ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ’ IN
TBMM GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA
 
26 Ekim 1993

Değerli arkadaşlarım; Cumhuriyetin 70 inci yıldönümünü kutlamaya hazırlandığımız şunlerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti, belki de kuruluşundan bu yana en ağır tehditlerden birisiyle karşı karşıyadır.

Açıkça söylemekte yarar var; bugün dünyada Türk Devleti kadar yaygın terör tehdidiyle karşı karşıya bulunan herhangi bir ülke yoktur. Ve bugün dünyada mevcut terör örgütleri arasında Türkiye'deki bölücü terör örgütü kadar vahşi terör yapan başka bir örgüt de mevcut değildir. Türkiye'deki eşkıya çetesinin, terör örgütünün hedefi, sadece Türk Devleti değildir. Memleketimizin bir köşesinde yaşayan masum insanlar, bu terörün acımasız tehdidi altındadırlar. Sadece dün Türkiye'nin değişik yerlerinde 60 kişi terörden can vermiştir. Geçen haftaki toplantımızda söyledim, geçtiğimiz iki yıl içerisinde terörden ölen vatandaşlarımızın toplamı, bundan önceki, bizim iktidarımız dönemindeki 8 yıl boyunca ölenlerin toplamının 1,5 katını aşmıştır.

Sadece şu geçtiğimiz 20 ay içerisinde, Koalisyon İktidarı döneminde şehit edilen öğretmen sayısı 77'dir, şehit edilen din görevlisi sayısı 25'tir, kaçılan öğretmen sayısı 7'dir, bin küsur okul güvenlik nedeniyle kapalıdır, 300 küsur okul teröristler tarafından yakılmıştır. Ve maalesef,tün bunların sonunda, terör bugün o noktaya gelmiştir ki, orada askerî harekâtı yöneten Türk Devletinin bir generali teröristlerin kurşunlarıyla can vermiştir.

Şimdi, bu gelişmeler. en başta terörün be!İ kırılmıştır, terör ezilmek üzeredir, terörün bir nefeslik canı kalmıştır gibi, devlet adına, devlet yetkilileri tarafından yapılan bütün açıklamaların doğru olmadığının ispatıdır. Olaylar, resmî açıklamaları tekzip etmiştir. Terör karşısında bir devletin yaptığı ve meşru olan mücadelede, o devlete en fazla zarar verecek olan husus, bu mücadeleyi yapan devletin görevlilerinin milletin gözünde inandırıcılıklarını kaybetmeleridir. Türkiye'de büyük bir terör tehdidi karşısında olduğumuz gerçeği yanında, aynı zamanda, maalesef böyle bir zaafla da karşı karşıyayız.

Değerli arkadaşlarım, böyle bir terörle karşı karşıya olan bir ülkede elbette ki meşru mücadele yapılacaktır, elbette ki devlet adına gereken tedbirler alınacaktır. Onun bunun ne dediğine bakmadan alınacaktır. Devletin varlığının, devletin devamlılığının, vatandaşlarımızın can güvenliğinin sağlanmaları için gerekli bütün tedbirlere tevessül edilecektir; ama, burada en başta yapılması gereken bir şey var, o da paniğe kapılmamaktır. Olaylar bizi serinkanlı düşünmek, bu olaylara çare olabilecek çözümleri bulmaktan alıkoymamalıdır. Ama eğer bu memlekette herkes paniğe kapılsa bile, paniğe kapılmaması gereken bir insan varsa o da Başbakandır. Maalesef Başbakan şu anda panik halindedir. Ne yaptığını bilmez haldedir. Söylediği şeylerin birbiriyle tutarlılığı yoktur. Kendisi tehlikenin artmadığını, sadece bir strateji değişikliğinin söz konusu olduğunu söylemektedir. Açıkça söylüyorum ki bu doğru değildir, tehlike artmıştır. Bu kadar büyük bir teşhis yanlışlığıyla doğru çözüm üretmek mümkün değildir.

Hükümetin kuruluşundan 100 küsur gün sonra bu meseleyle ilgili sorumluluk tevdi edilen iki bakan değiştirilmiştir. Bu dahi Başbakanın meseleye başlangıçta ne kadar yanlış teşhis koyduğunun bir başka göstergesidir. Şimdi düşünün ki, terörle mücadelede devlet adına sorumluluk yüklenecek olan İçişleri Bakanı, Savunma Bakanı işe sıfırdan başlayacaktır. yeniden öğrenecekler ve ondan sonra bu mücadeleyi daha etkin şekilde yürütmeye Çalışacaklardır. Devletin terörle mücadelesinde bir 100 gün daha kaybedilmiştir. Ama mesele maalesef sadece iki bakanın değiştirilmesiyle geçiştirilecek bir mesele değildir. Hükümetin, Koalisyon Hükümetinin meseleye başlangıçtan beri doğru teşhis koyamadığını, başlangıçtan beri yapılan mücadelenin eksik olduğunu, yanlış olduğunu, bu kadar tutarsızlıkla bu kadar yanlış teşhislerle bu İşin üstesinden gelinemeyeceğini, bu husustaki endişelerimizi her fırsatta dile getirdik. Ben burada her hafta konuşmalarında dile getirdim.

