|
|
|
|
ANAVATAN PARTİSİ GENEL
BAŞKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI
SAYIN MESUT YILMAZ’IN
GRUP KONUŞMASI
(18 Haziran 2002)
AB konusundaki tıkanıklık iç politika
endişelerinden kaynaklanıyor
Bugün bir tıkanıklığımız var, bu tıkanıklık geniş
ölçüde iç politika endişelerinden, seçim endişelerinden kaynaklanıyor.
Umuyorum ki aşacağız. Aşamazsak ne olur? Aşamazsak, Aralık ayında
yapılacak olan ve Türkiye’nin de bundan sonraki ilişkilerinin karara
bağlanacağı Kopenhag Toplantısında muhtemelen o zaman Türkiye’ye yeni
bir takvim verilir, denilir ki: “Git bunları yap; o zaman 2003 yılı
içerisinde bunları yaptıktan sonra sizinle tam üyelik müzakerelerine
başlayabileceğiz.” Bizim amacımız, buna meydan vermemektir, bunu öne
çekmektir.
Değerli
arkadaşlarım,
Bugün
Avrupa Birliği konusunda Grubumuzda bir kapalı görüşme yapıyoruz.
Biraz uzun sürdü, biliyorum, onun için çok uzun konuşmayacağım. Ama,
benden sonra Yaşar Okuyan arkadaşımızın Cenevre’de katıldığı ILO
toplantısıyla ilgili çok kısa bir sizlere bilgi sunuşu olacak. Grubu
kapatmadan önce, kendisini de dinleyeceğiz. Ben, sadece konunun
bütünlüğü bozulmasın diye arada söz aldım.
Evvela,
şunu hepimizin çok iyi bilmesi lazım ki, eğer Türkiye’de 1980’li
yıllarda bir Anavatan iktidarı olayı yaşanmasaydı, biz bugün burada
Avrupa Birliğini tartışmayacaktık. Bunu hepimizin çok iyi kafamıza
sokmamız lazım. Yani, bugün Türkiye, Avrupa Birliğini ne kadar
yetersiz de olsa, ne kadar bana göre kısır çerçevede de olsa,
tartışabiliyorsa, Avrupa Birliğine üyeliği hedef olarak önüne
koyabiliyorsa, hatta bunu zaman zaman bazı çelişkiler yaşama pahasına
da olsa bir devlet politikası haline getirmişse, bu Anavatan
Partisinin Türkiye’de gerçekleştirdiği değişim sayesinde olmuştur. Ama
bugün Anavatan Partisinin Grubunda, çoğu Anavatan Partisinin bir
dönem, iki dönem, üç dönem, dört dönem milletvekilliğini, bakanlığını
yapmış arkadaşlarımın görüşlerini dinleyince görüyorum ki, maalesef,
Anavatan Partililer olarak biz dahi henüz daha bu zihniyet
değişikliğini bütünüyle özümsemiş değiliz. Az da olsa, kafamızda
tereddütler var; bir an önce kafamızdan silip atmamız gereken
tereddütler var. Meseleye bazen muhaliflerimizin gözüyle bakıyoruz,
meseleye bazen Türkiye’de bugün bize karşı yeniden bir siyasî
kamplaşma oluşturmaya çalışanların argümanlarıyla bakıyoruz. Bundan
kurtulmamız lazım. Bizim, tersine, bu oyunu Türkiye’ye teşhir etmemiz
lazım.
Ben,
sabahları işime giderken veya Meclise gelirken Alman Sefaretinin vize
bürosunun önünden geçiyorum, 1 000 insan orada bekliyor. Akşamleyin
dönerken, Avusturya Sefaretinin önünden geçiyorum, orada da 1 000 kişi
bekliyor. Ee, bu insanlar bu memleketi sevmedikleri için, milliyetçi
olmadıkları için, Avrupa hayranı oldukları için, Tanzimatçı oldukları
için filan orada beklemiyorlar. Türkiye’de yeterince iyi
yaşayamadıkları için, geçimlerini sağlayamadıkları için, Avrupa’da iş
imkânı bulmak için uğraşıyorlar.
Değerli
arkadaşlarım,
Biz
Anavatan Partisi iktidarı döneminde Türkiye’de çok önemli bir değişimi
başlattık. Rahmetli Özal, Türkiye’de ekonomik transformasyonu, serbest
piyasa ekonomisini, açık Pazar ekonomisine geçişin öncülüğünü yaptı.
Çok düşman çekti, çok iftiraya uğradı; ama, netice itibariyle bu
değişimi Türkiye’de oturttu. 1990’lara geldiğimiz zaman, Rahmetli Özal
şunu gördü ki: Sadece, ekonomik değişiklikler yeterli değildi,
bunların mutlaka siyasî birtakım reformlarla tamamlanması gerekirdi.
Bunu yapmaya ömrü yetmedi, Türkiye’nin konjonktürü de buna imkân
vermedi. Ama biz bugün bu değişimi tamamlamak zorundayız. Türkiye’de
bu değişimi Anavatan Partisi olarak tek ağızdan savunmak zorundayız.
Bunu gerçekleştirmek için çok büyük engeller var karşımızda. Bunu
görüyorum, bunu biliyorum. Bu engellerin hiçbirisi beni ürkütmüyor.
Haklı olduğuma yüzde yüz inanıyorum. Ama eğer bizim partimizdeki
arkadaşlar henüz kafalarında daha bazı tereddütleri aşamamışlarsa o
bana ürküntü verir.
İki hafta
önce de burada söyledim, 90 yaşına gelip kafası bunayan insanlar
kendilerini çocuk zannederlermiş, hep çocukluklarındaki gerçekleri
konuşurlarmış. Biz de kafamızı geçmişe takarsak, Türkiye’nin
geleceğini inşa edemeyiz. Biz hâlâ Sevr sendromundan kurtulabilmiş
değiliz millet olarak. Ama burada da söylendi, bizim geçmişimizde bir
Osmanlı gerçeği var; Osmanlı bir imparatorluktur, Osmanlı, çok
toplumlu, çok milletli, çok kültürlü, çok hukuklu bir imparatorluktu.
Zannediyorum Ekrem Bey söyledi. Ama Osmanlı yıkıldı. Niye yıkıldı?
Dünyaya ayak uyduramadığı için yıkıldı. Aslında, uydurmak için elinden
geleni yaptı, tanzimatı yaptı, ıslahatı yaptı; ama, zihniyet devrimini
yapamadı. Bunlar hep kâğıt üstünde kaldı, hiçbiri hayata yansımadı.
Atatürk,
yıkılan bu imparatorluğun külleri üzerinde bir devlet kurdu. Bakın,
bir şey söyleyeceğim, bunu unutmayın, 27 Eylül 1923, Cumhuriyetin
ilanından bir ay önce, Atatürk’ün şu sözü var: “Avrupa: kıtası,
camiası ve medeniyeti Türkiye’nin şark sınırından itibaren garba doğru
başlar..” Atatürk bunu ne zaman söylüyor? Türkiye’de 1 tane üniversite
varken söylüyor. Bütün Türkiye’de, belki bugün Çankaya İlçesindeki
kadar lise öğrencisi varken söylüyor. Atatürk bunu, bizim önümüze
hedef olarak koyuyor. Türkiye’nin Avrupalı olması gerekliliğini,
zorunluluğunu o zaman söylüyor. Peki, Atatürk’ün kurduğu devlet, bunu
gerçekleştirdi mi? Fizikî olarak bakarsanız gerçekleştirdi; okullar
kuruldu... Bugün 70 tane üniversite oldu, bilmem ne oldu, şu kadar
otomobilimiz var, bu kadar... Ama kafa olarak biz bunu
gerçekleştiremedik.
Bakın, biz
Osmanlı Devletinin belki de savunma refleksiyle, o zamanki Osmanlıyı
parçalayan milliyetçilik dalgasına karşı kendisini savunabilmesi için
üniter bir devlet kurduk. Üniter devlet, zorunlu olarak çok katı bir
devletti, tek devlet, tek millet, tek dil.. Devletin tekliği devam
edecek ama demin Yaşar Beyin (Topçu) söylediği gariplikler çıktı
ortaya. Bunlar zamanla giderek arttı. Ama, zamanla bizi bu yola sevk
eden, yani bizi milliyetçilik dalgasından korunmak için, üniter
devlete zorlayan Avrupa, zaman içerisinde mahiyet değiştirdi, nitelik
değiştirdi. Bugün Avrupa Birliği bambaşka değerler üzerine kuruluyor.
Bugün Avrupa’da çok kültürlülük esastır, bugün Avrupa’da insan
haklarına saygı esastır, bugün Avrupa’da azınlıkların haklarının
korunması esastır, bugün Avrupa’da birey esastır. Biz, üniter devlet
olarak, Türkiye olarak bu zihniyet değişikliğini gerçekleştiremedik.
Şu anda bunun sancılarını çekiyoruz. Biz zannediyoruz ki, cumhuriyetin
kendisini korumak için zamanında geliştirdiği o fikir yapısı
sapasağlam korunursa, Türkiye de bütünlüğünü korur. Oysa amaç
Türkiye’nin bütünlüğünü korumaktır. Yoksa bir dönem geçerli olan
fikirleri değil.. Ee, şimdi o zaman ben size soruyorum: Bu politika
başarılı olmuştur diyebilir miyiz? Bugün Güneydoğu Anadolu’da bir
parti yüzde 50 oy alabiliyorsa, bugün Güneydoğu Anadolu’da
vatandaşların büyük kısmı bölücü örgütün televizyonunu
seyrediyorlarsa, bu politikalarımızla övünebilir miyiz? Bunların
hedefine ulaştığını savunabilir miyiz? Türkiye, Özal ile birlikte,
Anavatanla birlikte, hiç olmazsa bunları tartışmaya açmıştır, bu
tabuları açmıştır. Ama bu sorunlara daha henüz akılcı cevaplar
veremedik. Bunun gerektirdiği adımları da atamıyoruz, atmakta
zorlanıyoruz.
Şimdi,
bugün geldiğimiz noktada, Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde
tarihimizde hiçbir zaman olmadığı kadar iyi bir noktadayız. Buna
yardımcı olan çok faktörler oldu, bizim dışımızda faktörler oldu. Ama,
bu tartışmada tabiî ki ilişkilerimizin geçmişinin de bir muhasebesinin
yapılması gerekirdi ve nitekim bir ölçüde de bunu yaptık. Orada gözden
kaçırmamamız gereken gerçekler var. 1979 yılında Türkiye, eğer Avrupa
Birliğine üye olma arzusunu ortaya koysaydı, Avrupalılar bizi teşvik
etmişlerdir, yani Yunanistan’ın başvurusunu takiben, 1977’de
zannediyorum Yunanistan’ın müracaatı, 1981’de de üyeliği
gerçekleşmiştir. Yunanistan’ın üyeliğinden önce bizi teşvik
etmişlerdir. O zamanki Genel Sekreter Emil Noel, Ankara’ya kadar
gelmiştir, “Bir an evvel müracaat edin” demiştir. Ama o zaman
Türkiye’deki kafa, “Onlar ortak, biz Pazar” kafasıdır. Avrupa Birliği
Hıristiyan Kulübü kafasıdır. O yüzden biz müracaat etmemişizdir.
Yunanistan, hiçbir bedel ödemeden, 1981 yılında Avrupa Birliğine üye
olmuştur. O tarihte ne Kopenhag Kriterleri vardır, ne Maastrich
Kriterleri vardır. Yunanistan, 1981’de üye olmuştur, Türkiye 1987’de
tam üyelik başvurusunu yapmıştır, Yunanistan’dan 6 sene sonra başvuru
yapmıştır. Bizden zannediyorum 3 sene sonra Kıbrıs tam üyelik
başvurusu yapmıştır. Türkiye, başvurusuna olumsuz cevap almıştır. 1995
yılında biz Gümrük Birliği Anlaşması imzaladık.
Değerli
arkadaşlarım,
Gümrük
Birliği, Avrupa Birliğine katılan bir ülkenin Avrupa Birliğine
vereceği en büyük tavizdir. Yani, “Ben Avrupa Birliğinden ithal
edeceğim mallardan gümrük almayacağım, ben bütün pazarımı sana
açıyorum” demektir. Avrupa Birliğine üye olmak isteyen bir ülkenin
Avrupa Birliğine sunacağı bundan daha büyük bir taviz yoktur. Hani
bugün taviz meseleleri konuşuluyor, işte kriterler bile tavizle
karıştırılıyor da, onun için söylüyorum. Gümrük Birliği en büyük
tavizdir.
Türkiye,
1995’te yaptığı anlaşmayla Avrupa Birliğine bu en büyük tavizi
vermiştir. Ama bu tavizi verirken, beraberinde zımnen Kıbrıs’ın
üyeliğinin de kendisi tarafından kabul edileceğini beyan etmiştir.
Nerede etmiştir? Gümrük Birliği Anlaşmasında etmiştir. Ve Sayın
İnan’ın haklı olarak söylediği gibi, 1995’te o güne kadar Kıbrıs’ın
müracaatını gündeme almayan Avrupa Birliği, Kıbrıs ile görüşme
sürecini başlatmıştır, bugün de üyelik sürecine gelinmiştir.
Bugün
“Türkiye üye olmadan Kıbrıs üye olamaz” diyenler, işte haklı olarak
Kıbrıs’ı kuran anlaşmalarda Türkiye’nin rızası olmadan Kıbrıs’ın
hiçbir uluslararası birliğe katılamayacağını iddia edenler, 1995
yılındaki bu yanlışa seyirci kalmışlardır. Bugün Avrupa Birliği
üyeliğinin iç politikada bir propaganda meselesi olarak kullanıldığı
suçlamasını yapanlar, 1995’te seçimler öncesinde bunu bir millî bayram
olarak ilan etmek niyetindeydiler. Ben hatırlıyorum, o zaman
seçimlerin tam öncesine gelmişti bu anlaşma, apar topar imzalanmıştır.
Başbakan gitmiştir, orada... Ha, Dışişleri Bakanının yemeğine
katılmıştır, apar topar anlaşma imzalanmıştır. Biz o zaman meseleyi
Meclise getirdik, bunun Kıbrıs meselesini fevkalade olumsuz bir
mecraya sokacağını söyledik, gümrük birliğinin iyi pazarlık edilmemiş
bir anlaşma olduğunu söyledik, bunun ileride yeniden gözden
geçirilmesi gerektiğini söyledik. O zaman bizi Avrupa Birliği
karşıtlığıyla suçladılar.
Şimdi,
bugün geldiğimiz noktada, önümüzdeki mesele, sadece kriterleri yerine
getirme meselesidir. Kriter, taviz değildir, kriter sadece bizden
istenen bir şey değildir. Kriter, diğer bütün adayların yerine
getirdikleri bir şeydir. Biz zaten bunu bilerek bu işe talip olduk, bu
kriterleri yerine getireceğimizi bilerek bu işe talip olduk. Ama,
gümrük birliği bir tavizdir, gümrük birliği hiç karşılıksız
verilmiştir. Sayın Çiller’in Başbakanlığı döneminde verilmiştir. Neden
verilmiştir? Çünkü, Sayın Çiller, millete gümrük birliğine girmeyi
Avrupa Birliğine girmek olarak yutturmayı planlıyordu. Biz seçim
öncesinde açık oturumlarda filan bu oyunu bozduk. Gümrük birliğinin
Avrupa Birliğine girmek olmayacağını, gümrük birliğinin kötü müzakere
edilmiş bir şey olduğunu, bunun Türkiye’nin Avrupa Birliği
ilişkilerinin geliştirilmesine de herhangi bir rolünün olmayacağını o
zaman ifade ettik. Bu plan bozuldu.
Ha, bugün
geriye baktığımız zaman, gümrük birliği olayı Türkiye’ye çok büyük bir
fatura getirmiştir. İşte, gümrük birliğinin yürürlüğe girmesinden bu
yana geçen 6 sene içerisinde Türkiye, daha önceki döneme göre, yıllık
iki katı bir dış ticaret açığı vermiştir. Ama, bütün bunlara rağmen,
ben burada geçmişte 1970’li yıllarda kaçırılan fırsatların veya
1995’li yılda yapılan bu hatanın değerlendirmesini, eleştirmesini
yapmak niyetinde değilim. Benim söylediğim, bugün geçmişteki bütün bu
noktalardan farklı bir noktadayız. Farklı noktaya gelmemizin en önemli
amillerinden birisi, 1997 yılında bize özel bir statü –üyelik dışında-
verilmesi kararlaştırılınca, bizim buna tepki göstermiş olmamız, bunu
kabul etmemiş olmamız, bunu gerekçe göstererek Avrupa Birliği ile
ilişkilerimizi askıya almış olmamızdır. Bunu yapan da Hükümetin
Başbakanı da bendim. Avrupa o zaman gördü ki, bize bu şekilde bir özel
statüyü kabul ettirmesi mümkün değildir. Avrupa’nın yapması gereken
tercih, ya Türkiye’yi tam üye yapmaktı ya da Türkiye’yi tümüyle
dışlamaktı. Biz bu tepkiyi gösterirken hesap ettik ki, Avrupa bizi
tümüyle gözden çıkaramazdı. Avrupa’nın dünya ölçüsündeki hedefleri,
dünya ölçüsündeki politikası, Ortadoğu’nun, Orta Asya’nın ve
Kafkasların merkezindeki Türkiye’yi ihmal etmeye müsait değildi. Bir
şekilde bizimle anlaşmak zorundaydı. İki sene bunu değerlendirdiler,
Helsinki’de bize adaylık statüsü verdiler; ama, adaylık statüsü
verirken kafalarının arkasındaki şey şuydu: Biz, Türkiye’ye adaylık
statüsü verelim ama, Türkiye’nin önüne devamlı engeller çıkaralım, bu
süreyi geciktirelim. Türkiye’yi, mümkünse bir 10 sene, 20 sene aday
ülke olarak avutalım, Türkiye’nin bize getireceği aşırı yükü
erteleyelim. Kafalarındaki strateji buydu.
Bu oyunu
bozmak bizim elimizdeydi, hâlâ da elimizdedir. Eğer biz Avrupa’nın bu
niyetini bilirsek, Avrupa Birliğine üye olmanın Türkiye’ye getireceği
faydaların bilincine varabilirsek, kendi geçmişimizi, kendi
uyguladığımız politikaları biraz daha akılcı değerlendirebilirsek,
gerçekçi değerlendirebilirsek, bunları değiştirmek için gerekli
cesareti ortaya koyabilirsek ve hepsinden önemlisi, bu konuda bir
ulusal mutabakatı sağlayabilirsek, Avrupa’nın bu oyununu bozmak
elimizdedir.
Bugün,
Avrupa Birliği ile pazarlık etme konusunda her zamankinden daha güçlü
konumdayız. Kıbrıs’tan dolayı güçlü konumdayız, 11 Eylülden dolayı
güçlü konumdayız, Avrupa Birliğinin genel politikaları itibariyle, o
politikalarda Türkiye’nin üstlenebileceği, mesela güvenlik
politikasındaki rol itibariyle daha güçlü konumdayız. Avrupa kısa bir
süre önce kendi ordusunu oluşturmak için bir adım attı, NATO’nun
imkanlarını da kullanacak olan bir Avrupa ordusu kurmayı
kararlaştırdı. Bize geldiler, dediler ki: “Siz Avrupa Birliği üyesi
olmadığınız için, gerekirse bu kuvvetin emrine kuvvet tahsis
edeceksiniz, ama karar mekanizmasında yer almayacaksınız” Biz, “Biz
bunu kabul etmeyiz” dedik, bunu veto ettik. İki sene müzakere ettik,
iki sene pazarlık ettik, sonunda anlaşmaya vardık, istediğimiz şekilde
anlaşmaya vardık. Dedik ki: “Türkiye’yi ilgilendiren konularda Türkiye
karar mekanizmasının içinde olacaktır ve bu Avrupa ordusu hiçbir zaman
bir NATO üyesine karşı kullanılamayacaktır.” Bu iki şartımızı kabul
ettiler. Şimdi Yunanistan bunu veto ediyor, İspanya’da bu hafta
yapılacak olan Sevilla Zirvesinde İspanya’da Yunanistan’a büyük baskı
yapacaklar, çünkü Yunanistan tek başına kaldı bu konuda. Bir tarafta
Yunanistan var, bir tarafta 14 AB ülkesi var. Ama Yunanistan’ın bizim
AB ile mutabık kaldığımız bu formüle karşı çıkması dahi, Yunanistan’ın
Türkiye konusundaki niyetlerini deşifre eden, onları ortaya çıkaran
bir durumdur.
Yani, şunu
bazı, bu konularda farklı düşünen arkadaşlarımın ve bizim dışımızdaki
muhaliflerimizin bilmesi lazım: Biz Türkiye’nin, ben ve benim gibi
düşünen arkadaşlarımın Türkiye’nin ulusal meselelerinin ne kadar
çetrefil olduğunu biliyoruz. Bu meselelerin, biz Avrupa Birliğine
girsek de girmesek de, Türkiye’nin başına daha uzun süre çorap
öreceğini, bizi uğraştıracağını da biliyoruz Bizim üzerinde
düşünülmesini istediğimiz konu şudur: Türkiye bu meselelerini, Kıbrıs
meselesi dahil, Ege meselesi dahil, Güneydoğu meselesi dahil, Türkiye
bu meselelerini Avrupa Birliğinin içinde mi daha kolay halledebilir,
Avrupa Birliğinin dışında kalarak mı daha kolay halledebilir?.. Ben
diyorum ki, Avrupa Birliğine girip de bölünmüş olan hiçbir ülke yok.
Bana cevap veriyorlar, diyorlar ki: Yugoslavya. Yahu, Yugoslavya
Avrupa Birliğine üye değil ki. Yugoslavya Avrupa Birliğine karşı ve
Avrupa Birliğinin temsil ettiği anlayışa direndiği için bölündü.
Şimdi biz,
Avrupa Birliği dışında kalarak, acaba hiç bu politikalardan taviz
vermeden, yani bugüne kadar izlediğimiz politikaların ana çizgisinden
hiç ayrılmadan yolumuza devam edersek, nereye varırız? Ne netice
alırız? Ne kadar direniriz? Acaba Sayın Pakdemirli’nin bahsettiği,
Kehanet Raporları gerçek olabilir mi? Yani, Türkiye bu değişimi
sağlayamazsa, asıl o zaman Türkiye’nin bölünme tehlikesi gündeme
gelebilir mi? Bunu ciddî ciddî oturup düşünmemiz lazım. Bunu başkaları
bizim için düşünecek değil ki. Başkaları Türkiye’nin meselelerini
çözecek değil ki, biz çözeceğiz. Ama biz, maalesef bugün bunları
tartışabileceğimiz bir zemine sahip değiliz, ortama sahip değiliz.
Hâlâ Apo’nun idamıyla uğraşıyoruz, hâlâ bayrak, mayrak, bilmem ne, din
istismarıyla uğraşıyoruz. Bu meselelerimizi oturup akıllıca konuşacak
bir zemine sahip değiliz, bir ortama sahip değiliz.
Şimdi,
değerli arkadaşlarım, burada Avrupa Birliğini, Avrupa ülkelerini,
Hıristiyanları yerden yere vurabilirsiniz. Hayatınızdan bir sürü
anekdotlar anlatabilirsiniz, hepimizin hayatında da bunların
benzerleri vardır. Avrupa’da yaşayanlarda daha çok vardır. Ama
unutmayın, eğer biz ve onlar ayrımı yaparsanız, asıl o zaman Haçlı
zihniyetinin oyununa gelmiş olursunuz. O zaman siz o duvarı yaratmış
olursunuz. Atatürk’ün dediği gibi, biz Avrupalılarla aslında kendimizi
farklı yere koymamalıyız. Biz Avrupa’nın bir parçasıyız, bizim
tarihimiz Avrupa’nın bir parçasıdır. Biz, Avrupalılaşmayı,
Batılılaşmayı hedef almış bir devletiz. Biz, Avrupalılaşmayı hedef
almışsak, geçmişteki kendi düzenimizin yanlışlığını da kabullenmişiz
demektir. Yani, 18 inci Yüzyılda, 19 uncu Yüzyılda Avrupa’dan borç
para alıp da o Dolmabahçe Sarayını yapmayı, bilmem Lale Devrini
yaşamayı filan yanlışını kabul etmiş bir ulusuz. Tarihte yanlış
yaptığımızı kabul etmiş bir ulusuz. Ee, tarihte yanlış yaptığını kabul
etmiş bir ulus olarak, “Hayır, onlar kötüdür, onlar yanlış yapıyor,
ben iyisini yaptım” derseniz, o zaman çelişkiye düşersiniz, hiçbir
yere varamazsınız.
Biz,
sanayi devrimini kaçırmış bir ulusuz. Biz, bu yüzden imparatorluğunun
yüzde 90’ını kaybetmiş bir ulusuz. Biz, bu imparatorluktan gelen, işte
26-27 tane etnik grubu Anadolu’da bir millî devlet altında yeniden
kurmayı başarmış bir ulusuz; ama, bugün önümüzde başarmamız gereken
yeni bir değişim var: Ya Avrupa’da... Avrupa dediğim zaman, bugün
Avrupa’nın bizim dışımızda 28 ülkesine hakim olan hepsinin kabul
ettiği ölçüleri, anlayışı, zihniyeti kabul edeceğiz,ona uyacağız ya da
onun dışında, bazılarının istediği gibi, duvarları dikeceğiz, içimize
kapanacağız, Baas tipi bir devlet olacağız. Suriye gibi bir devlet
olacağız.
Ha, öyle
bir devlet olursak nereye varırız; onu da düşünmemiz lazım. Nereye
gideceğimizi de ciddî olarak düşünmemiz lazım. Varlığımızı sürdürüp
sürdüremeyeceğimiz, bugün çok değer verdiğimiz bazı şeyleri koruyup
koruyamayacağımızı da ciddî olarak düşünmemiz lazım.
Velhasıl,
Avrupa Birliği meselesinde bütün bu tartışmaların önünde, hepsinden
önce, şu hususu arkadaşların kendi kafalarında cevap aramalarını
istiyorum: Türkiye olarak her sene 1 milyon insana iş alanı yaratmamız
lazım. 1 milyon yeni iş alanı yaratmamız lazım. 1 milyon iş alanı
yaratmak için, 10 milyar dolar sermayeye ihtiyacımız var, yatırıma
ihtiyacımız var. Avrupa Birliğinin dışında kalırsak, geçmişte gümrük
birliği örneğinde de gördük, bunun yabancı sermaye olarak Türkiye’ye
gelmesi mümkün değil. Bu kaynağı kendimizin üretmesi de mümkün değil.
Borcumuzun da limitlerine geldik; şu anda borcumuzu geri ödemeyi
sadece planlıyoruz. Dolayısıyla yeni borç alabilme imkânımız da yok.
Türkiye olarak önümüzdeki dönemde ekonomik olarak Avrupa Birliği
dışında hiçbir alternatifimiz yoktur. Ne Karadeniz Ekonomik İşbirliği
ne İran ile işbirliği ne Rusya ile işbirliği; bunların hepsi komik
alternatiflerdir. Farklı demiyorum, komik alternatiflerdir.
Avrupa
Birliği, Türkiye’nin içine düştüğü ekonomik darboğazı aşabilmesi için,
ekonomik kısır döngüyü kırabilmesi için önündeki tek alternatiftir.
Ama mesele bundan ibaret değildir. Türkiye’de hâlâ bir etnik gerilim
vardır. Uzun yıllar süren PKK terörü, bölücü terörün Türkiye’de
yarattığı bir etnik gerginlik vardır. Türkiye, ilelebet bu gerginlikle
yaşayamaz. Bu gerginliği de bir şekilde çözmesi lazım. Ya eskiden
olduğu gibi, eski politikalarla kaba kuvvete dayalı politikalarla bunu
çözeceğiz ya da Kopenhag Kriterleri ile Avrupa’nın kabul ettiği
ölçülerle bunu çözeceğiz.
Türkiye’de, aynı zamanda 28 Şubat süreciyle doruğuna varan dindar
kitleyle laik devlet arasında bir gerginlik vardır. Bununla da
yolumuza devam edemeyiz, bunu da aşmamız lazımdır.
Türkiye’de, aynı zamanda Sivas olayları ile Gazi olayları ile patlak
veren; ama, her an yeniden bir kıvılcım çıkmasıyla patlak verebilecek
olan bir mezhep ayrılığı, tahrikçiliği vardır. Mezhep konusunda da bir
gerginlik vardır. Türkiye bunu da ortadan kaldırmak zorundadır.
Türkiye
bunları yapabilmek için, ben iddia ediyorum ki, bütün bu değişimleri
ancak Avrupa Birliği şemsiyesi altında gerçekleştirebilir. Biz Avrupa
Birliğine üyelik sürecimiz Helsinki’de yoluna girdikten sonra, bize
adaylık statüsü verildikten sonra dile getirmeye başlamadık.
Arkadaşlarım hatırlayacaklardır, 18 Nisan seçimlerinden itibaren ben
bu kürsüde, Grup kürsüsünde devamlı, Türkiye’nin bu değişimi yapması
gerektiğini söylüyorum. Artık hukuk devleti olmanın, insan hak ve
özgürlüklerine saygılı olmanın gereğini devlet olarak yapmamız
gereğini, bu devlet yapısıyla hiçbir yere varamayacağımızı söylüyorum.
İşte,
deprem olayında, ekonomik krizde ortaya çıkan aksaklıklar, benim bu
görüşlerimin doğruluğunu ortaya koydu. Bu değişimi yapamazsak ne olur?
Bu değişimi yapamazsak, Türkiye olarak, yani Avrupa Birliğinin dışında
kalırsak, kendi içine kapanmış bir ülke oluruz. Kendi imkanlarımızla,
kendi yağımızla kavrulmak zorunda kalırız. Kendi yağımızla
kavrulduğumuz zaman, komşularımızla aramızdaki mesafe giderek artar.
Onlar zengin biz fakir oluruz. Fakir bir ülke olarak, giderek
fakirleşen bir ülke olarak -çünkü nüfusunuz da bir yandan arttığı
için- ulusal bütünlüğümüzü korumamız zorlaşır. Ulusal davalarımızı
sürdürmemiz de zorlaşır. Daha bugünden Kıbrıs Türk kesiminden
insanlar, Kıbrıs’ı terk ediyorlar, İngiltere’ye iş aramaya gidiyorlar,
bazısı Rum kesimine geçiyor. Yani, milliyetçilik, vatan sevgisi,
bunlar hepsi kutsal değerlerdir, hepimizin paylaştığı değerlerdir;
ama, bütün bu değerlerin dahi ekonomik, maddî birtakım önşartları
vardır. Bunlara göz kaparsanız, bunları ilanihaye koruyamazsınız.
Türkiye, Avrupa Birliği konusunda bugün bir yol ayrımındadır.
Türkiye’nin önünde iki alternatif vardır; ya Avrupa Birliğinin içinde
olacaktır ya dışında olacaktır.
Hep, biz
haklıyız, hep biz doğrusunu yaptık, hep Avrupalılar haksız, hep onlar
yanlış yaptılar diyerek, yani bu kafayla Avrupa Birliğine
giremezsiniz. Avrupa Birliği bize karşı haksızlık yapmamış mıdır?
Yapmıştır. Bize karşı yaptığı haksızlıkları, benzerlerini kendi
ülkelerine karşı da yapmıştır. İşte burada söylendi; İngiltere iki
defa veto olmuştur, 15 sene uğraşmıştır Avrupa Birliğine girmek için.
Fransa, De Gaule, iki defa veto etmiştir İngiltere’yi. Avusturya’da
daha üç sene önce genel seçimlerde aşırı sağcı bir parti ikinci parti
olarak çıktı, Hükümete ortak olması gündeme geldi, o partinin
başkanının geçmişte Hitler’e methiye niteliğinde bazı sözleri vardı.
Avrupa Birliği, Avusturya’ya ekonomik fonksiyon uyguladı, ceza
uyguladı. Ta, o parti başkanı, parti başkanlığından istifa edinceye
kadar bunlar devam etti, yeni kaldırıldı. Hükümetten ayrıldı, parti
başkanlığından ayrıldı. Eyalet valiliği yapıyor şu anda. Yani,
Hükümetten ayrılıncaya kadar Avrupa Birliğinin bu şeyi devam etti.
Avrupa
Birliği bu değerler konusunda bazılarının zannettiği gibi, pazarlığa
açık filan değildir. Bunlar Avrupa Birliğinin bizim için icat ettiği
şeyler de değildir. Bizim burada ölçmemiz gereken bir tek şey var:
Bunlar, sadece bizden mi isteniyor, diğer ülkelerden de mi
isteniyor?.. Kâmran Beyin dediği hususa katılmıyorum. Bulgaristan,
Romanya bugün bizi fersah fersah geçmişlerdir bu Kopenhag Kriterleri
konusunda. Bana inanmıyorsanız, gidin çağırayım buraya Ahmet Doğan
gelsin size anlatsın Bulgaristan’daki durumu. Romanya’daki Türklerin
gazetesi orada işte... Hepsi fersah fersah geçmişlerdir. Avrupa
Birliğine üye olmak için geçmişlerdir; çünkü, onlar Avrupa Birliği
üyeliğini bir millî seferberlik olarak, bir büyük dava olarak
benimsemişlerdir. Biz ise, hâlâ Avrupa konusunda onlar ve biz
ayrımından kendimizi kurtarabilmiş değiliz. Biz Avrupa Birliğine
girersek, ya bir günde her tarafın cennet olacağını düşünüyoruz ya da
Avrupa Birliğinin bize tuzak kuracağını, bize büyük bir komplo
hazırladığını düşünüyoruz. Hiç normal düşünmüyoruz Avrupa konusunu.
Yahu, Avrupa’nın kuralları var, bu kuralları benimsersen Avrupa’ya
girersin, girdiğin zaman da zorlukların devam edecek; ama, bugüne
nazaran daha iyi olacaksın, önüne yeni imkânlar açılacak, o
imkânlardan yararlanacaksın, senin dilin Avrupa’nın dili olacak,
Türkçe Avrupa’nın dili olacak, Türkiye Avrupa Parlamentosunda, Avrupa
Konseyinde üye olacak, Avrupa Birliğinin kendi içindeki gelişmemiş
ülkeleri kalkındırmak için sağladığı bütün fonlardan, yapısal
fonlardan, bölgesel fonlardan istifade edeceksin, bu sayede Avrupa ile
bütünleştiğin zaman sana daha fazla yabancı sermaye gelecek, bugün 1
milyar doları bulamıyorsun,o zaman 10 milyar dolar, 15 milyar dolar
yabancı sermaye çekme imkanın olacak. Biz bunları hiç düşünmüyoruz.
Biz, sadece, meseleyi getirdik getirdik, İmralı’daki adamın hayatına
eşitledik.
Bu ortamda
bu meselede mesafe alacağımızdan çok fazla umudum yok. Önümüzdeki
zorlukların, hele son zamanlarda sistemli biçimde bir kampanyaya
dönüştürüldüğünü, neredeyse Anavatan Partisinin, benim Avrupa
hayaliyle Türkiye’yi satan, taviz veren, hatta vatana ihanet eden...
İşte, dün Beyhan Beye söylendiği gibi, teşhir edileceğini tahmin
ediyor, görüyorum. Bütün bunların önümüzdeki dönemde daha artacağını
da hesaplıyorum. Ama arkadaşlarımızın bir şeyi düşünmesi lazım ki, biz
şu anda bu Mecliste işte yüzde 15 güce sahip olan bir partiyiz.
Bugünkü ortaklarımızın dışında, DSP ve MHP’nin dışında, ben Avrupa
Birliği üyeliğinde daha hızlı mesafe alacağımıza da inanmıyorum. Yani,
bugünkü ortaklarımızla yaşadığımız sıkıntıları biliyorsunuz, bilhassa
MHP ile yaşadığımız sıkıntıları biliyorsunuz; ama, ben burada diğer
partilerle işbirliği yaparsak, daha da rahat mesafe alacağımıza da
inanmıyorum. Cumhurbaşkanının düzenlediği toplantıdaki görüşleriyle
ondan sonra gazetelerde verdikleri beyanatlara bakıyorum, bu konudaki
samimiyetlerinde problem olduğunu görüyorum.
Herkes bu
meseleye, hâlâ bir parti meselesi olarak, bir iç politika meselesi
olarak bakıyor. Aksi gibi de, neredeyse hepsi birden bizi bu meseleyi
bir iç politika malzemesi yapmakla suçluyorlar. Ama, eğer bizim
hakikaten bu meseleyi bir siyasî istismar yapmak konusu gibi bir
düşüncemiz olduğunu düşünüyorlarsa, o zaman yapmaları gereken tam
tersine bizim önümüze geçmektir. Yani, hepsi Avrupa Birliğini
savunsalar, hepsi gelseler burada bunun için gerekli yasalara, Anayasa
değişikliklerine oy verseler, hepsi bu konuda gerekli adımları atmak
için hareket etseler, o zaman istismar imkânı ortadan kalkar.
Kaldı ki,
böyle bir düşüncemiz yoktur. Yani, bizim Avrupa Birliği üyeliğini
istismar etmek gibi, hele hele halkımızı yanlış birtakım hedeflerle
avutmak gibi, uyutmak gibi hiçbir şekilde bir düşüncemiz yoktur. Biz
diyoruz ki: Türkiye’nin önünde bugün belli seçenekler vardır, bu
seçeneklerden en akıllısı, en akılcısı, Türkiye’nin menfaatlerine en
fazla hizmet edecek olan seçenek, Avrupa Birliği üyeliğidir. Bizim
dışımızdaki nedenlerle Türkiye bu konuda bir fırsat yakalamıştır. Bu
fırsatı değerlendirmelidir. Geçmişte bu fırsatları kaçırdık, üstelik
yanlışlar yaptık. Avrupa Birliği üyeliğini aşırı taalluk gösterdiğimiz
için, Kıbrıs meselesini de çok zor bir duruma soktuk 1995 yılında,
şimdi bugün geldiğimiz noktada bu meseleyi hiç olmazsa kendi
duygularımızı aşıp, kendi geçmişimizdeki bazı kötü hatıraları bir yana
bırakıp geleceği esas alarak, dünyanın değiştiğini göz önünde tutarak,
daha mantıklı bir şekilde tartışmamız lazım. Maalesef, dediğim gibi,
bu tartışmayı Türkiye’de yapamıyoruz.
Kamuoyunun
Avrupa Birliği üyeliğine verdiği büyük destek, en başta, demin dediğim
gibi, Avrupa Birliği üyeliğini kendi geleceği açısından, kendi
ekonomik durumu açısından en iyi alternatif olarak görmesinden
kaynaklanmaktadır. Öyle millî meselelere etkisi filan uzun boylu hesap
edilip de verilmiş bilinçli bir destek söz konusu değildir. Ama,
zannediyorum Yaşar Beyin de söylediği de doğrudur, Avrupa Birliği
üyesi ülkelerde de gidin bakın, halkın çok az bir kısmı Avrupa
Birliğini bilir, kurumlarını tanır, nasıl işlediğini, mekanizmalarını
bilir. Burada önemli olan, Türkiye açısından doğru tercihleri
yapmaktır. Almanya, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş olan markından
vazgeçti, Fransa frankından vazgeçti, İtalya liretinden vazgeçti.
Niye? Çünkü, gördüler ki, bu birleşmede ortak menfaatleri vardı. Para
sisteminde birleştiler... Biz onların daha çok uzağındayız; ama, şunu
unutmamanızı istiyorum: Türkiye’nin Avrupa Birliğinden daha parlak
hiçbir geleceği söz konusu olamaz ve Türkiye’nin Avrupa Birliği
üyeliği, bazılarının zannettiği gibi, bazılarının da maksatlı olarak
çarpıttıkları gibi, sadece bilmem Kürtlerin, sade Marksistlerin,
sadece şunun, bunun menfaatine olan bir şey değildir. Türkiye’nin
Avrupa Birliği üyeliği, Türkiye’de yaşayan herkesin, yani kendi
özgürlük alanını genişletmek isteyen, günlük yaşamında özgürlüklerden
azamî yararlanmak isteyen, kendisinin ve çocuğunun geleceğini daha iyi
koşullarda kurmak isteyen herkesin menfaatinedir. Bunun anlatılmasında
eksiklerimiz olduğu doğrudur. Anavatan Partisi olarak evvela
milletimizi bu konuda daha iyi enforme etmemiz lazım. Ama eğer, bütün
enerjimizi buna vermek yerine, Avrupa Birliğinin Türkiye’ye neler
getireceğini, Avrupa Birliği üyeliği için yapmamız gerekenleri millete
anlatmak yerine, Avrupalılarla ilgili bazı olumsuz anılarımızı öne
koyup da bu konuda siyasî muhaliflerimizin ekmeğine yağ sürersek kendi
önümüzü kapatmış oluruz.
Bu konu,
Türkiye’nin gündeminde daha uzun süre yerini muhafaza edecektir. Daha
bu konuda çok uğraşacağız. Bu koalisyon yapısı içerisinde ne kadar
mesafe alırsak, ne zaman mesafe alabilirsek o kadarını almaya
çalışacağız. Umuyorum ki, Meclis tatile girmeden, hiç olmazsa şu ölüm
cezası meselesini bir çözüme bağlayabiliriz, ama bağlayamaya da
biliriz, o kadar önemli değildir. Bunun için, o kanun teklifini
arkadaşlarımız, ben Grup başkanvekili arkadaşlarımızla görüşeceğim, üç
veya dört kişilik bir hukukçu arkadaşlarımızdan bir komisyon yapalım,
onlar incelesinler. Orada gayet tabiî parti olarak tam destek vermemiz
lazım. Ama mesele onunla bitmiyor biliyorsunuz, MHP’nin Hükümet
meselesi yapacağını ilan ettiği bu kültürel haklarla ilgili meseleler
var. O meseleleri de muhtemelen Meclis tatili sırasında görüşeceğiz,
yeni bir mutabakat arayacağız. Oradaki şu anki zorluk, geniş ölçüde,
altında hepimizin imzası bulunan Ulusal Programın farklı
yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Biz, Ulusal Programa, o zaman
aramızdaki bu farklı görüşleri aşmak için şöyle bir ortak formülasyon
getirdik: “Türkiye’nin resmî dili Türkçedir, ama Türkiye’deki bütün TC
vatandaşları günlük hayatlarında istedikleri dili kullanabilirler”
dedik. Avrupa Birliği buna baktı, bunun yayın meselesini de
kapsayacağını, işte ana dilin öğrenimi meselesini de kapsayacağını
şeklinde yorumladı. Oysa ki, MHP’nin yorumu anlaşılan farklı idi,
şimdi bu yorum farklılığı şu anda önümüze bir adım atmamızı engelleyen
bir durum olarak ortaya çıktı.
Tabiî,
aslında bunun o şekilde geniş anlamıyla yorumlanması daha doğrudur;
çünkü, hemen arkasında şöyle bir ifade var: “Bu özgürlüğün
kullanılması, hiçbir zaman ülke bütünlüğüne aykırı olamaz” Ee, şimdi
insanların kendi aralarında, evlerindeki konuşmalarının filan böyle
bir tehdit oluşturacağı düşünülemeyeceğine göre, bunun yayın hayatını
da kapsadığı, hele 1991 yılında bizim getirdiğimiz düzenlemelerle işte
Türkçe dışında müzik, plak, gazete yayınlanmasını da imkân sağladığı
dikkate alınarak, hiç olmazsa mevcut durumun daha ilerisini ifade
ettiği şeklinde yorumlanması gerekirdi. Ama bu konuda bugün bir
tıkanıklığımız var, bu tıkanıklık geniş ölçüde iç politika
endişelerinden, seçim endişelerinden kaynaklanıyor. Umuyorum ki
aşacağız. Aşamazsak ne olur? Aşamazsak, Aralık ayında yapılacak olan
ve Türkiye’nin de bundan sonraki ilişkilerinin karara bağlanacağı
Kopenhag Toplantısında muhtemelen o zaman Türkiye’ye yeni bir takvim
verilir, denilir ki: “Git bunları yap; o zaman 2003 yılı içerisinde
bunları yaptıktan sonra sizinle tam üyelik müzakerelerine
başlayabileceğiz”
Bizim
amacımız, buna meydan vermemektir, bunu öne çekmektir. Yani, bunları
yapıp, Aralık ayında müzakerelerin başlaması kararını almaktır. Ama bu
engellemeler dolayısıyla böyle bir gecikmeye de maruz kalabiliriz.
Asıl benim endişem Kıbrıs konusuyla ilgilidir. Kıbrıs’ın Kopenhag’da
tam üyeliği için karar alınması ve buna karşılık Türkiye’nin üyelik
müzakerelerine başlayamaması -bu reformları yapamadığı için- hem
Kıbrıs sorununu hem Türkiye-AB ilişkilerini hem Türk-Yunan
ilişkilerini fevkalade gergin bir döneme sokabilir. Türkiye’nin
yaptığı bazı resmî açıklamalar da bu ihtimali güçlendirmektedir. Onun
için, önümüzdeki aylarda hem Kıbrıs müzakerelerine Türkiye’nin
yapacağı olumlu katkılar, yönlendirmeler hem içeride bu kriterlerin
yerine getirilmesi konusunda atacağımız adımlarla ilişkilerdeki bu
gerginliği hiç olmazsa önlememiz lazım. Ama dediğim gibi, maalesef, şu
anda yakaladığımız, 50 seneden beri ilk defa yakaladığımız Avrupa
Birliği ilişkilerindeki bu önemli fırsatı Aralık ayına kadar tam
olarak değerlendirebileceğimiz konusunda çok fazla umudum yok. Elbette
ki elimizden geleni yapacağız.
Ha,
elimizden geleni yaparız,buna rağmen istediğimiz sonuç alınmazsa ne
olur? O zaman, gidip millete anlatmaktan, bu konudaki arkamızdaki
siyasî desteği artırmaya çalışmaktan başka da önümüzde siyasî olarak
herhangi bir olanak yoktur. Dediğim gibi, bu koalisyon içerisinde, bu
Meclis içerisinde adım atmaya çalışacağız. Bunun için ikna metoduyla
çalışacağız, uzlaşmayla çalışacağız. Ha, netice alamazsak ne olacak? O
zaman gideceğiz millete, diyeceğiz ki: Bak, bize destek verin, siz
bize destek verirseniz biz de şu şu adımları atacağız. O zaman daha
güçlü konumda bunları yapmaya çalışacağız.
Avrupa
Birliği üyeliğinin Türkiye’ye sağlayacağı en önemli faydalardan biri
de, sivil otoritenin üstünlüğünü sağlamak olacaktır. Sivil siyasetin
alanını genişletmek olacaktır. Aslında bugün karşılaştığımız
güçlüklerin bir kısmı da, bunun bilinmesinden kaynaklanmaktadır.
Hepinize
saygılar sunuyorum.
|