ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
SAYIN MESUT YILMAZ'IN ANAP GRUP KONUŞMASI
 
16 Kasım 1993

Ben de bu grup toplantımıza katılan, çeşitli yerlerden gelerek bu toplantıya katılan partili arkadaşlarımı sevgiyle selamlıyorum.

Değerli arkadaşlarım, içinde bulunduğumuz hafta, iktidarı devrettiğimiz, DYP-SHP koalisyon hükümetinin ikinci yılını tamamlayacağı haftadır. Aynı zamanda Sayın DEMİREL’ in Cumhurbaşkanı olmasını müteakip kurulan Sayın ÇİLLER Başkanlığındaki ikinci koalisyon hükümetinin de 4,5 aylık bir icraat döneminin sonuna rastlamaktadır.

Şimdi, koalisyon hükümetinin ikinci yıldönümünde bir tespiti açıkça yapmak durumundayız. Bugün, yani 16 Kasım 1993 tarihi itibariyle önümüzdeki Türkiye’nin tablosu, bizim bıraktığımız, Kasım 1991 tarihli Türkiye’den, her bakımdan hem ekonomik bakımdan hem güvenlik bakımından çok çok daha kötüdür. Bir diğer ifadeyle, geçtiğimiz iki yıllık koalisyon iktidarı döneminde, Türkiye’nin hiçbir işi daha iyiye götürülmemiş, bilakis bir yandan mevcut sorunlar çok daha ağırlaşırken, bir yandan da bu sorunlara bir sürü yeni sorunlar eklenmiştir.

Bir şey daha var; bugünkü Türkiye’nin durumu 4,5 ay önce, Sayın DEMİREL’ in bıraktığı Türkiye’nin durumundan da daha kötüdür. Sayın ÇİLLER’ in başkanlığındaki koalisyon hükümetinin 4,5 aylık dönemi sonunda mevcut sorunlar daha da ağırlaşmıştır. Şimdi, bugünkü Türkiye’yi iki yıl önceki Türkiye ile karşılaştırmak için öyle çok fazla şeye bakmaya lüzum yok. Bir hatırlayın, iki yıl önce Türkiye’de gündemdeki slogan ne idi? İki yıl önce konuşulan mesele, Adriyatik’ten, Çin Seddine kadar Türk dünyasının lideri olan Türkiye idi. İki yıl önce, bugün konuşulan mesele, Edirne’den Ardahan’a kadar Türkiye’nin birliğini bütünlüğünü koruyup korumayacağı meselesidir. Yani Adriyatik’ten Çin Seddine kadar olan Türk dünyasının lideri Türkiye gitmiş, onun yerine 70 yıldan beri koruduğu Misak-ı Milli hudutlarını koruyup korumayacağı tartışma konusu olan bir Türkiye’ye gelinmiştir. Maalesef iki yıl sonunda geldiğimiz nokta budur.

Koalisyon hükümeti büyük iddialarla işbaşına gelmiştir. Bugün iki sene sonra, bu muhasebeyi yaptığımız zaman, görüyoruz ki bu iddiaların hiçbirisi gerçekleşmemiştir. Ekonomide sadece, işte enflasyonla ilgili, ekonomik dengelerle ilgili sözlerini yerine getirmemekle kalmamışlardır; Türkiye’yi ilk defa olarak, 13 yıldan beri ilk defa olarak, 1981 yılından beri ilk defa olarak, ödemeler dengesi aşırı açık veren ve yeniden ödemeler dengesi sorununa, krizine doğru dolu dizgin ilerleyen bir ülke konumuna getirmişlerdir. Anavatan iktidarlarının en büyük başarısı, 150 yıllık son geçmiş dönemimizdeki Türkiye’nin gelişmesinin en önemli darboğazı olan ödemeler dengesi sorununa çözüm getirmek ve Türkiye’yi 1980’li yıllarda, herhangi bir ödemeler dengesi sorununa çözüm getirmek ve Türkiye’yi 1980’li yıllarda, herhangi bir ödemeler dengesi sorununa sokmadan yönetebilmek olmuştur. Bizim bugünkü koalisyon hükümetine devrettiğimiz Türkiye’nin herhangi bir döviz sorunu yoktu. Bunu o zamanki Sayın Başbakan da açıkça dile getirmiştir.

Bugünkü Türkiye’nin bir döviz krizinin eşiğinde olduğu ise maalesef tartışma götürmeyecek bir husustur.

Bütün veriler kırmızıdır, bütün sinyaller kırmızıdır. İthalatta patlama vardır, turizm gelirlerinde düşme vardır, ihracat giderek düşmektedir. Sene sonundaki cari işlemler açığı 6 milyar dolar dolayında olacaktır. Yani, Türkiye bu kadar daha dışarıdan borçlanma ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Ama Türkiye’nin reating’i düşmektedir, Türkiye artık eskisi gibi kolay borç alabilen bir ülke değildir. Dışarıdan borçlanmada ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. Kısacası, 1994 yılı ekonomide sadece enflasyonun artacağı değil, aynı zamanda 13 yıllık bir aradan sonra yeniden bir ödemeler dengesi sorununun yaşanacağı bir yıl olacaktır. Ve şu ana kadar alınmış hiçbir tedbir de yoktur. 10 Kasım’ da Anıtkabir’ de Merkez Bankası Başkanına rastladım, biliyorsunuz bu hükümetin atadığı merkez bankası başkanı eskiden benim müşavir olan bir arkadaşımdır, kendisine nasıl gidiyor diye sordum: “-bilmiyorum atanalı herhalde 3-4 ay oldu- daha bir defa bile Başbakanla görüşmedim” dedi. Yani, ülkenin şu anda ekonomik bakımdan en önemli meselesinde Sayın Başbakan bu kadar kayıtsızdır.

Şimdi değerli arkadaşlarım, mesele sadece birtakım dengelerinden giderek düzeltilmesi daha da güçleşen şekilde bozulması değildir. Mesele, sadece enflasyonu kontrol altına alabilecek, ekonomik istikrarı sağlayabilecek tedbirlerin bir bütünlük içerisinde, öyle bölük- pörçük değil bunların yaptıkları gibi, bölük pörçük değil, anlamamasından da ibaret değildir. Maalesef bugünkü koalisyon hükümeti uygulamalarıyla bizim Türkiye’ye getirdiğimiz bütün direnmelere, bütün engellemelere rağmen, Türkiye’ye kabul ettirdiğimiz, benimsettiğimiz birtakım uygulamaları da dejenere etmektedir.

