ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM ANAP GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA

22 Haziran 1993

Değerli milletvekili arkadaşlarım ve grup toplantımıza katılan değerli teşkilat mensubu arkadaşlarım; hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.(Alkışlar)

Türkiye’nin kendi iç meselelerine daldığı iki buçuk aydan beri önce Cumhurbaşkanlığı, arkasından Doğru Yol Partisi Genel Başkanlığı, sonra koalisyon kurulmasıyla ilgili çalışmalara daldığı bir dönemde, yani son geçtiğimiz iki- üç ay içerisinde muhtemelen Türkiye’nin 2000’li yıllarda dünyadaki konumunu da ilgilendirecek olan çok önemli dış politika meselelerinin kamuoyumuzun dikkatinden kaçtığı ve maalesef gelişmelerin Türkiye’nin geleceğini de fevkalade olumsuz etkileyecek biçimde geliştiği evvela hepimizin tespit etmemiz gereken çok acı bir gerçektir.

Burada her hafta yapılan grup toplantılarında defalarca dile getirdiğimiz hususlar maalesef koalisyon hükümeti tarafından dikkate alınmamış, dış politika kısır bir anlayışla sürdürülmüş ve bugün geldiğimiz noktada Türkiye cumhuriyetinin Kafkasya politikası da, Türk devletleriyle ilgili politikası da, Balkan politikası da, Kıbrıs politikası da iflas etmiş bulunmaktadır.

Dış politikayı Türkiye’nin menfaatlerini savunmak, Türkiye’nin kısa ve uzun vadeli menfaatlerini ne pahasına olursa olsun, Türkiye’nin önüne çıkardığı birtakım güçlükleri aşmak pahasına korumak sorumluluğu altında olan hükümet batı dünyasına uzlaşmak görünmemek gibi komik bir takım motiflere dayalı dış politikasını muhtemelen önümüzdeki yıllarda telafisi fevkalade güç olacak noktaya getirmiştir. Dış politikayı sadece fotoğraf çektirmekten, ona buna telefon etmekten, misafir ağırlamaktan, oraya buraya ziyaret yapmaktan ve iç politikada kendisine puan kazandıracağını zannettiği birtakım basmakalıp sloganları tekrarlamaktan ibaret sayan zihniyetin ve bu zihniyete sahip olan hükümetin Türk dış politikasını getirdiği nokta budur.

Değerli arkadaşlarım, Azerbaycan’da bugün meydan gelen olaylardan, bugün ortaya çıkan durumdan dünyada Türkiye’den daha olumsuz etkilenen hiçbir ülke yoktur. Adeta bugün Azerbaycan’da meydana gelen olaylar sırf Türkiye’nin bütün Türkiye cumhuriyetlerle ilişkilerini bozmak pahasına, bozma amacıyla bizim dışımızdaki güçlerin işbirliği uygulanan bir senaryoyu andırmaktadır. Azerbaycan Sovyetler Birliğinden (dağıtılan) cumhuriyetler içerisinde kendine has bir özelliğe sahip olan bir cumhuriyettir. Sovyetler birliği dağıldığı zaman Sovyetler Birliğinden bağımsızlığını kazanan ülkeler bağımsızlıklarını kazanmakla birlikte Rusya federasyonunun öncülüğünde oluşturulan Bağımsız Devletler Topluluğu içerisinde üyeliği muhafaza etmişlerdir. Azerbaycan ise farklı olarak tam bağımsız bir ülke statüsünü tercih etmiş ve bağımsız devletler topluluğuna girmemiştir. Yine, bu cumhuriyetler içerisinde demokratik sistemi en önce uygulayan Azerbaycan olmuştur. Azerbaycan’da yapılan demokratik seçimlerde Türk dostluğu bilinen, bunu her fırsatta dile getiren Elçibey Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Azerbaycan demokratik sisteme geçtikten sonra bir yandan yeni bağımsızlığını kazanmış bir devlet olmanın güçlüklerini, öte yanda hem Sovyetler birliğinden ayrılan cumhuriyetlerle, hem de komşu ülkeleriyle olan bir takım güçlüklerini aşma zorluğuyla karşı karşıya kalmıştır ve bütün bunlara ilaveten komşusu Ermenistan’ın desteklediği bir saldırıya maruz kalmıştır.

Biz burada defalarca söyledik; Türkiye Cumhuriyeti bu haksız saldırıya karşı, Birleşmiş Milletler ilkelerine de AGİK ilkelerine de uluslararası hukukun en temel kavramlarına da ters düşen bu açık saldırıya karşı Azerbaycan’a yardım etmek, Azerbaycan’a destek olmak zorundaydık. Türkiye bunu yaparken aslında uluslararası hukukun da bir gereğini yerine getirecekti. Azerbaycan Türkiye’den bu talepte bulunmuştu. Türkiye bu yardımı yaparken, yani uluslararası hukukun kendisine getirdiği bu yükümlülüğü yerine getirirken veya bu hakkı kullanırken aynı zamanda kendi menfaatinin de gereğini yapmış olacaktı. Çünkü, Azerbaycan’ın konumu Türkiye’nin dış politikası için, Türkiye’nin dış ilişkileri için hayati önemdeydi. Azerbaycan adeta Türkiye’nin Orta Asya’ya açılan bir kapısı durumundaydı. Azerbaycan aynı zamanda Kafkasya’daki bütün gelişmeleri tayin edici bir kilit ülke konumundaydı. Maalesef Türkiye’yi yönetenler bu meseleye fevkalade sorumsuz, fevkalade korkak yaklaşmışlardır.

