ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM GURUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA
 
(13 TEMMUZ 1993)

Grubumuzun değerli üyelerini ve bugün grup toplantısı için bulunan Amasya, Edirne, Eskişehir, Kırşehir teşkilatlarımızdan gelen bütün partili arkadaşlarımı saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

Değerli arkadaşlarım, ikinci koalisyon hükümeti meclisimizden güvenoyu alalıberi bir haftalık bir zaman geçti. 20 Kasım 1991 tarihinde göreve başlayan birinci koalisyon hükümeti yaklaşık 20 aylık bir görev dönemi sonunda görevi kendisinin bir anlamda devamı durumunda olan bugünkü ikinci koalisyon hükümetine devretmiştir.

Hatırlarsınız, birinci koalisyon hükümetinin programında en çok geçen iki kelime vardır: Bir tanesi enflasyondur,. İkinci reformdur. Birinci koalisyon hükümeti 19,5 ayı aşan, 20 aya yaklaşan görev döneminde bir tek reform bile gerçekleştirememiştir. Enflasyon konusunda ise bırakınız kendi hedeflerini gerçekleştirmeyi, yani kendi koyduğu 500 günde enflasyonu tek rakamlı sayılara indirmeyi, bugünkü hükümete devrettiği enflasyon oranı, bir genel seçim sonrasında bizden devraldığı ve millete yakındığı enflasyonun daha üstündedir. Kısacası, 20 aylık koalisyon hükümeti dönemi milletimiz için bir kayıp dönem olmuştur. Anavatan iktidarının 8 yıllık icraatını küçümseyenler, Anavatan hükümetlerinin 8 yıl icraatını küçümseyenler, Anavatan hükümetlerinin 8 yıl zarfında Türkiye’ de hiçbir olumlu hizmet yapmadığını iddia edenler 20 aylık dönemde Türkiye’yi bir duraklama dönemine sokmuşlardır, ama endişemiz odur ki, şimdi ikinci koalisyon Türkiye duraklama döneminden çıkıp bir gerileme dönemine, adeta Osmanlı İmparatorluğunun o menhuz fetret dönemini yaşama tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Devlet hayatımızın en önemli alanlarında, ekonomide, dış politikada, iç güvenlikte bize ümit verecek, teselli olabilecek en ufak bir olumlu gelişme görememenin üzüntüsünü yaşamak durumundayız. Tabii ki bugün geldiğimiz noktada ülkenin en önemli sorunu, diğer bütün sorunları da etkileyen en temel meselesi terör meselesidir. Yani, ülkenin toprak bütünlüğünü, vatandaşlarımızın huzurunu, güvenini tehdit eden olumsuz gelişmelerin, bölücü terör olaylarının gederek tırmanması, bir yandan bütün yurt sathına yayılması, bir yandan da tırmanmasıdır.

20 ay zarfında Birinci koalisyon hükümeti döneminde terörle mücadele konusunda getirilmiş hiçbir yeni tedbir yoktur. Yani, zamanında bizim aldığımız, bizim getirdiğimiz tedbirleri beğenmeyenlerin bunlara ilave olarak getirdikleri, uyguladıkları, terörle mücadele etmek için başvurdukları tek bir tedbir bile söz konusu değildir. 20 aylık süre sadece demogdajiyle, her gün yalanlanan, olaylarla yalanlanan, gerçekçiliği, ilandırılıcığı kalmayan birtakım beyanlarla, demeçlerle, boş laflarla geçirilmiştir.

Bildiğiniz gibi, güvenoyu öncesinde hükümet programı üzerinde yapılan görüşmelerde terör meselesini partilerin meselesi olarak değil, devletin meselesi olarak gördüğümüzü ifade ettim. Bu meselede Anamuhalefet Partisi olarak sorumluluğumuz idraki içinde her türlü katkıda bulunmaya hazır olduğumuzu, bütün partileri, bütün Anayasal organları kapsayacak bir diyalogda zorunluluk gördüğümüzü diye getirdim. Bizim yaptığımız bu uzlaşma çağrısı kamuoyunda da olumlu yankı buldu ve Sayın Başbakan dün parti liderleriyle sadece terör konusunu içeren bir dizi görüşme yaptı. Dün sayın başbakanla yaptığımız görüşmede sayın başbakan, bize bölücü terör olaylarının ülke genelindeki son durumuyla ilgili herhangi bir bilgi filan vermiş değildir. Bizim bu konuda kendi sınırlı kaynaklarımızdan elde edebilme durumundayız. Genelkurmay başkanlığının bu konuda basın organlarının sahiplerine, yetkililerine bilgi verirken aynı bilgilerin sorumlu hükümet tarafından, sorumlu olduğu meclisimizin üyelerinden esirgenmesini demokratik anlayışla bağdaştırmak mümkün değildir.

Sayın Başbakan dünkü görüşmede bize olaylar konusunda herhangi bir bilgi vermediği gibi herhangi bir somut öneri de getirmiş değildir. Yani, elle tutulur, uygulanabilir herhangi bir teklif getirmiş değildir. Sayın Başbakan bu görüşmede daha ziyade böyle bir partiler arası uzlaşmanın yararını vurgulamıştır ve bu uzlaşmayı daha çok kamuoyunda, basında “sivil çözüm” diye adlandırılan, yani terörle mücadele anlamında değil, bir takım reformlarla ilgili görüşlerin mecliste bir partilerarası platformda tartaşılması, oluşturulması şeklinde anladığını ifade etmiştir. Bize göre bu anlayış eksik bir anlayıştır. Çünkü, bugün o bölgede eğer vatandaşlarımızın bir bölümü terör örgütüne sempati duyuyorlarsa, destek veriyorlarsa bizim teşhisimize göre bunun en önemli nedeni, devletin otorite zaafıdır. Yani, terör örgütünün devletten daha fazla korkutmuş olması ve bu sindirme karşısında vatandaşımızın, gönülsüz de olsa devlete karşı birtakım eylemlere karışmış olmasıdır.