Şimdi bakın, örnek olarak özelleştirmeyi vermek istiyorum. Özelleştirme, bizim anlayışımıza göre, bizim Türkiye’ye getirdiğimiz serbest piyasa ekonomisi düzeninin kaçınılmaz bir aracıdır. Yani, yapı değişikliğini sağlayan bir tedbirdir, bir politikadır. Bugünkü hükümete göre özelleştirme, sadece devletin bütçe açıklarını kapatmak için, gelir sağlamak için başvurduğu bir yoldan ibarettir. Sayın başbakan bizzat kendisi, devletin iki tane esas gelir kaynağı olduğunu, bunlardan birisinin vergiler, birisinin de özelleştirme gelirleri olduğunu söylemektedir. Özelleştirmeye bir gelir kaynağı gözüyle bakmak, özelleştirmeyi anlamamaktadır. Bu anlayışla Türkiye’de özelleştirme yapılabilmesi mümkün değildir. Nitekim bizim zamanımızda mevcut olan, toplumda mevcut olan psikolojik ortam, artık yavaş yavaş değişmektedir. Özelleştirmeye karşı giderek artan bir direnç vardır; çünkü, özelleştirme konusunu bu hükümet sadece sinekten yağ çıkarır gibi, devlete gelir elde edecek bir yol olarak benimsemektedir. Ne orada çalışan işçilerin sosyal güvenlikleriyle ilgili tedbirler düşünülmektedir ne özelleştirme konusunda bu işletmektedir ne de bu hükümetin özelleştirme konusunda herhangi bir konsepti mevcuttur.

Ancak, hepinizin çok yakından bildiği gibi, sorun, sadece ekonomiden ibaret değildir. Sorun, sadece dış politikadan da ibaret değildir. Bu hükümet zamanında dış politikada Türkiye’nin önüne çıkmış çok önemli bir takım fırsatların değerlendirilemediğini, Türkiye’nin bugün, dış politika açısından bakıldığında, dünyada tali bir ülke, ikinci sınıf bir ülke konumuna itildiğini maalesef hep birlikte izliyoruz. Bugün artık, ne Amerika ne Avrupa ülkeleri, Sovyetler Birliğinden ayrılan yeni bağımsız Türk cumhuriyetlerine gitmek için Türkiye’ye gelmiyorlar. Çünkü Türkiye ile o cumhuriyetler arasında artık zannettikleri gibi, eskiden var olduğu gibi, bir ilişkinin mevcut olmadığını anlamışlardır. Bunu onlara açık seçik gösteren de, Azerbaycan’daki gelişme olmuştur.

Türkiye, izlediği yanlış dış politikayla bizim ilk günden beri dile getirdiğimiz uyarılara rağmen, eleştirilere rağmen, izlediği yanlış dış politikayla bugün Azerbaycan’ı Rusya’ya teslim etmiştir. Sadece Azerbaycan’ın Rusya’nın etkisi altına girmesiyle mesele kalmamıştır, Azerbaycan topraklarının dörtte biri Ermenilerin eline geçmiştir. Ve Türkiye öyle uzakta değil, yanı başındaki bu olaya sadece seyirci kalmakla iktifa etmiştir.

Bosna-Hersek’ teki durum farklı değildir: ama, asıl endişemiz işte dün 10 uncu yıldönümü kutlanan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetleri üzerinde önümüzdeki dönemde daha ağır birtakım baskıların icra edilmesi keyfiyetidir. Bu da gizli filan değil, öyle kapaklı değil, açık seçik yapılmaktadır. Amerikan Başkanı Kongreye gönderdiği son mektubunda Kıbrıs ile ilgili son raporunda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin, Genel Sekreterin yaptığı önerileri kabul etmemesi halinde, yani MARAŞ’ ı Rumlara vermemesi halinde, uluslararası planda daha büyük yalnızlığa itileceğini söylemektedir. Sayın Başbakanın Amerika ziyareti sırasında da da, herhalde hatırlarsanız, Sayın Başbakan, “CLİNTON bizden çok memnun. Bana: Siz elinizden geleni yaptınız, size söyleyecek bir şeyimiz yok dedi” dedi. Evet, CLİNTON’ un Sayın Başbakana böyle söylediği muhtemelen doğrudur ama, kastettiği farklıdır. Başbakan bundan sadece “aferin” payı çıkarmıştır. Halbuki orada kastedilen husus başkadır: “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bizim istediğimiz, bizim Birleşmiş Milletler genel sekreteri vasıtasıyla önerdiğimiz çözümü kabul etmiyor. Siz onlara baskı anlamında elinizden geleni yaptınız, size söyleyecek, sizden şikayet edecek halimiz yok. Bundan sonra bize bırakın, bundan sonra bize bırakın, Başbakan, bu asıl mesajı kaçırmış, kendisine “aferin” dendiğini zannetmiştir.

Şimdi değerli arkadaşlarım, dış politikada bu kaçan fırsatlara, değerlendirilemeyen fırsatlara, ekonomideki bu kötü gidişata rağmen, hepimiz biliyoruz ki bütün Türkiye’nin en önemli meselesi, bölücü terörle mücadele meselesidir. Bölücü terör meselesini, bölücü terörle devletin yaptığı kaçınılmaz, vazgeçilmez ve devredilmez bu meşru mücadeleyi hiç bir zaman bir parti meselesi olarak görmediğimizi, muhalefete geçtiğimiz ilk günden beri söylüyoruz. Bu meselenin devlet adına, devlet ciddiyetiyle ve bir uzlaşmayla bir bütünlük içerisinde götürülmesi gereken bir mücadele olduğunu ilk söyleyen biziz.

Şimdi, bir zamandan beri Sayın Başbakan da aynı şeyleri söylüyor, ama söyledikleriyle yaptıkları birbirine taban tabana zıttır. Sayın Başbakan, bir uzlaşmadan bahsediyor. Bir milli uzlaşmayla bu meselenin üzerine gitmek gerektiğini söylüyor. Bir yandan milli uzlaşmadan bahsediyor, ama öte yandan da geçmişi hedef alan, bizi hedef alan, Anavatanı hedef alan suçlamalarını her gün dile getirmekten de geri kalmıyor, demek ki uzlaşma çağrısında samimi değildir. eğer samimi olsa bunları yapması mümkün değildir. Siz uzlaşacağınız insanı, hem de haksız yere suçlamakla uzlaşma sağlayabilir misiniz?

Sayın Başbakanın tutumu, aynı zamanda siyasi ahlaka da aykırıdır. Çünkü, değerli arkadaşlarım, siyasete ortak sorumluluk geçerlidir. Hele hükümetlerde ortak sorumluluk ilkesi esastır. Yani, hem bir hükümetin içinde yer alacaksınız, o hükümetin bütün kararlarının altında imzanız olacak, o hükümetin bütün uygulamalarında siz de karar ve söz sahibi olacaksınız, ondan sonra bu sorumluluğunuzu inkar edeceksiniz; bunu siyasi ahlakla bağdaştırmak mümkün değildir.