O zaman ki Sayın Başbakanın bu konudaki ifadesi aynen şudur: “Eğer biz Azerbaycan’a yardımcı olursak Hıristiyanlar da da Ermenistan’a yardımcı olurlar ve bu neticede bir Hıristiyan- Müslüman çatışmasına dönüşür.” Burada ihmal edilen, gözden kaçırılan husus şuydu. Mesela bir Hıristiyan- Müslüman meselesinden önce bir mazlumla saldırgan meselesiydi. Dünyadaki bütün uluslararası kuruluşların, formların, AGİK’ in, Birleşmiş Milletlerin kabul etmek zorunda kaldıkları, tescil ettikleri açık bir saldırı söz konusuydu. Birleşmiş Milletler yasasına göre saldırıya uğrayan bir bağımsız ülke Birleşmiş Milletler üyesi bütün ülkelere yardım çağrısında bulunmak hakkına sahipti ve Birleşmiş Milletler üyesi olan her ülke bu yardımı o ülkeye verebilme hakkına sahipti. Türkiye aslında kendisi için bu kadar hayati olan bir konuda bu hakkını kullanmamıştır. Buradaki hükümetin pısırıklığı, korkaklığı kullanmamıştır. Buradaki yardım sadece oraya askeri kuvvet gönderme şeklinde anlaşılmamalıdır. Türkiye Azerbaycan’a çok çeşitli yollardan, meşru müdafaa hakkını kullanabilmesi için yardımcı olabilirdi, ama burada yapılan yardım fevkalade sembolik denebilirdi, ama burada yapılan yardım fevkalade sembolik denebilecek ölçüde olmuştur. Azerbaycan’a hiç bir önemli katkı sağlayamayacak bir düzeyde olmuştur. Herhalde arkadaşlarım hatırlayacaktır, bir- iki ay önce Elçibey’ in bir beyanı oldu. Türk televizyonunda da, Türk kamuoyuna da yansıdı. Kelbecer’ e Ermeni saldırısı olduğu zaman TRT’nin sizin için yapabileceği bir şey var mı?” Elçibey’ in cevabı aynen şöyleydi:

“Hayır hiçbir şey beklemiyorum. Kelbecer’ e saldırı olduğu zaman ben Türk hükümetine başvurdum, yaralılarımı taşıyabilmek için helikopter için helikopter istedim, bana helikopter bile vermediler. Artık bundan sonra Türkiye’den hiçbir şey istemiyorum.” dedi. Bu aslında o zaman bu kürsüden de dile getirdik, bugünkü gelişmelerin bir habercisiydi. Yani, Elçibey üzerinde, Türkiye’ye en yakın olan Azerbaycan yönetici üzerinde tezgahlanan bir oyunun habercisiydi. İşte, bu oyun, bu senaryo bugün semeresini vermiş bulunmaktadır. İki- üç gün önce, sanıyorum Pazar günü veya Cumartesi yapılıp da Pazar günü TRT’de yayınlanan bir mülakatta Elçibey açıkça Sayın Cumhurbaşkanını suçlamıştır, bugün gazetelerde de, var, kendisine karşı yapılan bu antidemokratik ve dışarıdan destekli hareketin Sayın DEMİREL tarafından kınanmamış olmasını, buna karşı hiçbir tepkinin dile getirilmemiş olmasını açıkça eleştirmiştir, fakat bizim Allah’ lık TRT mülakatın o bölümünü Türk halkında gizlemiştir, makaslamıştır.

Şimdi, gerçeklerin, Türkiye’nin hayati menfaatleriyle ilgili gerçeklerin devlet kuruluşları tarafından, TRT tarafından Türk halkından gizlenmeye çalışıldığı bir ortamda, halkımızı, devletimizin milli menfaatleri konusunda uyarmak görevi de en başta bize, Anavatan Partisini düşüyor. Bugün öğleden sonra bu konuyu meclis genel kuruluna getireceğiz. Azerbaycan’daki gelişmeler konusunda parti olarak bütün imkanlarımızı kullanıp hükümet üzerinde baskı kurmaya çalışacağız. Çünkü, Hükümetin Azerbaycan’la ilgili olarak baştan itibaren izlediği politika amacı belli olmayan, kime hizmet ettiği belli olmayan, tıpkı iç politikada olduğu gibi sadece günü kurtarmayı hedef alan kısın bir politikadır. Bu politikayla Türkiye’nin hiçbir yere varması mümkün değildir. Bu politikayla Azerbaycan’la Türkiye arasında, bizim açımızdan büyük önem taşıyan kalıcı, daimi bağların kurulabilmesi mümkün değildir, ama hükümetin bu konudaki hatası, bu konudaki vebali sadece söylediği sınırlar içerisinde dahi düşünülmez. Bu şaşkın hükümet Ermenistan’a yardımı yapmıştır, Türkiye toprakları üzerinden Ermenistan’a yardım yapılmasına izin vermiştir. İnsani yardım adı altında yapılan o yardımların büyük kısmı maalesef silah yardımlarıdır. Daha sonra bizim müdahalelerimizle durdurulmuştur, ama eğer biz müdahale etmeseydik, biz kamuoyunu uyarmasaydık, bizim arkadaşlarımız Enerji Bakanlığına gidip de kamuoyunu alarme etmeselerdi bu hükümet Ermenistan’a elektrik de satacaktı, protokol da imzalanmıştı, prensip anlaşmasına da varmıştı. Ermenistan’a elektrik vermek için ilke anlaşması yapılmıştı, ne zaman ki Azerbaycan artık kardeşliği, falan unutup bize protesto notası verdi, Türk kamuoyu bizim inisiyatifimizle ayağa kalktı bu anlaşmayı iptal etmek zorunda kaldılar. Aslında mesele maalesef bu kadarla kalmıyor. Şimdi ki Sayın Cumhurbaşkanımız ve o zaman Başbakan sıfatıyla Azerbaycan’ın barat teşkilatı olan KGB’ nin yönlendirdiğini söylemiştir ve bu basında da yer almıştır.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, bir an için kendinizi Azerbaycan’ın yerine koyun, Azeri kardeşlerimizin yerine koyun, çok cesur bir adım atmışsınız, bağımsızlığınızı kazanmışsınız, bağımsızlığını kazandıktan sonra kesin bir tercih yapmışsınız, demişsiniz ki, ben bu bağımsızlık dönemimde, devlet olarak bu çocukluk, bebeklik döneminde bütün ümidimi Türkiye’ye bağlayacağım. Ben bütün politikalı Türkiye üzerinde kuracağım. Bağımsız Devletler Topluluğuna girmemişsiniz, Rusya ile bağlarınızı koparmışsınız, sizin üzerinizde her türlü planı uygulamaya çalışan İran’a karşı kesin tutum almışsınız. Kısacası bir tek Türkiye üzerine oynamışsınız, şimdi Türkiye’den gördüğünüz şu muamele karşısında ne düşünürsünüz? Cumhurbaşkanınıza hakaret eden bir Türk Başbakanı, bir Türk Cumhurbaşkanı var, düşmanınıza yardım eden bir Türk hükümeti var ve kuruluş döneminizde, yeni devletinizi kurarken, yeniden bir devlet olarak teşkilatlanmaya çalışırken size umduğunuz, beklediğiniz yardımın yüzde birini bile yapmayan bir Türkiye var.