Burada yapılması gereken birinci hadise, devlet otoritesini tesis etmektir; Terörle mücadelede devleti daha etkin kılmaktır. Devleti etkin kılmadığınız zaman, devletin en temel görevi olan, vatandaşlarımızın can güvenliğini sağlayamadığımız zaman istediğiniz kadar reform uygulayın netice almanız mümkün değildir. Devletin birinci görevi, oradaki vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğini sağlamaktır; devleti orada hakım kılmaktır. Bugünkü görünüm tıpkı birinci koalisyon hükümeti gibi ikinci koalisyon hükümetinin de bu işi, yani bu en temel meseleyi, teröre karşı devleti etkin kılmayı, terörle mücadelede devleti başarılı kılmaya sadece silahlı kuvvetlerin meselesi olarak gördüğü eğiliminin ağır baştığıdır. Bizim gördüğümüz budur. Bu yanlıştır. Silahlı kuvvetler devletin terörle mücadelesinde kullanacağı araçlardan bir tanesidir. Bunun içerisinde devletin güvenlik güçleri vardır, polisi vardır, özel timleri vardır ve hepsinden önemlisi, bugün geldiğimiz noktada, yani terörün, Türk Devletinin terörle olan 20 küsur yıllık mücadelesinin ışığında, bu tecrübenin ışığında Türk devletinin artık oturup bir genel değerlendirme yapma ihtiyacı vardır. Bugüne kadar yürütülen mücadelenin sonuçlarını değerlendirme ihtiyacı vardır.

Biz bu değerlendirmeyi aylardan beri arkadaşlarımızla yapıyoruz. Bu değerlendirmeyi yaparken herhangi bir siyasi mülahaza gütmüyoruz. Yani, bizim dönemimizde hep doğru yapılmıştı, şimdi yanlış yapılmaktadır, biraz hiç yanlış yapmadık; ama, bu genel değerlendirmeyi yaptığımız zaman ortaya çıkan en açık gerçeklerden bir tanesi şudur: Türkiye’de terörle mücadelede devlet içerisinde bir kopukluk vardır, bir koordinasyon eksikliği vardır, Devletin mevcut güçleri en etkin bir biçimde bu mücadelede işbirliği yapamamaktadır. Bunun en açık örneğini, sizlerle birlikte, sanıyorum 24 Mayıs’ ta Bingöl olaylarında yaşadık. Bingöl’de eşkıyanın 33 er’ imizin yolunu kesmek suretiyle kaçırması, öldürmesi olayı, Ankara’da sorunlu hükümeti 12 saat sonra ulaşmıştır. Kendi içinde bu kadar koordinasyon eksikliği olan, iletişim noksanlığı, bilgi akışında bu kadar aksaklık olan bir devletin terörle mücadele gibi anında tedbir gerektiren, anında tepki gerektiren bir olayda başarılı olması fevkalade güçtür. O halde, yapılması gereken, terörle mücadelede alınması gereken birinci tedbir, devletin bu koordinasyon eksikliğini gidermektir; bu bilgi kopukluğunu gidermektir; bu işten sorumlu bir merkezi bilgi oluşturmaktır.

Devletin içerisinde, terörle mücadele eden bütün organların işbirliği yapacakları, onları koordine edecek olan, bu konudaki bütün bilgilerin değerlendirileceği bir merkezi birime ihtiyaç vardır. Bugünkü hükümet bu konuda bir adım atmıştır; bir kriz masası kurmuştur. Kriz masasında dört beş tane bakan vardır, ama bizce bu adım ihtiyacı tam cevap verecek bir adım değildir. Çünkü, o kriz masasında görevli olan bakanlar siyasi kişilerdir, gelip geçici kişilerdir. Halbuki terörle mücadele sürekli yapılacak bir mücadeledir. Bizim anlayışımıza göre burada uygun birim İçişleri Bakanlığı bünyesinde terörle mücadelede bütün görevli devlet organlarını koordine edecek, istihbaratından, jandarmasına, vurucu timlerine kadar bütün kuruluşların bağlı olacağı bir güvenlik müsteşarlığına ihtiyaç vardır. Bu güvenlik müsteşarlığı siyasi iktidar değişmelerinden etkilenmeyen, devletin sürekli bir birimi olarak görev yapmalıdır.

İkinci olarak, silahlı kuvvetlerin terörle mücadeledeki rolü yeniden değerlendirmeye açılmalıdır. Altı aylık, sekiz aylık bir eğitimden geçmiş erlerin tanımadıkları bir coğrafyada, bilmedikleri bir ortamda teröristlerle yaptıkları mücadelenin ne ölçüde etkin olduğu açık yüreklilikle değerlendirilmeye muhtaç bir konudur.