Bakın, bugünkü Sayın Başbakan, seçimle işbaşına gelmiş bir Başbakan değildir. Bugünkü Sayın Başbakan bir kongreyle işbaşına gelmiştir, kongreyle Başbakan olmuştur. Siyasi sorumluluk bakımından meseleyi ele alırsınız, DEMİREL hükümetinin devamından ibarettir. Bu, milletin bize verdiği, milletin onayladığı bir devamlılık değildir; kongrede onay alarak bu sorumluluğu devam ettirmektedir.

Şimdi, Sayın Başbakanın mantığından gidersek, kendisi 10 yılı suçlamaktadır. Yani Haziran’ da Başbakanlığa geldiği dönemden önceki 10 yılı suçlamaktadır. Bunun 8 yılında biz varız, ama iki yıla yakın bir döneminde de Sayın DEMİREL vardır. İşin garibi kendisi vardır. Bu siyasi sorumluluğa sadece ekonomiden sorumlu bakan olarak değil, partisinin genel başkan yardımcısı olarak da ortaktır. Eğer Sayın Başbakanın mantığı kabul edilecek olursa, bizim bıraktığımız Kasım 1991’den Haziran 1993’e kadar 1,5 yılı aşkın sürenin siyasi sorumlusu belli değildir. Çünkü Başbakan bu sürenin sorumluluğunu üstlenmemektedir. Sayın DEMİREL de sorumsuz bir makama gittiğine göre, bu dönemin sorumlusu belli değildir. Bunu kabul etmek mümkün değildir.

Bakınız, Sayın Başbakan ateşkes meselesinde, yani eşkıyanın ilan ettiği tek taraflı ateşkeste, hükümetin oyuna geldiğini iddia etmektedir. Oyuna gelen hükümet kendi hükümetidir. Oyuna gelen hükümetin içerisinde kendisi vardır. Gene Sayın Başbakan bugün Suriye’ nin teröristlere destek olduğunu, eşkıyaya lojistik destek verdiğini iddia etmektedir. Hatta bu konuda, işte dış seyahatler sırasında Amerika’ya filan şikayette bulunduğunu dile getirmektedir. Suriye’nin eşkıyaya desteği bugün ortaya çıkan bir durum değildir. Hatırlarsanız, geçen sene İçişleri Bakanı ilk defa olarak o zaman Sayın Sezgin SURİYE’ yi ziyaret etmiştir. Ziyaretinin dönüşünde basına yaptığı açıklamada aynen şöyle demiştir: Bütün dünyaya ilan ediyorum, Suriye’nin terörizmle alakası yoktur. Şimdi dünya şaşkına dönmüştür. İçişleri Bakanına bakarsa Suriye terörist değildir, bugünkü Başbakana bakarsa Suriye teröristtir. Dünyaya bu kadar gayri ciddi bir görüntü verirseniz inandırıcı olmanız mümkün değildir.

Sayın Başbakan zaten bugünkü en önemli sorunu da inandırıcılığının azalmış olmasıdır. İnandırıcılığı azaldıkça puanı düşmektedir. Puanı düştükçe ateşi yükseldikçe bana saldırmaktadır. Bana saldırmasından katiyen rahatsız filan değilim, eğer terörle mücadelede bunun bir faydası alacaksa daha fazla saldırmasını tavsiye ediyorum. Ama gelin görün ki söylediği şeyler doğru değildir.

Şimdi, evvelsi gün televizyonda çıkmış programlara, efendim benim zamanımda özel timlerin sayısının artırılması için bana teklif gelmiş de ben pahalı bulduğum için reddetmişim... Yani, Başbakan yalan söylüyor demeye dilim varmıyor. Ama, değerli arkadaşlarım söylenen şey doğru değildir. Bir kere bakın, devlet adamları, devleti yönetenler böyle afaki konuşmazlar, dedikodu gibi konuşmazlar. Devleti yönetenler, eğer iddialarını tevsik edecekleri, mesnetleri, dayanakları, belgeleri varsa, bunu da ibraz etmek durumundadırlar. Ben açıkça söylüyorum, böyle bir olay yoktur. Dehşete kapıldım. Önce İçişleri Bakanlığındaki arkadaşlarımıza sordum, İçişleri Bakanlığında böyle bir sorun yok dediler. Bizim zamanımızda özel timlerle ilgili program zaten bizim zamanımızda başlamıştı. Gölbaşındaki eğitim merkezi bu amaçla tahsis edilmişti. Orada hatta tam tersine bir durum var; orada o merkezin senede zannediyorum üç devre halinde ancak özel tim elemanı yetiştirebiliyordu, ben Başbakanlığım döneminde, işte bugün yok, öğleden sonra gelecek, o zaman içişleri bakanı Sayın KALEMLİ’ ye, “bu özel timlerin sayısını artıralım” dedim. Kendisi, bunun çok kısa vadede mümkün olmadığını, çünkü eğitim bakımından zorlukları olduğunu, bunu ancak belli bir planla yapabileceklerini söyledi. Özel timlerin bu normal programı bizim zamanımızda yürütüldü. Ama benim Başbakanlığım döneminde, genelkurmayın başka bir planı devreye girdi, o da Rahmetli Jandarma Komutanı Eşref Bitlis Paşa, bir plan hazırladı. Bu plan, Güneydoğudaki normal birliklerden oluşan silahlı gücün özel surette yetişmiş jandarma komandolarıyla değiştirilmesi. Yani oradaki normal askerlerin yerine, jandarma komandolarından müteşekkil birliklerin gönderilmesini öngören bir plandı. Bu plan benim başbakanlığımda uygulanmaya başlandı. Bunun iki yönü var; bir tanesi komando eğitimini hızlandırmak, daha fazla jandarma komandosu yetiştirmek, ikincisi de bunları -dediğim gibi- oradaki normal birliklerle değiştirmek. Ve planın ilk hedefi de, oradaki her ilde bir jandarma komando bölüğü kurmak.

Şimdi, olağanüstü hal bölgesinde 10 tane il vardı, 94 tane de ilçe vardı. Ben başbakanlıktan ayrılırken 10 ilin hepsinde bu özel yetiştirilmiş jandarma komando taburu tesis edilmişti, 94 ilçeden 55 tanesinde komando bölüğü kurulmuştu.

Şimdi, biz iktidarı bırakırken, biliyorsunuz 1992 yılı bütçesi henüz daha meclisten geçmemişti. Nitekim daha sonra Nisan ayında 1992 bütçesi kabul edildi, o arada da geçici bütçe yapıldı. Sayın Başbakanın suçlamasının tam tersine, bir kere Sayın Başbakan özel timlerle jandarmadaki özel timleri birbirine karıştırıyor, benim kastettiğim, daha önce önerdiğim sivil özel timlerdir, ama onu bir yana bırakıyorum, tam tersine, ben görüşmemizde, kendisine en önemli husus olarak, genelkurmayın hazırladığı bu plan için gerekli kaynakları bütçeden verilmesi hususunda müzahir olmasını rica ettim. Sayın DEMİREL’ de bana, bu konuda endişeye mahal olmadığını, meseleye sahip çıkacaklarını ifade etti.