Üstelik bütün bunları kendi iç politikası için kullanmaya kalkan, her gün Adriyatik’ten Çin denizine kadar Türk dünyasından bahseden, kendi kendisini de o dünyanın merkezi ilan eden, ama iş fiili yardıma gelince, muhtaç olduğu desteği sağlamaya gelince arkasını dönem bir Türkiye var. Mesele sadece Türkiye’nin Azerbaycan’ın, Azeri kardeşlerimizin güvenini, dostluğunu, inancını kaybetmesi meselesi değildir. Mesele, Türkiye’nin bütün Türk dünyasıyla olan ilişkilerini etkileyebilecek önemde bir meseledir. Bu örnek yaşandığı taktirde, bu örnek hatırlandığı taktirde Türkiye’nin artık diğer Türki cumhuriyetlerle, dünyada kendisine umut bağlayan diğer devletlere karşı da güven verebilmesi mümkün değildir ve dışarıdan bakıldığı zaman Türkiye’nin durumuna, mesela Batı’dan bakıldığı zaman Türkiye’nin durumunu bir düşünün. Bir yanda celallene celallene Adriyatik’ten Çin Seddi’ ne kadar bir Türk dünyasının hakimi gibi konuşan bir Türkiye var, öbür yanda, yanı başındaki kardeşlerinin en meşru haklarını korumada kendilerine hiçbir yardıma gücü yetmeyen, cesaret edemeyen bir Türkiye var. Böyle bir Türkiye Batı’ dan bakıldığı zaman sadece blöfçü bir Türkiye’dir, sözünün hiçbir kısmeti harbiyesi olmayan bir Türkiye’dir. Öyle 60 milyonluk Türkiye, herkesin dikkate aldığı Türkiye filan yok, bu hükümetin yüzünden yok. Türkiye bugün kendi potansiyelinin farkında olmayan, kendi gücünü kullanmaktan korkan, demin dediğim gibi, uluslararası ilişkileri, dış politikayı sadece iç politikanın bir aracı olarak düşünen bir ülke konumundadır. Türkiye’yi bu duruma düşürmeye bu hükümetin hakkı yoktur. Maalesef aynı gelişmeler Türkiye’nin Balkan politikasında da geçerlidir. Biz burada defalarca söyledik, meclis genel kurulunda tartışıldığı zaman da söyledik, bize hep sordular” ne yapacağı; Bosna’ya asker ki göndereceğiz, ordu mu göndereceğiz?” dediler. Hayır, ama diplomatik yollardan da yapılacak şeyler vardır. Dedik ki, silah ambargosunun kaldırılması için Türkiye harekete geçsin. Bizim söylediğimi sekiz ay sonra işte bugün yapıyorlar. Dün Sayın DEMİREL İzzet BEGOVİÇ’ le görüşmesinden sonra Amerikan Başkanını aramış “Bu silah ambargosunu kaldırın, bu silah ambargosu saldırganın işine yarıyor” demiş. Biz bunu sekiz ay önce söyledik, Mecliste söyledik. (Alkışlar)

Ben sekiz ay önce bunu mecliste söylediğim zaman Dışişleri bakanı çıktı “Biz söylesek de bir şey farketmez, kaldırmazla” dedi. Eğer kaldırmazlarsa bugün niye söylüyorsunuz? Eğer netice alabilecekseniz dün niye yapmadınız? Sekiz aylık gecikmenin maliyeti, faturası 200 bin Müslüman Boşnak’ın hayatını kaybetmesidir.

Değerli arkadaşlarım, Bosna- Hersek’te yaşanan hadiseler, Azerbaycan’da yaşanan hadiseler, Kıbrıs’ta yaşanan hadiseler bu hükümetin bir dış politikasının olmadığını gösteriyor. Bu hükümet tıpkı ekonomide olduğu gibi, tıpkı terör meselesinde olduğu gibi maalesef rüzgarın önündeki bir yaprak misali olaylara hakim olmayan, olaylara yön veremeyen, olaylar karşısında kendi gücünü kullanamayan, olaylara tabi olan bir hükümet durumundadır. Bu hükümetle Türkiye’nin hiçbir meselesinin iyiye gitmesi mümkün değildir. Ne dış politikasında, ne iç politikasında, ne ekonomi politikasında hiçbir yerde daha iyiye doğru gitmemiz mümkün değildir. Bu hükümet işbaşında olduğu sürece vatandaşlarımızın dua etmeleri gereken husus daha kötü gelişmelerin olmasıdır. O da Allah’ın lütfu olacaktır. Çünkü, bu hükümetin olayları Türkiye’nin lehine yönlendirecek gücü yoktur, kapasitesi yoktur, kararlılığı yoktur ve maalesef şuuru yoktur. Yani, Kıbrıs’ta 1950’lerden beri bir mücadelenin, bir kavganın içindeyiz. Kiminle kavga ediyoruz?...