Bizim buradaki önerimiz, terörle mücadele konusunda sürekli bir güç oluşturmaktır. Yani, geçici askerlik hizmeti yapan, tezkere bekleyen askerlerle değil, bu iş için özel suretle yetişmiş olan, bu konuda sürekli görev yapacak olan özel, bugünkü özel timlerin daha da geliştirilmesi, silahlı kuvvetler için de bu amaçla yetiştirilmiş ve bu amaçla hizmet yapan komando birliklerinin de takviyesi suretiyle özel timlerin sayısının süratle artırılması ve alan mücadelesinin özel timlerle yürütülmesidir. Silahlı kuvvetler yerine, teröristlerle dağda, alanda yapılan mücadeleyi özel timler aracılığıyla yürütmektir. Silahlı kuvvetlerin görevi maalesef bugün her zamankinden daha fazla kalbura dönmüş olan sınırları güvenlik altına almak olmalıdır; sınırların yasa dışı geçişlerine engel olmak olmalıdır; ama, bunun dışında teröristlerle alanda yapılacak fiili mücadele bu iş için özel surette yetişmiş olan, bölgeyi tanıyan özel timler aracılığıyla yapılmalıdır. Şu anda bölgede sayıları 4 bin civarında olan özel tim elemanlarının bu söylediğimiz şekilde bir yandan hızlandırılmış eğitimle, bir yandan da silahlı kuvvetler içerisinde bu maksatla yetişmiş elemanların takviyesi suretiyle kısa zamanda dört beş katına çıkarılması bu mücadelede devleti çok daha etkin kılacak olan bir diğer tedbirdir.

Öte yandan terör mücadelesinde devletin alması gereken bir takım yasal tedbirler olduğunu inanıyoruz. Bildiğiniz gibi bizim zamanımızda çıkarılan bir terörle mücadele yasası vardır. Bu terörle mücadele yasasının bir bölümü o zamanki Ana Muhalefet Partisi olan SHP’ nin talebi üzerine Anayasa mahkemesi tarafından iptal edilmiştir ve aradan geçen üç yıla yakın zaman içerisinde bu kanunun bugün güncel şartalar göre yeniden değerlendirilmesi, eksiklerinin giderilmesi ve devleti bu mücadele daha etkin kılacak şekilde bir revizyona tabi tutulması ihtiyacı vardır. Ben dün Sayın Başbakana bu konuda Anavatan Partisi olarak, Anavatan Partisi Grubu olarak da katkıda bulunmaya hazır olduğumuz ifade ettim.

Terörle mücadele yasasında yapılacak olan değişikliklerin böyle bir partiler arası uzlaşmayla yürürlüğe konulması halinde eminim ki, terörle giriştiği bu amansız mücadele Türkiye Cumhuriyeti önemli bir avantaja daha kavuşmuş olacaktır.

Yine Sayın Başbakana söylediğim bir husus şudur: Bugün Türkiye’de devletin toprak bütünlüğüne yönelik olarak giderek artan bölücü terörün dış birtakım güçler tarafından desteklendiği artık bir iddia değil, devletin belgelerinde dahi sabit olan bir husustur, bir gerçektir. Türk devleti, terörün bu dış desteklerine karşı bugüne kadar birtakım girişimlerde bulunmuştur. Genel müdür seviyesinden Cumhurbaşkanı seviyesine kadar bu ülkelere ziyarette bulunulmuştur, bu ülkelerle anlaşmazların, protokolların gereğinin yerine getirilmiş olmasını, gene hepimizin bildiği bir başka gerçek var ki, bu terör örgütünün başı yine bir komşu devlette yaşanmaktadır, kendi terör eylemlerini oradan yönetmektedir ve Türkiye devleti yapmış olduğu bütün bu girişimlere karşı hala devam eder, fütursuzca devam ettirilen bu desteğe karşı maalesef sadece seyirci kalmak durumuna düşmüştür.

Şimdi, diplomaside hiçbir girişim yapmazsanız eğer, hiç bir teşebbüste bulunmazsanız bunun tabii birtakım eksikleri olur, birtakım olumsuzlukları olur, ama eğer bir girişimde bulunur, bir inisiyatif kullanır, buna rağmen hiçbir netice alamazsınız, hatta olaylar daha da kötüle doğru gider ve siz buna karşı seyirci kalma durumuna düşerseniz o zaman devlet olarak bütün inandırıcılığınızı, caydırıcılığınızı kaybedersiniz.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin maalesef bugün terörle mücadele konusunda, mesela Suriye karşısında düştüğü durum işte bu durumdur. Halbuki Türkiye’nin bu konuda kullanabileceği, askeri opsiyon dışında kullanabileceği çeşitli imkanlar vardır, ama bu imkanları kullanacak çeşitli imkanları vardır, ama bu imkanları kullanacak bir siyasi iradenin Türkiye’de mevcut olmaması maalesef Türkiye’yi kendisine karşı yürütülen bu melanet karşısında seyirci olmak konumuna düşürmüştür. Sayın Başbakana, dün görüşmemizde gerek bu ülkelere doğrudan doğruya Türkiye’de yürütülen bölücü terör olaylarına destek veren, ya o örgüt elemanlarına melce sağlayan, yani onların topraklarında barınmasına müsaade eden, ya onların ülkelerinden geçerek Türkiye’ye girmesine izin veren, doğrudan doğruya onlara silah, maddi imkan sağlayan, lojistik destek sağlayan veyahutta bazı Batı ülkeleri gibi, bizim dostumuz, müttefikimiz olan batı ülkeleri gibi, bu terör almamış olan ülkelere karşı Türkiye’nin diplomatik alanda yapması gereken önemli girişimler olduğunu, bu girişimlerin daha fazla vakit geçirilmeden yapılmasını beklediğimizi ifade ettim.

