ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM GRUP TOPLANTISI KONUŞMASI

20.07.1993

Grup üyesi milletvekili arkadaşlarımı ve bu grup toplantımıza misafir olarak katılan Antalya, İçel ve Balıkesir illerinden gelen teşkilat mensubu arkadaşlarımı saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

Değerli arkadaşlarım, bugün. Kıbrıs Barış Harekatının 19 uncu yıldönümüdür. Bu vesileyle biraz önce grup toplantımıza da katılan, Kıbrıs’tan gelen bir grubu tabiatıyla bu toplantıdan sonra kabul edeceğim. Yarın bir başka heyetle görüşeceğim.

Kıbrıs meselesinin çok kritik bir aşamada olduğu. Barış Harekatının 19 uncu yıldönümünün, aynı zamanda bu meselenin önemli bir dönüm noktasına denk gelmiş olduğu hepinizin malumudur.

Kıbrıs meselesi, diğer ülkeleri için, dünyada mevcut uluslararası meselelerden sadece birisidir. Ama, Kıbrıs meselesi, bizim için, Türkiye için milli meseledir. Evvela, şunu herkesin bilmesi lazım: Kıbrıs meselesi, bizin yarattığımız bir mesele değildir. Kıbrıs meselesi, bizim göğüslemek zorunda kaldığımız bir meseledir. Bugüne kadar, eğer çok güçlüklere rağmen, karşılaştığımız tüm güçlüklere rağmen, bu milli meselenin özellikle yakın zamana kadar başarıyla götürebilmesi mümkün olmuşsa, bu gelip geçici cumhuriyet hükümetinin, Kıbrıs’ı Türkiye’nin, başkalarının meşru hak ve menfaatlerini tehdit eden ve onların aleyhine tamankar bir arayış içerisinde değil, tam tersine, kendi haklarını savunma mücadeleyi yapma durumunda olduğunun bilinci içinde hareket etmelerinin sonucudur.

Cumhuriyet hükümetleri, geçtiğimiz dönemlerde, Kıbrıs meselesiyle bağlantılı olarak, birçok dış baskılara muhatap olmuşlardır. Dış baskılarla karşılaşmışlardır. Ama, yakın zamana kadar, hiçbir Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, bu baskılara boyun eğmemiştir. En güç ekonomik koşullarda dahi. Kıbrıs meselesinde, milli menfaatlerimizden ödün verilmemiştir. Bunun altında yatak mantık da şuydu: Eğer, baskıyla ödün verirseniz, ama, meseleyi götürebilmeniz mümkün değildir. Yarın aynı mesele, daha ağırlaşarak tekrar önümüze gelir. Bunun için, milli meselelerde ödünle bir yere varmak mümkün değildir.

Değerli arkadaşlarım, Kıbrıs’ta 19 yıldan beri, hiç kan dökülmemiş olmasının sebebi, sadece ve sadece ada’ da ki Türk askerine aittir. Kıbrıs’ta Birleşmiş Milletler gücü, 1964’ten beri vardır; ama, oradaki Birleşmiş Milletler gücüne rağmen, Kıbrıs’ta 1974 Türk Barış Harekatına kadar kan dökülmeye devam etmiştir. Dolayısıyla, Ada’ da bugüne kadar barışın, asayişin sağlanabilmiş olması, kan dökülmemiş olması, doğrudan doğruya oradaki Türk askeri varlığının sağladığı bir durumdur.

Eğer Kıbrıs meselesi, 20 seneyi aşan müzakere sürecine rağmen, niye hala çözüme kavuşmadı diye düşünürseniz, sorarsanız, benim cevap şudur: Bugün, Bosna- Hersek’ de işlenen insanlık suçuna, katliama, soykırıma, ilham veren o ilkel zihniyet, 20 seneden beri Kıbrıs’ta barışı engelleyen zihniyetin aynısıdır.

Kıbrıs, Rum Başpiskoposu, birkaç gün önce aynen şunu demiştir; “Ayrı dinlere mensup insanların, ortak bir devlet altında yaşayacaklarını düşünmek, hayalden ibarettir. Bizim gayemiz, Makarios’un bayrağını, Helenizmin Bayrağını Kıbrıs’ta dalgalandırmaktır. Bizim gayemiz, Yunanistan’la birleşmek saadetine erişmektedir. “Tabii kelime kelime söylemiyorum, mealen söylüyorum. Kıbrıs’taki Rum Başpiskoposunun bi demeci, günlerce Yunanistan devlet televizyonun dan yayınlanmıştır.

