ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN
TBMM ANAP MECLİS GRUBU TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA
 
17 KASIM 1992

Değerli arkadaşlarım,

İçinde bulunduğumuz hafta, koalisyon Hükümetinin birinci kuruluş yıldönümünü idrak edeceği haftadır. Bildiğiniz gibi, Doğru Yol Partisi ile Sosyaldemokrat Halkçı Parti’nin teşkil ettikleri koalisyon hükümeti, 20 Kasım 1991 tarihinde kurulmuş ve 21 Kasım 1991 tarihinde göreve başlamıştır.

Koalisyon Hükümetinin bir yıllık icraat sonuçlarıyla ilgili olarak, bu hafta Cumartesi günü, Anavatan Partisi olarak, kendi değerlendirmelerimizi kamuoyuna açıklamak için bir basın toplantısı düzenleyeceğiz. Hükümetin, bu geçtiğimiz yıl içinde, çeşitli alanlarda gerçekleştirdiği icraatların bize göre yanlışlıklarını, eksikliklerini kamuoyuna duyuracağız.

Aynı gün ve aynı saatte, ben Genel Merkezde basın toplantısı yaparken, Türkiye’nin dört bir yanındaki il başkanlarımız da, yine Hükümetin bir yıllık kendi illerindeki icraatına ağırlık veren basın toplantıları düzenleyecekler. Tabii, bu konudaki görüşlerimi, yani koalisyon Hükümetinin bir yılda neleri gerçekleştirdiğini, neleri gerçekleştiremediğini, kendi koyduğu hedeflerin, kendi koyduğu vaatlerin ne kadar gerisinde kaldığını, bu basın toplantısı vesilesiyle, geniş bir şekilde açıklayacağım.

Burada, çok özet olarak, bu konudaki bazı görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bildiğiniz gibi, Sayın Başbakanın çeşitli vesilelerle kamuoyuna açıkladığı bu Hükümetin öncelikli hedefleri söz konusudur. Bu Hükümetin en fazla öncelik verdiği hususları, üç noktada toplamak mümkün:

Birincisi, enflasyonun önlenmesidir,

İkincisi, terörün önlenmesidir,

Üçüncüsü de, demokratikleşme konusunda gerekli atılımların gerçekleştirilmesidir. Şimdi, en fazla öncelik taşıyan, Hükümetin en fazla ağırlık verdiğini ifade ettiği bu hedeflere bir yıllık icraat dönemi sonunda, ne ölçüde ulaştığını bugün artık daha net bir biçimde görebilmek mümkündür.

Enflasyonla mücadele konusunu, Sayın Başbakan, bu Hükümetin en önemli ekonomik hedefi olarak ortaya koymuştur. Bu konuda, hem seçim öncesinde, hem seçim sırasında, hem seçim beyannamesinde, hem seçimden sonra Hükümetin teşkilinde ve Hükümetin teşkilinden sonra, bu Hükümet çok iddialı bir tutum içine girmiştir. Bu konuda kesin taahhütler vermiştir. Bu konuda millete, vadeye dayalı taahhütlerde bulunmuştur. Bir yıllık iktidar dönemi sonunda, enflasyonun yüzde 30’lara çekileceği ifade edilmiştir. Sayın Başbakan bazı demeçlerde bu hedefi, yüzde 38 olarak, daha net bir biçimde ortaya koymuştur. Gene enflasyonun, 500 günlük süre sonunda, yüzde 10’lara çekileceği, hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir açıklıkla Hükümetin en yetkili ağzından kamuoyuna duyurulmuştur.

Hatırlarsanız, liderlerle yapılan bir açıkoturumda, ben, zannediyorum Şubat ayında yapılan bir açıkoturumda, Sayın Başbakana bu taahhüdünün geçerli olup olmadığını sordum, kendisi de televizyonda bütün millete, bu taahhüdünün geçerli olduğunu, 500 günün sonunda, enflasyonun yüzde 10’a çekileceğini ifade etti. Hatta burada, Ankara’da World Economic Forum diye, Dünya Ekonomik Forumu diye düzenlenen bir toplantıda, Sayın Başbakanın, yabancı izleyicilere kullandığı ifade aynen şudur: “500 günün sonunda eğer enflasyonu yüzde 10’a çekmezsem, istifa ederim.” Bu kadar iddialı olarak hedeflerini ortaya koymuşlardır.

Aradan geçen zaman, Hükümetin bu taahhüdünün gerçekleşmeyeceğini açık bir şekilde ortaya koymuştur. Esasen, daha 20 Ocak 1992 tarihinde, Hükümetin ekonomik programı, ekonomik paket diye adlandırılan programı açıklandığı zaman, bu hedeflerde sapma olduğu da belli olmuştu. Çünkü, o ekonomik programda, birinci yıl sonunda, enflasyon hedefi yüzde 42 olarak belirlenmişti. Aslında, bütçede de enflasyon konusundaki varsayım aynı idi. Diğer varsayımlar da, mesela bütçe açığının 32 trilyon olarak öngörüldüğünü gördük. Merkez Bankasının kamuya açacağı kredi 11 trilyon lira olarak öngörülmüştü. Şimdi, 1993 yılı bütçesi Hükümet tarafından Meclise sevk edildi, Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülüyor. Bizzat Hükümet, bütçe tasarısının eki olarak Meclise sunduğu yıllık ekonomik raporda itiraf etmektedir ki, bütçe açığının, 32 trilyon olarak öngörülen bütçe açığının, 60 trilyonun altına düşürülmesi mümkün değildir. Muhtemelen bunun da üstünde, 70 trilyona yakın olacaktır. Yani, bütçe açığında yüzde 100’ün üstünde bir sapma söz konusudur.

Merkez Bankası tarafından açıklanan para programı, şu anda tamamen çökmüş durumdadır. Özellikle tahkim yasasının çıkarılmasından sonra, artık ortada bir para programından bahsetmek dahi mümkün değildir. 11 trilyon olarak öngörülen kamu kredileri, yani Merkez Bankasının kamuya açtığı krediler, şu anda 25 trilyona varmıştır. Sene sonuna kadar nereye varacağı da belli değildir.

Tabii, sayısal hedeflerdeki bu sapmalar, Hükümetin enflasyon konusundaki hedefinin de gerçekleşmemesi sonucunu doğurmuştur. Hatırlayacağınız gibi, Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında, meyve sebzenin çok bol miktarda iç piyasaya sürülmesi, gıda maddeleri fiyatlarında yüzde 30’lara varan düşmelere yol açmış; bu da, genel fiyat endeksini olumlu yönde etkilemiştir. O aylarda enflasyon, geçmiş yıllara göre çok düşük seyretmiştir. Aslında bu, o ürünlerin üreticisi olan, meyve sebze üreticisi olan çiftçilerin sefaleti pahasına, bir yıllık emeklerinin heba olması pahasına ulaşılabilen bir sonuçtu ve Sayın Başbakan çıktı, kamuoyu önünde, bu sefaleti sömürmek pahasına, kendisinin hiçbir katkısı olmadığı halde, aldığı hiçbir rasyonel kararın karşılığı olmadığı halde, enflasyonu düşürdük diye caka satmaya kalktı. Ekonomi ile ilgili Bakan, “İşte enflasyon böyle düşer, biz bu işi biliyoruz” diye kamuoyuna fiyaka yaptı.

Ama, biz o zaman da söyledik, ben burada ifade de ettim. Bunlar geçici sonuçlardır, bunlar sadece konjonktürel olarak sebze, meyvedeki aşırı üretimden ve bu üretimin eskiden olduğu gibi dış pazarlara kanalize edilememesinden, iç pazarlara yönlendirilmesinden kaynaklanan geçici bir düşüştü. Aslında Hükümetin enflasyonla mücadele konusunda, kalıcı, orta ve uzun vadede etkisini gösterebilecek hiçbir rasyonel kararı söz konusu değildi. Nitekim, Eylül ayından itibaren, enflasyon tekrar tırmanmaya başladı ve geçtiğimiz ay sonuçları, Ekim ayı sonuçları, Türkiye’de son beş yılda, Ekim ayında gerçekleşen en yüksek aylık enflasyon oranıdır, aylık enflasyon oranıdır. Ocak ayından beri de gerçekleşen en büyük enflasyon oranıdır, aylık enflasyon oranıdır. Netice itibariyle, Ekim ayı sonunda, geriye doğru 12 aylık enflasyon oranı, yüzde 69,1 olmuştur. bizim, bu Hükümete devrettiğimiz enflasyon oranı, geçen sene Kasım ayında devrettiğimiz enflasyon oranı, tüketici endeksine göre söylüyorum yüzde 66 idi. Yani, bizden 66 olarak devraldığı enflasyonu, yüzde 30’a çekmeyi, birinci yılın sonunda 30’a çekmeyi vaadeden bir koalisyon Hükümeti, enflasyonu yüzde 70’e çıkarmıştır.