Velhasıl dünkü görüşmede Sayın Başbakana, terörle mücadele konusunda idari alanda, yasal alanda, yasal düzenleme alanında, diplomatik alanda bize göre devletin alması gereken tedbirler konusundaki önerilerimizi ifade ettim. Sayın Başbakanın bu önerilerle fazla ilgilendiğini söyleyemem. Sayın Başbakan daha çok terörle bilfiil mücadelenin dışında kalan, birtakım sivil çözüm diye adlandırılan, basında “sivil çözüm” diye adlandırılan, birtakım görüşlerin, önerilerin Mecliste bütün partilerin katılacağı bir platformda tartışılması, olgunlaştırılması fikrini gündeme getirdi. Ben Anavatan Partisi olarak, bizim daha önce ifade ettiğimiz temel ilkeler çerçevesinde bu konuda da katkıya hazır olduğumuzu, böyle bir mecliste oluşturulacak böyle bir konunun meclis dışında da, yani bu kararları uygulayacak, bu alınan tedbirleri hayata geçirecek olan diğer, devletin diğer kurumlarıyla da uzlaşma halinde götürülmesi gereğine işaret ettim.

Ayrıca, vurguladığım bir husus şudur: Türkiye’de terörün bir devlet meselesi olduğunu ilk söyleyen biziz. Devlet içerisinde sadece siyasi partiler yoktur. Devlet içerisinde diğer bütün devletin Anayasal organları vardır. Bunların hepsinin terörle mücadelede aynı kararlılık içerisinde, uzlaşma içerisinde, ortak çözümler doğrultusunda davranması zorunluluğu vardır. Ama, terörle mücadelesi bir devlet meselesiyse, terörle mücadelede devletin bütün organları böyle bir birlik anlayışı içerisinde hareket edeceklerse en başta, bu işin çekirdeği olan hükümetin içinde birliğin sağlanması lazımdır. Yani, bütün devleti işletmekle görevli olan, terörle mücadelenin asıl siyasi sorumluluğunu üstlenen hükümetin içerisinde bir partiye mensup bakanları suçlarlarsa, devletin müsteşarı, devletin genel müdürü, devletin bakanını suçlarsa, iki partinin meclisteki grupları bu konuda, en temel meselelerde birbirinden farklı düşerlerse orada devletin bu birlikteliğini sağlamak fevkalade güç olur. Yani, bizim dışarıdan vereceğimiz destek, bütün muhalefet partilerinin verecekleri destek, basının vereceği destek dahi devletin bu birlikteliğini sağlayama yeterli olmaz. Onun için, evvela hükümetin kendi içerisindeki bu konudaki zaaflarını gidermesi lazımdır.

İkinci vurguladığım husus şuydu: Maalesef bu hükümetin bir kanadının uygulamaları sebebiyle terörle mücadelede önemli zaaf içerisine düşürülmüştür. Bölgede devlete karşı olan güven zedelenmiştir. Bunun en açık örneği bizim teşhis ettiğimiz, olağanüstü hal kadrolarının dağıtımında izlenen partizanca yoldur.

Cezaevleri yönetiminde ortaya çıkan durum bunun diğer bir örneğidir.

Kısacası, bu uygulamalar devlete karşı güveni zedelenen, bölgede devletin güvenirliğini geniş ölçüde tartışma konusu yapan uygulamalar olmuştur; ama, bütün bunların yanında diğer bir husus da şuydu: Sayın Başbakana ifade ettiğim bir husus da şuydu: Ankara’da görev yapan bütün hükümetler, bundan önceki hükümet, daha önce bizim hükümetlerimiz, biz burada hep aynı demeçleri veriyoruz, hep aynı mesajlar veriyoruz. Bölge halkını şevkatle kucaklamaktan bahsediyoruz, teröristlerle suçsuz insanları birbirinden ayırmaktan bahsediyoruz, devletin terörle yapacağı meşru mücadelede masum insanların zarar görmemesini vurguluyoruz, ama bizim burada söylediklerimizle, devlet adına sorumlu hükümetlerin söyledikleriyle bölgede yaşanan olaylar birbiriyle taban tabana zıt olaylardır. Maalesef bölgede hiç bununla bağdaşmayan, masum insanların sanki suçlu teröristler gibi zarar görmesi sonucunda yol açın olaylar yaşanmaktadır.

Bizim tespit ettiğimiz olaylar vardır, bizim bölgeyle gönderdiğimiz arkadaşlarımızın ortaya çıkardıkları, belgeledikleri olaylar vardır, bize intikal eden olaylar vardır. Bir de iddia düzeyinde olan, henüz daha soruşturmaya muhtaç olan olaylar vardır. Geçen hafta bölgeden bir heyet, bütün parti başkanları gibi bana da geldi, kendileri bana bir takım inanılması güç olaylara ilişkin iddiaları aktardılar. Sayan Başbakana, bütün bu iddiaları soruşturmanın, bu iddialarının doğru olması halinde bunların sorumluluklarından hesap sormanın hükümetin sorumluluğu içerisinde olduğunu ifade ettim.

Terörle mücadelede masum insanların, hiç bu olaylara karışmayan insanların da zarar görmesine yol açacak bir takım gelişmelere biz siyasi parti olarak bizim seyirci kalmamızın mümkün olmadığını, yani bu tür yanlışlıklar karşısında kayıtsız şartsız destekle eğer bazı şeylere göz yummamız bekleniyorsa buna hiçbir zaman razı olmayacağımızı ifade ettim.