Kıbrıs’ın binlerce yıllık tarihinde hiçbir zaman Kıbrıs’a egemen olmayan Yunanistan’la ediyoruz, Rumlarla ediyoruz. 20 sene önce 1974’te Enonis’i fiilen gerçekleştirmeye kalktıkları zaman, o zaman ki hükümetin cesur bir kararıyla müdahale etmişiz, oradaki soydaşlarımızın hayatlarını güvence altına alacak bir askeri operasyon yapmışız. Bütün dünya üzerimize gelmiş, bütün dünyaya karşı mücadelenin sekiz senesini anavatan iktidarında yapmışız, bir santim bile taviz vermemişiz. Eğer bir ülke bütün dünyaya karşı yürüttüğü bir mücadele haklı değilse 20 sene direnebilmesi mümkün değildir. Başkalarının sempatileri bizden yana değildir. Başkalarının menfaatleri de bizden yana değildir. Onlar meselenin bizim lehimize çözülmesini istemezler, ama eğer onlara karşı kendi elinizdeki kozları, Türkiye’nin onlar açısından taşıdığı önemi masanın üstüne koyamazsınız direnebilmeniz de mümkün değildir. Türkiye haklı olduğu için ve bu meselenin, Kıbrıs meselesinin kendisi için hayati bir mesele olduğunu ortaya koyabildiği içindir ki 20 sene direnebilmiştir, dünyaya karşı direnebilmiştir.

Maalesef bir süreden beri Türk hükümeti, Türkiye’yi yönetenler Kıbrıs meselesinde adeta bir suçluluk psikozu içine girmişlerdir. Yani, sanki biz bu meselede haksızız, sanki biz bu meselede suçluyuz, bizim taviz vermemiz gerekirken ve biz bu tavizi vermeye hazırız mesajı vermeye başlamışlardır. Halbuki bu doğru değildir. Türkiye Kıbrıs meselesinde haklı olduğu için bu kadar yıl direnebilmiştir. Eğer Türkiye Kıbrıs meselesinde haksızca sadece Maraş’ ı değil bütün Kıbrıs’ı vermelidir. Türkiye Kıbrıs meselesinde haklı olduğu içindir ki karşılıksız bir karış toprak bile veremezler. (Alkışlar)

şimdi, değerli arkadaşlarım, önümüzdeki günlerde iç politikanın tuzaklarına düşmeden Türkiye’nin, başta söylediğim gibi, sadece bugününü değil yarınını da belirleyecek olan, yarına da etki yapacak olan bu dış konuları mutlaka kamuoyunun gündeminde ön planda tutmak zorundayız.

Üzülerek ifade ediyorum ki, hükümetin bu şaşkınlığı, hükümetin bu bilinçsizliği bürokrat kadroları da fevkalade olumsuz etkilenmektedir. Yani, bu meselede eğer hükümet gaflet içerisindeyse onu uyaracak bir bürokratik kadroya da şu anda sahip değiliz. Bürokrasi hükümetin gerçek niyetini sezip ona göre politikalar üretmeye çalışmaktadır, ama ne var ki hükümetin ortada bir niyeti yoktur. Çünkü, hükümetin hedefi yoktur. Onun için, anavatan partisi olarak bu meseleye sahip çıkmamız lazım. Dış politika meselelerini belki detayları içerisinde, teknik detayları içerisinde herkese anlatmak da benimsetmekte zorluklarımız olabilir, ama bu güçlükten yılmadan bu meseleleri, bu hayati meseleleri mutlaka Türkiye’nin gündeminin en üstüne yerleştirmek zorundayız. Ben önümüzdeki hafta hükümet programı üzerinde yapılacak olan görüşmelerde konuşmanın önemli bir bölümünü bu konulara ayıracağım. Çünkü, bu konuları Türkiye’nin ekonomik meselelerinden de, diğer meselelerinden de daha önemli görüyorum, daha uzun vadeli görüyorum.

Değerli arkadaşlarım, geçtiğimiz grup toplantısında bulunamadım, yurt gezisi sebebiyle grup toplantısına katılamadım. O grup toplantısından önce bildiğiniz gibi Doğru Yol Partisinin olağanüstü kongresi yapıldı ve Doğru Yol Partisine bir yeni genel başkan seçildi. Evvela, huzurunuzda açıkça ifade edeyim; bu değişiklik bir bakıma Türkiye açısından, Türk siyaseti açısından olumlu bir gelişmedir. Çünkü, bu değişiklik ilk defa Türkiye’de anavatan partisinin Türkiye’ye getirdiği değişim fikrinin bir zaferidir. Değişimi savunan, klasik politikacı tipinin dışında bir adayın, üstelik de Türkiye’de ilk defa bir hanım genel başkanın bir büyük partimizin genel başkanlığına seçilmesi Türk siyaseti adına sevindirici bir gelişmedir. Ancak mesele de değildir. Çünkü, daha o kongrenin öncesinde, kongreyi kazanan Sayın hanım lider daha kongre yapılmadan adaylığı safhasında kendisinin asıl rakibinin ben olacağımı ilan etmiştir. Kongre beklendiği gibi Sayın DEMİREL’ in gölgesinde değil- Mesut YILMAZ’ın gölgesinde cereyan etmiştir. (alkışlar)

Bakın, bu, Türk siyasetinde yeni bir gelişmedir. Sanki onlar iktidar partisi değil de biz iktidar partisiyiz. Sanki biz muhalefet partisi değiliz de iktidar partisiyiz. Delegeler bu korku içerisinde tercihlerini kullanmışlardır ve bu korkularını psikolojik olarak dahi gizleyememişlerdir. Doğrusu, doğru yol partisinin genel kongresinde benim ismimin içinde olduğu sloganların atılmasından büyük mutluluk duydum.(alkışlar)

Benim bazı partili arkadaşlarım ve bazı köşe yazarları benim tutumumu biraz sert buldular. Almışlardır, ben zamanında avans tanıyorum seçiler liderlere “niye, bu hanımefendi üstelik, yani bu hanıma niye avans tanımadığım” şeklinde bana eleştiriler yaptılar.

Şimdi değerli arkadaşlarım, bu vesileyle hepinizi, ama aynı zamanda bu kürsü aracılığıyla bütün Türkiye’deki parti mensubu arkadaşlarımı önümüzdeki bir tuzak konusunda uyarmak istiyorum. Mesele doğru yol partisi genel başkanlığına Ali’nin Veli’nin veya Fatma’nın gelmesi meselesi değildir, onun erkek veya hanım olması meselesi değildir. Mesela, bir siyasi disiplin meselesidir, bir siyasi sorumluluk meselesidir. Doğru yol partisi bizim siyasi rakibimiz olarak genel seçimlerde genel başkanı ağzıyla ve kişisel bazda milletimize taahhütlerde bulunmuştur. Bazıları süreye bağlı taahhütlerdir. Bu vaatlerin, bu taahhütlerin hiçbirisi o süre içerisinde yerine getirilememiştir. Bu vade dolunca şimdi önüne çıkan bir fırsatı değerlendirmek suretiyle kendilerini millete karşı olan 19 aylık sorumluluklarından sıyırmaya çalışmaktadırlar. Sayın doğru yol partisinin yeni genel başkanı sayın çiller seçildiği anda yaptığı ilk beyanatında yeni bir sayfadan bahsetmektedir. Yani, yepyeni bir sayfa açmaktadır.