Düşürmek bir yana, 4 puan da yukarı çıkarmıştır. Ama, bundan daha fazla karamsarlığı mucip olan, kötümserliği mucip olan durum şudur: Hükümetin, daha kendi ekonomik programında, KİT ürünleri için öngördüğü yıllık fiyat artış oranları gerçekleşmemiştir. Önümüzdeki aylarda, KİT ürünlerine yüksek oranda zamlar yapılması kaçınılmazdır. Bu da, enflasyonun daha da yukarı çıkmasına yol açacaktır. Muhtemelen, yıl sonu enflasyonu, yüzde 70’lerin üzerinde olacaktır.

Ekonominin diğer bütün parametreleri, ödemeler dengesi hariç, ekonominin bütün parametreleri, kötü gitmektedir. Bütçe açığı muhtemelen 70 trilyon liraya dayanacaktır. İç borç stokunda fahiş artışlar söz konusudur. Başbakanın devamlı ifade ettiği, enflasyona karşı geçerli tedbir olarak ifade ettiği PSPR’nin yani kamu sektörünün borçlanma gereğinin milli gelire oranı, bu sene yüzde 8 hedeflendiği halde, muhtemelen yüzde 13-14 düzeyinde gerçekleşecektir. Yani, burada hiçbir iyileşme söz konusu değildir. Bu da, 1993 yılında, enflasyonun daha da tırmanması sonucunu doğuracaktır. Korkarım ki, yüzde 10 diye hedefledikleri 500. günde, enflasyonun üç rakama varması tehlikesi dahi mevcuttur.

Aslında, eğer şu anda bunu engelleyen durum varsa, bu da, ödemeler dengesinde bizim dönemimizde sağlanan iyileşmelerdir.

Şimdi değerli arkadaşlarım, aslında, enflasyon konusunda, bizim de öncelik verdiğimiz, aslında erken seçim kararımızın altında yatan en önemli nedenlerden birisi olan, enflasyonun önlenmesi, halk kitlelerinin enflasyon baskısı altından kurtarılması gerçekleşebilmesi için, neler yapılması gerektiği konusunda toplumda bir konsensüs mevcuttur. Geçmişte mevcut olmayan, geçmişte geniş ölçüde direnme ile karşılaşan görüşlerin geçerliliği konusunda, bugün artık toplumda geniş ölçüde bir mutabakat vardır.

Enflasyonun en önemli sebebi, KİT’lerin verimsizliğidir, KİT’lerin verimli çalıştırılmamasıdır. KİT’lerin daha verimli hale getirilmesi için, geçmişte çok reçeteler tartışılmıştır. Rehabilitasyon önerileri yapılmıştır. İşte bu Hükümet, TÖYÖK diye bir kurum kurulmasını kendi programına almış, bugüne kadar hala kuramamıştır. KİT’lere özerklik verilmesi, yönetimlerde siyasi etkilerden arındırılmaları için özerk çalıştırılmalarının sağlanması gibi çeşitli reçeteler öne sürülmüştür. Bu reçeteler zaman içinde tartışılmıştır. Dünyada da bunlar tartışılmıştır. Bugün dünyada gelinen noktada, artık KİT’leri verimli hale getirmenin, KİT’lerin verimliliğini artırmanın tek yolunun özelleştirme olduğu artık kabul edilmiştir.

Bizim zamanımızda özelleştirme uygulamalarına karşı çıkan, bizim bu konuda attığımız ufak adımları engellemeye çalışan bugünkü koalisyon partileri dahi, özelleştirmenin tek çözüm olduğu konusunu artık inkar edememektedirler. Ama, Sayın Başbakanın ifade ettiği bir husus var: Özelleştirmeyi gerçekleştirmek, siyasi maliyeti olan bir iştir; yani, cesaret isteyen bir iştir, siyasi irade isteyen bir iştir. Bugünkü Koalisyon Hükümetinin, bu konudaki asıl eksikliği, bu siyasi iradeye sahip olmamasıdır, bu cesaretten uzak olmasıdır.

Aslında, KİT’lerin verimli çalışmaması, enflasyonu iki yönden etkileyen bir olaydır. KİT’ler verimli çalışmadığı zaman, KİT ürünlerine devamlı zam yapılması zorunluluğu doğar. KİT ürünlerin devamlı zam yaptığınız zaman, maliyet enflasyonunu körüklersiniz. Yani, Türk sanayicisi, dünya ile rekabet etme durumunda olan sanayicimiz, kendi girdilerini, KİT’LERİN ürettikleri girdileri dünya piyasalarından daha yüksek fiyatlarla almak zorunda kalır. Çeşitli mallara göre fiyat karşılaştırması yaptığınız zaman görürsünüz ki, bizim KİT’lerin ürettikleri temel girdilerle, aynı girdilerin ithal fiyatları arasında bazen yüzde 50’ye varan faklar söz konusudur. Bu şartlarda, dış rekabetin de sürdürülmesi, elbette ki darboğazlarla karşılaşacaktır. Ama, KİT’lerin verimsiz çalışmasının tek etkisi, bu yoldan maliyet enflasyonuna sebep olması değildir. Yani, ürettikleri girdi fiyatlarının yüksek olması nedeniyle maliyet enflasyonunu körüklemesi değildir. Aynı zamanda, KİT’lerin verimsiz çalışmaları, KİT açıklarının, dolayısıyla kamu açıklarının da ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Kamu açıklarının kapatılması için, devlet bir yandan KİT ürünlerine zam yaparken, bir yandan da, giderek daha fazla iç borçlanmaya başvurmak zorunda kalmaktadır. Dolayısıyla, KİT’lerin verimsiz çalışması, iki yönden enflasyonu doğuran en önemli neden olmaktadır. Bunun tartışmasız tek çaresi, özelleştirmedir.

Şimdi, biz özelleştirmeyi, kurulduğumuz günden beri savunan bir Partiyiz. Bütün itirazlara rağmen, eleştirilere rağmen, engellemelere, direnmelere rağmen savunmuş bir partiyiz. Bu alanda attığımız adımlar, atabileceğimiz adımlar değildi, daha fazlasını atabilirdik. Siyasi şartlar yüzünden atamadık, kamuoyunun psikolojik olarak özelleştirmeye hazır olmaması nedeniyle bu adımları atamadık. Ama, bugün geldiğimiz noktada, -seçim beyannamemize de koyduk- en fazla zarar eden KİT’ler başta olmak üzere, en verimsiz çalışan KİT’ler başta olmak üzere, KİT’lerin özelleştirilmesi için, gerekli cesareti, gerekli kararlılığı gösterecek siyasi iradeye sahibiz. Fakat, bunu gerçekleştirmek için, bir uygulama planına ihtiyacımız var. Türkiye’de, KİT’lerde 600 bine yakın insan çalışıyor. 600 bine yakın insan demek, aşağı yukarı 2-3 milyon nüfus demektir. 600 bin aktif nüfus demek, 2-3 milyon toplam nüfus demektir. Bu kadar geniş bir kitlenin geçimini ilgilendiren bir konuda, mutlaka rasyonel uygulama planlarına ihtiyacımız var. Çünkü, KİT’lerin verimsiz çalışmasının esas nedeni, birtakım siyasi etkilerle aşırı istihdam yükü altında olmalarıdır. Yani, bir kişinin yapacağı işi, 5 kişinin yapmasıdır. 5 bin kişi çalıştıracak işletmede, 20 bin kişinin çalışmasıdır. Verimli çalışmalarının tek yolu özelleştirmedir. Özelleştirmenin verimliliği beraberinde getirmesi için, burada işçi sayısının azaltılması zorunludur. Her akıllı işletmeci, mutlaka aynı çareye başvurmak zorundadır, aynı tedbiri almak zorundadır. O takdirde, siyasi iktidar olarak, bizim ön plana almamız gereken soru burada işinden olacak insanlara yeni istihdam imkanları yaratmaktır. İşte, en başta bu konuyu öngören uygulama planlarına ihtiyacımız var.

Şu anda, arkadaşlarımızın üzerinde çalıştıkları konu budur. Yoksa, biz dünyayı yeniden keşfetme durumunda değiliz. Enflasyonu nasıl indireceğimiz konusunda, birtakım sihirli formüller arama durumunda değiliz. Biz, baştan beri savunduğumuz geçerli bir tedbiri biliyoruz. Bunu uygulamanın birtakım siyasi komplikasyonlarını hesap ediyoruz ve bu siyasi komplikasyonları asgariye indirmek için, bir uygulama planı üzerinde çalışıyoruz.

Gene enflasyon konusunda, Türkiye’de aşağı yukarı her kesimin üzerinde mutabık olduğu diğer bir konu var. Her ne kadar Adnan Kahveci arkadaşımın hoşuna gitmiyorsa da, ben buna vergi reformu diyorum. Vergi reformu dediğim zaman, sadece yeni vergi kaynaklarının bulunması, devletin vergi gelirlerinin yeni kaynaklar sağlamak suretiyle artırılmasını kastetmiyorum. Vergi reformundan, bizim kendi dönemimizde algıladığımız husus, vergi kaçaklarının önlenmesi, verginin genellik ilkesinin gerçekte de sağlanabilmesidir. Bugün Türkiye’de hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir husus var, yeteri kadar vergi vermiyoruz, toplum olarak yeteri kadar vergi vermiyoruz. Vergi gelirlerimizin milli gelire oranı, zannediyorum yüzde 10 dolayındadır. Daha iyi yaşamak isteyen bir toplumun, birtakım büyük hedeflere yönelmiş bir toplumun, gecikmiş altyapı yatırımlarını bir an önce hayata geçirmek isteyen bir toplumun, bu kadar az vergi yüküyle bu hedeflere ulaşması mümkün değildir. Ama, burada hep ileri sürülen bir başka tez var, ona da katılıyorum; Türkiye’de aslında vermesi gerekenden fazla vergi veren bir kesim var, bir de hiç vergi vermeyen bir geniş kesim var. Şimdi, vergi reformu dediğimiz zaman hedefimiz, vergi veren insanların yükünü daha da ağırlaştırmak olmamalıdır. Onun için, mevcut vergilerin oranlarını artırarak yapılacak bir vergi reformunun, netice itibariyle ters tepeceğini düşünüyorum. Ama, verginin yaygınlaştırılmasını, vergi vermeyen kesimlerin -ki, istatistikler bunların toplumun çok geniş bir kesimini kapsadığını ortaya koymaktadır- bu kesimlerin de vergilendirilmesi için gerekli tedbirlerin hem de birtakım siyasi maliyetleri de göze alınarak, cesaretle, kararlılıkla uygulanması gerektiği inancındayım.

Maalesef, bugünkü koalisyon Hükümeti, bu açıdan da yeterli kararlılığa sahip değildir. Bizim dönemimizde başlatılan birtakım uygulamaların ertelendiğini; askıya alındığını; bu Hükümet döneminde görmekteyiz. Bunun tipik örneği, yazar kasa uygulamasıdır, bilgisayar uygulamasıdır, vergide denetimin istenilen ölçüde sağlanamamasıdır.

Bu anlamda bir vergi reformuyla, devletin gelirlerinin artırılması; öte yanda, devletin sırtında bugün kamu açıklarının en önemli kaynağı olan, verimsiz çalışan KİT’lerin yükünün bertaraf edilmesi, enflasyonla mücadelede en hayati en tayin edici adım olacaktır.

Enflasyonla mücadeleyi, bu Hükümetin dediği gibi, 500 günlük bir dönem meselesi olarak görmüyorum. Sayın Kahveci’nin biraz önce söylediği gibi, 1 yılda yüzde 20’ye inecek bir mesele olarak da görmüyorum. Eğer Sayın Kahveci’nin bu konuda bazı fikirleri varsa, beraber çalıştığımız dönemde bu fikirlerini bana söylemeliydi.

Ben, enflasyon meselesini, orta vadeli bir mesele olarak görüyorum. Seçim beyannamemizde enflasyonla ilgili hedefimizi beş yıla yaydık. Hiç böyle sihirli formüllere falan sığınmadık, milletin gözünü boyamak için üç yüz günde, beş yüz günde şunu yaparız demedik. Bize yetki verirseniz, beş yılın sonunda enflasyonu tek rakama indirmeyi hedefleyecek bir program uygularız dedik. Enflasyon konusundaki taahhüdümüz budur. Çünkü endişem şu: Eğer çok kısa dönemde, bir senede, beş yüz günde enflasyonu radikal biçimde düşürücü birtakım politikalar uygularsanız, ekonomideki başka dengesizliklere yol açabilirsiniz. Ekonomideki başka dengesizliklerin topluma maliyeti de, enflasyondan daha yüksek olabilir. Onun için, makro dengeleri sağlayarak ve koruyarak, enflasyonu zaman içerisinde tedricen aşağıya çekecek bir politikanın, hem sosyal bakımdan, hem de ekonomik bakımdan daha sağlıklı olduğuna inanıyorum.

Bunu, aynı zamanda şu vesileyle söylüyorum: Daha önce de bu kürsüde ifade ettim. Burada çok söyleniyor, zaman zaman söyleniyor. Bazı arkadaşlarımın da adaylık gerekçesi olarak söyleniyor. Anavatan Partisi olarak öyle çok değişik yeni vizyonların, misyonların falan peşinde olmamız gerekmiyor. Benim inancım budur. Biz Türkiye’de vizyonu olan, temel politikalarında tutarlı olan, yani yeni bir arayış içerisinde olması gerekmeyen tek siyasi partiyiz. Eğer Adnan Kahveci arkadaşım, ideolojik partiden bunu kastediyorsa, kendisiyle mutabıkım. İdeolojik bir parti olduğumuzu, benim anladığım manada ideolojik parti olduğumuzu kabul etmiyorum. Ama, bu anlamda, vizyonu olan, yani Türkiye’nin temel sorunları konusunda, izlenecek temel politikalar konusunda tamamen mutabıkım.

Bizim ihtiyacımız yeni vizyon değil, yeni misyon değil, yeni sistem arayışları falan değil, bizim ihtiyacımız, burada da ifade edildiği gibi, zannediyorum Sayın Keçeciler’in ifade ettiği gibi, değişen şartlara göre, temel fikirlerimizi, temel politikalarımızı uygulayacağımız, uygulama planlarını, uygulama programlarını hazırlamak. Bizim ihtiyacımız budur. Bir değişik arayışı içinde falan değiliz. Yani, sanki daha önce koyduğumuz temel prensipler, temel politikalar geçerliliğini kaybetmiş gibi, şimdi yeni politikalar üretme ihtiyacı içinde değiliz. Tersine, bizim koyduğumuz hedefler, bizim programlarımız, bizim politikalarımız, zaman içerisinde geçerliliğini ispatlayan politikalardır. Geçerliliği kanıtlanmış programlardır. Ama günün şartlarında, işte özelleştirme örneğinde söylediğim gibi, uygulama planları yapmamız lazım. Yani, özelleştirmenin bizim savunduğumuz özelleştirmenin, bu gün gelinen noktada, artık tek geçerli çare olduğunun toplumda paylaşılması yeterli değil. Onu uygulamaya geçtiğimiz zaman, orada işinden olacak insanların, nasıl istihdam edileceklerini, nasıl yeniden eğitileceklerini, orada belki kapatılacak tesisler dolayısıyla, o bölgede meydana gelecek ekonomik zararların nasıl telafi edileceğini içeren planlar yapmamız lazım, uygulama planları yapmamız lazım. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bu Hükümetin, koalisyon Hükümetinin, başlangıçta ifade ettiği ikinci öncelikli hedefi, terörün önlenmesiydi. Terörün önlenmesi konusunda, bir yıllık geçen sürede, Hükümetin zaman zaman tutarsızlıklarla, zaman zaman çelişkilerle, zaman zaman sadece demokratik tedbirlerden, zaman zaman sadece polisiye, askeriye tedbirlerden medet uman bir politika izlediğini gördük. Bugün geldiğimiz noktada, Hükümet, terörle mücadeleyi silahlı kuvvetlere ihale etmiş, silahlı kuvvetlerin Türk sınırlarının ötesinde, Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının ötesinde cansiperane bir biçimde yürüttüğü askeri harekattan, kendisi için küçük siyasi çıkarlar sağlamaya çalışan sorumsuz bir tutum içinde olduğu inancındayım. (Alkışlar)

Burada, daha önce de ifade ettim. Bölücü terör meselesini, güneydoğu meselesinde ayırmak zorundayız. Bölücü terörle mücadele meselesi, bir asayiş meselesidir. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de devlet, kendi bütünlüğüne yönelen, kendi insanlarının güvenliğine yönelen saldırılara karşı, gücünü kullanmak zorundadır. Devletin gücünü kullanmasına hiç kimse itiraz edemez. Biz, bu gücün kullanılmasında, hukuk kurallarına uygun davranılmasını gözetleriz. Ama, isyana karşı, isyancıya karşı devletin gücünü kullanmasına, bizim hiçbir itirazımız olamaz.

Bunları daha önce söyledim, bizim zamanımızda, bizim sorumluluk taşıdığımız dönemde, biz şu sonuca vardık: Kuvvete karşı daha fazla kuvvetle yapılması gereken, devletin meşru savunma hakkına dayanarak yapılması gereken bu mücadelenin, sadece Türkiye Cumhuriyeti hudutları içerisinde yürütülerek başarıya ulaşması mümkün değildir. Onun için, hatırlarsanız benim Hükümetim döneminde, ilk defa, sınır ötesi operasyon yaptık, sınır ötesi hava operasyonu yaptık. Bugünkü Başbakan o zaman çıktı, dedi ki, “Eğer gücünüz varsa, içerideki eşkıyaya karşı kullanın, yurt dışında askeri harekat yapmakla, siz aslında gösteriş yapıyorsunuz,” kullandığı tabir budur, “Gösteriş yapıyorsunuz.”

Hükümet değişti, onlar iktidar oldu, muhalefet olarak Meclis kürsüsüne çıktım, dedim ki, sizin verdiğiniz bilgilere göre, eşkıyanın dörtte biri içeridedir, dörtte üçü dışarıdadır. Siz, eşkıyayı kendi ininde vurmak için gerekli girişimlerde bulunmadıkça, onlara himaye sağlayan devletlere karşı gereken tutumu takınmadıkça, bu meselenin üstesinden gelemezsiniz. Ben bunu söylediğim zaman, yine tepkiyle karşılaştım. Beni savaş çığırtkanlığı yapmakla suçlayanlar dahi oldu. Değerli arkadaşlarım, eğer Türkiye, kendi toprak bütünlüğü için gerekirse savaşmayacaksa, niçin savaşacaktır? (Alkışlar)

Ama şimdi, bugün gelinen noktada bakınız ne oluyor: Geçen toplantıda da söyledim. Bir aydan beri, silahlı kuvvetlerimiz, Kuzey Irak topraklarında askeri harekat yapıyorlar. Tankıyla, tüfeğiyle, Kara Kuvvetleriyle, Hava Kuvvetleriyle askeri harekat yürütülüyor. Eğer bu askeri harekat, bu Hükümetin kararı olsaydı, bu Hükümetin önerdiği bir tedbir olsaydı, geçmişte bize karşı bu tepkileri göstermiş olmaları mümkün değildi. Ben bunu önerdiğim zaman karşı çıkmaları mümkün değildi. Ama, Allah’tan ki, Türkiye’de Hükümetten başka, bu memleketin durumundan sorumluluk duyan insanlar da var. (Alkışlar) Bu Hükümet, hiç olmazsa şunu yapabilirdi: Hükümet programına yazmışlar, biz Meclisi saygın hale getireceğiz, biz Meclisin saygınlığını artıracağız!... Bir aydan beri, -geçen sefer söyledim- Kıbrıs Harekatından sonra ilk defa, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ulusal sınırlarımız dışında yaptığı bir harekat konusunda gelip Millet Meclisi’ne bilgi verilmedi. Bugüne kadar hala yapmamışlardır. Bu harekatı teklif eden biziz, destekleyen biziz; ama, kendilerinden bilgi esirgenen yine biziz. Böyle bir devlet anlayışıyla mutabık olmak mümkün değildir.

Değerli arkadaşlarım, şimdi, biraz önce bu kürsüden yine söylendi, güneydoğu sorunu konusunda çözüm, halka umut, halkın bu konudaki kötümserliğini yenecek birtakım yeni projeler... Bizim toplumumuzda, son zamanlarda, bir yeni proje hastalığı olduğuna inanıyorum. Sanki birtakım çözümler, birtakım insanlar tarafından, orada burada gelişigüzel söylenirse o sorunların üstesinden gelebilmek için önemli bir mesafe katedilebileceği gibi bir yanılgı var.(Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bu yanılgının en büyük zararı şuradadır: Memleketimizin bir köşesinde eşkıya devlete isyan ediyor. Amacı, bu devletten toprak koparmaktır. Amacını da saklamıyor. Ben orada kendim bağımsız bir devlet kurmak istiyorum diyor. Dünyadaki her devletin, bu konuda yapacağı şey, kendi egemenliğini korumak için, kendi toprağında egemenliğini korumak için kullanabileceği ölçüde, sahip olduğu ölçüde bütün gücünü seferber etmektir. Türk Devletinin de yapması gereken bundan farklı bir şey değildir. Yani, terörü ezmede, terörle mücadelede, yeni arayışlar içine, yeni çözümler içine, yeni projeler arayışına girmek yanlıştır. Burada yapılacak bir tek şey vardır: Bu Hükümetin kararsızlığı sebebiyle, bunlar şimdiye kadar gerektiği biçimde yapılmadıysa, zamanında yapılmadıysa bugün gecikmeli olarak yapılıyorsa, bugün yapılanların yanlış olduğu anlamına gelmez. Bunlar daha önce yapılmalıydı.

Her devlet aynı şeyi yapar. Kendi otoritesine karşı kuvvet kullanan insanlara, kendi gücünü kullanır. Terörle mücadelenin, silahlı terörle mücadelenin hiçbir yerde başka bir yolu yoktur. Aksi teslimiyettir. Devlet, teslimiyetçi olamaz. Devlet pazarlık edemez. Devlet taviz veremez, eşkıyaya hiç veremez. Devlet, gücünü kullanmak zorundadır. Burada, Batı özentisi birtakım arayışlar içerisindeyiz, ama, Batıyı iyi bilmiyoruz. Bakın, bundan 3-4 sene önce, Paris’te, bir kaos yaşandı. O zaman Fransa Başbakanı Chirac, şimdiki Paris Belediye Başkanı. Paris’te iki günlük bir anarşi yaşandı. Belki bazılarınız hatırlayacaksınız. Büyük mağazalar kundaklandı, kaldırım taşlarıyla resmi dairelere hücum edildi. Paris, tam bir anarşiye bürüdü. Fransa Başbakanı televizyona çıktı, “Paris’e giriş çıkışları yasaklıyorum” dedi. “Yabancılara verilen bütün vizeleri iptal ediyorum.” dedi. Eğer bugün Türkiye’de böyle bir şey olsa, bu Hükümetin aynı tedbiri alacağından kuşkum var, buna cesaret edeceğinden kuşkum var. Fransa bizde demokrasinin beşiği bilinir, Avrupa demokrasisinin en iyi örneklerinden biridir; ama, orada Fransa’yı idare eden insanlar, demokrasiyi falan hepsini bir yana bıraktılar, en temel hak seyahat özgürlüğü, Paris’e girişi yasakladılar. Çünkü orada artık devletin otoritesi söz konusuydu. Düzenin korunması söz konusuydu. Bunun olmadığı yerde demokrasinin olmayacağını, bunun olmadığı yerde refahın, başka hiçbir amacın gerçekleştirilemeyeceğini onlar bizden daha iyi biliyorlar. Maalesef, bizim onlardan öğrenmemiz gereken daha çok şey var.