Kıbrıs’taki tek ortak köy olan, Türklerle Rumların birlikte yaşadıkları tek köy olan Pine’ de, Türk dükkandan alışveriş yapan Rumlar, mahkum edilmişlerdir, mahkum olmuşlardır.

Şimdi, böyle bir ortamda, bunların, bu gerçeklerin yaşandığı bir ortama, Kıbrıs’ta Rumlarla Türklerin ortak bir devlet altında, birlikte, barış içinde yaşayacaklarını düşünmek ve zaman içerisinde her iki toplumun da, bu eşit haklarını koruyabileceklerini düşünmek, yani Rumların aleni amaçlarına göz kapamak, eğer saflık değilse art niyetin sonucudur.

Onun için, bundan sonra da. Kıbrıs meselesini, Türkiye Cumhuriyetine bir yük olarak değil, Türkiye’nin kaçınamayacağı bir hak mücadelesi olarak görmeye devam edeceğiz. Türkiye’yi yöneten hükümetlerin, şu veya bu güçlükler nedeniyle, bu meselede ödün vermelerine hiçbir zaman izin vermeyeceğiz. Çünkü Kıbrıs meselesi, bizim için sadece bir ortak parçası meselesi değildir. Sadece oradaki yaşayan soydaşlarımızın meşru haklarının korunması meselesi değildir. Kıbrıs meselesi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, devletimizin ilk defa olarak, meşru haklarına sahip çıkmamızın, dünya gözünde test edildiği bir milli davadır. Eğer biz, daha önce de söyledim. Kıbrıs meselesinde haksız olsaydık, bu meseleyi bütün dünyaya karşı 30 sene götürebilmemiz, buraya getirebilmemiz mümkün olmazdı. Bu haklı olduğumuz meselede, eğer ödün verirsek, gelecek kuşaklara bunun hesabını veremeyiz.

Sanıyorum Kıbrıs meselesinde Hazreti Ali’nin bir sözü geçerlidir; belki herkese düstur olması gerekir. Hazreti Ali der ki, “Haklı olduğun zaman kimseye boyun eğmeyecek; çünkü haklı olup da boyun eğersen, hem hakkından olursun, hem de şerefinden olursun.”

Değerli arkadaşlarım, biliyorsunuz, Sayın Başbakan, güvenoyu almadan önce, siz beni salıdan sonra görün demişti. Sayın Başbakanı ilk gören, memur ve emekliler oldu.

Sayın Başbakanın, bakın birinci Salı geçti, ikinci Salı geçti, bugün üçüncü Salı, daha ilk icraatı, veya tek icraatı, yani konuşma dışında, babasından öğrendiği boş lafları tekrarlamak dışında tek icraatı, memur ve emeklilere yapılan maaş artışıdır. Biliyorsunuz kendisi yeni defterden bahsediyordu, geçmişi inkar edip, reddi miras yapıp bir beyaz sayfadan bahsediyordu. Bu beyaz sayfada, daha iki hafta dolmadan ilk kara leke düşmüştür. Şimdi, memur ve emeklilere yapılan bu maaş düzenlemesinin birkaç yönü var. Evvela, birinci koalisyon hükümetinin de, bu ikinci koalisyon hükümetinin de programına bakarsanız, Türkiye’de kapsamlı bir personel reformu yapılması ihtiyacı dile getirilmektedir. Her iki koalisyon hükümeti de, bu reformu yapacakları iddiasını programlarına yazmışlardır. Türkiye’de personel rejiminde bir reform yapılması ihtiyacı doğrudur. Yani, 1970’lerin başında, 1971’de, 1972’de getirilen personel düzenlemesi, zaman içerisinde birçok bakımdan değişikliklere, bozulan dengelerin yeniden ihyasını gerektirecek durumlara düşmüştür. Bunun bir an önce, bir genel düzenleme çerçevesinde çözümlenmesi gerekir.