Şimdi, bakın, bu yeni sayfayı açmaya kongreden seçilen öyle 500 kişinin, 900 kişinin seçtiği bir genel başkanın hakkı yoktur. Bir kere, yeni sayfayı ancak millet açar. (alkışlar) Yeni sayfanın açılabilmesi için bir kere eski defterin hesabı görülmemiştir. Millete yapılan vaatlerin hiçbiri gerçekleşmemiştir. Millete yapılan vaatlerin hiçbiri gerçekleşmemiştir. Millete verilen sözlerin hepsi fos çıkmıştır. Türkiye 19 aydan beri kötü yönetilmiştir. Baştan beri size anlattığım, Türkiye’nin en hayati menfaatleriyle ilgili konularda maalesef 19 ay öncesine göre Türkiye bugün çok daha kötü durumdadır. Bütün bunların bir sorumluluğu olması lazımdır. Bütün bunlardan birisinin sorumlu olması lazımdır. Eğer o heyetin başındaki kişi bu sorumluluklarını yerine getiremediği için cumhurbaşkanlığına gitmişse bu o partiyi, onu cumhurbaşkanı sorumsuz olsa bile, doğru yol partisini bağlamaya devam eder. Yani, şimdi 19 ayı silip sıfır kilometreye almalarına mani olmamız lazım. Önümüzdeki en görevli görev budur. (alkışlar)

Bu bir uzun kavgadır, bu bir maratondur, bugün yarın bizi eleştirmelerini, beni eleştirmelerine hiç metelik vermiyorum. Bazı insanlara biraz antipatik gelmeye de hiç önem vermiyorum, ama bu maratonda en önemli husus onları bu 19 ayın sorumluluğundan kaçmalarına imkan vermemektir. Bizim açımızdan bizim önümüzdeki en önemli mesele budur. Bunu bütün arkadaşlarımın bu şekilde anlamalarını ve bu şekilde davranmalarını bekliyorum.

Değerli arkadaşlarım, şimdi bir koalisyon kurulmasıyla ilgili çalışmalar var. Hiç tereddüdünüz olmasın bu koalisyon kurulacaktır. Çünkü, SHP’nin bu koalisyona girmeye eli mahkumdur. Koalisyona kurulmasından ziyade, mesele bu koalisyonun yapacak imkanı yoktur. Onun için bu koalisyon kurulacaktır. Mesele bu koalisyonun kurulmasından ziyade, mesele bu koalisyonun kurulmasından ziyade, mesele bu koalisyonun süresi meselesidir, ne kadar devam edeceği meselesidir.

Şimdi, demin söyledik, aslında doğru yol partisi genel başkanının, başkan şahsından daha önemli bir şey, onun meseleye hakikaten bir yeni bir başlangıç yapıp yapmadığını teşhis etmek meselesidir. Bana söylüyorlar, “DEMİREL’e nasıl 500 gün avans verdiyseniz bu hanımefendiye de bir süre avans verin” sonra da bana atfen yalan yanlış şeyler yazıyorlar, 100 gün avans vermişim filan. Dün söyledim, bir gün bile avans vermem. (alkışlar)

Bakın, niye avans vermem?... Benim içir hükümetin sorumluluğu 13 Haziran 1993’te başlamadı. Benim için hükümetin sorumluluğu 20 Kasım 1991’de başlamıştır. Ha, iki şeyi yaparlar; isterlerse bir 300 gün daha avans veririz. Tansu hanım çıkar der ki, “Biz 19 ay zarfında başarılı olamadık; çünkü bizim liderimiz, o zamanki başbakanımız bizim başarımızı engelledi. Biz çok güzel işler yapacaktır, çok cesur tedbirler alacaktık, ama bizim başkanımız bunları uygulamamıza imkan vermedi. Artı, biz koalisyon ortağımızla uyumlu çalışamadık. Bizim koalisyon ortağımız bizim iyi işler yapmamıza mani oldu.” Bu ikisini söylerlerse avansı hak ederler, bu ikisini söylerlerse yeni bir başlangıç yapma imkanları olur. (alkışlar)

Ama bakın ne diyorlar?.. Tam tersini söylüyorlar. Diyorlar ki, “koalisyon fevkalade başarılı olmuştur ve biz SHP ile çok uyumlu çalışıyoruz.” Madem uyumlusunuz, madem başarılısınız o zaman başarılı çalışmaya devam edin; ama, eğer aynı yapıyla, aynı ortakla, aynı kafayla yola devam edecekseniz bizim size verecek bir gün avansımız bile olamaz.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, başbakan adayı hanımefendi ilk beyanatlarından birisinde bize hodri meydan çekti. Anayasanın 133 üncü maddesi var, özel radyo ve televizyonlarla ilgili anayasa değişikliği meselesi var. Bizi bugün meclise davet ediyor, bu anayasa değişikliğini çıkarmak için bizden destek istiyor ve bunu bizim açımızdan bir samimiyet sınavı olarak gördüğünü söylüyor. Kendisi eski öğretmen olduğu için galiba siyasetle okulu birbirine karıştırıyor. (alkışlar)

Bakın, şimdi yaptığı yanlışlara bakın. Birincisi, danışma kurulunun eskiden bir kararı var, Salı günleri sadece denetim yapılacak. Salı günü yasama faaliyeti yok. Danışma kurulunun bu kararını göz ardı ediyor, hanımefendi kalkmış daha güvenoyu almadan, başbakan olmadan meclise talimat veriyor “Salı günü geleceksiniz” diyor. Peki acaba siyasetin bunu yapmaya hakkı var mı?

Değerli arkadaşlarım, radyo- televizyonlarla ilgili anayasa değişikliği meselesini diğer anayasa değişikliklerinden ayırıp öncelikle görüşülmesini savunan parti biziz. Bu konuda liderler toplantısı için meclis başkanlığına başvuran benim. Üç tane liderler toplantısında da bu meselenin öncelikli olduğunu, eğer anayasa değişikliklerini beklemeden bu meselenin mecliste bir mutabakatla çıkarılması gerektiğini savunan benim. Meclis başkanının açıklığı zabıtlarda var. Hiçbir parti lideri o tarihte bana katılmamıştı. Hiçbir parti başkanı, sayın DEMİREL dahil, Sayın İNÖNÜ, diğer liderler dahil, hiçbirisi bu meselenin, yani 133 üncü maddeyle ilgili değişikliğin diğer değişikliklerden ayrılarak öncelikle çıkarılması konusunda bana destek olmamış. Ne zamanki radyolar susturulmuş, millet sokağa dökülmüş ondan sonra bizim fikrimize gelmişler ve bunu öncelikle çıkarmak için meseleyi meclise getirmişiz. Bir komisyon kurulmuş, her partiden bir temsilci katılmış orada bir uzlaşma metni hazırlanmış, bizim daha önce savunduğumuz teze uygun olarak anayasa değişikliğiyle yetirilmemiş, anayasa değişikliğinden sonra çıkarılacak kanun tasarısı konusunda da mutabakat sağlanmış. Bütün bu çalışmalarda inisiyatifi bizim temsilci arkadaşımız sayın SUNGURLU yürütmüş, onlar sadece misafir oyuncu olarak katılmışlar, tasarıları biz şekillendirmişiz, sonra meclise gelmiş, mecliste zannediyorum 4 defa görüşme yapılmış, bize şimdi hodri meydan diyen hanımefendi 4 oturuma da katılmamış...(alkışlar) 4 oturumda da anavatan partisi, yurt dışında görevli olan birkaç üyesi hariç tam mevcut orada olmuş, iktidar partilerinin milletvekilleri kongre kulislerine daldıkları için 20- 30 kişiyle gelmişler genel kurula, hiçbirinde çoğunluk sağlanamamış, yani maddelere geçilmiş, ama maddelerin hiçbirinde çoğunluk olmadığı için bugüne kadar kalmış, şimdi hanımefendi puan toplamak için hem meclise karşı haddini bilmez bir tutum takınıyor, hem de bize hodri meydan diyor.

Değerli arkadaşlarım, biz anavatan partisi olarak bu düzenlemenin yapılmasından yanayız. Bu düzenleme, daha önce de bu kürsüden ifade ettim, milletimizin, genç- yaşlı 24 saatini ilgilendiren, çocuklarımızın ahlakını ilgilendiren, Türkiye açısından fevkalade önemli bir meseledir. Televizyon yayınlarının böyle başıboş bırakılması, radyoların yasal bir düzenleme olmadığı için faaliyetten alıkonulması bizim kabul edebileceğimiz bir durum değildir. Bütün bunları düzenleyecek bir anayasal organa ihtiyaç vardır. O anayasal organın yapacağı düzenlemelerin ilkeleri konusunda uzlaşma sağlanmıştır. Bunun hayata geçirilmesi bizim gündelik siyasi taktiklerin ötesinde önem verdiğimiz bir konudur. Onun için bu konuya destek olmamış lazım, bu anayasa değişikliğinin meclisten çıkması lazım. Bu anayasa değişikliğinin çıkmasını temin etmek için Tansu hanımın bu taktik manevralarına önem vermeyerek yurt gezimi yarıda kestim dün akşam Ankara’ya geldim. (alkışlar)

Şimdi, bütün arkadaşlardan da ricam, zannediyorum danışma kurulunda mutabakat sağlanamamış bugün gelmesi konusunda, ma onlar getirirlerse genel kurulda yine oylanıp bugün gündeme gelebilir, bugün gelmese yarın gelebilir, ama arkadaşlarım bu oturuma mutlaka katılsınlar, bu anayasa değişikliğinin bizim önerdiğimiz bu değişikliğin meclisten çıkması için anavatan partisi olarak tem destek verelim.

Ben dün gazetecilere de söyledim, aslında bizim desteğimizin asgari bir sınırı var. Şimdi bunlar Cumhurbaşkanı seçerken 244 milletvekili olarak geldiler oy verdiler. Ben de diyorum ki, anayasa değişikliği için 300 oy lazım. Nasıl cumhurbaşkanı için 244 oyu buldularsa, madem ki meseleye de çok önem veriyorlar, başbakan en önemli mesele olarak bunu zikretti, Azerbaycan’daki gelişmeler filan onun için önemli değil, en önemli bu meseleymiş, o takdirde yine gelsin 244 oyu bulsun, 244’ten 300’e varmayı ben tekeffül ediyorum.(alkışlar) Ama, kendi çoğunluklarından 30- 40 tane fire verip de anavatan’ a güvenip anayasa değişikliği yapmaya kalmasınlar. Bir kere kendi boylarını görelim.

Değerli arkadaşlarım, şimdi, bu mesele bizim için samimiyet sınavı filan değildir, bu yakıştırmalar doğru değildir, ama bir mesele var ki, o mesele işte bu yeni hükümet için bir dürüstlük sınavı olacaktır. Asıl sınav odur.