Sayın Başbakan, bu konuda bir liderler zirvesi, bir parti başkanları toplantısı yapılması konusunda Amerika'da bir beyanda bulundu. Ama bundan önce de muteaddit defalar benzer beyanlarda bulunmuştu. Amerika'ya gitmeden önce Kıbrıs konusunda parti liderleriyle bir toplantı yapacağını, Kıbrıs konusunda ortak bir milli politika tespit edileceğini ifade etmişti; bu toplantı yapılmadı. Ve Amerika'da bu konuda ne konuştuğunu şu anda bilmiyoruz. Yine kendisi,Almanya seyahati sırasında, döner dönmez, parti Başkanlarını tekrar ziyaret edeceğini ifade etmişti. Döndükten sonra bizi ziyaret etmedi. Kendisi, Amerika'da bir demeç verdi, döner dönmez parti başkanlarını toplayacağım dedi. Benim daha önce yapılmış bir programım vardı, Hamburg'ta bir uluslararası toplantıya katıldım. Bugün için de, Bavyera'da yeni seçilen Başbakanla bir randevum vardı.Bu arada, kendisi beni aramak nezaketinde bulunmadı, kendisi adına, olup olmadığı belli değil bir Devlet Bakanı, Sayın Pakdemir'liyi aradı veya bir arkadaşımızı, galiba Burhan Bey'i aradı, Sayın Başbakanın bizimle görüşmek arzusunda olduğunu iletti.

Şimdi değerli arkadaşlarım, parti başkanları toplantısı niye yapılır veya bir Hükümet Başkanı, bir muhalefet lideriyle niçin görüşür? Yani, kendi önerisine, meclisin desteğini, muhalefetin desteğini katmak İçin görüşür. Önerisini izah eder, biz şu çözümü düşünüyoruz der. Şu nedenlerle bu çözümü getiriyoruz der. Muhalefetin de desteğini ister. Bu birincisi, ikincisi, hükümetin hiçbir çözümü yoktur. Hükümet, bir arayış içerisindedir, Hükümet, muhalefetle görüşmelerinde, onlardan çözüm önerisi bekler. Tabiî ki bu normal bir yol değildir. Çünkü hükümet olmak demek, çözüm önerilerinizi de getirme yükümlülüğünü size yükler. Maalesef bu hükümetin hiçbir çözüm önerisi yoktur.

Bundan dört ay önce, 12 Temmuz 1993 günü, Sayın Başbakan bizi ziyaret etti. Bize hiçbir öneri getirmedi. 0 zaman da burada ifade ettim, bize hiçbir öneri getirmedi. Ben, şunu şunu şunu yapmayı tasarlıyorum demedi. Bize, bu millî bir meseledir, bu hükümetin meselesi değildir. Bu devletin meselesidir. Siz bu meselede bize ne öneriyorsunuz dedi. Aslında, demokratik bir sistem içerisinde, tabiî karşılanamayacak olan hükümetin zaafına yorumlanabilecek olan böyle bir diyalogda, biz gene de yapıcı davrandık, neler önerdiğimizi kendisine söyledik. Bu önerilerimizden, bugüne kadar ancak bir tanesinde çok mütevazı bir adım atılmıştır. Biraz sonra detaylarını izah edeceğim. Ama, diğer önerilerimizin akıbeti konusunda hiçbir bilgimiz yoktur. Zaten meselenin esasında şöyle bir sakatlık var: Diyelim ki hükümet, bu meselede politika üretemiyor, yani hükümetin herhangi bir çözüm önerisi yok, hükümet bir arayış İçerisinde, çözüm arıyor. Çözümü ararken bize de geliyor, fikir soruyor. Bizim bu konuda. kendisine bir öneri yapabilmemiz için, duruma vakıf olmamız lazım, bilgilendirilmiş olmamız lazım.

Değerli arkadaşlarım, Koalisyon Hükümeti kurulduğundan beri, ne Başbakan tarafından ne de onun görevlendirdiği herhangi bir yetkili tarafından bize verilmiş olan en küçük bir bilgi söz konusu değildir. Bakın, ben açık söylüyorum, öyle protokole falan meraklı bir insan değilim, Başbakanın eğer meşgalesi çoksa, İşi çoksa, bu işle görevlendireceği herhangi bir devlet görevlisinden bilgi almaya hazırım. Bu bir bakan olabilir, müsteşar olabilir. Ama, bugüne kadar, muhalefeti bilgilendirme yönünde, millî mutabakat aradığı insanlara, millî uzlaşma aradığı partilere, olayların gerçek yönü konusunda bilgi verme yönünde en ufak bir çabalan olmamıştır. Eğer bizim kendi bilgi kaynaklarımız olmasa, bölgeye gönderdiğimiz özel temsilcilerimiz olmasa, parti teşkilatlarımızdan aldığımız bilgiler olmasa, bizim kaynaklarımız gazete okuyan, televizyon seyreden sade vatandaştan farklı değildir.