Dün ben genelkurmay başkanını da aradım, dedim ki: “Paşam Başbakanın böyle bir iddiası var. Belki hafızam beni yanıltıyor ama, benim bildiğim sizden gelen böyle bir teklife bizim karşı durmamız söz konusu değil. Tam tersine, bizim zamanımızda biz buna tem destek verdik. “Genelkurmay başkanının bana söylediği: “Evet, ben de şaşırdım, hatta gazeteciler sorunca ben de söyledim. Genelkurmay olarak bizim şansımız, bütün başbakanlar bize her türlü talebimize gerekli desteği sağlamışlardır. Bu konuda hiçbir şikayetimiz söz konusu değildir”

Şimdi, Sayın Başbakanın böyle gerçek dışı bir ifadeyi niçin kullandığını, buna niye ihtiyaç duyduğunu bilemiyorum. Ama, olayın aslı budur ve bakın, bundan tam 4 ay önce, 12 Temmuz 1993’te Başbakan olduktan tam bir hafta sonra, diğer liderlerle birlikte beni de ziyaret ettiği zaman, Sayın Başbakana: Bu iş için özel surette yetişmiş böyle bir sivil gücün bir an önce artırılması, daha doğrusu koalisyon hükümeti döneminde aksamış olan özel timlerin sayısının artırılması programının hızlandırılmasını önerdiğim zaman, sayın başbakanın bana verdiği karşılık: “o işle ilgili devletin gerekli birimleri var. Onlar bu işi hallederler. Yani o iş bizi ilgilendirmez” demiştir. Bana getirdiği öneriler de, her ne kadar kendisi sahiplenmese bile, işte Fransa’daki gibi ayrı dilde eğitim filan hususlarını içeren şeylerdi. Yani sivil çözüm denilen birtakım kültürel hakları içeren önerilerdi.

Özel timleri, istihbarat konusunu, koordinasyon konusunu, komşu ülkelere yapılacak diplomatik girişimleri o görüşmede sayın başbakana ben önerdim. Sayın başbakan bunların hiçbirine iltifat etmedi. “Bunlar bizi ilgilendirmez, bunlar askerlerin işidir, bunları gerekli yerler yaparlar. Biz sizinle öbür işleri konuşalım” dedi. Şimdi aradan 4 ay geçti, bugün başbakan bu meselede ne söylüyorsa, benim 4 ay önce söylediğim şeylerdir. Ama işe bakın ki, sayın başbakanın benim söylediklerimi anlayabilmesi için 4 ayın geçmesi gerekmiştir. Ve 4 ay önce kendisinin bana söylediği, “bakın bunlar benim önerilerim değil, ama böyle teklifler var; bunları oturalım sizinle konuşalım” dediği şeyleri şimdi ağzına bile almaktan çekinmektedir.

Şimdi değerli arkadaşlarım, biz ana muhalefet partisiyiz. Hangi ankete bakarsanız bakın, biz yarının da iktidar partisiyiz. Ama, ister iktidar olalım, ister muhalefette kalalım, biz bu meseleye parti gözlüğüyle bakamayız. Ben bu meseleye hepimiz, aynı gözlükle bakmaya mecburuz. O gözlüğün de unsurları bellidir. Yani, hepimizin bakış açısında hakim olması gereken ana unsurlar bellidir.

Evvelsi hafta da söyledim, daha sonra kamuoyuna da söyledim, anavatan partisinde bu meseleye bakan bütün arkadaşlarımın hepsinin aynı derecede en ön planda tutacakları unsur, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüdür.

İkinci unsur, terörün hiç bir şekilde bir hak arama aracı olarak kabul edilemeyeceği hususudur. Burada anavatan partisine mensup hiçbir arkadaşımın terörü haklı kılacak herhangi bir beyanı olabilmesi mümkün değildir. Anavatan partisi teröre sonuna kadar karşı çıkmaya devam edecektir. Ama bu iki ana unsurun ötesinde, eğer vatandaşlarımıza zarar veriliyorsa, vatandaşlarımıza haksızlık yapılıyorsa, onu dile getirmek de en başta bize düşer. Yani, devletin terörle yaptığı meşru mücadelede bir tek masum insanımızın bile zarar görmesine, haksızlığa uğramasına seyirci kalamayız, kayıtsız kalamayız. Burada Güneydoğu milletvekili arkadaşlarımın böyle kritik bir dönemde kendi bölgelerinin maruz kaldığı bu meselelerde bunları dile getirebilmek, oradaki seçmenlerinin oradaki vatandaşlarımızın haklarına sahip çıkmak, haksızlıklarını buraya getirmeleri meselesinde onları yalnız bırakamayız. Bu mesele sadece o yöre milletvekili arkadaşlarımızın meselesi değildir, bu mesele hepimizin meselesidir. Ve bu meşru mücadelenin, oradaki masum insanlara zarar vermeden, yani teröristle masum halkı hakikaten birbirinden ayırarak ve Türkiye’nin bütünlüğü içerisinde oradaki bütün insanlarımızı kucaklayarak götürülmesi, bu mücadelenin başarıya ulaştırılabilmesinin de ön şartıdır.

Yani, eğer bu mücadelede yanlışlıklar yaparsanız, gereksiz yere oradaki halka zarar verirseniz, hadiseyi bugün kazanırsınız yarın kaybedersiniz; çünkü, hadise sadece eşkıyanın bastırılması değildir. Hadise sadece, eşkıyanın ezilmesi olayından ibaret değildir. Hadisenin bir başka yönü vardır, bu da uzun vadelidir. Ancak orta vadeli tedbirlerle başarıya götürülebilecek bir konudur. Bu da, orada yaşayan vatandaşlarımızı devletin yanına çekmektir. Her zaman bir marjinal azınlık olacaktır, daha önce de söyledim. Yani bu işe modası geçmiş mikro bir milliyetçilik anlayışıyla bakan, ayırımcılık, bölücülük düşünceleriyle bu meseleye eğilen bir azınlık olacaktır. Ama onun dışında buradaki halkımızın, oradaki vatandaşlarımızın sırf devletin kendilerine sahip çıkmamış olması hatta bu mücadele sırasında kendilerine zarar verilmiş olması, kendilerine adeta potansiyel terörist gözüyle bakılmış olmasından dolayı devlet açısından kaybedilmesine seyirci olamayız. Tam tersine, oradaki vatandaşlarımızı devletin yanına çekecek tedbirleri, başta bu eşkıya ile yapılan mücadeledeki yöntemleri gözden geçirmek suretiyle mutlaka arayıp bulmak, değerlendirmek ve uygulamak zorundayız.