Ama, şimdi bu yapılan son düzenlemeyle, Türkiye’de artık personel reformu yapmak, çok daha güçleşmiştir. Çünkü, bu yapılan düzenlemenin, bir genel mantığı yoktur. Hangi bakan fazla bastırmışsa, o kendi memurlarına daha fazla imtiyaz sağlamıştır. Mesele bir genel denge içerisinde, çeşitli bürokrat gruplarının özel menfaatlerini dengeleyecek bir yaklaşım içerisinde çözülmemiştir. Mesela, hakimlere, genel ortalamanın çok üzerinde artış sağlamıştır. Buna mukabil, memurlar içerisinde en büyük grubu teşkil eden öğretmenler, bu düzenlemeden en fazla haksızlığa uğrayan kesim olmuştur.

Netice itibariyle, yapılan düzenleme, hükümetin enflasyona teslim olduğunun itirafı niteliğindedir. Yani, hükümet artık, altı ay sonraki enflasyonu dahi kestirmenin mümkün olmadığı kabul etmiştir ve yapılan maaş artışlarının süresini üç aya indirmiştir. Üç aylık uygulamanın anlamı budur.

Eğer bundan sonra, önümüzdeki dönemde, bu aylık artışlar şekline dönüşürse, bu da bizim için sürpriz olmamalıdır. Yani tam anlamıyla eşel mobil sistemine, yürüyen merdiven sistemine geçilmesi imkanı da mevcuttur.

Aslında, bu uygulamayla, Türkiye’de enflasyonu önleme yolunda, maaş düzenlemeleri aracılığıyla enflasyonun aşağıya çekilmesi yolunda bir adım atılmaya çalışılmaktadır. Ama diğer tedbirlerle beslenmediği için, diğer kesimlere, serbest çalışanlara, diğer meslek erbabına da aynı yaklaşım uygulandığı için, hatta tam tersine yakaşım uygulandığı için, bunun sonuç verilmesi mümkün değildir. Çünkü Türkiye’de enflasyonun nedeni, memurlar ve emekliler değildir. Türkiye’de enflasyonla mücadele, sadece memur ve emekli maaşlarında yapılacak düzenlemelerle yürütülemez. Böyle bir mücadelenin, demin dediğim yürütülmesi gerekir. Herkesin özverisini sağlayacak bir şekilde yürütülmesi gerekir.

Bu Hükümet, bu Koalisyon hükümetlerinin yaptığı, aslında ödeme güçlüğüne filan düşmemiş olan, tersine daha küçük yatını satıp daha büyük yatı alan, daha küçük villasını satıp daha büyük villa alan, uçak alan birtakım insanların vergi borçlarının affetmek , yani oradan devletin sağlayacağı gelirden vazgeçmek, bunun ceremesini de enflasyonun altında maaş artışı sağlamak suretiyle memur ve emekliye ödetmek olmuştur.

Bakın, yıl itibariyle bakarsanız, ortalama memurların enflasyona göre yüzde 15 kaybı vardır. Demin dediğim gibi, öğretmenlerde ve hele emeklilerde, bu çok daha yüksek orandadır. Yani Hükümet, daha önceki açık taahhüdüne rağmen, memuru ve emekliyi enflasyona ezdirmiştir. Bu konudaki vaadini yerine getirememiştir. Hükümetin kendi memurunu, kendisi için çalışan insanları veya geçmişte kendisi için çalışmış olan insanları vergi kaçırma imkanı olmayan insanları enflasyona ezdirmesi, elbette ki o devlet adına utanılacak bir şeydir. Ama bakın, adına bu düzenlemeyle ilgili yapılan açıklamalarda, gerçeklerin eğilip, çarpıtılmaya çalışılmasıdır.

Hükümetin bu düzenlemeyle enflasyonu karşılayacak ölçüde maaş artışı sağladığı iddiası, açıkça yalandır. Bir yıl itibariyle, ilk altı ayda verilen de dahil, sene sonuna kadar, sene sonunda, sene başına göre sağlanan artış, ortalama yüzde 70’i geçecektir. Şu anki enflasyon oranı aynen muhafaza edilse dahi, memur ve emeklilerin ortalama % 15 kaybı söz konusudur ama burada yapılan bir başka hesap oyunu bir başka aldatmaca daha var. Eğer şimdiye kadar ki düzenleme devam ettirilseydi, bu ay Temmuz, önümüzdeki ay Ağustos, Eylül aylarında, memurlar bir önceki aya göre altı aylık ne verilecekse, % 28 ,% 26 neyse fazla maaş alacaklardı. Şimdi, bu üç ay alacakların maaş alacakları sadece yüzde 12’dir. Yani, meseleyi, sene sonu aldığı aylığın, sene başındaki aldığı aylığa oranı olarak bakarsanız, farklı sonuca ulaşırsınız, ama bunu yıllık ağırlıklı ortalama olarak bakarsanız, demin dediğim gibi, enflasyonun çok altında bir rakamla karşılaşırsınız.