Devletin bilgilerini muhalefetle paylaşmayan bir iktidarın, muhalefetten çözüm önerisi beklemeye de hakkı yoktur. Dün, Milli Güvenlik Kurulu'nda ne konuşulduğunu bilmiyoruz. Başbakanın gazetelere yansıyan, bu İşi ancak ben çözerim, bir tek ben çözerim, her şey kafamda var, tarihî kararlar aldım, bunları uygulamak için millî mutabakata ihtiyacım var ifadelerinin altında nelerin yattığını bilmiyoruz. Bunların, Milli Güvenlik Kurulunda dile getirilip getirilmediğini bilmiyoruz. Millî Güvenlik Kurulunun açıklaması hiçbir şey söylemiyor. Olağanüstü halin sadece dört ay uzatılmasının tavsiye edildiğini söylüyor.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, 12 Temmuz 1993 günü yaptığımız görüşmede, Sayın Başbakana yaptığım öneriler, esas İtibariyle şu mantığa dayanmaktadır: Ben, devletin terörle yaptığı mücadelenin iki boyutu olduğuna inanıyorum. Birinci boyutu, bölücü teröre karşı yapılması zorunlu olan, esasen hiç kimsenin de karşı çıkmadığı, herkesin meşru kabul etmeye mecbur olduğu devlet adına yapılan silahlı mücadeledir. Silahlı insanlara karşı silahlı mücadeleden başka mücadele yöntemi yoktur. Onlar ne kadar güç kullanırlarsa, siz devlet olarak daha fazla güç kullanın, onların bu teşebbüsünü bastırmaya mecbursunuz. Bunun başka türlü bir mücadele tarzı daha henüz keşfedilmiş değildir. Ha, bir tek yol vardır, teslim olursunuz. Terörist size silahla gelmektedir, siz teslim olursunuz, onun isteklerini kabul edersiniz, topraksa toprak veriyorum, Anayasa'da ne değişiklik istiyorsan hepsini yapıyorum, kısacası teslim oluyorum dersiniz, mücadele biter. Teslim olmayacaksınız, daha fazla güç kullanarak, onu ezmekten başka çareniz yoktur. Bu mücadeleyi zaten hiç kimse, meşru saymamazlık edemez. (Alkışlar)

Ama, mücadele sadece bundan ibaret değildir. Mücadelenin bir başka boyutu daha vardır. Mücadelenin bu boyutu, orada yaşayan bölge halkını, orada yaşayan vatandaşlarımızı, devlete kazanma mücadelesidir. Mücadelenin bu boyutunu unutursanız, ihmal ederseniz, sadece bu boyutunda ne kadar güç kullanırsanız kullanın, netice almanız mümkün değildir. Onun içindir ki, bu mücadelenin sadece silahlı bir mücadele olmadığını, sadece silah kullanılarak başarıya ulaştırılabilecek bir mücadele olmadığını hepimiz kabul etmek zorundayız. Ama, halkı devletin yanına çekmek için, oradaki vatandaşlarımızı terörün tehdidi altında veya birtakım propagandanın etkisi altında devletten soğuyan, devletten uzaklaşan, teröristlere yardım etmeye mecbur bırakılan vatandaşlarımızı yeniden devletin yanına çekmek İçin, devlet olarak onları kazanmamız için, muhayyilemizi en geniş ölçüde işletmek zorundayız. (Alkışlar)

Burada yapabileceğimiz şeyler vardır, yapmamız gereken şeyler vardır. Yapabileceğimiz şeyler neyse, onların hepsini, açık yüreklilikle, önyargısız olarak görüşmeye, tartışmaya, değerlendirmeye hazırız. Ama, yapmamamız gereken şeyler var. Biraz önce burada ifade edildi. Bizim istihbaratımıza göre, güvenlik nedenleriyle 700 küsur köy, 700 küsur köyde yaşayan vatandaşlarımız göçe mecbur edilmişlerse, göçe mecbur edilen bu vatandaşlarımız, kendi kaderlerine terk edilmişlerse, devlet onların elinden tutmamışsa, evlerini yıkıp, başınızın çevresine bakın demişse, bu mücadeleyi kazanmak mümkün değildir. Ne kadar silah kullanırsanız kullanın, mümkün değildir. Ne kadar asker kullanırsanız kullanın mümkün değildir. İşte bu, yapmamamız gereken şeydir. Bu hükümet zamanında, bu yapılmaktadır. Orada, vatandaşı devletin yanına çekmek için, devlet olarak vatandaşa daha sıcak yaklaşmaya mecburuz. Masum halkı kanlı teröristten ayırmaya mecburuz. Bu sabır İster, emek ister. Ama bunu yapmaya mecburuz. Bu yapılmadığı zaman, oradaki halkı kazanmak mümkün değildir. Ne kadar güç kullanırsanız kullanın mümkün değildir.