Bakın bugün Güneydoğudaki durum... Bakmayın Başbakan’ ın televizyonda öyle kararlılık pozları yapmasına filan, durum iç açıcı değildir. 4 bine yakın okul kapalıdır. Hangi hükümetin kararlılığı, hangi başbakanın kararlılığı; açın işte okulları, 3800 küsur okul kapalı güneydoğuda. Bir düşünün bakalım 3800 okulda kaç tane talebe var? Bu talebeler kışın ne yaparlar? Okulu kapalı olan bir yörede eşkıyanın işi daha mı kolaylaşmıştır, daha mı zorlaşmıştır? Türkiye neredeyse memleketimizin dörtte birini, beşte birini teşkil eden bir bölümde artık en temel bir görevini, eğitim görevini yerine getirememektedir. Bu durumu öyle başkalarını suçlayarak, parlak demeçlerle filan gizlemek mümkün değildir.

Önümüzde başka bir mesele var, 4,5 ay sonra seçim var. Seçim yapılacaktır, seçim yapılacaktır... Seçim yaymak kolaydır; ama, esas olan bizim yaptığımız gibi seçim yapmaktır. Biz Ekim 1991’ de yaptığımız seçimin yapılmasını istiyoruz. Yani, her köye, her mezraya gidip propaganda yapabileceğimiz, adaylarımızın serbestçe bu faaliyetlerini yürütebilecekleri ortamın sağlanmasını istiyoruz. Bugün bu ortamın yakınında bile değiliz. Çok uzaklarındayız. Doğru yol partisinin... Evvelsi gün bana Silopi ilçe binasını eşkıyalar yakmışlar. Şimdi, kendi partisinin ilçe binasını bile eşkıyadan koruyamayan bir iktidar bize nasıl güvence verecek? Bize verdiği güvencenin ne değeri olacak? Daha seçime 4,5 ay varken, oradaki bütün adaylara, aday olabilmek cesaret isterken, biz seçimin güvenlik içinde yapılabileceğinden nasıl emin olabiliriz?

Sayın Başbakan, devlette 900’ den fazla PKK militanının bulunduğunu tespit ettiklerini söyledi. Evet, muhtemelen koalisyon ortağı yerleştirmiştir.... Ama bunların ortaya çıkarılması lazım. Hangi dönemde girmişler, kime aittir sorumlulukları onların bilinmesi lazım. Hangi şeffaf devlet, hani açık devlet?... Nasıl girmiş bu PKK militanları? Nasıl sızmışlar devletin içine?...

Peki, işadamlarının PKK’ ya haraç verdiklerini bildiklerini, bu işadamlarının listesini bildiklerini söylüyor. Arkadaşlar, dikkatinizi çekerim, bunu Başbakan söylüyor, yani milletin başına bir vergi yüzsüzleri salmışlardı, şimdi bir de terör yüzsüzleri çıktı, haraç yüzsüzleri... Bunları, böyle ifadeleri, böyle ciddi suçlamaları uluorta yapmak kadar gayri ciddi bir iş düşünemiyorum. Devlette 900 PKK’ lı memur var diyor, işadamları, sanatçılar haraç veriyor, biz kimin verdiğini biliyoruz diyor ve orada duruyor. Sanki kendisi muhalefet biz iktidarız. Bu iddiaları dile getirmek yetmez, bunlar hakkında ne yaptığını söylemesi lazım. Meselenin özü milletin gizli tutulmaya çalışıyor.

Efendim, güneydoğuda tespit etmişler ki, ihalelere giren, ihaleleri alan müteahhitler, aldıkları avansların, aldıkları istihkakların bir bölümünü eşkıyaya vermek zorunda kalıyorlarmış. Onun için ihale yapmaktan vazgeçmişler. Bunu da Başbakan söylüyor. Bir Başbakanın devletin güçsüzlüğünü ikrar etmeye hakkı olur mu? Yani, Başbakan bundan şikayet ederse, biz mi bu durumu gidereceğiz? Muhalefet olarak biz mi orada müteahhitlerin güvenliğini sağlayacağız? Biz mi oradaki şantiyelerin devamını sağlayacağız?.. Kimi kime şikayet ediyor. Kaldı ki bu durum bugün ortaya çıkan bir durum değildir. Ben şimdi tam hatırlamıyorum ama, ben size bunu belki iki ay önce söyledim burada. Bölgedeki müteahhitlerin eşkıyaya haraç vermek zorunda kaldıklarını, eşkıya ile anlaşmayanların ihalelere sokulmadıklarını söyledik. Aylardan beri bu durum devam ediyor. Aylardan beri bu duruma rağmen ihaleler yapılmış. Peki, o dönemde yapılan ihaleler ne olacak? Hani PKK’ dan vize alan müteahhitlerin çok ufak indirimlerle aldığı ihaleler ne olacak? Yüksekova Barajı ne olacak?

Aslında bu durum bugün ortaya çıkan bir durum değil bu durum, aylardan beri devam eden bir durumdur. Ama Başbakan, orada buraya açıkladığı o trilyonluk paketlerini yerine getiremeyince, şimdi onun mazeretini, eskiden beri devam eden bu eşkıya baskısında aramaktadır.

Değerli arkadaşlarım, şimdi, terörle mücadele yasası konusunda koalisyon ortakları arasında üç haftadan beri devam eden pazarlıklar sonuçlanmış ve bu konuda bir yasa tasarısı meclise gönderilmiştir. Sanıyorum meclisin önümüzdeki hafta içerisinde bu tasarıyı görüşmesi söz konusudur. Bir kere tasarı, anlaşılıyor ki SHP’ nin müdahalesiyle baskısıyla önemli bazı teröre karşı devleti koruyucu tedbirlerin çıkarılması suretiyle meclise gelmektedir. Hiç terörle alakası olmayan birtakım unsurların da tasarıya sokuşturulması suretiyle gelmektedir. Bunlardan bir tanesi de 163 üncü maddeyi yeniden ihya eden düzenlemedir.

Şimdi, Türkiye’ de milletin gözünden kaçırılmaya çalışılan, demokratikleşme adı altında, sırf Anavatan Partisi bu meselede prim yapmasın diye, milletin gizlenen husus şudur: Türkiye’ de 50 küsur yıl yürürlükte olan düşünce yasaklarından, bölücülükle ilgili, devletin bölünmez bütünlüğüyle ilgili düşünceler hariç, laiklik konusunda ve zümre ve sınıf hakimiyeti konusunda, yani komünizm, faşizm konusunda düşüncelerin -sadece düşüncelerin-ifade edilmesini, dile getirilmesini yasak olmaktan çıkaran ilk iktidar anavatan iktidarıdır. Yani, 50 küsur yıl boyunca bu yasaklar üçü birden, bakın üç kategori yasak söylüyorum, birisi devletin bütünlüğüne karşı olan düşüncelerdir, ikincisi bir sınıfın veya bir zümrenin tahakkümünü öngören düşüncelerdir, ikincisi bir sınıfın veya bir zümrenin tahakkümünü öngören düşüncelerdir, üçüncüsü de dine dayalı devlet yönetimini savunan, laikliğe karşı olan düşüncelerdir, ikincisi bir sınıfın veya bir zümrenin tahakkümünü öngören düşüncelerdir, üçüncüsü de dine dayalı devlet yönetimini savunan, laikliğe karşı olan düşüncelerdir.