Tabii, kendi memurunu koruyamayan programına yazdığı, millete ilan ettiği taahhüde rağmen memurunu, emeklisini hayat pahalılığı karşısında ezdiren bu hükümet, buna karşı sokağa düşen, protesto için yürüyen memurunu da, devletin polisine joplatmak, devletin polisine su sıktırmak zorunda kalmıştır.

Bunlar, değerli arkadaşlarım, bu ülkeyi sekiz sene biz yönettik, Anavatan iktidarı yönetti, sekiz sene karşı karşıya olduğumuz şartlar, bugünkünden daha rahat şartlar değildi. Ama, Türkiye’de sekiz sene boyunca memurlar hiç sokağa dökülmedi, memurla polis hiç karşı karşıya gelmedi. Türkiye’de bizim yönettiğimiz dönemde, eşkıyanın yine milletin huzurunu bozmak için birtakım teşebbüsleri oldu, devlete karşı isyan teşebbüsleri oldu. Ama bizim dönemimizde, eşkıya, faaliyetini dağda icra ediyordu. Şimdi, koalisyon hükümetinde eşkıya, artık şehirleri basmaktadır. Terörün bugün geldiği boyut, biraz önce Sayın Kayalar arkadaşımın da ifade ettiği gibi, bu memleketin neresinde, hangi köşesine yaşarsa yaşasın, ister köyünde, isten en büyük şehrinde, hepimizin hayatını tehdit edecek boyutlara varmıştır. Dünyanın hiçbir ülkesinde, hemen ifade edeyim dünyanın hiçbir ülkesinde, fertlerin yaşama hakları, devletin yüzde yüz güvencesi altında değildir. Yani hiçbir devlet, dünyanın en güçlü devleti de olsa, bir risk, her ülkede söz konusudur. Ama, herhalde bu riskin en yüksek olduğu ülkelerden birisi, bugün Türkiye’dir. İşte, Lütfullah KAYALAR arkadaşım da söyledi, geçen hafta diğer arkadaşımı da dinledik, beklenmeyen olaylar karşısında devletin geçici olarak bu olayları önleyememe durumunun ortaya çıkması, her an, her zaman mümkündür. Ama, gösterilerle, davulla çala çala, sekiz saat devam eden bir eylemin sonucunda, 30 kusur insana devletin sahip çıkmaması, onları oradan tahliye edememesi, onların hayatını kurtaracak tedbirleri alamaması, eğer başka bir ülkede olsaydı, bütün hükümeti götürürdü. Eğer Türkiye’nin bugün aynı hükümet, bu olaya rağmen bir valiyi değiştirerek, bir belediye başkanını görevden alarak göreve devam edebiliyorsa, bu sadece bu hükümetin güçsüzlüğünün sonucudur.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Başbakan hafta sonu gazetelere verdiği beyanatlarda, dört tarafı yangın yerine dönmüş bir ülke devraldığını ifade etmiştir. Şimdi bakın, Türkiye’yi 20 ay boyunca bir koalisyon hükümeti yönetmiştir. Sayın Başbakan, Başbakan olarak görevlendirildikten sonra, birinci koalisyon hükümetinin, kendisinin de içinde bulunduğu, hatta ekonominin yönetiminin sorumluluğunu üstlendiği birinci koalisyon hükümetin başarılı bir hükümet olduğunu söylemiştir. Şimdi bugün, 150 trilyon lira borç devraldığından yakınmaktadır. Bu nasıl bir başarılı hükümettir ki, Sayın Çiller’ e 150 trilyon ek borç devretmiştir? Sayın Başbakan, bütçe açığının, öngörülenin üç katına varacağından şikayet etmektedir. O zaman, bu nasıl bir başarılı hükümettir ki, bütçesini yüzde 300 yanılmayla hesap etmiştir?

Bana kalırsa, Sayın Çiller, ucuz kahramanlık peşindedir. Çünkü, devraldığı tabloda, kendisinden daha fazla sorumlu olan hiç kimse yoktur.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin bugün birçok sorunları var. Terörün durumu malumdur. Artık günlük rakamlar yüzlerle ifade ediliyor. Ekonominin durumunu başka hiç kimsenin söylemesine falan lüzum yok, Başbakan kendisi ikrar ediyor, bir yerde suçunu ikrar ediyor.

