrupa Birliği dışında hiçbir alternatifimiz yoktur. Ne Karadeniz Ekonomik İşbirliği ne İran ile işbirliği ne Rusya ile işbirliği; bunların hepsi komik alternatiflerdir. Farklı demiyorum, komik alternatiflerdir.

Avrupa Birliği, Türkiye’nin içine düştüğü ekonomik darboğazı aşabilmesi için, ekonomik kısır döngüyü kırabilmesi için önündeki tek alternatiftir. Ama mesele bundan ibaret değildir. Türkiye’de hâlâ bir etnik gerilim vardır. Uzun yıllar süren PKK terörü, bölücü terörün Türkiye’de yarattığı bir etnik gerginlik vardır. Türkiye, ilelebet bu gerginlikle yaşayamaz. Bu gerginliği de bir şekilde çözmesi lazım. Ya eskiden olduğu gibi, eski politikalarla kaba kuvvete dayalı politikalarla bunu çözeceğiz ya da Kopenhag Kriterleri ile Avrupa’nın kabul ettiği ölçülerle bunu çözeceğiz.

Türkiye’de, aynı zamanda 28 Şubat süreciyle doruğuna varan dindar kitleyle laik devlet arasında bir gerginlik vardır. Bununla da yolumuza devam edemeyiz, bunu da aşmamız lazımdır.

Türkiye’de, aynı zamanda Sivas olayları ile Gazi olayları ile patlak veren; ama, her an yeniden bir kıvılcım çıkmasıyla patlak verebilecek olan bir mezhep ayrılığı, tahrikçiliği vardır. Mezhep konusunda da bir gerginlik vardır. Türkiye bunu da ortadan kaldırmak zorundadır.

Türkiye bunları yapabilmek için, ben iddia ediyorum ki, bütün bu değişimleri ancak Avrupa Birliği şemsiyesi altında gerçekleştirebilir. Biz Avrupa Birliğine üyelik sürecimiz Helsinki’de yoluna girdikten sonra, bize adaylık statüsü verildikten sonra dile getirmeye başlamadık. Arkadaşlarım hatırlayacaklardır, 18 Nisan seçimlerinden itibaren ben bu kürsüde, Grup kürsüsünde devamlı, Türkiye’nin bu değişimi yapması gerektiğini söylüyorum. Artık hukuk devleti olmanın, insan hak ve özgürlüklerine saygılı olmanın gereğini devlet olarak yapmamız gereğini, bu devlet yapısıyla hiçbir yere varamayacağımızı söylüyorum.

İşte, deprem olayında, ekonomik krizde ortaya çıkan aksaklıklar, benim bu görüşlerimin doğruluğunu ortaya koydu. Bu değişimi yapamazsak ne olur? Bu değişimi yapamazsak, Türkiye olarak, yani Avrupa Birliğinin dışında kalırsak, kendi içine kapanmış bir ülke oluruz. Kendi imkanlarımızla, kendi yağımızla kavrulmak zorunda kalırız. Kendi yağımızla kavrulduğumuz zaman, komşularımızla aramızdaki mesafe giderek artar. Onlar zengin biz fakir oluruz. Fakir bir ülke olarak, giderek fakirleşen  bir ülke olarak -çünkü nüfusunuz da bir yandan arttığı için- ulusal bütünlüğümüzü korumamız zorlaşır. Ulusal davalarımızı sürdürmemiz de zorlaşır. Daha bugünden Kıbrıs Türk kesiminden insanlar, Kıbrıs’ı terk ediyorlar, İngiltere’ye iş aramaya gidiyorlar, bazısı Rum kesimine geçiyor. Yani, milliyetçilik, vatan sevgisi, bunlar hepsi kutsal değerlerdir, hepimizin paylaştığı değerlerdir; ama, bütün bu değerlerin dahi ekonomik, maddî birtakım önşartları vardır. Bunlara göz kaparsanız, bunları ilanihaye koruyamazsınız. Türkiye, Avrupa Birliği konusunda bugün bir yol ayrımındadır. Türkiye’nin önünde iki alternatif vardır; ya Avrupa Birliğinin içinde olacaktır ya dışında olacaktır.

Hep, biz haklıyız, hep biz doğrusunu yaptık, hep Avrupalılar haksız, hep onlar yanlış yaptılar diyerek, yani bu kafayla Avrupa Birliğine giremezsiniz. Avrupa Birliği bize karşı haksızlık yapmamış mıdır? Yapmıştır. Bize karşı yaptığı haksızlıkları, benzerlerini kendi ülkelerine karşı da yapmıştır. İşte burada söylendi; İngiltere iki defa veto olmuştur, 15 sene uğraşmıştır Avrupa Birliğine girmek için. Fransa, De Gaule, iki defa veto etmiştir İngiltere’yi. Avusturya’da daha üç sene önce genel seçimlerde aşırı sağcı bir parti ikinci parti olarak çıktı, Hükümete ortak olması gündeme geldi, o partinin başkanının geçmişte Hitler’e methiye niteliğinde bazı sözleri vardı. Avrupa Birliği, Avusturya’ya ekonomik fonksiyon uyguladı, ceza uyguladı. Ta, o parti başkanı, parti başkanlığından istifa edinceye kadar bunlar devam etti, yeni kaldırıldı. Hükümetten ayrıldı, parti başkanlığından ayrıldı. Eyalet valiliği yapıyor şu anda. Yani, Hükümetten ayrılıncaya kadar Avrupa Birliğinin bu şeyi devam etti.

Avrupa Birliği bu değerler konusunda bazılarının zannettiği gibi, pazarlığa açık filan değildir. Bunlar Avrupa Birliğinin bizim için icat ettiği şeyler de değildir. Bizim burada ölçmemiz gereken bir tek şey var: Bunlar, sadece bizden mi isteniyor, diğer ülkelerden de mi isteniyor?.. Kâmran Beyin dediği hususa katılmıyorum. Bulgaristan, Romanya bugün bizi fersah fersah geçmişlerdir bu Kopenhag Kriterleri konusunda. Bana inanmıyorsanız, gidin çağırayım buraya Ahmet Doğan gelsin size anlatsın Bulgaristan’daki durumu. Romanya’daki Türklerin gazetesi orada işte... Hepsi fersah fersah geçmişlerdir. Avrupa Birliğine üye olmak için geçmişlerdir; çünkü, onlar Avrupa Birliği üyeliğini bir millî seferberlik olarak, bir büyük dava olarak benimsemişlerdir. Biz ise, hâlâ Avrupa konusunda onlar ve biz ayrımından kendimizi kurtarabilmiş değiliz. Biz Avrupa Birliğine girersek, ya bir günde her tarafın cennet olacağını düşünüyoruz ya da Avrupa Birliğinin bize tuzak kuracağını, bize büyük bir komplo hazırladığını düşünüyoruz. Hiç normal düşünmüyoruz Avrupa konusunu. Yahu, Avrupa’nın kuralları var, bu kuralları benimsersen Avrupa’ya girersin, girdiğin zaman da zorlukların devam edecek; ama, bugüne nazaran daha iyi olacaksın, önüne yeni imkânlar açılacak, o imkânlardan yararlanacaksın, senin dilin Avrupa’nın dili olacak, Türkçe Avrupa’nın dili olacak, Türkiye Avrupa Parlamentosunda, Avrupa Konseyinde üye olacak, Avrupa Birliğinin kendi içindeki gelişmemiş ülkeleri kalkındırmak için sağladığı bütün fonlardan, yapısal fonlardan, bölgesel fonlardan istifade edeceksin, bu sayede Avrupa ile bütünleştiğin zaman sana daha fazla yabancı sermaye gelecek, bugün 1 milyar doları bulamıyorsun,o zaman 10 milyar dolar, 15 milyar dolar yabancı sermaye çekme imkanın olacak. Biz bunları hiç düşünmüyoruz. Biz, sadece, meseleyi getirdik getirdik, İmralı’daki adamın hayatına eşitledik.

Bu ortamda bu meselede mesafe alacağımızdan çok fazla umudum yok. Önümüzdeki zorlukların, hele son zamanlarda sistemli biçimde bir kampanyaya dönüştürüldüğünü, neredeyse Anavatan Partisinin, benim Avrupa hayaliyle Türkiye’yi satan, taviz veren, hatta vatana ihanet eden... İşte, dün Beyhan Beye söylendiği gibi, teşhir edileceğini tahmin ediyor, görüyorum. Bütün bunların önümüzdeki dönemde daha artacağını da hesaplıyorum. Ama arkadaşlarımızın bir şeyi düşünmesi lazım ki, biz şu anda bu Mecliste işte yüzde 15 güce sahip olan bir partiyiz. Bugünkü ortaklarımızın dışında, DSP ve MHP’nin dışında, ben Avrupa Birliği üyeliğinde daha hızlı mesafe alacağımıza da inanmıyorum. Yani, bugünkü ortaklarımızla yaşadığımız sıkıntıları biliyorsunuz, bilhassa MHP ile yaşadığımız sıkıntıları biliyorsunuz; ama, ben burada diğer partilerle işbirliği yaparsak, daha da rahat mesafe alacağımıza da inanmıyorum. Cumhurbaşkanının düzenlediği toplantıdaki görüşleriyle ondan sonra gazetelerde verdikleri beyanatlara bakıyorum, bu konudaki samimiyetlerinde problem  olduğunu görüyorum.

Herkes bu meseleye, hâlâ bir parti meselesi olarak, bir iç politika meselesi olarak bakıyor. Aksi gibi de, neredeyse hepsi birden bizi bu meseleyi bir iç politika malzemesi yapmakla suçluyorlar. Ama, eğer bizim hakikaten bu meseleyi bir siyasî istismar yapmak konusu gibi bir düşüncemiz olduğunu düşünüyorlarsa, o zaman yapmaları gereken tam tersine bizim önümüze geçmektir. Yani, hepsi Avrupa Birliğini savunsalar, hepsi gelseler burada bunun için gerekli yasalara, Anayasa değişikliklerine oy verseler, hepsi bu konuda gerekli adımları atmak için hareket etseler, o zaman istismar imkânı ortadan kalkar.

Kaldı ki, böyle bir düşüncemiz yoktur. Yani, bizim Avrupa Birliği üyeliğini istismar etmek gibi, hele hele halkımızı yanlış birtakım hedeflerle avutmak gibi, uyutmak gibi hiçbir şekilde bir düşüncemiz yoktur. Biz diyoruz ki: Türkiye’nin önünde bugün belli seçenekler vardır, bu seçeneklerden en akıllısı, en akılcısı, Türkiye’nin menfaatlerine en fazla hizmet edecek olan seçenek, Avrupa Birliği üyeliğidir. Bizim dışımızdaki nedenlerle Türkiye bu konuda bir fırsat yakalamıştır. Bu fırsatı değerlendirmelidir. Geçmişte bu fırsatları kaçırdık, üstelik yanlışlar yaptık. Avrupa Birliği üyeliğini aşırı taalluk gösterdiğimiz için, Kıbrıs meselesini de çok zor bir duruma soktuk 1995 yılında, şimdi bugün geldiğimiz noktada bu meseleyi hiç olmazsa kendi duygularımızı aşıp, kendi geçmişimizdeki bazı kötü hatıraları bir yana bırakıp geleceği esas alarak, dünyanın değiştiğini göz önünde tutarak, daha mantıklı bir şekilde tartışmamız lazım. Maalesef, dediğim gibi, bu tartışmayı Türkiye’de yapamıyoruz.

Kamuoyunun Avrupa Birliği üyeliğine verdiği büyük destek, en başta, demin dediğim gibi, Avrupa Birliği üyeliğini kendi geleceği açısından, kendi ekonomik durumu açısından en iyi alternatif olarak görmesinden kaynaklanmaktadır. Öyle millî meselelere etkisi filan uzun boylu hesap edilip de verilmiş bilinçli bir destek söz konusu değildir. Ama, zannediyorum Yaşar Beyin de söylediği de doğrudur, Avrupa Birliği üyesi ülkelerde de gidin bakın, halkın çok az bir kısmı Avrupa Birliğini bilir, kurumlarını tanır, nasıl işlediğini, mekanizmalarını bilir. Burada önemli olan, Türkiye açısından doğru tercihleri yapmaktır. Almanya, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş olan markından vazgeçti, Fransa frankından vazgeçti, İtalya liretinden vazgeçti. Niye? Çünkü, gördüler ki, bu birleşmede ortak menfaatleri vardı. Para sisteminde birleştiler... Biz onların daha çok uzağındayız; ama, şunu unutmamanızı istiyorum: Türkiye’nin Avrupa Birliğinden daha parlak hiçbir geleceği söz konusu olamaz ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği, bazılarının zannettiği gibi, bazılarının da maksatlı olarak çarpıttıkları gibi, sadece bilmem Kürtlerin, sade Marksistlerin, sadece şunun, bunun menfaatine olan bir şey değildir. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği, Türkiye’de yaşayan herkesin, yani kendi özgürlük alanını genişletmek isteyen, günlük yaşamında özgürlüklerden azamî yararlanmak isteyen, kendisinin ve çocuğunun geleceğini daha iyi koşullarda kurmak isteyen herkesin menfaatinedir. Bunun anlatılmasında eksiklerimiz olduğu doğrudur. Anavatan Partisi olarak evvela milletimizi bu konuda daha iyi enforme etmemiz lazım. Ama eğer, bütün enerjimizi buna vermek yerine, Avrupa Birliğinin Türkiye’ye neler getireceğini, Avrupa Birliği üyeliği için yapmamız gerekenleri millete anlatmak yerine, Avrupalılarla ilgili bazı olumsuz anılarımızı öne koyup da bu konuda siyasî muhaliflerimizin ekmeğine yağ sürersek kendi önümüzü kapatmış oluruz.

Bu konu, Türkiye’nin gündeminde daha uzun süre yerini muhafaza edecektir. Daha bu konuda çok uğraşacağız. Bu koalisyon yapısı içerisinde ne kadar mesafe alırsak, ne zaman mesafe alabilirsek o kadarını almaya çalışacağız. Umuyorum ki, Meclis tatile girmeden, hiç olmazsa şu ölüm cezası meselesini bir çözüme bağlayabiliriz, ama bağlayamaya da biliriz, o kadar önemli değildir. Bunun için, o kanun teklifini arkadaşlarımız, ben Grup başkanvekili arkadaşlarımızla görüşeceğim, üç veya dört kişilik bir hukukçu arkadaşlarımızdan bir komisyon yapalım, onlar incelesinler. Orada gayet tabiî parti olarak tam destek vermemiz lazım. Ama mesele onunla bitmiyor biliyorsunuz, MHP’nin Hükümet meselesi yapacağını ilan ettiği bu kültürel haklarla ilgili meseleler var. O meseleleri de muhtemelen Meclis tatili sırasında görüşeceğiz, yeni bir mutabakat arayacağız. Oradaki şu anki zorluk, geniş ölçüde, altında hepimizin imzası bulunan Ulusal Programın farklı yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Biz, Ulusal Programa, o zaman aramızdaki bu farklı görüşleri aşmak için şöyle bir ortak formülasyon getirdik: “Türkiye’nin resmî dili Türkçedir, ama Türkiye’deki bütün TC vatandaşları günlük hayatlarında istedikleri dili kullanabilirler” dedik. Avrupa Birliği buna baktı, bunun yayın meselesini de kapsayacağını, işte ana dilin öğrenimi meselesini de kapsayacağını şeklinde yorumladı. Oysa ki, MHP’nin yorumu anlaşılan farklı idi, şimdi bu yorum farklılığı şu anda önümüze bir adım atmamızı engelleyen bir durum olarak ortaya çıktı.

Tabiî, aslında bunun o şekilde geniş anlamıyla yorumlanması daha doğrudur; çünkü, hemen arkasında şöyle bir ifade var: “Bu özgürlüğün kullanılması, hiçbir zaman ülke bütünlüğüne aykırı olamaz” Ee, şimdi insanların kendi aralarında, evlerindeki konuşmalarının filan böyle bir tehdit oluşturacağı düşünülemeyeceğine göre, bunun yayın hayatını da kapsadığı, hele 1991 yılında bizim getirdiğimiz düzenlemelerle işte Türkçe dışında müzik, plak, gazete yayınlanmasını da imkân sağladığı dikkate alınarak, hiç olmazsa mevcut durumun daha ilerisini ifade ettiği şeklinde yorumlanması gerekirdi. Ama bu konuda bugün bir tıkanıklığımız var, bu tıkanıklık geniş ölçüde iç politika endişelerinden, seçim endişelerinden kaynaklanıyor. Umuyorum ki aşacağız. Aşamazsak ne olur? Aşamazsak, Aralık ayında yapılacak olan ve Türkiye’nin de bundan sonraki ilişkilerinin karara bağlanacağı Kopenhag Toplantısında muhtemelen o zaman Türkiye’ye yeni bir takvim verilir, denilir ki: “Git bunları yap; o zaman 2003 yılı içerisinde bunları yaptıktan sonra sizinle tam üyelik müzakerelerine başlayabileceğiz”

Bizim amacımız, buna meydan vermemektir, bunu öne çekmektir. Yani, bunları yapıp, Aralık ayında müzakerelerin başlaması kararını almaktır. Ama bu engellemeler dolayısıyla böyle bir gecikmeye de maruz kalabiliriz. Asıl benim endişem Kıbrıs konusuyla ilgilidir. Kıbrıs’ın Kopenhag’da tam üyeliği için karar alınması ve buna karşılık Türkiye’nin üyelik müzakerelerine başlayamaması -bu reformları yapamadığı için- hem Kıbrıs sorununu hem Türkiye-AB ilişkilerini hem Türk-Yunan ilişkilerini fevkalade gergin bir döneme sokabilir. Türkiye’nin yaptığı bazı resmî açıklamalar da bu ihtimali güçlendirmektedir. Onun için, önümüzdeki aylarda hem Kıbrıs müzakerelerine Türkiye’nin yapacağı olumlu katkılar, yönlendirmeler hem içeride bu kriterlerin yerine getirilmesi konusunda atacağımız adımlarla ilişkilerdeki bu gerginliği hiç olmazsa önlememiz lazım. Ama dediğim gibi, maalesef, şu anda yakaladığımız, 50 seneden beri ilk defa yakaladığımız Avrupa Birliği ilişkilerindeki bu önemli fırsatı Aralık ayına kadar tam olarak değerlendirebileceğimiz konusunda çok fazla umudum yok. Elbette ki elimizden geleni yapacağız.

Ha, elimizden geleni yaparız,buna rağmen istediğimiz sonuç alınmazsa ne olur? O zaman, gidip millete anlatmaktan, bu konudaki arkamızdaki siyasî desteği artırmaya çalışmaktan başka da önümüzde siyasî olarak herhangi bir olanak yoktur. Dediğim gibi, bu koalisyon içerisinde, bu Meclis içerisinde adım atmaya çalışacağız. Bunun için ikna metoduyla çalışacağız, uzlaşmayla çalışacağız. Ha, netice alamazsak ne olacak? O zaman gideceğiz millete, diyeceğiz ki: Bak, bize destek verin, siz bize destek verirseniz biz de şu şu adımları atacağız. O zaman daha güçlü konumda bunları yapmaya çalışacağız.

Avrupa Birliği üyeliğinin Türkiye’ye sağlayacağı en önemli faydalardan biri de, sivil otoritenin üstünlüğünü sağlamak olacaktır. Sivil siyasetin alanını genişletmek olacaktır. Aslında bugün karşılaştığımız güçlüklerin bir kısmı da, bunun bilinmesinden kaynaklanmaktadır.

Hepinize saygılar sunuyorum.

 

 

Teknik Büro Web Team 2002