Şimdi, bu üç konuda da Türkiye’de düşünce hürriyeti mevcut değildi. Yani bu düşünceler suç sayılırdı, bu düşüncelerin dile getirilmesi, yazılması, ifade edilmesi suç sayılırdı. Bizden önceki bütün hükümetler, düşünce özgürlüğünü sağlamak iddiasıyla yola çıkmışlar, ama hiçbirisi bu yasakları kaldırmaya cesaret edememiştir. İlk defa anavatan iktidarı döneminde, suç sayılan bu üç düşünceden ikisini biz suç olmaktan çıkardık. Çünkü, dünyanın konjonktürü değişmişti. Türkiye’ nin yapısı değişmişti. Artık Türkiye’de bu düşüncelerin ifade edilmesi toplum düzeni açısından bir tehdit teşkil etmiyordu. Bunu size iki hafta önce de söyledim. Yani, keşke bizim için de bir gün bölücülük konusu bir tehdit, bir tehlike teşkil etmese de, bölücü fikirler de serbestçe konuşulabilse. Ama bugün onun zamanı değildir ve her devlet kendi düzenini korumak için tedbir almak zorundadır, bununla yükümlüdür ve bu hakka da sahiptir. Şu anda Türkiye’de, bizim inancımıza göre, toplum düzenini tehdit eden tek düşünce bölücülük düşüncesidir. Onun için, bölücülükle ilgili düşüncelerin suç sayılması, bunların ifade edilmesinin suç sayılması, tabii toplum düzenini koruma endişesi olmayan, devletin demokrasi için ne kadar zorunlu olduğunu, devleti korumadan, devletin birliğini, devletin düzenini korumadan bir demokrasiyi korumanın, bir demokrasiyi yaşatmanın mümkün olamayacağını gözden kaçıran birtakım sözde aydınlar dışında, öyle demokrasi, kendisinin ne kadar demokratik olduğunu ispat etmeye çalışan entellektüeller dışında, Türkiye’de düşünce hürriyeti alanında, bölücülük konusunda kısıtlama getirilmesi, sanıyorum ki Türkiye’de aklı başında herkesin kabul etmesi gereken bir gerçektir.

Biz bu düşünceden hareketle laiklikle ilgili, komünizmle ilgili, faşizmle ilgili bütün düşünce suçlarını tarihe gömerken, bölücülükle ilgili düşünceleri suç saymaya devam ettik.

Şimdi, zaman bizim bu tespitimizin doğru olduğunu gösterdi. Aradan geçen zaman zarfında, Türkiye’de bugün düzeni tehdit eden tek önemli tehlikenin bölücülük tehlikesi olduğu ortaya çıktı. Ama bugün, bu konuda., yeni bir düzenleme yapılırken, hiç gereği yokken, laiklik karşıtı düşünceleri, yani dine dayalı devlet kurmaya yönelik düşünceleri yeniden suç sayan, demokratikleşme açısından bir geri adım olan bir düzenleme yaptılar.

Şimdi, “bu düzenlemeyi niye yaptılar; bu düzenlemenin bugünkü Türkiye’nin gerçeğiyle ne ilgisi var” diye düşünürseniz, benim aklıma gelen cevap şudur: Biliyorsunuz biz zannediyorum 1990’dan önce bu kanun hükmünde kararnameyle terör konusunda bazı düzenlemeler getirdik. O zaman şimdiki koalisyon ortağı SHP, bunlara “Sansür Yasası” dedi ve bunu anayasa mahkemesine götürdü, bir kısmını da iptal ettirdi. Şimdi getirilen düzenlemeler, bizim o zaman getirdiğimiz düzenlemelerden daha ağırıdır. Ama, kaderin cilvesine bakın ki, bu tasarının altında, bizim getirdiğimiz tasarıyı iptal ettiren SHP’ nin de imzası var. Şimdi bu çelişkiyi mazur gösterebilmek, kendisini temize çıkarabilmek, milletin kafasını karıştırabilmek için, hiç gereği yokken 163 üncü maddeyi yeniden ihdas eden, yeniden ihya eden böyle bir işgüzarlığa gitmişlerdir. Ve asıl büyük çelişki şudur: Türkiye’de daha fazla demokrasi vaadiyle işbaşına gelen, demokratikleşme konusunda böyle koalisyon protokoluna ek ayrı bir metin çıkaracak kadar bu konuya önem veren koalisyon hükümeti, iki yıl sonunda demokratikleşmede bizim Türkiye’yi getirdiğimiz noktadan geriye götürmektedir.

Ayrıca, bu yasa tasarısında muhtemelen -muhtemelen dediğim, basından öğrendiğimize göre- bir fon ihdas edilmektedir; Terörle mücadele fonu. Şimdi buradaki çelişkiye bakın; zamanında bütün fonlara karşı çıkmışlardı, bizim getirdiğimiz fonlara çakmışlardı. Daha sonra da bizim getirdiğimiz fonların büyük kısmını bütçe içine aldılar. Bir çoğunu da şu anda işlemez hale getirdiler. Toplu konut fonu bizden önce de bütçenin içinde idi. Biz bütçenin dışına aldıktan sonra Türkiye’de 800 bin tane konutu bu fondan finanse etme imkanını bulduk. Şimdi yeniden bütçeye aldılar, toplu konut fonunu yeniden işlemez hale getirdiler. Fon düşüncesine karşıydılar. Bizim getirdiğimiz fonlara karşı çıktılar. Bizim kurduğumuz fonları hepsini dejenere ettiler, şimdi terörle mücadele konusunda yeni fon kuruyorlar. Terörle mücadele devletin asli görevidir. Bu konuda fon filan kurulmaz, kurulmasına gerek yoktur. Genel bütçeden hangi ödemeyi yapmak istemişler de mani olmuşuz? Hangi ödemeyi yapmakta zorlukları olmuş?.. Terörle mücadele, güvenliği sağlamak, asayiş sağlamak için fon olur mu?

Fon kurarsanız, işte konut yapımını teşvik etmek için, savunma sanayiini teşvik etmek için... Yani, normal bir düzeyde götürülen hizmetleri daha iyi yapabilmek için fon kurarsınız; ama, terörle mücadele gibi, en asli bir devlet fonksiyonu fonla finanse edilir mi?