Şimdi, ekonomi bu durumdayken, terör bu boyutlara varmışken, dış politikada ben sadece bir tanesine değindim. Türkiye’nin önünde çok önemli bir takım meseleler dururken ve Türkiye dış politikada, dış dünyada devamlı itibar kaybeden bir ülke durumuna düşürülürken, bütün bunların hepsinden daha önemlisi, Türkiye’nin bugün maalesef bütün bu meselelerin üstesinden gelebilecek yapıda, ehliyette, bir hükümet tarafından yönetilmiyor olmasıdır. Devlet idaresinde başarının şartları vardır. Bir tanesi hazırlıktır, hazırlıklı olmaktır, programlı olmaktadır. Eğer, bu hükümetin bir hazırlığı, bir programı kalsaydı, bugün böyle arayış içinde olmazdı.

İkinci şart, ehliyetli olmaktır. Eğer bu hükümetin bir ehliyeti olsaydı, 20 yıldır bunu milletten gizlemezdi.

Üçüncü şart, yani hem programınız olacak, hem hazırlığınız olacak, hem ehliyetiniz olacak, hem de bunu uygulamaz için kadronuz olacak. Bu hükümetin, kadro konusundaki zaafı, diğer zaaflarını bastıracak ölçüdedir.

Bizim, bürokratlarımızı görevden alıyorlar. Aslında bizim bürokratlarımız filan değil, devletin bürokratları, hiçbir partiye mensup olmayan, sadece bizim zamanımızda bulunmuş, getirilmiş bürokratlar. İçlerinde, dünya çapında bürokratlar var. Türk devleti için nimet olan bürokratlar var. Sırf kapris uğruna, sırf geçimsizlik yüzünden, teker teker insanları küstürüp, onların uluslararası kuruluşlardaki görevlerine dönmeye zorluyorlar. Teker teker bürokratları görevlerinden uzaklaştırıyorlar. Haydi bizim zamanımızda gelen bürokratları alıyorlar, şimdi kendi zamanlarında getirdikleri bürokratları da görevden alıyorlar. Ve, birtakım bakanlıklarda, çaresizlikten gene bizim dönemimizin bürokratlarıyla çalışmak zorunda kalıyorlar. Yani, bu hükümetin en önemli zaafı en zayıf olduğu konu, aslında kadro konusudur. İyi bir kadro oluşturmadan devleti yönetmek mümkün değildir. Uyumlu çalışan, ehliyetli bir kadro kurmadan, devlet gemisini yürütebilmek mümkün değildir.

Kısacası değerli arkadaşlarım, bu hükümetten hiç umudum yoktur. Çünkü, Sayın Çiller’ in kafasında netlik yoktur, kendi partisinde bir netlik yoktur, koalisyon ortağından yana da hiç şansı yoktur. Tabii bu durum karşısında, da, daha 10 uncu günde sinirleri bozulmaya başlamıştır.

Bozuk sinirleri devlet yönetilmez. Hele bu kadar kritik bir aşamada, eğer devleti yönetmek istiyorsa, görevine devam etmek istiyorsa, evvela sinirlerini dinlendirmesi lazım. Doktorlar beni herhalde tasdik edecektir.

Değerli arkadaşlarım, son bir konu var. Biliyorsunuz geçtiğimiz hafta içerisinde, Anaya Mahkemesi Halkın Emek Partisinin kapatılmasına karar verdi. Ve, bu partinin kapatılmasını gerektiren fiilleri birinci derecede işledikleri değerlendirmesiyle, aralarında şu anda Meclis Başkan vekili Sayın Fehmi IŞIKLAR’ ın da bulunduğu kişilerin tecziyesini, yani yargıya sevk edilmesi kararlaştırdı. Bunlardan Sayın IŞIKLAR’ ın da, milletvekilliğinin düşürülmesine karar verilerek, bu kararını meclise bildirdi.