Onun için burada, birtakım eşkıya devlete karşı isyan etmişse, devletin temelini sarsacak birtakım konularda yeni arayışlar içine girmeyi ben şahsen içime sindiremem. Fransa ne yapıyorsa, Türkiye de onu yapmalıdır. Bu konudaki demokratik sorumlu ülke ne yapacaksa, Türkiye de aynısını yapmalıdır. Teröre karşı silahlı mücadelede, devletin aynı şekilde mukabele etmesinden başka tedbir yoktur. Ama Güneydoğu meselesi ayrı bir meseledir. Güneydoğu’nun geri kalmış olması, Güneydoğu’da işsizlik sorununun, Türkiye’nin diğer bölgelerinden daha ağırlıklı olarak yaşanmakta olması, bunlar ayrı bir sorudur. Bizim zaten üzerine gittiğimiz bir sorudur. Biz, memleketin diğer bölgelerinden artırdığımız kaynakları oraya yatırmadık mı? Orada Türkiye’nin en büyük bölgesel projesini, Türkiye’nin değil belki dünyanın en büyük bölgesel projelerinden birini gerçekleştirmeye koyulmadık mı? Oraya özel teşvikleri getiren biz değil miyiz? Orada çalışan memurlara bile daha fazla maaş imkanı sağlayan bizim Hükümetimiz değil mi? Ama, bugünkü Hükümet zamanında bunlar durdu. İşte, yatırımlar durdu, kamu yatırımları durdu, özel teşvikler durdu.

Şimdi endişem şu: Eğer Güneydoğu sorunu, bizim anladığımız manada anlamazsanız, Güneydoğu’nun kalkınması için, başka bölgelerin fedakarlığı pahasına gereken önemi, gereken önceliği vermezseniz, terörle mücadelede bugün sağlayacağınız başarı, bugünlük bir başarı olur, kalıcı bir başarı olamaz. Çünkü, terörün kaynağı, Güneydoğu sorunundan geliyor; yani bölgenin kalkınmamışlığından geliyor, geri kalmışlığından geliyor, orada işsizliğin aşırı boyutlara varmasından geliyor. Aslında, sorunun sebebi olmayan, kendisi sorunun sebebi olmayan, sadece sorunun teröre dönüşmesinde bir araç olan, işte bir takım etnik iddialar, bize sorunun sebebi gibi gösterilmek isteniyor. Bununla mutabık değilim. Eğer, bu doğru olsaydı, bu seçimlerde İstanbul’da HEP yüzde 25 oy alırdı. Ama, HEP’in İstanbul’da aldığı oy, yüzde 2’dir. Eğer bu doğru olsaydı, İzmir’de HEP, Çiğli’de yüzde 30-40 oy alırdı. Yani eğer bu sorun etnik bir sorun olsaydı, Çiğli’deki oy oranının yüzde 30-40 olması lazımdı. Aldığı oy yüzde 1,5 civarındadır.

Meselenin kökeni etnik değildir. Etnik olan sadece kılıfıdır. Ama, meselenin kökeninde, bölgenin sosyal ve ekonomik şartları yatar. O şartları değiştirmek, devletin yükümlülüğündedir. Biz, bunu başlattık. Biz, diğer bölgelerimizin fedakarlığı pahasına, oradan aldığımız, oradan devletin aldığı vergilerin 15 mislini, 20 mislini yatırım olarak oraya yatırdık. GAP Projesini belli bir noktaya getirdik. Bugün maalesef bunların hepsi durmuştur. Tekrar ediyorum, bugünkü endişem, terörle mücadelede silahlı kuvvetlerimizin üstün gayretlerine rağmen, bugün başarı sağlanabilse bile, Güneydoğu sorunu çözümlenmedikçe, devletin müşfik, yatırımcı, koruyucu eli oraya tekrar uzanmadıkça, bu başarı, kalıcı bir başarı olmaz.

Şimdi, burada da bir arayış içerisinde, bir kompleks içerisinde olmamıza gerek yok. Bu meselenin, yani kökleri 1960’lardan gelen, 1979’da örgütlenip, faaliyete başlayan yurt dışında birçok devletten himaye gören böyle bir hareketin, öyle bir günde, bir ayda falan çözümlenmesi söz konusu değildir. Hiçbir sihirli formülle de, öyle kısa zamanda bu meseleyi çözmek mümkün değildir. Ama öyle sihirli formüllere dayanıp da, asıl yapmamız gereken şeyleri ihmal edersek, her devletin bu konuda yaptığı, yapacağı şeyleri biz yapmazlık edersek, bunları uygulamada birtakım tereddütlere düşersek, işte en büyük handikabımız o olur.

Bu Hükümetin üçüncü bir hedefi daha var. O da demokratikleşme idi. Demokratikleşmede bizim dönemimizde hiçbir şey yapılmadığını söylediler. Kendilerini bir demokratik atılım Hükümeti olarak kamuoyuna takdim ettiler. Şimdi, bir yıl sonra gelinen noktada, işte demokratikleşme adına şunu yaptık diye gösterebilecekleri bir tek şey bile yoktur.

Onun için, Hükümetin birinci yılı dolmadan, apar topar bu hafta, Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunundaki değişikliği çıkarmak istiyorlar. Yarın Meclise getirecekler. Dokuz aydan beri çıkaramadılar. İlk Meclisten çıkardıkları şekil, terörle mücadelede devleti zaafa uğratacak bir şekildi. Normal mahkemelerdeki usule Devlet Güvenlik Mahkemelerine de teşmil ettiler, Cumhurbaşkanı veto edince, kendileri değiştirdiler. Kendi partilerinde isyan çıktı, sonunda komisyonda bizim arkadaşlarımızın desteği ile ancak komisyondan çıkarabildiler. Bu sefer koalisyon çatlama tehlikesine girdi. Oturdular, SHP ile yeniden pazarlık ettiler, komisyondan çıktıktan sonra yeniden pazarlık ettiler. Şimdi Meclise gelen şekliyle biz mutabıkız. Biraz önce Murat Başesgioğlu arkadaşım da söyledi, Meclise gelen şekliyle biz mutabıkız; ama, burada SHP’ye ödün olarak birtakım değişiklik önergeleri getirecekler Genel Kurul’da. Henüz tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Ama, o değişiklik önergesini evvela ilgili arkadaşlarımız inceleyecekler, eğer Türkiye’nin içinde bulunduğu bu kritik aşamada, devletin güvenliği açısından risk getirecek herhangi bir, en ufak bir değişiklik bile gelirse, biz bunu reddederiz. Reddedilmesi için gayret gösteririz. Ama eğer, makul değişiklik önerileri varsa, onları her zaman görüşmeye açığız.

Şimdi, demokratikleşme konusunda bu Hükümetin sicilinin sadece yeni bir şey yapmamak, sadece kendi vaadettiği hususları gerçekleştirememenin ötesinde, maalesef kendilerinin çok önem verdiği, Başbakanın çok önem verdiği, Batının gözünde kötü bir sicil olduğunu da tescil etmek istiyor. Bakın, Avrupa Konseyinin şimdiye kadar ilk defa kınama kararı aldığı -1980’den beri- ilk dönem bu dönemdir. Bu dönemde, Avrupa Konseyi, Türkiye’deki insan hakları uygulamasını kınama kararı almıştır. Avrupa Parlamentosunun Türkiye’ye ilişkin kararlarını, bizzat iktidar partisine mensup bir milletvekili, bir komisyon başkanı, AT Karma Parlamento Komisyonu Başkanı, geçtiğimiz hafta Mecliste anlattı. Kendi milletvekilleri anlattı. Orada devlet, infazcılıkla suçlanıyor; yani, mahkemelere falan itibar etmeden, hukuka uymadan, birtakım masum insanlara idam cezasını infaz etmekle suçlanıyor. Bir devlette değil, bir aşirette bile olmaması gereken birtakım fiiller, Türk Devletine izafe ediliyor ve bu Hükümet, kendisini demokrasi şampiyonu ilan ediyor!... Dünyada böyle çelişki görülmemiştir.

Demek istediğim, Hükümetin kendisi için tespit ettiği üç öncelikli hedefte de, bu Hükümet, en ufak bir gelişme sağlayamamıştır. Terörle mücadelede silahlı kuvvetlerimizin yürüttüğü, demin söylediğim gibi, üstün gayretle, cansiperane bir biçimde yürüttüğü, devlet adına yürüttüğü mücadeleden de siyasi olarak kendisine prim çıkarmaya çalışmaktadır. Bunun dışında, ne enflasyonla mücadelede, ne Türkiye’nin içinde can güvenliğini sağlamada, Türk vatandaşlarının can güvenliklerini, seyahat özgürlüklerini sağlamada, ne de demokratikleşme alanında bu Hükümetin övünebileceği en küçük bir olumlu icraatı söz konusu değildir.

Bu hususları daha geniş olarak, daha ayrıntılı olarak basın toplantısında ifade edeceğim.

Şimdi değerli arkadaşlarım, Anavatan Partisi’nin durumuyla ilgili olarak, Anavatan Partisi’nin geçtiğimiz dönemdeki yönetimiyle ilgili olarak veya gelecekteki yönetimiyle ilgili olarak, arkadaşlarımın bu kürsüde dile getirdikleri görüşleri dinlediniz. Ben isterdim ki, bütün arkadaşlarım görüşlerini buradan dile getirsinler. Birçok arkadaşlarım da gazete sütunlarında dile getiriyor, onları biliyorsunuz.

Bu Olağanüstü Kongre tartışmaları olduğu zaman, sizlere şunu ifade ettim: Aslında, bu tartışmaları gündeme getiren arkadaşlarımız, Partide bir yönetim değişikliğini arzulamaktadır. Bunu da saygıyla karşılıyorum. Bu eleştirilerin esas nedeni benim. Netice itibarıyla Partide yönetimden esas sorumlu olan, birinci derecede sorumlu olan Genel Başkandır. Arkadaşlarımıza, iddiaları içerisinde, benim de hak verdiğim bazı iddialar olabilir. Bunların, herhangi bir forumda tartışılmasında da yarar görüyorum. Ben, şimdiye kadar bütün forumları kullandım. Grupta tartışalım dedim, Merkez kararda tartışalım dedim. Bu forumları arkadaşlarımız uygun görmediler. Olağanüstü Kongre toplanması istendi, yani aynı tartışmanın partideki nihai merci olan, en büyük hakem durumunda olan veya en yetkili organ durumunda olan Büyük Kongrede yapılması istendi. Bu talebi anlayışla karşıladığımı da buradan ifade ediyorum.

Ama, önümüzde bir seçim var. Bu işi, bir ay, bir buçuk ay donduralım dedim. Arkadaşlarımızın bir buçuk aylık bu dondurma talebime dahi itibar etmemelerinden anlıyorum ki, bu tartışmanın mutlaka bitirilmesi lazım, yapılıp bitirilmesi lazım. Onun için huzurunuza geldim, geçen toplantıda, olağanüstü kongreyi arkadaşlarımızın imza sayısı yeterli olmadığı için, kendi yetkime dayanarak toplantıya çağıracağımı ifade ettim. O olağanüstü kongrenin gündemini tayin ederken, şundan hareket ettim: Arkadaşlarımızın bir iddiaları var, diyorlar ki, “Bu yönetim kötüdür, bu yönetim değişmelidir. Genel Başkan değişmelidir, Parti organları değişmelidir.” Nasıl değişecektir; demokratik bir parti isek, seçim yoluyla değişecektir. Ama, bir zorluğumuz var. Bizim şu anda yürürlükte olan tüzüğümüz, olağanüstü kongrede seçim imkanı vermiyor; yani, bizim şu andaki tüzüğe göre seçim yapma imkanımız yok. Onun için arkadaşlarımızın olağanüstü kongrede seçim imkanı vermiyor; yani, bizim şu andaki tüzüğe göre seçim yapma imkanımız yok. Onun için arkadaşlarımızın olağanüstü kongre isteyen arkadaşlarımızın önerdikleri gündemde de seçim maddesi yazmıyor. Gündemde açıkça seçim maddesi yazmadan, bunun İlçe Seçim Kurulu’na bildirilerek gereken usullerle yapılması mümkün değil. Seçim maddesini yazmamalarının sebebi, seçim yazdığınız anda, tüzüğe aykırı bir gündemle kongreyi toplantıya çağırmış oluyorsunuz, tüzüğe aykırı bir gündemle toplantıya çağrılan kongre, her zaman mahkeme kararıyla iptal ettirilebilir. Dolayısıyla, seçim yapılabilmesi, her halükarda, iki kongre ile mümkün, birincisi kongre tüzük kongresi, ikincisi kongre seçim kongresi olacak. Şimdi yapılacak olan kongre tüzük kongresidir.

Ben, bu kongreye iki tüzük değişikliği önergesi sunuyorum. Hareket noktam şudur: Arkadaşlarımızın talebini paylaşıyorum; yani, görüşlerini paylaşıyorum, Partinin tüzüğünde, Olağanüstü Kongrede seçim yapılabilmesinin yasaklanması, demokratik bir hüküm değil. Yani, şu anda delegelerimizin yüzde 90’ı bile istese, biz bu tüzüğe göre seçim yapamayız, önce tüzük değişikliği yapılması lazım. Bu işi böyle dolambaçlı bir yoldan kurtarmamız lazım. Partiyi yöneten insanların da kendisini seçenlere karşı devamlı belli bir sorumluluk içinde hissetmeleri lazım.

Onun için, tüzük değişikliği önergemde, Olağanüstü Kongrede seçim yolunu açıyorum. Yani, seçimli olarak Olağanüstü Kongrenin toplanması imkanını getiriyorum. Ama, karşılığında benim bir argümanım daha var. Bu parti, bir fikir kulübü değil, bu Parti, her kafadan bir sesin çıktığı, işte delegelerinin beşte biri birleştiği zaman Türkiye’nin dört bir tarafından delegelerini çağırıp Olağanüstü Kongre yapan bir parti olmamalıdır. Eğer seçim konusunda, seçimli olağanüstü kongre toplanması konusunda delegelerin tamamının yarıdan bir fazlasının iradesi varsa, her zaman seçimli olağanüstü kongre yapılsın. Yani, delegeler, seçtikleri insanları bütün görev süreleri boyunca denetlesinler. Eğer bu noktada, delegelerin yarıdan fazlası bu Genel Başkan iş yapamıyor, bu merkez karar çalışmıyor fikrine gelirlerse imza toplasınlar, hemen seçimli kongre yapılsın. Ama, bu beşte bir delegenin iradesiyle olmasın. Çünkü, takdir edersiniz ki, her kongrede, beşte üçü bir tarafta olur, beşte ikisi bir tarafta olur, beşte dördü bir tarafta olur, beşte biri bir tarafta olur. Eğer kaybeden taraf devamlı yeniden kazanmak için kongre çabasına girerse, o partiyi istikrarlı yönetmek mümkün olmaz. Getirdiğim değişikliğin anlamı budur; yani, hem arkadaşlarımın esas taleplerine cevap vermeyi amaçladım, hem de parti için çok önem verdiğim istikrarı korumayı amaçladım.

İkisini bir arada sağlayabilmek için de, böyle, bir düzenlemeye gittim. Aynı yetkiyi Genel Başkana da verdik; yani, Genel Başkan isterse, yine olağanüstü kongreyi, seçimli olarak toplantıya çağırabilecek. Kendisinden şüphesi varsa, Partinin durumu açısından buna gerek görüyorsa, olağanüstü bir gelişme olmuşsa, Genel Başkan, tek başına, seçimli olarak olağanüstü kongre isteyecek.

Doğru Yol Partisinin tüzüğünde, Genel Başkan, sadece Merkez Karar Yönetim Kurulunun seçimi için sadece olağanüstü kongreyi toplantıya çağırabiliyor. Bence bu, doğru bir düzenleme değil. Bu, Genel Başkanın Merkez Karar üzerinde tam bir tahakkümü anlamına gelir. Genel Başkan bu yetkisini kullanacaksa, benim önergeme göre, kendisi de dahil, bütün organların seçimi için kullanacak.(Alkışlar)

önerdiğim ikinci değişiklik, tüzük değişikliğinin nisabıyla ilgili. Şu anda, bizim tüzüğümüze göre, beşte bir delege, Olağanüstü Kongreyi toplantıya çağırabiliyor. Merkez Kararın oradaki yetkisi, sadece gününü tespit etmek. Beşte bir delegenin talebiyle Olağanüstü Kongre toplanıyor ve katılanların yarıdan bir fazlasının oyuyla tüzük değişebiliyor. Şimdi, tüzük bizim partimizin Anayasası, en önemli belgesidir. Tüzüğümüzün değişmesi, icabı halinde 110 kişinin karar vereceği bir husus olmamalıdır. Tüzüğün değişikliği ciddi bir iştir. Bu konuda da delegelerin tam sayısının yarıdan bir fazlasının mutlaka onayı gerekir düşüncesiyle bu öneriyi getirdim.

Dün basın toplantısında da söyledim. Aslında, bu yapacağımız kongre; 30 Kasım Kongresi; adayların yarışacağı bir kongre değil. Görüşlerin, tezlerin yarışacağı, ilkelerin yarışacağı bir kongre. Benim Genel Başkan adaylığımdan, Mayıs 1991’den bugüne kadar, tam bir buçuk sene boyunca, izlediğim çizgide, savunduğum görüşlerde, dile getirdiğim ilkelerimde, herhangi bir zik zak olduğu, bir çelişki, bir tutarsızlık olduğu kanısında değilim. Eğer varsa, arkadaşlarım söylerlerse memnun olurum. Benim, Genel Başkan adayı olduğum tarihten itibaren, daha önce burada da okudum size, o zamanki basın toplantımda, savunduğum şudur: Bu Partinin yönetiminde, en önemli gerçekleştirmemiz gereken husus, Partimizin yetkili ve sorumlu kurullarıyla karar alan, kendi ayakları üzerinde duran, kendi kendisini idare eden bir Parti olmasının sağlanmasıdır. Benim yönetim anlayışım budur.

Bu konuda, Sayın Cumhurbaşkanıyla farklı görüşe sahibiz. Burada ifade ettim, Sayın Cumhurbaşkanı, benim bu yönetim anlayışımla mutabık değil. Bunu da, kamuoyundan gizlemiyor, kamuoyuna da açıkça ifade ediyor. Benim yönetim anlayışım içerisinde, Sayın Cumhurbaşkanımıza, kasıtlı olarak, ters düşmek yoktur. Sayın Cumhurbaşkanımıza saygısızlık, vefasızlık göstermek yoktur. Ancak herhangi bir şekilde, Sayın Cumhurbaşkanımızın güdümünde, onun müdahalesiyle Parti yönetimi de yoktur. Ben, bunu kendilerine ifade ettim, Sayın Cumhurbaşkanı bizim kurucu Genel Başkanımızdır, doğal liderimizdir, biz onun fikirlerini devam ettirmekle yükümlüyüz, demin söylediğim gibi onların, hayata geçmemiş olanlarını hayata geçirmekle yükümlüyüz. Ama, kendileri Cumhurbaşkanı olmakla, -o zaman da kendilerine hatırlattım- bir kesin tercih yapmışlardır. Hem Cumhurbaşkanı olup, hem parti yönetimine katılmaları mümkün değildir. Ben, kendilerinden istifade etmeye yararlanmaya görüşlerini almaya her zaman açığım. Ama, parti yönetimine müdahalelerini kabul edebilmem, daha önceki anlayışımla bağdaştırabilmem mümkün değildir. İşte o zaman çelişkiye düşerim.

Şimdi, Sayın Cumhurbaşkanı diyor ki, “Ben Partiye geri döneceğim. O zamana kadar da, kendi gölgem gelecek” Olabilir ki, Büyük Kongre delegelerimiz, yani bana, benim önerdiğim şartlarla, benim görüşlerimi bilerek beni Genel Başkanlığı seçmiş olan Büyük Kongre delegelerimiz, böyle bir geçici Başkanlı formülünü parti için daha yararlı görebilirler. Böyle bir geçiş dönemini yeniden yaşamamız da, Partimiz açısından menfaat görebilirler. Bu, onların takdirindedir. Ama, kabul edin ki, Genel Başkan olarak, böyle iki farklı görüşün, iki farklı tezin, iki farklı modelin tartışma konusu olduğu bir ortamda, benim yapabileceğim hadise, bu meseleyi asli merciinin hakemliğine sunmaktı. Yaptığı da budur.

Ben isterdim ki, bu tartışmayı diğer hakem konumundaki forumlarla sonuçlandıralım. Merkez Kararda tartıştık, arkadaşlarımız oradaki idare ile mutabık olmadılar, Grupta tartıştık, arkadaşlarımız Grubun iradesiyle de mutabık olmadılar. Benim şimdi gidebileceğim son merci, beni seçmiş olan Büyük Kongredir. O Büyük Kongrenin, çok az farkla, Sayın Akbulut’la benim aramda, hele ilk turda, çok az bir oy farkıyla sonuçlandığını biliyorsunuz. Dolayısıyla benim açımdan siyasi olarak bakarsanız, riskli bir karardır. Ayrıcı, arkadaşlarımız, bazı arkadaşlarımız düşünebilirler ki, Genel Başkan kalsın, Merkez Karar ve Yönetim Kurulu için seçim yapılsın. Bütün bunların hepsini dikkate aldım, riski de göze aldım; ama, bu tartışma bitmeden, bu tartışma bir sonuca bağlanmadan, artık en yetkili merciimiz olan Büyük Kongrenin bu konudaki hakemliğine herkes saygı gösterip Parti birliğinde, Parti beraberliğinde birleşmeden bu Partiyi bir yere götürmek mümkün değil.

Şimdi burada, Adnan Kahveci arkadaşım eleştiriyor, başka arkadaşlarım gazetelerde eleştiriyorlar; ama, bir de madalyonun öbür tarafı var. Bir de lütfen; arkadaşlarımın her biri kendilerini benim yerime koysunlar. Bana danışılmadan Türkiye’nin en önemli konularında görüş beyan ediliyor. Sayın Adnan Kahveci, bir Kürt raporu hazırlıyor, ben olun gazetelere yayınladıktan sonra kendisinden alıyorum. Böyle, bir Partiyi idare etmek mümkün değil. (Alkışlar)

Bu partide arkadaşlarımla tartışamayacağım, haklı görürsem kabul etmeyeceğim hiçbir konu yoktur. Hiçbir şekilde, bir tek adamlık arayışı içerisinde falan değilim. Hiçbir şekilde sizlere kendi görüşlerimi empoze etmenin peşinde değilim. Ben, Anavatan Partisi’ndeki bütün arkadaşlarımla, en iyi işbirliği, en verimli beraber çalışma ortamını gerçekleştirmeye çalışıyorum. Ama, tekrar ediyorum, güçlüklerim var. Benden önceki dönemden kaynaklanan güçlüklerim var.

Partideki her görevi ben yapamam; yani, Partinin hem görüşlerini ben seslendireceğim, Partinin sözcülüğünü yapacağım, her gün kamuoyunun önüne ben çıkacağım, hem arkaya geçeceğim, mutfağa, yemeği de ben pişireceğim, Partinin politikalarını da ben üreteceğim!... Değerli arkadaşlarım, ben pişirip ben yiyeceksem, siz ne yapacaksınız?...(Alkışlar)

Bütün arkadaşlarımın, hiçbir arkadaşımın, bu konuda bana yardımını geri çevirmedim, bana katkısını reddetmedim; ama, bakın, burada bir hassas konu var; bazı arkadaşlarım bu katkıyı sağlamayı, bir statü meselesiyle bağlantılı görüyorlar. Yani, ancak belli bir görevde, belli bir titre sahip olarak, belli bir etikete sahip olarak bu katkıyı sağlayabilecekleri görüşünü taşıyorlar. Bu yanlıştır. Hiçbir arkadaşımın parti çalışmalarındaki yardımlarına uzak durmadım, hepsinden istifade etmeye çalıştım. Hiçbir arkadaşım Parti içerisinde şu gruba mensuptur, şu görüşe mensuptur diye, kendilerine farklı muamele etmedim. Eğer farklı muamele ettiğim iddiaları varsa, bunların ölçülebileceği kriterler vardır. İşte benim Başkanlık Divanım var, işte benim Merkez Karar Yönetim Kurulum var. Ama, o kurullarda görev alan bu üstelik birtakım sorumluluklar, üstlenmiş olan arkadaşlarım, uzun zaman içerisinde, bu görevlerini yerine getirmek için en ufak bir çaba sarf etmek, ondan sonra bu görevlerinden ayrılıp da, niye bu işler yürümüyor diye bir tartışma başlatırlarsa, burada iyi niyet sorunu gündeme gelir. Arkadaşlarıma, hiçbir kötü niyet izafe etmiyorum; ama şunu söylüyorum: birbirimizi eleştirelim, hepiniz beni eleştirin; ama, karşımızdakini eleştirebilmek için, asgari şart, kendi görevimizi yapmaktır.

Parti içerisinde denge meselesini, Sayın Keçeciler gündeme getirdi. Arkadaşlarımın görüşleri itibarıyla böyle bir denge arayışı içerisinde falan değilim. Çünkü, ben arkadaşlarımı, görüşlerine, geçmişteki siyasi mensubiyetlerine bakarak farklı kategorilere ayırmıyorum. Anavatan Partisi olarak, bugün artık kuruluşumuzun 10. Yıldönümüne giderken, böyle bir ayrımı, Partinin temeline dinamit koymakla eşdeğer görüyorum. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, biz Anavatan Partisi olarak ne sadece milliyetçi, ne sadece muhafazakar, ne sadece liberal, ne sadece sosyal adaletçi bir parti değiliz. Biz, bunların hepsiyiz. Ben bunu, Genel Başkan adayı olduğum zaman söyledim. Bu görüşlerimde de, zaman içerisinde herhangi bir farklılık, tutarsızlık, çelişki olduğu söylenemez. Benimle mutabık olabilirsiniz, olmayabilirsiniz; ama, benim görüşlerimin zaman içerisinde değiştiğini söyleyemezsiniz.

Ben, 10 yılda, bu görüşleri, Anavatan bünyesinde artık meczedebildiğimizi, Anavatanın potasında eritebildiğimizi, artık Anavatan içerisinde, şu görüşten, şu gruptan arkadaşımız yerine, hepsi bu görüşlerin sentezini yapabilmiş bir Anavatanlı tipini yaratmamız gerektiğine inanıyorum. Çünkü, bunu yapmadığımız zaman, bizim kuruluş dönemimizde yapılan ve bana göre yanlış olarak yapılan, öyle dört eğilimi birleştirme falan meselesi olarak baktığınız zaman, bu Parti, devamlı bir pazarlık yeri haline döner. Ben şu görüştenim, onun için benim oraya gelmem lazım; ben şu görüştenim onun için benim oraya gelmem lazım; bu adam şu görüştedir, onun oraya gelmemesi lazım tartışması, işte burada arkadaşlarımızın haklı olarak şikayet ettikleri Partinin asli görevlerini görememesi sonucunu doğurur. Devamlı kendi içimize dönmüş, kendi iç kavgalarımızla vakit tüketen bir parti haline düşeriz.

Halbuki, bütün arkadaşlarım mutabık, muhalif arkadaşlarım da mutabık, muhalif olmayanlar da mutabık, burada konuşan arkadaşlarım da mutabık, bütün şartlar bizim lehimizedir. Türkiye’nin genel siyasi konjonktürü bizim lehimizedir. Görüşlerimizin geçerliliği bugün her zamandan daha fazla meydana çıkmıştır. Bunun bedeli, eğer bir sene olmuşsa, bir senede bu noktaya gelmişsek, bu aslında bizim daha önce öngörmediğimiz bir şey değildi, tahmin etmediğimiz bir şey değildi. Yani, sekiz sene iktidarda kaldıktan sonra, sekiz tane siyasi partinin ortak muhalefetine hedef olduktan sonra, hakkında bunca iftiralar atılıp bunca eleştiriler yapıldıktan sonra, milletin gerçekleri görebilmesi için, doğruyu yanlıştan ayırabilmek için, doğru yolu eğri yolu birbirinden ayırabilmek için bir yıl gerektiğini, biz zaten başında hesap ediyorduk. Hatta ben bir yıldan fazla gerekeceğini düşünüyordum. Eğer bir yılda bu noktaya gelebilmişsek, şu son seçimlerde olduğu gibi, oy oranında bir düşme ortaya çıkabilmişse, bütün devlet imkanlarının kullanılmasına rağmen bu noktaya gelinebilmişse, bunu, Türk Milletini siyasi basiretinde aramak lazım.

Şimdi, bu tartışmanın bitmesi lazım. Yani, bu farklı görüşler arasında, Sayın Cumhurbaşkanı’nın kamuoyuna da açıkladığı, dışarıdan yönlendirilen geçici bir başkanla, geçici süre için yönetilen ANAP modeliyle, benim savunduğum, kendi kendisini idare eden, dış müdahalelere kesinlikle kapalı olan, herkesten istifade eden, tabii en başta kendi Kurucu Genel Başkanından istifade etmeyi amaçlayan; ama, kendi sorumluluğunun bilinciyle, karar alma yetkisinden taviz vermeyen bir Parti modelinin, şimdi Büyük Kongrenin hakemliğine sunulması lazım. Olabilir ki, geçtiğimiz Büyük Kongrede, Büyük Kongre delegeleri, benim açık görüşlerime rağmen, kamuoyundan hiç kaçırmadığım, hiç gizlemediğim, açıkça ifade ettiğim görüşlerime rağmen, belki beni dışarıdan yönetilen bir başkan beklentisiyle desteklediler, o şartla beni seçtiler. İşte, bir buçuk sene sonra, ben diyorum ki, bunu yapamam. Ben, kendi yetkilerimi kullanırım, ben kendi sorumluluklarıma tekabül eden yetkileri tavizsiz kullanırım, ben bunu ancak, Partinin diğer organlarıyla paylaşırım, sizlerle paylaşırım, Merkez Kararla paylaşırım; ama bunun dışında insanlarla yetkilerimi paylaşmam.

Bu, tartışmanın sonuçlanması lazım. Bu tezlerin, bir karara bağlanması lazım. O karara da herkesin saygılı olması lazım.

Şimdi değerli arkadaşlarım, Mehmet Keçeciler arkadaşımın dün aday olduğunu açıkladı, bugün buradan sizlere de ifade etti. Büyük Kongremizin 1.000 küsur delegesinin, her birinin aday olma hakkı vardır, hepsine saygılıyım. Keçeciler arkadaşıma da başarılar dilerim. Başka aday olmak isteyen arkadaşlarım varsa, onlara da peşinen başarılar diliyorum. Ama, Keçeciler arkadaşım müsterih olsun, şu anda tezler arasındaki, ikinci aşamada, eğer gerekirse, adaylar arasındaki bu yarış, en adil, en demokratik şekilde cereyan edecektir. Bakın, bunun teminatı benim! Bunun aksini düşünen varsa, benim bu konudaki niyetimden şüpheye düşen arkadaşım varsa, ona şunu hatırlatmak isterim: Ben, Parti içerisinde bir yarıştan geçip geldim, her zaman, herkesle de yarışmaya hazırım, demokratik usullerde yarışmaya hazırım. Benim aleyhimde, bugüne kadar çok yakışıksız beyanlarda bulunan arkadaşlarım oldu. Bugüne kadar hiçbir arkadaşımla şahsi polemiğe girmedim. Geçtiğimiz kongrenin öncesinde benim eşimin mayolu resimleri delegelere dağıtıldı. Geçen kongrenin öncesinde, Benim Amerika’da katıldığım bir kongreden mülhem, benim hakkımda birtakım iftiralar yapıldı, bütün delegelere postalandı. Bunları yapanları biliyorum, bunların hiçbirine mukabele etmedim. Çünkü şunu da biliyorum, bin küsur insanın yanılması çok küçük bir ihtimaldir. Büyük Kongremiz, yine bu tezler arasında, doğru ile yanlışı birbirinden ayıracaktır.

Bu kongrenin sonucu ne olursa olsun, hiçbir arkadaşımı kırmak niyetinde değilim. Hiç kimsenin Partiden kopmasına gönlüm varmaz. Kurucu Genel Başkanınıza, Doğal Liderimize, Sayın Cumhurbaşkanımıza en ufak bir saygısızlık, vefasızlık yapmak aklımdan geçmez; ama, değerli arkadaşlarım, bütün bunların bir sınırı var, o sınır, bizim görevimize müdahale edilmemesidir. Orada, bir santim bile taviz vermem.

Hepinize saygılar sunarım. (Şiddetli alkışlar)