Şimdi değerli arkadaşlarım, kanun hükmündeki kararnameler, biliyorsunuz bu hükümet meclisten kaçırarak çıkardığı, daha kurulmadan meclisten çıkardığı bir yetki yasasına dayanarak 30 küsur tane kanun hükmünde kararname çıkardı, biz yetki kanununu anayasa mahkemesinde iptal ettirdikten sonra, bunlardan 10 kanun hükmünde kararname içinde ayrıca iptal davası açtık, bunların hepsi iptal edildi. Bunlar iptal edildiği zaman, sırf bir iyi niyet göstergesi olarak, hükümete, hükümeti teşkil eden partilere, arkadaşlarımız gitti, dediler ki: “Biz, geri kalan kanun hükmünde kararnamelerin komisyonlarda ve mecliste öncelikle görüşülmesi halinde bunları anayasa mahkemesine götürmeyeceğiz.” Ve bize güvence verdiler, söz verdiler. Bir hafta içerisinde bunların komisyonlarda ele alınacağı konusunda bize söz verdiler. Bir hafta geçti, böyle bir gelişme olmadı. İki hafta geçti, baktık yine sözlerini yerine getirmediler, geçtiğimiz Cuma günü 10 tane kanun hükmünde kararname için iptal davası açtık. İptal davası açtığımız bu kanun hükmünde kararnamelerin büyük çoğunluğu, tamamına yakını bizim temelde karşı olduğumuz kararnameler değildir. Yani, daha önce iptal ettirdiklerimiz gibi, sırf kadro ihdas edebilmek için, sırf devlete adam yerleştirmek için çıkarılmış şeyler değildir. Bunların bazıları da bizim de katıldığımız düzenlemelerdir. Ama gördük ki bu hükümetin, bu iktidarın hiçbir sözüne güvenmek caiz değildir ve istedik ki; bizi böyle kuru tehdit yapan, blöf yapan bir parti gibi görmesinler ve yine istedik ki, haklı da olsa, doğru da olsa, gerekli de olsa, bütün bu düzenlemeler anayasaya uygun olsun, hukuken malül olmasın.

Onun için, şimdi 10 tane daha kanun hükmünde kararnamemiz anayasa mahkemesindedir. Geçmişteki uygulamaya bakarak, yetki kanununun, mesnet olan kanunun iptal edilmiş olmasına bakarak, bunların da önümüzdeki günlerde anayasa mahkemesi tarafından iptal edileceğini zannediyorum.

Bakın, bu hükümetin çifte standart uyguladığını, devlet ciddiyetinden ne kadar uzak olduğunu gösterecek tipik bir örnek, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ile ilgili tutumudur. Şimdi, kanuna göre hükümetin yetkisi var, İçişleri Bakanı aracılığıyla kullanılan bir yetkisi var. Hakkında soruşturma açılan bir belediye başkanlarını, geçici bir tedbir olmak üzere, görevden alma yetkisi var. Yani, soruşturma açılan bir belediye başkanını görevi sırasında bu soruşturmayı engellemesin diye veyahut da soruşturmanın selameti dışında eğer soruşturma olumsuz sonuçlanırsa, bu arada belediye başkanı yanlış işler yapmasın diye geçici bir tedbir olarak görevden alma, görevden uzaklaştırma yetkisi var. Bugüne kadar bizim çok sayıda belediye başkanımız hakkında olur olmaz nedenlerle soruşturma açtılar, olur olmaz nedenlerle açılan bu soruşturmalara dayalı olarak da başkanlarımızı görevden aldılar. Görevden alınan belediye başkanlarımızın çok büyük kısmı, tamamına yakını, idari mahkemeye gittiler, yürütmeyi durdurma kararı aldılar ve işte o iki aylık sürenin sonunda da görevlerine iade edildiler. Hatta, yani geçmiş içişleri bakanları içerisinde bu meseleyi devlet, hukuk tanımadan böyle inatlaşma haline getirip “Vay sen misin yürütmeyi durdurma kararı aldıran, bir daha seni alıyorum” diye ikinci bir soruşturma açıp, üçüncü defa aynı adamı görevden alan bakanlar gördüm. Tabii kanun hükümete bu yetkiyi vermiş, ama hükümet bu yetkiyi herkese eşit olmasa da, tarafsız olmasa da, bu şekilde kullanmak hakkına da sahip. Neticede bu hükümetin anlayışını gösterir, zihniyetini gösterir. Ama şimdi Türkiye’nin en büyük belediyesinde, İstanbul Büyükşehir Belediyesinde, belediye başkanı için bu İSKİ davasıyla ilgili olarak soruşturma açılmakla kalmamış, soruşturma bitmiş... O soruşturma sonunda, savcılık Büyükşehir belediye başkanı hakkında ağır hapis talebiyle mahkemeye başvurmuş, daha açıyor. Ve o Belediye başkanını bu hükümet görevden alamıyor. Çünkü o Büyükşehir belediye başkanı, bu koalisyonun ortağı olan partiye mensuptur; çünkü, bu hükümetin devlet yönetiminde eşitlik gibi, adalet gibi, ciddiyet gibi hiçbir ölçüsü yoktur. Ölçü, sadece siyasettir.

Son olarak değinmek istediğim bir husus, Sayın Başkan vekilimizin de söylediği gibi, yarın meclis gündemine gelecek olan bir konudur; Özel Radyo ve Televizyon Yasası...

Şimdi, geriye doğru bakıp hatırlarsanız, bu konudaki anayasa değişikliği için bizim de oyumuza ihtiyaç duyulduğu zaman, ancak bu konuda bir kanun teklifi üzerinde mutabık kalmamız ve bunu aynen meclisten geçirmeyi taahhüt etmemiz halinde bu anayasa değişikliğine destek vereceğimizi daha bu hükümet kurulmadan önce ifade ettik. Daha sonra bu metin hazırlandı, ilk partinin, -diğer partiler katılmadılar- iki iktidar partisinin ve bizim katıldığımız bir mutabakat sağlandı. O mutabakat metni partiler tarafından imza edildi, grup başkan vekilleri tarafından imza edildi, meclis başkanı da şahit olarak imza attı bu mutabakata kefil oldu. Daha sonra sanki böyle bir mutabakat yokmuş gibi, devlet bakanı televizyon temsilcilerini, radyo temsilcilerini çağırdı, onlarla ayrı bir metin hazırlandı. Biz bu ayrı metin çalışmasını öğrenince, meclis başkanına gittik, meclis başkanına, kendisinin de kefil olduğu bu anlaşmayı, bu kanun teklifini bir an önce genel kuruldan geçirme hususunda yardımcı olmasını istedik. Neticede mutabık kalınan metin komisyondan geçti, genel kurula geldi ve zannediyorum 30 küsur maddesinden 24 tanesi de şu anda genel kurul tarafından kabul edildi.

Biz bu işlemleri yaparken, daha ilk bu teklifi hazırlayan komisyon çalışmaları sırasında, bütün özel televizyonlara da haber gönderdik. Yani görüşlerini istedik. Bu konuda uzmanlığa inandığımız herkese danıştık. Neticede ortaya çıkan metin, bir uzlaşma metnidir. Yani, bizim de aslında çok beğenmediğimiz, hatta içimize sindirmekte zorluk çektiğimiz bazı hükümler, bu yasa teklifinin içinde mevcuttur.