Şimdi, Türkiye’de, bir milletvekilinin milletvekilliğinin yargı kararı yoluyla düşmesi, ilk defa ortaya çıkan bir durumdur, geçmişte hiç örneği yoktur. Normalde Meclisler, üyelerinin üyeliklerinin düşmesine kendileri karar verirler. Ama, zannediyorum ki, bu meselede, bizim, meseleye meclisin iradesinin üzerinde biniradenin var olup olmadığı açısından bakmamız doğru değildir. Bizim burada, bakmamız gereken doğru açı, siyasetin mevcut hukuk kuralları içerisinde mi, yoksa onların dışında mı yapılacağı meselesidir. Elbette ki, bir Meclis Başkan vekilinin bu şekilde milletvekilliğinin düşmesi, hepimiz için üzücü bir olaydır. O milletvekilini bu meclise gönderen, o iradeye de hepimizin saygılı olması gerekir. Ama, herhalde bunlar kadar önemli olan bir olay, bu meclise gelen her milletvekilinin, bu devletin yürürlükte olan anayasasına ve o anayasaya uygun olarak meclis kürsüsünde, millet huzurunda yaptığı yemine mutlak sadakat içinde olmasıdır.

Değerli arkadaşlarım, şimdi bu konuyla ilgili olarak, bazı girişimler var. Bir kere meclis başkanımız, kendisi bir yorum yaparak, gerekçeli karar kendisine ulaşmadıkça bu kararı uygulamaya koymayacağını ifade etmiştir. Gerekçeli karar, herhalde birkaç ay sürecektir, bir-iki ay sürecektir, bilmiyorum. Bu karar meclise geldikten sonra, bu süre zarfında, daha doğrusu gelinceye kadar, anayasanın 84 üncü maddesinin emreden anayasa hükmünün değiştirilmesi, yani milletvekilliğinin düşmesinin önlenmesi düşüncesi ortaya atılmıştır. Sanıyorum ku, 133 üncü madde gibi, yani anayasadaki radyo ve televizyonlarla ilgili değişiklik gibi, bu konuda eninde sonunda bizim tutumumuza bağlı olarak belirlenecektir.

Benim şahsi görüşüm, bu meseleye kişisel mülahazalarda yaklaşmamaktadır. Yani, kişiler için anayasa değişikliği yapmamaktır. Ama, bu benim şahsi görüşümdür. Partili arkadaşlarımla, organlarımızla daha bu işi tartışmadık. Bu konuda tecrübeli arkadaşlarımızın da görüşlerini alacağızı, kurullarımız da tartışacağız. Ama benim şahsi düşüncem, daha önce bu düşüncemi destekleyen bur tutumumuz var biz biliyorsunuz daha önce kamuoyuna, anayasa değişikliği konularının perakende olarak, münferit olarak ele alınmasına karşı olduğumuzu, anayasanın değişmesi gereken veya değişmesi önerilen bütün maddelerini bir bütünlük içerisinde tartışmaya hazır olduğumuzu, öyle tek tek seçilmiş maddelerin ele alınıp değiştirilmesini desteklemeyeceğimizi ifade etmiştik. Daha sonra bir istisna yaptık, onu sizin rızasını alarak ben götürdüm. Liderlere de söyledim. Sadece bu radyo televizyon konusunda, mevcut hukuk dışı durumun ortadan kaldırılabilmesi için veya toplumu çok yakından ilgilendiren bir konu, acil bir konu olduğu için, sadece o konuda, sizlerin rızasıyla bir istisna yaptık, 133 üncü madde değişikliğine destek verdik, ama bunun dışında ben, hangi konuda olursa olsun, 84 üncü madde olsun, başka madde olsun, böyle münferit olarak gelebilecek, emrivaki, perakende değişikliklere, anavatan partisi olarak destek vermemizin, hem bu tutumumuzla tutalı olmayacağını, hem de temelde yanlış olacağına inanıyorum. Ama, demin dediğim gibi bu benim şahsi görüşüm.

Değerli arkadaşlarım, geçtiğimiz hafta sonu, Cumartesi, Pazar ve Pazartesi günlerinde, Bursa, Yalova ve Kocaeli’nin ilçelerini kapsayan bir gezi yaptım. Üç günde, 19 yerde konuşma yaptım. Benimle gelen arkadaşlarım, bölge milletvekili arkadaşlarım gözlemişlerdir, beklediğimin çok ötesinde anavatan partisine karşı sıcak bir ilgi gördüm. Sanıyorum ki, bize gösterdiği ilgi ile vatandaşımız aynı zamanda, bugünkü koalisyon hükümeti kanunundaki umutsuzluğu veya düş kırıklığı da sergilemek istemektedir.