Çünkü, değerli arkadaşlarım, ben inanıyorum ki, Türk Devletinin 5 bin, 10 bin teröriste karşı yürüttüğü bu mücadelede Türk Devletinin karşısındaki en büyük güç o teröristlerin en büyük dezavantajı, en büyük güçlüğü kendi içindeki güçlüğüdür, devletin kendi içindeki zaaflarındın. Eğer Türk devleti bu zaaflarından sıyrılırsa, eğer orada görev yapan insanlar hakikaten hukuk devleti anlayışı içerisinde Türk devletinin gücünü, bizim burada kendilerine verdiğimiz destekle o gücü bu anlayış içerisinde yerine getirmeye çalışırlarsa o teröristlerin sayısı ne olursa olsun devletin gücüyle boy ölçüşmesi mümkün olmaz; ama, maalesef bölgeye görev yapan bazı kamu görevlileri içerisinde devlete bu ilkelerle bağlı olmayan insanların olduğu bir gerçektir.

Gene o görevliler içerisinde devlettin daha fazla devlete sahip çıkma anlayışında işgüzarlığında olan görevlilerin olduğu gerçektir. Maalesef bu koalisyon döneminde (Birinci Koalisyon döneminde) devletin valilerinin dahi koalisyon ortakları arasında pazarlık konusu yapılmış olması, iki partinin kontenjana göre vali tayin etmiş olmaları ve açıkça söylüyorum, SHP kontenjanından bölgeye tayin edilen, sanıyorum 18 valinin 16’sının hiçbir valilik tecrübesi olmayan, ilk defa valilik yapan insanlar olması bu mücadelede devletin en önemli zaaflarından birini oluşturmuştur. Eğer 20 ay zarfında terörle mücadelede başladığımız noktadan çok daha kötü bir noktaya gelmişsek, bugün geldiğimiz noktada olaylar bu kadar yayılmış, bu kadar tırmanmışsa bunda koalisyon hükümetinin bu anlayışının meseleye bu yaklaşımının önemli katkısı olmuştur.

Özetle, dün Sayın Başbakanla bu konuda yaptığımız görüşme, bizim daha önce ortaya koyduğumuz sorumlu muhalefet anlayışının gerektirdiği bir yaklaşım içerisinde geçmiştir. Sanki kendimiz iktidar partisiymişiz gibi, sanki kendimiz iktidardaymışız gibi, iktidarda olsaydık bu meseleye nasıl yaklaşacaksak, hangi tedbirleri uygulayacaksak onları öneri olarak Sayın Başbakana ifade ettim. Umarım ki kendileri bu konuya daha somut birtakım öneriler ortaya çıkabilecektir ve o somut öneriler üzerinde partiler olarak daha yararlı bir diyaloğu sürdürme imkanımız olacaktır.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, bir yandan terör meselesi hepimizi endişeye sevkedecek boyutlarda devam ederken ve maalesef büyük şehirlere de yayılma, büyük şehirlere de yerleşme istidadı gösterirken, mesela geçtiğimiz hafta bir ilçemizde terör örgütü bütün partilere tamim yapmıştır, partilerini kapatmaları, partiden istifa etmeleri için, şu anda o ilçemizdeki, büyük bir ilçemizdir tabelası asılı olan tek parti Anavatan Partisidir. Yani, bizim için gurur verici de olsa Türkiye adına, demokrasimiz adına üzüntü verici bir gelişmedir. İstanbul’un ilçelerinde parti teşkilatlarımıza terör örgütünden tehdit mektupları gelmektedir. Tabii olayların bugün geldiği noktada herhalde hiç yapmamamız gereken ve bu olayları yapanların amaçlarına en fazla hizmet edecek olan tutum paniğe kapılmaktır; ama, soğukkanlı biçimde olayları ne olduğundan küçük ne de olduğundan büyük görmeden bu olayların üzerine giderken sanıyorum ki bizim gibi hükümetin de iktidar partilerinin de, diğer siyasi partilerimizin de artık meselesi bir parti meselesi, siyasi prim kazanılacak, oy artırılacak bir mesele olmanın dışında, meseleyi gerçek boyutlarıyla devletimizin bekasını ilgilendiren bir mesele olarak masaya koyma zarureti vardır. Bugün bu anlayışın, bizim iki yıldan beri savunduğumuz bu anlayışın artık diğer partilere de hükümete de belli ölçüde hakim olmuş olduğunu görmek bizim için memnuniyet vericidir.

Değerli arkadaşlarım, terörün bu şekilde Türkiye için devamlı büyüyen bir tehdide dönüşmesi yanında, maalesef ekonomide, dış politika da hiçbir olumlu gelişmeden söz etmek mümkün değildir. Sayın Başbakan daha yılın ortasında bu bütçe açığının, bu sene bütçe açığının öngörüldüğü gibi 50 trilyon değil 100 trilyon olacağını mecliste ifade etmişti; hafta içinde bir konuşmasında bu 100 trilyonu 150 trilyona bağlayacaklarını ifade etti. Velhasıl, Türkiye’de Temmuz ayında, yani senenin ortasında bu sene bütçesinin ne kadar açık vereceği pazarlık konusudur, açık artırma konusudur. Ekonominin bu kadar belirsiz, bu kadar spekülasyonlara açık olduğu bir yılı Türkiye’nin geçmişte idrak ettiğini hiç hatırlamıyorum. En azından, 1983’ten beri Türkiye’de böyle bir olay meydana gelmemiştir.

Yine Sayın Başbakan ve hükümet yetkililer, Türkiye’nin ne Kıbrıs’ın ne de Azerbaycan’ın içişleri karışma yetkisi olmadığını her zaman ifade ederlerdi, hatta Azerbaycan’da Elçibey’in devrilmesi karşısında kendilerine yönelen, yani Türk Hükümetine yönelen bizim yönelttiğimiz haklı birtakım eleştiriler karşısında Sayın Cumhurbaşkanı da Sayın Dışişleri Bakanı da Türkiye’nin başka bir ülkenin içişlerine karışmasının mümkün olmadığını ifade ettiler, ama gelin görün ki, geçtiğimiz hafta Sayın Başbakan kendi meclis grubunda yaptığı konuşmada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde bir an önce erken seçime gidilmesi talimatını vermiştir. Yani, “Biz kimsenin içişlerine karışmayız” derken, “Karışmaya hakkımız yok” derken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde şu anki hükümete bir an önce erken seçime gitmesi konusunda Sayın Başbakanımız talimat vermiştir.

Şimdi, bütün bu çelişkiler, bütün bu tutarsızlıklar yanında Türkiye’de genel siyasi tabloya baktığınız zaman milletimizin bütün bu kargaşa içerisinde, zaman zaman komediyi andıran bütün bu tutarsızlıklar içerisinde, tem umudu Anavatan Partisidir. Anavatan partisi sadece, hele böyle karışık ortamlarda, milletimizin hiç alışık olmadığı, geçmişte hiç görmediği sorumlu bir muhalefet anlayışını, yani olaylardan kendisine prim çıkarmayı değil, devletin zarar görmemesi anlayışını ön planda tutan sorumlu bir muhalefet anlayışını sürdüren parti olarak değil, aynı zamanda 8 yıllık icraatıyla Türkiye’de bir büyük atılımı, bir büyük değişimi, bir büyük yenileşmeyi gerçekleştiren, ama zamanında gerçekleştirdiği bu icraatı millet tarafından yeterince değerlendirilmeyen, muhalefetin bugün artık haksız ve yersiz olduğu millet tarafından çok daha iyi teşhis edilen karalamalarıyla haksızlığa uğramış bir parti durumundadır. Milletimizin gözünde Anavatan Partisinin bugünkü konumu budur. Onun için, Anavatan Partisi Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu bütün güçlüklerden sıyrılabilmesi, çıkabilmesi, bunları aşabilmesi için milletin gözünde umut durumundadır.

Değerli arkadaşlarım, milletin gözünde umut olmanın bize getirdiği, bize yüklediği sorumluluklar vardır. Bakın, bu sorumluluklardan bir tanesi de bu meclise sahip çıkmaktır. Geçen hafta burada söyledim. Türkiye’nin bugünkü ortamında, Türkiye bir yangın yerine dönmüşken, etrafımızdaki uluslararası gelişmeler hayati menfaatlerimizi tehdit edecek boyutlara gelmişken bu meclisin tatile girmesi yanlış olur. Biz bu konuda bu kadar kesin tavır alınca iktidar partileri meclisi tatile sokma önerisi getirmekten vazgeçmişler. Öğrendim ki, şimdi bugünkü Genel Kurulda meclis başkanımız 20 Temmuzdan itibaren, önümüzdeki sayı gününden itibaren meclisin tatile girmesi için kendisi bir tezkere gönderecekmiş ve o tezkere mecliste kabul edilirse, yani fiilen Perşembe gününden itibaren meclis tatile girmiş olacaktır.

Değerli arkadaşlarım, kimden gelirse gelsin biz bu tezkereye karşı çıkmalıyız. Meclisi açık tutmalıyız. Bu gün bu konuda sanıyorum Genel Kurulda müzakare yapılacak, oylama yapılacak, gücümüz yettiği kadar, engelleyebildiğimiz kadar bu kararı engellemeye çalışmalıyız. Çünkü, buna göre, sanıyorum ki, muhalefiyle, muvafıkıyla, Anavatanlıysa, diğer partilileriyle, bütün vatandaşlarımızın da paylaştığı anlayışa göre ülkenin bu durumunda milletvekillerinin tatil yapması bir sorumsuzluk örneği olur. Arkadaşlarımdan Ankarada’ da günün 24 saati, haftanın 7 günü, ayın 30 günü nöbet tutmalarını istemiyorum, ama meclisin faaliyette olduğu Salı Perşembe günleri bütün arkadaşlarımın burada olmalarını, bunun dışında hafta sonları kendi programlarını uygulamalarını, ama olağanüstü bir hal çıktığı zaman da, olağanüstü bir durum zuhur ettiği zaman da grubumuzun tam mevcuduyla yine burada yer almasını istiyorum. Eğer bu hafta meclisi tatile soksalar bile Anavatan Partisi olarak haftaya Salı günü biz yine burada meclis grup toplantımızı yapacağız.

Bugün bildiğiniz gibi, aynı zamanda Güneydoğu’ da birtakım iddiaları araştırmak, bunları açıklığa kavuşturmak üzere partiler arası bir araştırma komisyonu kurulması meclis genel kurulunda görüşülecektir. Bu bizim hem katıldığımız hem de çalışmalarına geniş ölçüde katkıda bulunacağımız bir önergedir. Bu konuya destek vereceğiz. Ayrıca, sivas olaylarını araştırmak üzere kurulup faaliyete geçmiş olan diğer bir meclis araştırma komisyonu var, sanıyorum faaliyetleri 15 günle sınırlandırılmış olan bir komisyondur, bir haftası dolmuştur, bir hafta sonra o komisyonun raporu da gelecektir. Onun için de aslında meclisin açık olması zarureti vardır.

Bu hafta Perşembe günü, bugün anayasa komisyonunda görüşülecek olan Radyo- Televizyon Yasası komisyondan geçtiği taktirde Perşembe günü de genel kurulda görüşülecektir. Bu Radyo- Televizyon yasası bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta meclis tarafından değiştirilen anayasamızın 133 üncü maddesinin öngördüğü yasal düzenlemeyi getirecektir. Mevcut TRT Yasası bu yasanın çıkmasıyla değişmiş olacaktır. Şu anki Radyo Televizyon yüksek kurulu yerine lağvedilmek üzere yeni bir üst kurul oluşturulacaktır. Oluşturulacak olan bu üst kurul hem bugünkü yüksek kurulun görevini yerine getirecek, TRT yayınlarını denetleyecek, ama aynı zamanda da bütün özel radyo ve televizyonlarla ilgili düzenlemelerde söz sahibi olan en üst kurul olacaktır. Bu kurulun terkibine ilişkin kamuoyunda bazı itirazlar vardır, eleştiriler vardır. Arkadaşlarımız çok uzun bir süreden beri bu konuyu kendi aralarında tartışmışlardır.

Elbette ki getirilen her düzenlemenin eleştirilecek, karşı çıkılabilecek yanları olabilir, ama arkadaşlarımızın buldukları, birçok batı ülkelerinde, demokratik ülkelerde de emsali bulunan bir düzenleme, bu kurulda mecliste temsil edilen partilerin gösterecekleri adaylar arasından meclis genel kurulunun seçeceği üyelerin görev yapmasını öngörmektedir. 9 kişilik üst kurul için, eğer bu yasa çıkarsa biz de 4 aday önereceğiz ve bu 4 aydan en az ikisi üst kurulda görev alacak arkadaşlarımızla istişare edeceğiz ve orada grev alacak arkadaşlarımızın, bizim önereceğimiz arkadaşlarımızın çok önemli olan ve çok hassas olan bu görevin bütün gereklerini yerine getirebilecek ehliyette, dürüstlükte arkadaşlar olmasına amazi özeni göstereceğiz.

Değerli arkadaşlarım, geçtiğimiz günlerde gazetelerde bana atfen, ama bana ait olmayan birtakım beyanlarla karşılaştınız. Aslında sanıyorum ki, bu konuda bazı kişilerin bazı temennileri vardır. O temennileri doğrultusunda kamuoyu oluşturmak için bizi de söylemediğimiz birtakım şeylerle bu tartışmanın içine çekme çabaları söz konusudur. Benim söylediğim, her zaman tekrarladığım, arkadaşlarımızla birlikte tespit ettiğimiz bir genel anlayışımız var. Biz diyoruz ki, ülkenin bugün içinde bulunduğu durumdan çıkabilmesi için bir erken genel seçim yapılması zorunludur. Bugünkü meclis kompozisyonuyla güçlü bir hükümet kurulması, bu hükümetin bir koalisyon olması gereği karşısında, bu hükümetin kendi içerisinde Türkiye’nin temel meselelerinde anlaşabilmesi ve bu meseleleri aşabilmek için devletin bütün gücünü seferber edebilmesi fevkalade güçtür. Bu güçlük 20 aylık koalisyon denemezinde net olarak çıkmıştır. T

ürkiye’nin geriye doğru siyasi geçmişine bakarsanız Türkiye’nin en başarılı olduğu, en büyük reformları uyguladığı, en istikrarlı, huzurlu yaşadığı dönemler hep tek parti iktidarı dönemleri olmuştur. Anavatan iktidarı bunun örneğidir; 1956-1969 arası Adalet Partisi tek parti hükümeti bunun örneğidir. Ne zaman Türkiye koalisyon hükümetleriyle yönetilmişse ne reform yapabilmiştir, ne istikrar ve huzur içinde olabilmiştir. Binaenaleyh, koalisyon hükümetleri Türkiye’ye zaman kaybettiren hükümetler olmuştur. Halbuki Türkiye’nin içinde bulunduğu 1990’lı yıllar zaman kaybetmeye tahammülü olmayan yıllardır. 1990’lı yıllar bir anlamda Türkiye’nin kader yıllarıdır. Türkiye eğer bu yılları eğer daha fazla böyle yamalı koalisyon hükümetleriyle harcayacak olursa 2000 yılındaki Türkiye öyle iddia edildiği gibi bir büyük devlet olmaz. Türkiye’nin 2000 yılına bir büyük devlet olarak girebilmesi bir an önce bugünkü bu zayıf hükümetlerin yönetiminden kurtulması, milletin desteğini kazanmış güçlü bir tek parti hükümetine kavuşmasına bağlıdır. 1 bunun yolu bir erken genel seçimden geçer.

Biz, erken genel seçimi getirecek olan her formüle katkıda bulunmaya hazırız. Bu bir azınlık hükümeti olabilir. Eğer bugünkü hükümetin yapısından gelen zorluklar bu koalisyonun daha fazla devamına imkan vermezse o takdirde biz Doğru Yol Partisinin kuracağı bir azınlık hükümetine destek verebiliriz. Eğer illa bizim de o hükümette olmamızı isterlerse o hükümete de girebiliriz. Eğer ülkenin koşulu, ülkenin şartları bütün partilerin, meclisteki bütün partilerin içinde yer lisyona da katılabiliriz. Ama, her üç halde bir tek şartımız vardır: O da, seçim tarihini koymadan 1996 yılına kadar, normal seçim tarihine kadar bu yollardan herhangi birisine, bu çözümlerden herhangi birisine bizim dahil olmamız istenirse biz onların hiçbirine dahil olmalıyız.