Burada daha önce söyledim, bizim getirdiğimiz olağanüstü hal kadrolarını parti teşkilatları aracılığıyla haraç mezat satan bir iktidarın, oradaki halkı devletin yanına çekmesi mümkün değildir.Ben, son gidişimde, Adıyaman'da partili arkadaşlarımıza sordum, bu olağanüstü hal kadrolarının satışı halen devam ediyor mu dedim, dediler ki, eskiden 30 milyon liraydı, şimdi 70 milyon liraya çıktı. Bizim arkadaşlarımız bölgeyi ziyaret ettiler, Eyüp Aşık arkadaşım gitti, milletvekili arkadaşlarım gittiler, iktidar partilerinin il başkanları kendilerine ikrar ettiler, kadroları sattıklarını. Böyle bir devleti, orada halka sempatik gösterebilmek mümkün değildir. Oradaki halkı böyle bir devletin yanına çekmek mümkün değildir.

Şimdi değerli arkadaşlarım, özetle, bu mücadelenin bir silahlı mücadele yönü var, bir psikolojik mücadele yönü var. Psikolojik mücadeleyi İhmal edersek, diğerinde netice alamayız. Ama, sadece halkı devletin yanına kazanmak için önerilen birtakım tedbirleri uygulayarak, silahlı mücadelede gereken şeyleri ihmal ederek de netice almak mümkün değildir. Zaten bu önerileri yapanların hiçbirisi, aklı başında olan hiçbirisi, bu önerilerle meselenin çözümleneceğini söylemiyor. Bu öneriler, sadece devletin orada eşkıyaya karşı yaptığı meşru hakkını kullanarak yaptığı silahlı mücadelenin, başarıya ulaşması için, tam netice verebilmesi için uygulanabilecek destek tedbirleridir, yardımcı tedbirlerdir. Ama sadece bunlarla netice almak mümkün değildir.

Esasen, bölgede yaşayan vatandaşlarımızın, şu an devletten ne beklediklerini, devletten ne İstediklerini, somut olarak araştırdığımız zaman görülecektir ki, çok küçük bir azınlık dışında, meseleye başka gözlüklerle bakan küçük bir azınlık dışında, oradaki vatandaşlarımızın hepsinin ortak beklentisi, devletin devletliğini göstermesidir. Devletin, kendisinin can güvenliğini sağlamasıdır. Mal güvenliğini sağlamasıdır. Bunun yolu da, silahlı mücadeledir. Oradaki vatandaşının güvenliğini sağlamayan bir devletin, ne kadar diğer alanlarda tedbir alırsa alsın, vatandaşlarını yanına çekebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, meselenin başlangıç noktası, meselenin özü devlet adının yapılan silahlı mücadelede, devleti daha etkin hale getirmektir.(Alkışlar)

Bugün, bu mücadelenin etkin yapıldığı söylenemez. Orada devlet adına bu mücadeleyi yapan insanların çok üstün bir fedakarlık duygusuyla bu görevlerini yapmaya çalıştıkları doğrudur. Ama, bu mücadelenin koordinasyonsuz olduğu için, istihbarat eksikliği olduğu İçin, bu iş için yetiştirilmiş özel birlikler tarafından değil de, kısa süreli eğitime, üç aylık eğitime tabi tutulmuş acemi erler tarafından yapıldığı İçin, gerektiği şekilde etkin biçimde yürütüldüğü söylenemez. Bunu artık askerî yetkililer dahi, kendi beyanlarında, açıkça dile getirmektedirler. Askerlik süresi, Koalisyon Hükümeti tarafından getirilen bir tasarıyla, 15 aya İndirilmiştir, 18 aydan 15 aya indirilmiştir. Şimdi Genelkurmay Başkanı, bu süre İndiriminin, Silahlı Kuvvetlerin gücünü olumsuz etkilediğini ifade etmektedir. Yani, bir yıl sonrasını dahi göremeyen böyle bir Hükümetle karşı karşıyayız. Ama, tekrar söylüyorum, daha Önce de söyledim, Başbakana da söyledim. Silahlı Kuvvetlerin bu mücadelede, en etkili güç olduğuna inanmıyorum. Silahlı Kuvvetlerle yapılacak mücadelenin, devlet açısından en elverişli mücadele şekli olduğuna inanmıyorum.

Dolayısıyla, aslında hepimizin öncelik vermesi gereken, hepimizin asıl kafa yorması gereken, birtakım fantezilere kapılmadan, birtakım yönlendirmelere, şartlandırmalara kapılmadan asıl meselenin özünde parmak basmamız gereken nokta, Öncelikli olan nokta. devletin eşkıyayla yaptığı bu silahlı mücadelede, hangi eksikliklerinin mevcut olduğu, bu eksikliklerinin nasıl giderileceği, kısacası devletin, bu silahlı mücadelede nasıl daha etkin hale getirileceğidir. Meselenin önceliği budur. Diğerlerin önemini inkar etmiyorum. Diğer tedbirler uygulanmazsa orada netice alınamayacağını söylüyorum. Ama, Önceliği şaşırmayalım diyorum. Öncelik, bu mücadelede devletin daha etkin hale getirilmesidir.

Şu anda, devletin yüzde 20 kapasite ile bu mücadeleyi yürüttüğüne inanıyorum. Devletin mevcut kapasitesinin yüzde 80'inin kullanılmadığına inanıyorum. Şu anda, bu mücadelenin asıl önem taşıyan, asıl tayin edici olan bu mücadelenin tamamen askerî yetkililere bırakılmış olduğunu söylüyorum. Hükümetin bu konuda hiçbir inisiyatifinin kalmadığını söylüyorum. Güvenlik işi hükümet tarafından silahlı kuvvetlere ihale dilebilecek bir iş değildir. Güvenlik kuvvetleri, bu mücadelede hükümetin emrindeki devletin gücüdür. Onlara hedef gösterecek olan, o hedefe ulaşıp ulaşmadıklarını denetleyecek olan Hükümettir. Türkiye'de bugün bu mevcut değildir.

Sayın Başbakana 12 Temmuzda söyledim, Silahlı Kuvvetleri bu mücadelede daha sınırlı ve daha belirli görevlere çekmek lazım. Sınır güvenliğini onlara vermek lazım. Yerleşim merkezlerinin güvenliğini Silahlı Kuvvetlere vermek lazım. Yani, yerleşim merkezleri dışında, oralarda normal güvenlik güçleriyle bastırılamayacak olayların zuhuru halinde müdahale etmek üzere Silahlı Kuvvetleri bulundurmak lazım. Sınır güvenliğinin sağlanması görevini Silahlı Kuvvetlere vermek lazım. Bugün Türkiye'de sınır güvenliği yoktur. 400 kilometrelik İran Sınırımız, iki tane karakolla korunmaktadır. Yani, İran'la sınırımız fiilen açıktır. Irak sınırımızın güvenliği sağlanamamıştır, Suriye sınırımızın güvenliği kısmen sağlanmıştır. Sınır güvenliği sağlanmadan, bu mücadeleyi ne kadar etkili yürütürseniz yürütün, netice itibariyle sonuç almanız mümkün değildir, başarılı olmanız mümkün değildir. İçerideki mücadeleyi başarıya ulaştırmanın İlk tedbiri, sınır güvenliğini sağlamaktır. Silahlı Kuvvetlere bu görev verilmelidir.

Asıl mücadele, teröristlerle yürütülecek silahlı mücadele bu iş için özel surette eğitilmiş, bölgeyi bilen, sürekli görev yapan özel harekat timleriyle yapılmalıdır. Bunu Sayın Başbakana söyledim. Hiçbir tepki vermedi o görüşmemizde. Ama bir ay sonra, İki ay sonra bir kanun hükmünde kararname çıkardılar. Kanun hükmünde kararname, iki tane polis akademisinin Özel harekat timlerinin yetiştirilmesi için tahsis edilmesini öngörüyor ve komando olarak askerliğini tamamlamış olan çavuş ve erbaşların, belli koşullar altında özel harekat timlerine geçiş yapabilmelerine imkan sağlıyor. Şu ana kadar atılmış tek olumlu adım budur. Bunu da memnunlukla karşılıyoruz. (Alkışlar)

Bakın, yetki kanunu iptal edildiği halde, bu kanun hükmünde kararnamenin iptali için Anayasa Mahkemesine gitmedik. Ama, şu anda uygulamanın ne noktada olduğu konusunda bilgimiz yok, bize bu konuda verilmiş bir bilgi yok. bizim, 4.200 tane olarak bıraktığımız özel harekat timlerinin şu andaki adedini bilmiyorum. Eğer resmi makamların verdiği bilgiler doğruysa, eşkıya örgütünün militan sayısı 15 binle 20 bin arasında seyrediyorsa, asgari 30 bin kişilik özel harekat timlerini, devletin mümkün olan en kısa sürede mutlaka devreye sokması lazımdı. Yani, şu anki kapasiteyi, 56 misli arttırmamız lazımdır. Ama mesele sadece, en uygun gücü oluşturmak, bu güçle bu mücadeleyi yürütmek meselesi değildir. Maalesef. devletin bu konuda önemli ölçülere varan bir istihbarat eksikliği söz konusudur. İstihbaratta yetersiziz.

Aslında, meydana gelen her olay, bu yetersizliğimizin ispatıdır. Bu konudaki düşüncemizi de dört ay önce Başbakana söyledik, Başbakan yine bana hiçbir tepki vermedi. Bu konuda ne yapıldığını da bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var, bir hafta önce Başbakan kendisi devletin istihbaratının son derece yetersiz olduğunu söyledi. Böyle bir komedi,herhalde, dünyanın hiçbir yerinde olmaz. MİT Müsteşarı doğrudan doğruya Başbakana bağlıdır. MİT Müsteşarını değiştirmek dahil, istihbaratla ilgili bütün düzenlemeleri yapmak, Başbakanın yetkisindedir. Başbakan adeta, kendisine bağlı bir kuruluşu, millete şikayet etmektedir. Ama, ne yapmak istediği konusunda, geliştirilmiş hiçbir öneri yoktur; hiçbir düşünce, çözüm söz konusu değildir.

Başbakana söylediğimiz üçüncü önemli eksiklik, koordinasyon yetersizliğidir. Şu anda bölgede, koordinasyon yetersizliği dolayısıyla güçler arasında istenilen ölçüde işbirliği sağlanamamaktadır. Bu da devletin gücünün tam olarak ortaya konulamaması sonucunu doğurmaktadır. Jandarma ayrıdır, emniyet ayrıdır, asker ayrıdır. Şimdi, bu mücadeleyi mutlaka daha koordineli bir şekle dönüştürmek zorunluluğu vardır. Bunun için, İçişleri Bakanlığı bünyesinde, sadece iç güvenlikle ilgili ayrı bir müsteşarlık kurulmasını önerdik. Dört aydan beri, bu meselede ne adım atıldığını, Hükümetin bu konudaki yaklaşımının ne olduğunu bilmiyoruz. Mesele artık kamuoyuna da intikal etmiştir. Bir koordinasyon eksikliğinin, orada görev yapan devlet görevlilerinin gücünü olumsuz etkilediği, bu koordinasyonsuzluğa mutlaka bir çözüm getirilmesi gerektiği konusu, artık daha geniş çevreler tarafından paylaşılmaktadır, seslendirilmektedir; ama Hükümet, bu konuda, herhangi bir somut çözüm getirebilmiş değildir.

Sayın Başbakana söylediğimiz bir başka husus daha var. Bu mücadeleyi ne kadar iyi teçhiz edilmiş, ne kadar iyi eğitilmiş birliklerle yaparsanız yapın, yani özel güvenlik birimleriyle yaparsanız yapın, istihbarat alanında, koordinasyon alanında, idari alanda alınması gereken tedbirlerin hepsini kusursuz alın, eğer bir hususu yapamazsanız, yine netice almanız mümkün değildir. O da, Türkiye'deki bölücü teröre destek veren yabancı ülkeleri bu desteklerinden caydırmak için yapılması gereken dış politika tedbirlerinin alınmasıdır. Bu alanda, Hükümetin bir şeyler yaptığını biliyoruz. Ama, neler olduğunu bilmiyoruz. Ve, bildiğimiz bir şey daha var; yapılanların hiçbir olumlu sonucu olmamıştır. Yani, ne yapıldığını bilmiyoruz; ama, ne yapılmış olursa olsun, olaylardan biliyoruz ki, hiçbir olumlu sonuç söz konusu değildir. Olağanüstü Hal Bölge Valisinin kendi beyanı var. Öldürülen teröristlerin arasında, Suriye uyruklu, hatta Suriye üniformalı kişiler varmış. Olağanüstü Hal Bölge Valisi söylüyor. Apo'nun Suriye'de barındığını herkes biliyor. Devletin istihbarat kuruluşunun elinde, barındığı evlerin adresleri var, telefon numaralan var. Askeri yetkililer, haberleşmenin dahi güvenlik kuvvetleri tarafından izlendiğini söylüyorlar.

E, Türkiye Suriye'ye karşı hiçbir şey yapamıyor. Suriye'yi caydırmak için hiçbir şey yapamıyor. Bunu anlamak mümkün değildir. Yani, yapılmış birtakım şeyler olduğunu biliyoruz. Birtakım ziyaretler, çeşitli düzeylerde ziyaretler olduğunu, özel temsilciler gönderildiğini filan biliyoruz; ama, bunların şu ana kadar en ufak bir olumlu sonucu ortaya çıkmış değildir. Dolayısıyla, ne yapılmış olursa olsun, bizi ilgilendiren, şu ana kadar bu yönde hiçbir olumlu sonuç alınmamış olduğudur. Aynı şey İran için de geçerlidir. Eşkıya örgütünün komutanlarından birisinin İran'ın hangi şehrinde oturduğu, hangi şehrinden Türkiye'deki terörist hareketleri yönettiği devlet tarafından biliniyor. İran'a gidiyor, bu konu anlatılıyor. bu konu görüşülüyor; ama daha ortaya çıkmış en ufak bir olumlu gelişme söz konusu değildir. Ben daha önce söyledim, kamuoyuna da söyledim, buradan da söyledim, Sayın Akarcalı'nın da biraz önce buradan ifade ettiği gibi, eğer bu konu bizim için en önemli konuysa, eğer bu konu bizim için var olmak veya yok olmak meselesiyse, bütünlüğümüzün idamesi meselesi ise, bu konuda savaşmak dahil, yapamayacağımız hiçbir şey olmaması lazım.(Alkışlar)

Şimdi değerli arkadaşlarım, Sayın Meclis Başkanı, olayların geldiği bu noktada, devletin karşı karşıya olduğu tehdidin bu vahameti karşısında, çözüm önerilerini' görüşmek üzere, Mecliste temsil edilen parti başkanlarını, yarın toplantıya davet etti. Bu toplantı geçtiğimiz hafta kararlaştırılmış bir toplantıydı .Biz toplantıya mutabakatımızı bildirdik. Yarın o toplantıya katılacağız. Yarın o toplantıda, evvela daha önce yaptığımız önerilerin ne ölçüde Hükümet tarafından dikkate alındığını soracağız. Bu konuda bilgi eksikliği içerisinde olduğumuzu ifade edeceğiz ve asıl Önemli olan, yani meselenin asıl kamuoyunun gözünden kaçırılmak İstenen, üstü örtülmek istenen yönüne dikkat çekeceğiz. Bakın, ben geçmişte bize söylendiği gibi, Sayın Demirel tarafından bize söylendiği gibi, siz iktidarsınız, biz muhalefetiz, çözüm getirmek bizim işimiz değil, çözüm getirmek sizin işiniz. Siz bu meseleyi çözmek için oradasınız, getirin önerilerinizi demeyeceğim. Ben bunlardan artık çözüm falan ümidim yok.

Ben, kafamdaki bütün önerileri söyleyeceğim. Ben önerilerimi söyleyeceğim;ama, bir şey istiyorum, bize bilgi verin diyorum. Benden çözüm önerisi istiyorlarsa, bana bilgi vermeye mecburdurlar. Bana bilgi vermeden, benden alacakları öneriler, onları yanlışa götürür. Şimdi, Meclis Başkanının böyle bir toplantı çağrısı olmuşken, biz bu toplantıya müspet cevap vermişken, Sayın Başbakan, adeta Meclis Başkanıyla bir yarışa çıkmış gibi, bizimle yeniden toplantı arzusunu, kendisi değil, bir bakanı aracılığıyla bir arkadaşımıza iletti.

Benim, bugün İçin Almanya'da bir randevum vardı. Bavyera'nın yeni Başbakanıyla bir randevum vardı. Ama, Sayın Başbakan beni arasa, Milli Güvenlik Kurulu'ndan önce sizinle bazı hususları görüşmek istiyorum deseydi, hemen atlar gelirdim. Ama arkasından, bu davet bize İletildikten hemen sonra, veyahut da bu Sayın Başbakanın ziyaret arzusu bize İletildikten hemen sonra, Devlet Bakanı Sayın Cevheri'nin bir açıklaması oldu. Kendisi dedi ki, muhalefeti ziyaret edeceğiz, muhalefet bu konuda kendisi olsa ne yapacak, onları öğrenmeye çalışacağız.

Şimdi, böyle bir mantığı kabul etmek mümkün değil. Çünkü bir zirve zaten kararlaştırılmış, yarın zaten Meclis Başkanının başkanlığında toplantı yapılacak. Makul olan, kabul edilebilecek olan tek olay, bu toplantı öncesinde Sayın Başbakanın bizleri ziyaret ederek. olayların kamuoyuna yansımayan yönleri konusunda bize bilgi vermesi olabilirdi. Yani, bir bilgi verme ziyareti olabilirdi. Eğer bir bilgi verme ziyaretiyse, bunu mutlaka bana vermesi gerekmez. benim burada vekilim var, biz bir Partiyiz, bizim yetkili organlarımız var, arkadaşlarıma bu bilgileri verir, biz o bilgiler ışığında kendi görüşlerimizi yeniden gözden geçiririz, ondan sonra yarınki toplantıya kendi önerilerimizi götürürüz.

Ama, Sayın Başbakanın, birbiriyle tutarsız, Sayın Cumhurbaşkanıyla ters düşen, açıklamalarından ben şöyle bir sonuca vardım ki; Sayın Başbakan, bu en önemli meselede dahi, maalesef sadece şov peşindedir ve bu şov İçin beni de kullanmak istemektedir. Eğer niyeti bizimle görüşmeyse, işte yarın görüşeceğiz. Eğer niyeti bize bilgi vermekse, işte muhatabı hazır. Ama, Sayın Başbakan, eğer Meclis Başkanıyla bir yarışa katıldıysa, eğer Cumhurbaşkanıyla bu meselede ipler kimin elinde oyununu oynayacaksa, ben bu oyunda yokum.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, bizim bu konuda söyleyecek çok şeyimiz var. Türkiye'de bu konuda en çok şey söylemeye hakkı olan parti Anavatan Partisidir. Çünkü biz daha bu Hükümet güvenoyu almadan, Eskişehir Cezaevini kapatmanın teröre prim olduğunu, bu kürsüden söyledik. Bu kürsüde kalmadık, bu kürsüden söylemekle kalmadık, Meclis Genel Kurulunda söyledik. Bu Hükümetin, iki yıllık safahatı boyunca yaptığı bütün yanlışları, meydanlarda, Mecliste, her fırsatta dile getirdik. Söylediğimiz şeylerin hepsinin zamanla doğru çıkmış olmasından memnunluk duyuyor falan değiliz. Ama, eğer bugün gelinen noktanın bir sorumlusu aranıyorsa, bugün terörün bizim zamanımızda evet mevcut olan, ama kontrol altında olan terörün bugün bu boyutlara varmış olmasının sorumlusu aranıyorsa, sorumlusu bu Koalisyon Hükümetidir. (Alkışlar)

Ama, bu teşhisi yaparak, bununla yetinemeyiz. Memleket yangın yerine dönmüştür. Bakın bugün arkadaşlarımın söylediği doğrudur. Memleket, millet, bugün Meclisten çözüm bekliyor. Normal de millet Meclisten çözüm beklemez, çözüm Hükümetten beklenir. Bu Hükümet çözüm getiremeyeceği için çözüm Meclisten bekleniyor. Eğer Meclis çözüm getiremezse, millet demokrasi dışı yollardan medet umar hale gelir. Buna meydan vermeye hakkımız yoktur. Meclis olarak, bu platformu açık tutmaya mecburuz. Bütün çözümleri burada tartışmaya mecburuz. Gecemizi, gündüzümüzü birbirine katıp, burada çözüm aramaya mecburuz. Partiler arası platform, Meclis platformudur. Öyle köşe bucakta. gizli kapaklık görüşmeler yapılamaz. Partiler arasında görüşme yapılacaksa, Mecliste yapılacaktır. Gizli yapılmasına da gerek yoktur, Mecliste yapılmalıdır. Genel görüşme yapılmalıdır. Süre tahdidi falan olmadan yapılmalıdır.

Arkadaşlarımın, Danışma Kurulunda bir önerisi oldu, pazartesi günü, dünkü Danışma Kuruluna bir öneri götürdük, meclis tıkanmış durumda, Meclis çalışamıyor. Bilmiyorum sayıları kaç oldu, galiba 100'e yakın genel görüşme, araştırma önergesi var. Bunların 2030 tanesi güneydoğu meselesiyle ilgili. Dedik ki, bunların hepsini birleştirelim; yani, partiler bir anlaşmaya varsınlar hepsini geri çeksinler. Bunun yerine, Mecliste oturalım. öncelikli olarak, hiçbir tahdit olmadan, yani normal çalışma günlerine ve normal çalışma saatlerine tabi olmadan, bu meseleyi sınırsız bir genel görüşmeyle ele alalım.

Ümit ediyorum ki, bu konuda anlaşma sağlanır. Bu mesele, artık normal iktidar muhalefet boyutlarıyla yaklaşılacak bir mesele değildir. Bu mesele, Meclis olmanın, milletin vekilleri olmanın sorumluluğuyla mutlaka eğilmek zorunda olduğumuz boyuta gelmiştir. Burada, Parti mensubiyetimizi dahi bir yana bırakıp, iktidarla olan kavgamızı bir yana bırakıp, iktidarla olan, siyasî iktidarla olan bu tutarsız, bu uyumsuz bu çelişkilerle dolu bu Koalisyon Hükümetinin, milleti aldatan, verdiği sözlerin hiçbirini yerine getiremeyen, bu meselenin bu hale getirilmesinin sorumlusu olan Koalisyon hükümetiyle olan kavgamızı dahi dondurup, bu meseleye çözüm üretilmesine yardımcı olmaya mecburuz.

Şimdi bakın, açık seçik bir şey söylüyorum; dedim ki, dünyada bugün PKK kadar vahşi başka bir terör örgütü yoktur. Gene ihtiyar, kadın, erkek, çocuk demeden, masum insanları katleden böyle bir terör örgütünü lanetlemeyen. onu kınamayan, terörü reddetmeyen, Türkiye'nin bütünlüğüne sahip çıkmayan hiç kimsenin, bu Mecliste barınmaya hakkı yoktur. Yarın Meclis Başkanının Başkanlığında yapacağız toplantıda, Meclis Başkanı'na bu görevini hatırlatacağım.

Bakın, bir şey daha söylüyorum, eğer Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na göre görev yapan, bu Mecliste yemin eden bazı insanlar, orada, memleketimizin bir bölgesinde, giderek genişleyen bir bölgesinde, masum insanlar katledilirken, hala bu katliama karşı seslerini yükseltemiyorlarsa, terörü lanetlemiyorlarsa, Türkiye'nin toprak bütünlüğünden yana olduklarını ortaya koyuyorlarsa, ve buna rağmen, eğer biz, hem de mahkeme kararına rağmen bunun gereğini yapamıyorsak, Amerika'sına, Avrupa'sına karşı bunu savunamıyorsak, bizim de bu Mecliste oturmaya hakkımız yoktur.

Hepinize saygılar sunarım (Alkışlar)