Anavatan Partisinin, toplumun gözünde yeniden bir umut partisi haline geldiğini gördüm. Geçen toplantıda da söyledim. Milletin umudu olmak, siyasette iyi bir şeydir, herkesin istediği bir şeydir. Ama, bize çok ağır sorumluluklar getiren bir şeydir. Hele Türkiye’nin bugünkü ortamında, her gün sayıları giderek artan, bir yandan da giderek ağırlaşan bu sorunların üstesinden gelmek için, umut haline gelmez, aslında her babayiğidin harcı değildir. Anavatan Partisi olarak, bu umudun bize beraberinde getirdiği sorumlulukları da, mutlaka müdrik olmamız lazımdır.

Onun için, teker teker, ister teşkilat mensubu arkadaşım olsun, ister milletvekili arkadaşım olsun, hepimizin önümüzdeki dönemde, daha az dinlenip daha çok çalışmamız lazım, vatandaşın ayağına gitmemiz lazım. Eğer burada konuştuklarımız, burada kalırsa partiye bunun bir faydası olmaz. Partimizin görüşlerini, partimizin önerilerini, çözümlerini en ucra yere kadar ulaşıp vatandaşa anlatmamız lazım. Yani, birincisi, daha çok çalışmamız lazım.

İkincisi, birlik beraberliğimizi korumamız lazım. Bugün Türkiye’de kendi içerisinde sorunu olmayan tek parti Anavatan Partisi’ dir.

Bu durumda korumamız lazım, bu durumu pekişmemiz lazım. Büyük kongreden de aynı anlayış içerisinde çıkmamız lazım. Ve, bir yandan bu birliğimizi korurken, bir yandan da Partimizin tabanını genişletmemiz lazım.

Biz, şu anki Anavatanlılar olarak, birbirimize ve ilkelerimize sıkı sıkıya bağlı kalırsak, partiye alacağımız yeni insanların partimizin huzurunu bozmasından hiç kimsenin endişesi olmaz. Yani, hiç kimsenin gücü, o zaman, partinin huzurunu bozmaya yetmez. Ama bunun şartı, evvela anavatan asli sahiplerinin, bugünkü sahiplerinin, bugünkü yöneticilerinin partiye ve birbirlerine sahip çıkmalarıdır.

Önümüzde bizi bekleyen bir başka sorumluluk daha var. Türkiye’nin sorunları artıyor. Türkiye’nin sorunları ağırlaşıyor, çözümleri güçleşiyor. Anavatan Partisi olarak, bir yandan iktidar mücadelesi yaparken, yani bugünkü siyasi iktidarın tutarsızlıklarını, zaaflarını milletimize anlatırken, öte yandan da mutlaka, bütün bu sorunlara geçerli çözümler üretmek zorundayız. Sadece kötüleyen, sadece yetki isteyen bir parti olmakla yetinemeyiz. Aynı zamanda çözüm gösteren bir parti olmak zorundayız. Geçmişteki muhalefet, bugünkünden çok daha kolaydı, geçmişte karalamak yeterdi, geçmişte ben bilirim, bana güvenin demek yeterdi. Bugün Türkiye’de siyasetin geldiği noktada, artık klasik muhalefet olmakla bir yere varamayız. Millete, aydı zamanda, bu sorunları nasıl halledeceğimizi de, anlaşılır bir biçimde anlatmak zorundayız. Bir şey daha var, bizim gayemiz sadece iktidar olmak değil, bizim nihai gayemiz iktidar da başarılı olmak. Bizim gayemiz, iktidar olunca, işte koalisyon gibi, millete mahçup olmamak, milleti pişman ettirmemek.

Onun için hem iktidar olabilmemiz için, hem de iktidarda başarılı olabilmemiz için, mutlaka, bütün bu sorunlara çözümler üretmek zorundayız. Bu çözümler, kalıcı çözümler değildir, yani olayların dinamizmi içerisinde bunları her gün gözden geçirmeliyiz, yeni unsurlara göre revize etmek zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, bugün muhalefet olmak ve Ana muhalefet olmak, Türkiye’de, çok sorumluluk gerektiren, çok güç bir iştir. Ama, bu dediğim şeyleri yapmazsak, başarılı olmamız mümkün değildir. Ve unutmayın, milletin bizden başka umudu mevcut değildir.

Hepinize saygılar sunuyorum.