Hatırlarsanız, İLKSAN’ la ilgili bir yolsuzluk meselesi var. Bu meseleyi ilk defa gündeme ben getirdim. Basın sahip çıktı, parti olarak biz meseleyi takip ettik, meseleyi kamuoyu benimsedi, meclise getirdik, mecliste soruşturma önergesini reddettiler, şimdiki cumhurbaşkanı, o zaman ki başbakan çıktı meclis kürsüsünde hiçbirimizi, herhalde sağduyu sahibi hiç kimseyi tatmin etmeyen bir konuşma yaptı. Buna rağmen cumhurbaşkanlığı seçiminin ortamı içerisinde meclis çoğunluğu bu soruşturmayı reddetti. Sonra, Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfettişleri bu iddiaları incelediler, raporlarını geçtiğimiz hafta bakana verdiler. Bakan da herhalde kongre hesabıyla onları basına sızdırdı. Basında yer aldı teftiş kurulunun raporu. Müfettişlerin tespitleri, bizim ortaya attığımız iddiaların hepsinin geçerli olduğunu, ayrıca durumun aslında bunlardan daha da vahim olduğunu, yani bunlara ilave yeni unsurların da bulunduğunu ortaya koydu. Şimdi, mesele belki İLKSAN’ da ki 9 tane yönetim kurulu üyesinin haksız bir tasarrufu olarak, yasa dışı bir tasarrufu olarak görülebilir. Yani, sadece onların sorumlu oldukları şeklinde düşünülebilir, ama teftiş kurulu raporunda yer alan unsurlar var ki, onlar bizi asıl ilgilendiren konulardır ve onlar meselenin sadece bu çerçeve içinde ele alınmasına imkan vermeyen hususlardır. Orada İLKSAN yönetim kurulu başkanının veya yönetim kurulu üyelerinin verdikleri ifadelerde o zaman ki sayın başbakan bu konuda kendilerine baskı ve teşvikte bulunduğu, bütçeden kendilerine 300 milyar lira verileceğini garanti ettiği, bunun ilk bölümü olar 50 milyar liranın ödendiği, mütakibinin de her ay ödeneceği konusunda teminat verildiği yazılıdır.

Şimdi, aslında bu gelişmeler sadece bizim iddialarımızı doğrulamakla kalmamıştır. Bu gelişmeler, meselenin tekrar meclisin el koymasını gerektirecek ciddiyette olduğunu da göstermiştir. Önümüzdeki günler içerisinde arkadaşlarımız bu konudaki hazırlıklarını tamamlayacaklar ve yeni ortaya çıkan durumla ilgili olarak İLKSAN meselesini yeniden meclis gündemine getireceğiz. İşte orada bu yeni kurulacak olan hükümetin İLKSAN konusundaki yaklaşımı dürüstlük sınavı olacaktır. Asıl sınav odur.(alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin bugün içine düştüğü duruma baktığınız zaman, Türkiye’de cereyan eden olaylara göz attığınız zaman bazen umutsuzluğa kapılmamak elde değildir. İnanıyorum ki, Türkiye’de gayri ciddilik, sorumluluk, kayıtsızlık, geçmiş hiçbir dönemde bu hükümet döneminde olduğu boyuta varmamıştır. Bingöl’de 35 tane erimizin şehit edildiği bir olay var. Bu olaydan iki hafta sonra bir gazetemizin ortaya koyduğu, belgeleriyle ortaya koyduğu bir iddia vardır. Aslında olayın bir hafta önce bütün ilgili mercilere, oradaki güvenlik kuvvetlerinden, mülki idare amirlerine ihbar edildiği, ama bu ihbarlara rağmen olayın maalesef cereyan ettiği şeklinde iddialar var, belgeli iddialar var. Bu iddialar yalanlanmamış, ama soruşturma yapılmış ve soruşturma hiç kimsenin ihmali olmadığı sonucuna varılmış ve bu sonuç kamuoyuna açıklanmış. Böyle bir kayıtsızlığı, böyle bir sorumsuzluğu anlayabilmek mümkün değildir. Eğer bir takım kişileri, birtakım sorumluları korumak için, onlara sahip çıkmak için olayların üstü örtülmek isteniyorsa 35 tane gencimizin hayatının söz konusu olduğu bir olayda, hele demokratik bir ülkede hiç kimsenin buna gücü olmaması gerekir.(alkışlar)

Bakın, size gene bir olay söyleyeceğim. Anlamak mümkün değil, ama belki bu hükümetin, milletimize empoze ettiği kanıksama havası içerisinde kamuoyunda makes bulmuyor. Hatta en ciddi yazarlar bile bunu konu yapmıyorlar. Adeta toplum bu tür olayları kabullenmiş, bunlara alışmış gibi bir görüntü veriyor. Odalar Birliği, Türkiye Odalar Birliği kanunla kurulmuş bir kuruluş, kamu kuruluşu niteliğinde, siyasetle uğraşması yasak, anayasal bir yasak, kanunla da yasak. Şimdi bu odalar birliğinin başkanlığının deruhte eden zat anayasa meydan okuyup, kanunlara meydan okuyup gazetelere beyanat veriyor; “Tansu hanım daha Sayın ÖZAL toprağa verildiği gün bana geldi genel başkan olma fikrini söyledi benden yardım istedi. Ben de kendisine dedim ki, kolay biz bu işi hallederiz, yalnız bu işi ben yürüteceğim, ben ne dersem sen onu beyanattı. Yani, siyasetle uğraşması anayasaya göre, kanunlara göre yasaklanmış olan bir kuruluşun başkanı bir genel başkan menajerliğine soyunuyor ve bunu iftiharla da gazetecilere söylüyor. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Türkiye bunlara müstahak bir ülke değildir. Türkiye bu kadar sorumsuzluğa, bu kadar kayıtsızlığa, bu kadar ciddiyetsizliğe müstahak bir ülke değildir. Şimdi, önümüzdeki günlerde bu koalisyon hükümetinin protokolunun tamamlanması, programının açıklanması, o programının görüşülmesi ondan sonra da mecliste hükümet için güven oylaması var. Arkasından veya bu süreç içerisinde, tam takvim belli olmadığı için şu anda bilemiyorum, bir yandan bu süreç devam ederken bir yandan çekiç güç’ ün süresinin uzatılması, olağanüstü halin uzatılması, dün Milli güvenlik kurulunda her ikisi için de tavsiye kararı olandı, hem olağanüstü halin hem de çekiç güç’ ün süresinin uzatılmasıyla ilgili görüşmeler gündeme gelecek. Benim bütün arkadaşlarım ricam, daha önce bayramdan önce de arkadaşlarım ricam, daha önce bayramdan önce de söyledim, bu yazın sıcak bir yaz olacağını söylemiştim, bütün arkadaşlarım ricam, meclisin açık olduğu, meclisin çalışma günlerinde mutlaka ve mutlaka mecliste olmalarıdır. Yani, bütün bu oylamalarda, çekiç güç’ le ilgili, olağanüstü halle ilgili, hükümet programıyla ilgili, anayasa değişikliğiyle ilgili bütün görüşmelerde anavatan partisi olarak tam kadro mecliste olmamış lazım. Arkadaşlarımın seçim bölgeleriyle ilgili veya genel merkezin vereceği görevlerle ilgili programlarını mutlaka meclisin çalışma günleri dışında planlamalarını, hafta sonları bunları yapmalarını, ama hafta içerisinde mutlaka mecliste olmalarını rica ediyorum.

Türkiye’nin gündeminin ısınması, Türkiye’de siyasetin ısınması anavatan partisi olarak bizim daha aktif çalışmamızı gerektirmektedir. Bu hükümetin kurulur kurulmaz bütün bu bahsettiğim önemli meseleler konusunda kesin tutumlara yönlendirmemiz lazım. İleride bu meselelerde ilgili yanlış adımları engellememiz lazım. İleride sizim de telafi etmekte zorluk çekeceğimiz veya imkansızlıkla karşılaşacağımız hatalardan korumamız lazım. Kısacası, muhalefet görevimiz şu önümüzdeki dönemde geçmiştekinden çok daha fazla önem taşımaktadır. Bu görevimizi yerine getirmemiz için birinci şart da arkadaşlarımızın mutlaka meclise devam etmeleridir. Meclisin takvimi henüz daha belli olmadığı için ondan sonrasına iliştir bir değerlendirme yapma imkanımız yoktur, ama Çarşamba günü merkez karar yönetim kurulu toplantımız var. Merkez karar yönetim kurulu toplantısında büyük kongremizin tarihini belirleyeceğiz. Şu anda 10 vilayet haricinde bütün il kongrelerimizi tamamladık, 66 ilde kongremizi tamamladık, geri kalan 10 il’ i önümüzdeki 3 hafta içerisinde bitirmeyi düşünüyoruz. Bu durumda Ağustos ortasından itibaren büyük kongre yapılabilecek duruma geleceğiz.

Büyük kongre için iki alternatif gözüküyor, bir tanesi Ağustos sonudur, bir tanesi Eylül’ ün ortasıdır. Biliyorsunuz Eylül başında meclis açılacak, Eylül’ ün 11’nde de SHP’ nin kongresi var, onunla da çakışmaması lazım. Bu tarihleri dikkate aldığımız zaman önümüzde bir Ağustos sonu bir de Eylül ortası olarak iki alternatif var. Bu iki alternatif Çarşamba günü merkez karar yönetim kurulunda değerlendireceğiz ona göre büyük kongre tarihini de ilan edeceğiz. Büyük kongre tarihimiz de belli olduktan sonra diğer çalışmalarımızı da buna göre programlayacağız. Bir yandan bu meclis çalışmaları bu şekilde önümüzdeki ay içerisinde devam ederken bir yandan da ben geçtiğimiz haftalarda başladığım yurt gezilerini sürdüreceğim, her hafta sonu ayrı illere gideceğim. Arkadaşlarımdan da ricam, meclisten arta kalan zamanlarını bu yurt gezileriyle değerlendirmeleridir. Teşkilatlarımızla mutlaka daha yakın temas kurmamız lazım. Bilhassa milletvekili olmayan illerimize arkadaşlarımızın, genel merkezin görevlendirmesi çerçevesinde gitmelerini istiyorum. Türkiye’nin her tarafına mümkün olduğunca, gidebildiğimiz her ilçesine, her beldesine ulaşmak zorundayız.

Yurt gezilerinin fevkalade yararlı olduğunu tespit ettim. Onun için ne kadar çok arkadaşım bu konuda görev alırsa, ne kadar çok yere gidebilirsek parti açısından o kadar yararlı olacaktır. Kısacası, önümüzdeki dönem hem mecliste ilgili çalışmalarımızın hem tabanla ilgili parti çalışmalarımızın yoğunlaşacağı bir dönem olacaktır. Türkiye’de, demin söylediğim gibi, siyasetin ısınacağı bir dönem olacaktır. Bu yükü taşıyabilmek, birlikte iyi bir şekilde sonuçlandırabilmek için şimdiye kadar kinden çok daha aktif bir çalışma düzenine girmemiz gerekiyor. Gezdiğim yerlerdeki teşkilatlarımızı, parti tabanımızı fevkalade canlı gördüm. Yani, bu yaratılmak istenen suni rüzgarlardan hiç etkilenmediğini, anavatan partisine fevkalade canlı biçimde sahip çıktıklarını, anavatan partisinin adeta kesin bir iktidar, müstakbel iktidar şeklinde algılandığını gördüm, ama bütün bunların beraberinde bize getirdiği ağır bir sorumluluk vardır. Biz ne kadar iktidara yakın gözükürsek, biz bu iktidarla karşılaştığımız zaman ne kadar daha fazla toplumdan prim toplarsak, daha fazla umut haline gelirsek bunun yarattığı beklentiler, bize getirdiği sorumluluklar da o kadar ağır olacaktır.

Huzurunuzda ifade etmek zorundayım ki, bugün Türkiye’nin gerek dış meselelerde, gerek ekonomik meselelerle gerekse terörle mücadele meselesinde içine düştüğü durum bu hükümetin zaten mevcut olan problemlere eklediği yeni boyutlar önümüzdeki dönemde işimizi son derece güçleştirmektedir. Daha da büyük endişem, yeni kurulacak hükümetin ekonomide hesapsızca atacağı birtakım cüretkar adımlar sonucunda dengeleri daha da içinden çıkılmaz hale getireceğidir. Sırf günü kurtarmak için, sırf seçim vaadlerini dikkate alarak dengeleri daha da zorlaştıracaktır. Bu giderek zorlaşacak olan işlerin üstesinden gelebilmek ancak anavatan partisi olarak gücümüzü birleştirmemize, bütün potansiyelimizi kullanmamıza bağlıdır. Bu açıdan, önümüzdeki büyük kongre sonrasında arkadaşlarını düşünüyorum ve bu düşüncelerle hepinize saygılar sunuyorum. (alkışlar)