Seçimler içinde bizim savunduğumuz en uygun tarih 1994 yılı Mart ayının son pazarında yapılacak olan Mahalli seçimlerle erken genel seçimlerin birleştirilmesidir. Bu, ülkenin şartlarının gerektirdiği bir öneridir. İki bakımdan gerektirdiği bir öneridir. Bir tanesi, işte 20 aydan beri koalisyon hükümetinin icraatı ortadadır. Önümüzdeki dönemde de ümitli olmamızı gerektirecek her hangi bir husus söz konusu değildir; ama, martta birleştirilmiş seçimi zorunlu kılan bir başka husus da şudur: bugün Türkiye’nin sorunları, dış politikayla ilgili sorunları, sosyal güvenlikle ilgili sorunları artık o düzeye varmıştır ki, bu sorunların çözülebilmesi için seçilecek hükümetlerin, işbaşına gelecek hükümetlerin önlerinden seçim engeli görmeden asgari üç yıllık, dört yıllık bir program uygulayabilecek imkana sahip olmaları zarureti vardır.

Şimdi, eğer 1994 Martında belediye seçimleri yapılırsa altı ay sonra, sekiz ay sonra, bir sene sonra veya şu anki takvime göre iki sene sonra normal genel seçimler yapılacak olursa bu seçimlerin ertesinde hiçbir hükümetin sorunların gerektirdiği ciddi bir programı uygulama imkanı olmayacaktır. Çünkü, önünde hep seçim gören o seçim kabusuyla yaşanan, altı ay sonra, bir sene sonra seçime gireceğini düşünen bir hükümetin ne ekonominin gerektirdiği reformları yapabilme imkanı vardır, öyle bir hükümetin her atacağı adım da o seçim kaygısı, seçin düşüncesi en ağırlıklı etken olacaktır. Onun için, kendimiz için değil, Anavatan Partisi için değil, ülkenin menfaati için belediye seçimleriyle, mahalli seçimlerle milletvekili seçimlerinin birleştirilmesini ve o seçimlerden sonra 5 yıllık bir dönem için ülkede mahalli seçimlerin de milletvekili seçimlerinin de yapılmamasını yararlı görüyoruz.

Zaten ikisi birleşirse normal takvime göre 5 sene ülke genelinde herhangi bir seçim söz konusu olmayacaktır; ama, eğer bugünkü takvim aynen uygulanırsa mart ayında yapılacak olan mahalli seçimlerden iki sene sonra erken seçim yapılacaktır. İki sene, kim işbaşına gelirse gelsin, Türkiye’nin bugünkü sorunlarını aşabilmek için yeterli bir süre değildir. Martta seçimleri birleştirmek, mahalli seçimlerle milletvekili seçimlerini mart ayında birleştirmek aslında bu hükümete daha 9 aylık bir süre kendi icraatını, kendi vaatlerini gerçekleştirme imkanını verecektir. Eğer bu süreyi iyi kullanırlarsa martta onlar bizden daha iyileştiremezlerse o zaman tabii ki bu seçimlerde bunun müeyyidesine de katlanmak zorunda kalacaklardır. Ama, her hülakarda kendi menfaatimiz için değil, ülkenin menfaati için, rejimin menfaati için 1994 Martında her iki seçimin birleştirilmesinde zorunluluk gördüğümüzü bir kere daha iade ediyorum.

Benim beyanlarımın şurada veya burada, şu gazetede, bu gazetede çarpıtıp bükülmesine kulak asmayın. Sizinle tespit ettiğimiz, birlikte tespit ettiğimiz bu stratejimizde yine hepimiz mutakıp kalmadıkça herhangi bir değişiklik olması da söz konusu değildir.

Değerli arkadaşlarım, Anavatan Partisi il kongrelerinin dördü hariç tamamını gerçekleştirdik. Bu hafta sonunda üç ilde il kongremiz yapılacak. Ağrı, Van ve Tunceli illerindedir bu üç kongre. Önümüzdeki hafta sonu sadece denizli ilimizin olacak, ondan sonra da 28 Ağustosta büyük kongremizi yapacağız.

Bugüne kadar yapılan il kongrelerimizin ertesinde o kongrelerde zaman zaman birbiriyle mücadele eden, yarışan arkadaşlarımızın kongre sonrasında geniş ölçüde bir araya gelmiş olmalarını görmekten büyük mutluluk duyuyorum.

Her hafta olduğu gibi bu hafta da gurup toplantımıza katılan il yöneticisi arkadaşlarımla hem o ilin sorunlarını, partimizin o ildeki durumuyla ilgili konuları, hem de 8 ay sonra gireceğimiz belediye seçimiyle ilgili, mahalli seçimlerle ilgili hazırlıkları biraz sonra görüşeceğim. Arkadaşlarından, milletvekili arkadaşlarımdan, şu güç dönemde, Türkiye’nin içinde bulunduğu şu güç dönemde bütün milletin gözlerinin üzerimizde olduğu bu dönemde meclis çalışmalarına devam etmelerini, meclisin tatile sokulması kararına hep birlikte karşı çıkmalarını rica ediyorum.

Hepinize saygılar, sevgiler sunuyorum.