Buna mukabil bizim açımızdan önem taşıyan hiçbir şekilde geri adım atamayacağımız birtakım hususlar da mevcuttur. Bunlardan bir tanesi de üst kurulla ilgilidir. Biz istiyoruz ki, Türkiye’de özel televizyon ve radyo yayınları hükümetten tamamen bağımsız olan, ama her bakımdan bağımsız olan, hükümetten üzerinde herhangi bir idari yetkisi bulunmayan, tam bağımsız bir kurul tarafından denetlensin. O kurul tarafından düzenlensin. Yani, televizyonların, radyoların yayınlarının o kanundaki yayın ilkelerine uygun olup olmadığını o kurul denetlesin. Bunun için eğer ceza uygulanması gerekiyorsa, o kurul karar versin. Ama bu kurul hükümetin emrinde olmasın, tamamen bağımsız olsun. Tabii, netice itibariyle kurulları oluşturan kişilerdir. Onun için bu kurullara seçilecek kişilerin nitelikleri bu işin en önemli bölümüdür. Burada çok büyük menfaatler, çok büyük çıkarlar söz konusudur. Bunlara karşı direnebilecek çok saygın insanların, çok güvenilir insanların o kurulda olması lazım. Bunu seçebilecek en iyi mekanizma nedir diye günlerce, haftalarca tartışıldı, sonunda meclisteki partilerin -iktidar ve muhalefet partilerinin -iki katı aday göstermeleri ve bu iki katı aday arasından 9 kişinin -5’i iktidar 4’ü muhalefet olmak üzere- genel kurul tarafından seçilmesiyle bu kurulun teşekkülü üzerinde Muftabık kalındı.

Şimdi, bu çalışmalar bu safhaya gelmişken, bizim bu meselede en fazla önem verdiğimiz üst kurulla ilgili, yayın ilkeleriyle ilgili maddeler genel kurulun tasvibinden geçmişken, 25 inci madde görüşülürken Sayın Başbakan, her meselede olduğu gibi, bu meselede de kendisine prim sağlamak için devreye girmiştir. Özel televizyon temsilcileriyle oturmuştur ve önümüzdeki günlerde meclisten geçen bu teklifi, ortak kanun teklifini, komisyona çekmek suretiyle komisyonda geçen maddeler de, daha önce kabul edilen maddeler de bazı değişiklikler yapılması ihtimali mevcuttur. Komisyona çekilmesi, bu kanun teklifinin belirsiz bir geleceğe ertelenmesi demektir. Ondan sonra bir daha genel kurula ne zaman geleceği belli değildir. Komisyonda bir daha uzlaşma sağlanması da fevkalade güçtür.

Biz, bu esas önem verdiğimiz, bu söylediğim konular dışında, tali birtakım düzenlemelerde, bizim için birtakım tali düzenlemelerde her türlü esnekliğe hazır olduğumuzu, iktidar partilerinin kendi aralarında varacakları mutabakata destek vereceğimizi söyledik. Yani, bizim için esas olan, özel radyo ve televizyon yayınlarının hükümetin tasallutu altına girmemesidir. Bunların bağımsız ve tarafsız yayın yapabilmelerinin gene bağımsız ve tarafsız yayın yapabilmelerinin gene bağımsız özerk bir kuruluşun güvencesi altına alınmasıdır. Bizim için bu kanunun önemi budur.

Onun için, onun dışında kalan, işte kuruluşlarla ilgili, onların ortaklarıydı, sermayeleriydi, süreleri filan, bunlarla ilgili düzenlemelerde biz her türlü değişikliğe hazır olduğumuzu, iki iktidar partisinin kendi arasında varacağı anlaşmaya bizim de katılacağımızı söyledik. Dolayısıyla, biz burada basında bazı kişilerin lanse etmeye çalıştıklarının tersine, aslında yapıcı olan biziz. Bu meseleyi uzlaşmayla sonuçlandırmayı arzulayan biziz. Bu meselede bizden gelen herhangi bir güçlük, herhangi bir güçlük, herhangi bir engelleme söz konusu değildir. En demokratik, en liberal hükümleri, ama daha önce söylediğim gibi, o yayın ilkelerini korumak ve üst kurulla ilgili temel ölçülerimizi gerçekleştirmek şartıyla diğer bütün hususlarda en serbest düzenlemelere açığız. Fakat meselenin asıl zorluğu, sayın başbakanın bu yasayı da özel televizyonlara bir nane şekeri olarak kullanmak arzusundan kaynaklanmaktadır. Eğer sayın başbakan ve diğer partiler meseleye bizim baktığımız gibi, ciddiyetle yaklaşırlar ise, bu yasanın bu hafta çıkması mümkündür. Aksi taktirde komisyona geri çekilmesi veya başka bir şekilde daha önceki mutabakattan ayrılınması, acil düzenleme bekleyen, milletimizin de bir an önce düzenlenmesini yürekten istediği bir alanın bugünkü gibi başı boş kalmaya devam etmesi sonucunu doğuracaktır. Onun için bu konudaki kararlılığımızı ve katkımızı bu hafta da sürdürecek bu konuyu bir an önce sonuçlandırmayı hedefliyoruz.

Ben, arkadaşlarımdan yarınki yasa çalışmalarında mutlaka mecliste bulunmalarını rica ediyorum. Biraz önce Eyüp AŞIK arkadaşımın da ifade ettiği gibi, bu akşam 19.30’ dan itibaren parti genel merkezimizde, merkez karar yönetim kurulu ile birlikte ortak bir toplantı yapacağız. O toplantıda güneydoğu sorununu bütün veçheleriyle yeniden değerlendireceğiz ve bu toplantımızın sonucunda da partisinin bu konudaki görüşlerini ana çerçeve itibariyle yansıtan bir bildiri yayınlayacağız.

Bu çalışmalarımız bundan sonra da devam edecek, ama bugünkü çalışmamızda meseleyi ana hatlarıyla böyle bir çerçeveye oturmayı hedefliyoruz.

Bu arada, genel merkezimizin aday tespit çalışmaları, mahalli seçimleriyle ilgili aday değerlendirme çalışmaları da, daha önce size açıkladığım statü içinde devam ettirilmektedir. İşte kamuoyundan da izlediğiniz gibi, adaylık başvurularını başlatan ilk parti biz olduk. Bu çalışmalarda, daha önce de söylediğim gibi, milletvekilleri arkadaşlarımızın mahallinde yaptıkları incelemelere birinci derecede itibar edeceğiz. Onun için bugüne kadar çalışmalara katılan arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Bundan sonra da kendilerine bu konuda görev verilen arkadaşlarımın aynı ciddiyetle bugüne kadar olduğu gibi aynı ciddiyetle bu çalışmalarda bize yardımcı olmalarını rica ediyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum.