ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN
ANAVATAN PARTİSİ TBMM GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA
 
23 KASIM 1993

Değerli arkadaşlarım; hepinizi saygıyla sevgiyle selamlıyorum.

Geçtiğimiz haftanın en önemli olayı, iktidarın büyük ortağı Doğru Yol Partisinin Genel Kongresiydi.

Bakın size bir şey itiraf edeyim, bu ikinci kongreleridir. Doğru Yol Partisi ne zaman büyük kongre yaparsa, ben hakikaten çok önemli bir insan olduğum hissine kapılıyorum. Kongrede dövizlere benim adımı yazıyorlar, Sayın Başbakan konuşmasının neredeyse yarısını bana ayırıyor.

Şimdi bakın, Doğru Yol Partisinin kongresi 20 Kasım 1993 günü yapıldı, geçtiğimiz Cumartesi günü yapıldı. Ben Hükümeti 20 Kasım 1991 günü, Sayın Demirel başkanlığındaki Koalisyon Hükümetine devrettim. Yani Doğru Yol Partisinin büyük kongresi, bizim iktidarı Koalisyon Hükümetine devredişimizin tam ikinci yıldönümüne rastladı.

Şimdi böyle bir ortamda, Doğru Yol Partisinin kongresinde konuşan, tek aday olarak konuşan Koalisyon Hükümetinin Başbakanının, Doğru Yol Partisi Genel Başkanının delegelerine ve o kongreyi yayınlayan televizyonlar aracılığıyla milletine ne söylemesi gerekirdi, neyi anlatması gerekirdi. Evvela iki seneden beri devam eden Hükümet icraatının bir değerlendirmesini yapması gerekirdi. Yani aldığı Türkiye ile bugün getirdiği Türkiye’nin bir mukayesesini yapması gerekirdi. Bugün Türkiye’nin durumunu bir anlatması gerekirdi. Bugün Türkiye’nin sorunlarına bir teşhis koyması gerekirdi. Ve önümüzdeki dönemde neler yapacağının işaretlerini vermesi gerekirdi.

Değerli arkadaşlarım, hepiniz şahitsiniz, bütün milletimiz şahittir, bunların hiçbiri yapılmamıştır. Yapılan, sadece ucuz demagojidir. Yapılan, sadece bizim Anavatan Partisi olarak, artık Türkiye’de yıkmaya çalıştığımız, vatandaşın zihninden silmeye çalıştığımız o basit politika örneklerinin çağımıza yakışmayan yeni bir örneğidir.

Sayın Başbakanın, Başbakan olduğu zaman, yani ilk kongreden sonra, burada ifade ettim; o Beyaz Sayfa edebiyatıyla Türk siyasetine getirmek istediği yeni bir kötü örneğe dikkatinizi çektim. Sayın Başbakanın yapmak istediği, kendisini hem mensubu olduğu hem de ekonomiden sorumlu bakan olarak bütün ekonomik politikalarının sorumluluğunu taşıdığı ilk koalisyon hükümetinden ayırma ve adeta o dönemin başarısızlığını, o dönemin boş çıkan, fos çıkan vaatlerini millete unutturma gayretkeşliği içine girebileceği konusunda hepinizin dikkatini çektim; ama, değerli arkadaşlarım, Sayın Başbakan sadece bununla yetinmedi. Sayın Başbakan, kendisinin de mensubu olduğu, Sayın Demirel başbakanlığındaki koalisyon hükümetini çok ağır bir şekilde bir itham altında bıraktı.

Şimdi bakın, 4 Kasım 1993 günü, Sayın Çiller İstanbul’da basın toplantısı yapıyor. Söylediği şey şudur, bölücü terörle ilgili, “ilk yıl bir iyileşmeye doğru giden bazı adımlar atıyoruz. Ta ki yine eşkıyanın kendi ağzıyla bu iş bize yaradı dediği ateşkese kadar. Bu bir oyun, iyi de oynanıyor. Ateşkes istiyor eşkıya. Bunu derken dünyaya şu mesajı veriyor, diyor ki: Ben barıştan yanayım. İşte barış istiyorum, ateşkes istiyorum. Hükümet, o zamanın Hükümeti buna “peki” diyor, bu barış isteğine barış elini uzatıyor ve bir tür oyuna geliyor. Çünkü eşkıya o zaman müthiş biçimde kendini yeniliyor ve bunu eşkıyanın elebaşısının ağzından dinliyoruz biz.

Şimdi değerli arkadaşlarım, Sayın Başbakanın, ateşkesi kabul ettiğini iddia ettiği, eşkıyanın oyununa geldiğini iddia ettiği Hükümet kendisinin de dahil olduğu Hükümettir. O Hükümetin Başbakanı, bugünkü Cumhurbaşkanıdır. Ve eğer Başbakanın söylediği doğru ise, bunun yeri Yüce Divandır. Ama, mesele burada bitmiyor. Sayın Başbakan daha birkaç gün önce, 16 Kasım tarihinde kendi grubunda yaptığı bir konuşmada aynı ifadesini tekrar ediyor.

(DYP Grup Toplantısı kayıt bantlarından Başbakan Tansu Çiller’in konuşması)

“... olarak işbaşına geliyor, son derece ciddi ilk yaklaşım ortaya çıkıyor. Teşhislerde ve kararlılıkta ve ilk defa olağanüstü halin arkasına siyasi iradeyi koyarak sonuca varmak isteğiyle yola çıkılıyor. Ancak burada teröristlerin... bu oyun dünyaya bir mesaj vermek, ateşkes çerçevesinde uzlaşmacı görünmek ve bu çerçevede toparlanmak isteği. Buna terörist nail oluyor. Ateşkes kabul ediliyor, bu dönemde tekrar toplanıyor ve bizim, İkinci Koalisyon Hükümetimizden önce, yeniden ateşkesi bir yana bırakarak ilk eylemleri başlıyor...”

Şimdi, Sayın Başbakan, bu bantta da dinlediğiniz gibi, kendi ağzından, kendi grubunda ateşkesin Birinci Koalisyon Hükümeti tarafından kabul edildiğini ve böylece terörün ve teröristin emeline nail olduğunu ifade ediyor.

Sonra kim araya girdi bilinmez, kimin tepkisini çekti bilemeyiz, ama bu konuşmayı yaptığının ertesi günü, Başbakanlıktan bir açıklama yapılıyor. Bakın, Başbakanlık açıklamasında denen şudur: “Sayın Başbakan, gazetede yer aldığı gibi, PKK’nın geçen Mart ayında ilan ettiği ateşkesi Hükümetin kabul ettiğini, bunun büyük bir hata olduğunu söylememiştir.”

Değerli arkadaşlarım, Başbakanlık adına yapılan açıklama, maalesef, biraz önce dinlediğiniz banttan da anlaşılacağı gibi, biraz önce size Başbakanın basın toplantısından okuduğum bölümden de anlaşılacağı gibi, maalesef gerçeğe aykırıdır.

Şimdi, Sayın Hasan Korkmazcan arkadaşım bu açıklama üzerine ertesi gün, bu bantla birlikte basın toplantısı yaptı. Bir haftadan beri Başbakandan açıklama yok. Başbakanlığın yalan açıklama yaptığını söylüyoruz. Başbakanlığın haysiyetine sahip çıkacak insan yok. Bu kongre birçok gerçeği ortaya koydu; Türkiye’nin ağır sorunları olduğunu hepimiz biliyoruz. Türkiye’nin bir bölünmenin eşiğine getirilmek istendiğini, memleketimizin giderek büyüyen bir bölümünde oluk oluk kan aktığını, gencecik insanlarımızın bu vatanın birliğini bütünlüğünü korumak için her gün şehit düştüklerini biliyoruz. Bundan yararlanmak isteyen düşmanlarımızın giderek artan bir gayret içinde olduklarını da hepimiz birlikte izliyoruz. İşte Papandreau, daha iktidara geldiğinin haftasında, Güney Kıbrıs ile Yunanistan’ı aynı savunma alanı içerisinde kabul eden yeni bir anlayışı ortaya koydu. Türk Hükümeti’nden daha buna karşı tıs bile çıkmadı. Çünkü, biliyorlar ki, bu Hükümet artık Kıbrıs’ın peşinde filan değil, bu Başbakan artık Türkiye’nin milli menfaatlerinin, dış meselelerinin peşinde değil, bu Başbakanın kafasında bir tane paranoya var, o da maalesef benim.

Değerli arkadaşlarım, biraz önce Sayın Pehlivan arkadaşım da ifade etti, daha önce Sayın Emiroğlu da ifade etti, Sayın Başbakanın bir papağan gibi diline dolayıp bize yönelttiği bir suçlama var. Bizi iktidardan kaçmakla suçluyor.

Bakın, dünyanın, hangi demokratik ülkesinde olursa olsun, aklı başında kime sorarsanız sorun, demokratik yoldan işbaşına gelmiş bir iktidarın, kendi kararıyla milletin oyuna başvurmasını, zaten iktidarın kaynağı olan milletten güven tazelemesini kaçmak olarak niteleyen bir anlayışı demokrat bir anlayış olarak kabul etmesi mümkün değildir. Türkiye’de iktidardan kaçmanın örnekleri vardır. Ama, bu örnekleri buradan dile getirmek, benim açımdan değer verdiğim bir makama saygısızlık olur.

Ayrıca, Sayın Başbakan, kendisinin hiçbir şeyden kaçmayacağını, hiçbir şeyden korkmadığını söylüyor, ama biraz önce söylediğim gibi, kendi geçmişinden kaçmaya çalışıyor. Bu kongrede Başbakanın çıkıp, şu iki yıllık koalisyon döneminin 1,5 yılı aşkın döneminde, kendisinin ortaya attığı, patenti kendisine ait olan o UDİDEM aldatmacasının hesabını vermesi gerekirdi. Milletten seçimlerden önce iki yıl filan süre istemedi. Milletten istedikleri süre, enflasyon konusunda, sadece 500 gündü. Hatta ekonomiyi altı ay içerisinde tamamen düzlüğe çıkaracaklarını iddia ettiler, 500 günde enflasyonu ortadan kaldıracaklarını millete taahhüt ettiler. Bu taahhütlerinin niye yerine gelmediğinin hesabını vermesi gerekirdi. Bunların hiçbiri yapılmamıştır. Adeta bugün, Türkiye’de Sayın Demirel başkanlığındaki o 1,5 yılı aşkın koalisyon döneminin sorumlusu ortada yoktur. Yani, millet kendisini aldatan, kendisine verdiği taahhütleri yerine getirmeyen, Türkiye’nin dengelerini büsbütün bozan, Türkiye’de işte bu gaflet içerisinde ateşkes gafletiyle terörün daha da tırmanmasının müsebbibi olan iktidarın sorumluluğunun kimde olduğunu bilememektedir.

Sayın Çiller’e daha önce yaptığım bir çağrıyı burada, huzurunuzda tekrarlıyorum. Bakın ben, Anavatan Partisinin kurucusuyum. 8 yıllık Anavatan İktidarında bakan olarak, Başbakan olarak, Genel Başkan Yardımcısı olarak, Genel Başkan olarak, milletvekili olarak çeşitli derecelerde sorumluluklar taşıdım. Benim içime sindirdiğim uygulamalarımız oldu, karşı çıktığım uygulamalarımız oldu, parti disiplini sebebiyle içime sindiremediğim halde destek verdiğim uygulamalarım oldu. Anavatan İktidarlarının, bugün milletimiz tarafından değeri çok daha iyi anlaşılan sayısız müspet icraatları yanında, bugün hepimizin kabul ettiği ufak tefek yanlış icraatları da oldu. Ben, 1983 yılında Anavatan Partisi iktidara geldiği günden, iktidarı bu koalisyona devrettiğimiz güne kadar, Anavatanın bütün hesabını vermeye, yanlış doğru bütün icraatına sahip çıkmaya hazırım. Ama, Sayın Başbakan, hani o 1946’lardan beri sahip çıkmadıkları, zamanında sahip çıkmadıkları Demokrat Parti Hareketini bile sahiplenmeye yeltenen Adalet Partisine, Doğru Yol Partisine 1946’dan bugüne kadar, bütün o harekete sahip çıkmaya çalışan Sayın Başbakan, eskiye gitmiyorum, kendisinin üyesi olduğu, kendisinin ekonomiden sorumlusu olduğu Birinci Koalisyon Hükümetinin icraatına sahip çıkmaya mecburdur. Yani, 1,5 seneyi aşkın bir süre, o Hükümetin içinde bakan olacaksınız, bütün kararların altında imzanız olacak, eğer ateşkesi kabul etmişse sizin de rızanız olacak, ondan sonra kongrede Genel Başkan olunca, bütün o sorumluluğunuzu inkar edip Beyaz Sayfa açacaksınız. 5 ay Başbakan olacaksınız, hiçbir soruna çözüm getirmeyeceksiniz, sadece lafla, sadece geçmişi suçlayarak, sadece millete masal anlatarak, milletin bir 5 ayını daha boşa harcayacaksınız, ondan sonra kongrede yeniden delegelerden oy alıp, şimdi de belki kalkıp bir Beyaz Sayfa daha açacaksınız.

Değerli arkadaşlarım, bu anlayışla Türkiye’de demokrasiyi yerleştirmek mümkün değil, bu anlayışla Türkiye’yi ileriye götürmek mümkün değil, bu anlayışla Türkiye’nin hiçbir meselesini çözmek mümkün değil. Bakın, Başbakan kongrede bugünkü Türkiye’nin en önemli meselesi demokrasidir dedi. Yanılmıyorsam birkaç defa söyledi. Sayın Başbakan milletten kopuktur. Çıksın sokağa vatandaşa sorsun bakalım, 100 tane vatandaşı çevirsin sorsun, acaba içlerinden bir tanesi bugün Türkiye’nin en önemli meselesinin demokrasi olduğunu söyleyecek mi? Bugün Türkiye’nin en önemli meselesi, ülkenin birliğinin, bütünlüğünün korunması meselesidir. En önemli meselesi, bölücü terörün önlenmesi meselesidir. Vatandaş, ekonomik sıkıntılara katlanmak pahasına, ekonomide giderek artan ve kendisini ezen ekonomik şartları dahi şikayet konusu yapmamak pahasına, bu terörün önlenmesini istiyor, oradaki kanın durmasını istiyor. Vatandaşın hissiyatının böyle olduğu bir ülkede, Başbakan çıkıp, “Türkiye’nin bugün en önemli meselesi demokrasidir” diyor. Demokrasi, Türkiye’nin niye en önemli meselesi olsun? Evet, belki Türkiye’de hala demokrasi alanında gidecek yolumuz var, yapacak iyileştirmelerimiz var, iki seneden beri kendileri hiçbirini yapmamışlar. Ne yapılmışsa geçmişte biz yapmışız. Ama, bugünkü Türkiye’nin en önemli meselesi demokrasi demek, aslında hedef saptırmaktan başka bir anlama gelir mi? Yani, acaba bizim bilmediğimiz bir şey mi var diye kuşkuya düştüm. Hakikaten o gazetelerde yazıldıkları gibi Türkiye’de bir darbe ihtimali mi var? Türkiye’de yeniden bir askeri müdahale ihtimali var mı? Onun için mi Türkiye’de en önemli mesele demokrasidir?

Bana kalırsa, Başbakan söylediği sözün ne anlama geldiğinin farkında değildir. Türkiye’nin en önemli meselesi, bölücü terör meselesidir. En acil meselesi, bölücü terör meselesidir. En acil meselesi, bölücü terör meselesidir. Herhalde burada aylardan beri bu kürsüye çıkıp da bu meseleye ilişkin size görüş bildirmediğim hiçbir toplantı olmadı. Anavatan Partisi olarak, bu konuda geçtiğimiz günlerde sizlerle birlikte, milletvekili arkadaşlarımla birlikte, Merkez Karar Yönetim Kurulu üyesi arkadaşlarımla birlikte, bir dizi toplantı yaptık, basına kapalı toplantı yaptık. Bu toplantılar sonunda, Anavatan Partisinin Güneydoğu meselesine ilişkin görüşlerini kamuoyuna açıklayacak, bu konuda parti olarak tam bir mutabakat çerçevesinde görüşmelerimizi ortaya koyacak noktaya geldik. Türkiye’de daha bizim yaptığımız bir çalışmayı yapabilen hiçbir parti yoktur. Anavatan Partisinde bu çalışmayı yaparken bazı güçlüklerimiz olduğunu da biliyorduk. Arkadaşlarımızın görüşleri arasında farklılıklar vardı. Bizim tabanımızın görüşlerinde farklılıklar vardı. Ve nihayet bu meselenin şu anda içinde bulunduğu durum, sağlıklı, serinkanlı bir değerlendirmeye imkan veren bir ortam değildi. Ama, bütün bunlara rağmen, bu meselede Koalisyon Hükümetinin bir politikası olmadığını anladığımız için, iki yıldan beri sadece ileri-geri adımlarla çelişkilerle zikzaklarla yürütülen politikanın bugün ülkede terörün tırmanması sonucunu doğurduğunu gördüğümüz için ve toplumda bu konuda ümidini yeniden Anavatan Partisine yöneldiğini gördüğümüz için, bu riskli çalışmanın içine girdik.

Ben, aylardan beri bu konuda yüzlerce uzmanla, bölgedeki vatandaşlarımızla, oradaki il başkanlarımızla, milletvekili arkadaşlarımızla görüşmeler yaptım. Parti içerisinde bu konuda bir çalışma grubu oluşturduk. Onlarla ayrıcı görüşmeler yaptım. Sonunda orada oluşan görüşleri milletvekili arkadaşlarımın ve Merkez Karar Yönetim Kurulumuzun oluşturduğu o toplantılara getirdik. Arkadaşlarım görüşlerini, hiçbir başka mülahaza gütmeden, hiçbir rezerv olmadan, çekinmeden, açıkça, serbest olarak ortaya koydular. Ve toplantı sonunda, Anavatan Partisi olarak bu konuda şu anda Türkiye’nin en önemli konusu olan ve fevkalade hassas olan bu konuda tam bir bütünlük sağladık, tam bir anlayış birliği sağladık. Dile getirdiğimiz görüşler, kamuoyunda genellikle müspet karşılandı. Ama tabii karşı çıkanlar da oldu, bu da gayet doğaldı. Çünkü Türkiye’de bu konuda tam bir birleşme sağlanması, bir politika üzerinde tam mutabakat sağlanması zaten mümkün değildi. Ama Anavatan Partisi olarak bu meselede getirdiğimiz en önemli yenilik, meseleye, sadece bir defa daha halledilmesi gereken, yani bugünkü Koalisyon Hükümetinin felsefesine uygun olarak bugünlük halledilmesi gereken bir mesele olarak bakmamamızdır.

Çünkü, inanıyorum ki, Türkiye’de hakikaten 2000 yılını hedef alan, Türkiye’yi 2000 yılına güçlü bir ülke olarak, bir büyük devlet olarak taşımayı hedefleyen bir siyasi anlayış, artık bu meseleyi mutlaka çözümlemek zorundadır. 2000 yılına Türkiye, Güneydoğu sorununa ayakbağı olarak giremez. Güneydoğu sorunu, bazılarının maksatlı olarak ortaya koymak istedikleri gibi, bir Kürt sorunu filan değildir. Bir etnik sorun değildir. Güneydoğu sorunu, memleketimizin bir bölgesinde, devletimizin zaafiyet içerisinde olmasından, oradaki vatandaşlarla devlet arasındaki ilişkinin sağlıklı bir şekilde kurulamamış olmasından kaynaklanan sorundur. Devletin orada iyi işleyememesi, devletin orada asli görevlerini bile yeterli şekilde yerine getirememesi, oradaki vatandaşlarımıza bakışında birtakım yanlışlıkların olması, 70 yıldan beri Türkiye’nin bu meseleyi halledememesi sonucunu doğurmuştur. Yoksa, bazılarının iddia ettikleri gibi, mesele sadece bir etnik mesele değildir. Mesele sadece birtakım taleplerin karşılanmasıyla halledilecek mesele de değildir. Meselenin köklü çözümü, orada devleti her bakımdan devlet haline getirmektir. Hem asli görevlerini, hem oradaki vatandaşlara karşı olan bakışını, yakınlığını, ilişkilerini masaya yatırıp, bunları bir devlet olmanın gereği içerisinde çözümlemek meselesidir.

Bu, aslında sadece o bölgenin meselesi değildir. Bu, bütün Türkiye’nin meselesidir. Türkiye’de eğer hizmet eksikliği varsa, sadece güneydoğuda yoktur. Hizmet eksikliği, Türkiye’nin her yerinde vardır. Hizmet eksikliği, Türkiye’nin batısında da, kuzeyinde de vardır. Devletin vatandaşa, devlet olmanın ciddiyetiyle değil de, zaman zaman devleti temsil eden insanların yanlışlarıyla yaklaştığı, sadece güneydoğuda karşılaşılan bir durum da değildir. Bu da Türkiye’nin her yerinde olan bir durumdur. Onun için meseleye, sadece bölge bazında bakamayız.

Meseleye Türkiye bazında bakmamız lazım. Devleti yenileyeceksek, 2000 yılında Türkiye’yi etkin bir devlet olarak, bizim Türkiye’de başlattığımız, Anavatan İktidarının başlattığı çağ atlama, Türkiye’yi yenileme çabasının kaçınılmaz bir uzantısı olan devleti yeniden yapılandırma gayretine gireceksek, buna bütün Türkiye’de girmemiz lazım. Buna, idari sistem açısından girmemiz lazım, buna eğitim sistemi açısından girmemiz lazım, hukuk sistemi açısından girmemiz lazım. Buna özelleştirme açısından girmemiz lazım.

Ama, güneydoğu meselesinde, bu yapılacak düzenlemeler içerisinde en fazla önem taşıyan, bu meseleyle doğrudan ilişkili olan, Türkiye’deki idari sistemin bir an önce yapılandırılması ve adalet sisteminin çağdaş düzeye getirilmesidir. Bu ikisini mutlaka öne almamız lazımdır. Orada devleti, daha etkin çalışan, vatandaşa daha iyi hizmet götüren, daha iyi adalet dağıtan bir kurum haline getirmedikçe, güneydoğu meselesini halledemeyiz.

Elbette ki güneydoğu meselesi içerisinde, en öncelikli mesele, bölücü terör meselesidir. Bölücü terör meselesi hallolmadan diğer meselelerin hallolması mümkün değildir. Bölücü terörü halletmede de, devletin eksiklikleri var. Daha önce burada konuştuk; koordinasyon eksiklikleri var, uygun güç eksikliği var, istihbarat eksikliği var. Bunları çok kısa sürede çözümleyip, bölücü terörün üzerine, bölücü terörün gerektirdiği kararlılıkla, güçle, sertlikle gitmemiz lazım. Bölücü terörü, öyle takvime bağlı filan değil, mümkün olan en kısa sürede ezmemiz lazım. Ama şunu da unutmamamız lazım: Bölücü terörü ezdiğimiz zaman, bu sorunu ortadan kaldırmış olmayız. Güneydoğu sorunu, Türkiye’nin en önemli sorunudur. Güneydoğu sorununu çözemeyen bir Türkiye, büyük devlet olamaz.

Onun için Türkiye, 2000 yılına mutlaka bir sorun çözerek girmeye mecburdur. Ben bu mesele, ancak beş yıllık bir planla, orta vadeli bir planla çözümlenir derken, meseleyi bu kapsamda düşündüm. Yani bütün yönleriyle, ekonomik yönleriyle, sosyal, kültürel, psikolojik bütün yönleriyle anlayan bir anlayış içerisinde bu meseleye yaklaşmak gerektiğini söyledim. Sayın Başbakan, bunu da demagoji konusu yaptı. Madem beş yılda çözülecek, niye bizden beş ayda çözmemizi istiyorsun dedi. Benim ondan beş ayda çözmesini istediğim şey, güneydoğu sorunu değil, ben diyorum ki, artık bugün bizim de kabul ettiğimiz, yani geçmişte başlattığımız birtakım uygulamalardan, bizim de sonuç çıkarıp değiştirilmesi gerektiğini kabul ettiğimiz bazı hususlar var. Bunları vakit geçirmeden yapmak lazım.

Bunları bir an önce yapıp, terörle mücadeleyi bir an önce sonuçlandırmak lazım. Eşkıyanın başını bir an önce ezmek lazım. Ama bilmek lazım ki, eşkıya ezildiği zaman bu sorun bitmeyecek. Çünkü orada, eşkıyadan başka sıkıntı var. Oradaki vatandaşlarımızın, devletin kendilerine bakışından sıkıntıları var. Bunu en kısa sürede tamir etmemiz lazım. Bölge halkıyla devleti mutlaka bütünleştirmemiz lazım. Türkiye’de bakın Türkiye’de hiçbir zaman, ne bugün, ne geçmişte, hiçbir zaman sorun, vatandaşlarımız arasında, bir sorun olmamış. Sorun her zaman devletle vatandaş arasında olmuş. İsyanlar hep devlete karşı olmuş. O halde bizim düzeltmemiz gereken, devleti çalıştıran insanlar olarak, devleti temsil eden insanlar olarak bizim el atmamız gereken konu, devlet konusudur. Devleti yeniden yapılandırma konusudur. Devletin oradaki vatandaşlara bakışını yeniden gözden geçirmemiz lazım. Kısacası, devleti masaya yatırmamız lazım.

Şimdi değerli arkadaşlarım, bu Hükümet, biliyorsunuz bir ayı aşkın bir süreden beri, terörle mücadelede Milli Güvenlik Kurulu tarafından gerekli görülen, kendisine de tavsiye edilen bir yasa değişikliğini, birtakım koalisyon pazarlıklarının devam etmesi nedeniyle hala daha Genel Kurula getiremedi, Meclisten geçiremedi. Şimdi orada, zannediyorum önümüzdeki günlerde kamuoyunda tartışılacak olan bir konu var. Ben bu konuya, geçtiğimiz toplantıda da bir nebze değindim. Terörle Mücadele Yasası, yani 3712 sayılı yasa, 1991 Nisan’ında Anavatan İktidarı zamanında bizim çıkardığımız bir yasadır. O yasanın 1. Maddesinde, terör şöyle tarif ediliyor: Baskı, cebir, şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin temel niteliklerini değiştirmeye yönelik faaliyetler terördür. Yani, Cumhuriyetin temel nitelikleri, demokratik, laik, nitelikleri ve Türk devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü değiştirmeye yönelik, bu saydığım yöntemleri kullanırsanız, bunlar o kanunda terör kabul ediliyor.

Şimdi, biz bu kanunu çıkarırken, yeni 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasını çıkarırken, aynı kanunda düşünce hürriyetiyle ilgili Türk Ceza Kanunundaki yasaları da yeniden düzenledik. Esas itibariyle Türkiye’de, üç tane düşünce yasağı vardı. Bunlardan bir tanesi, faşizm, komünizm veya monarşik düzen gibi, kişi veya sınıf veya zümre hakimiyetine dayalı bir devlet düzenini Türkiye’de hakim kılabilme düşüncesini savunmak Birinci kısıtlama getirilen, yasak sayılan düşünce bu idi. Biliyorsunuz bu da, Ceza Kanununda 141 ve 142. Maddelerle düzenlenmişti.

İkinci yasak, dine dayalı fikrini savunan düşünceye getirilen yasaktı. Şeriatçılığa getirilen yasaktı. Bu da 163. Maddede düzenlenmişti.

Yine bizim hukuk sistemimizde, mevcut olan, üçüncü düşünce yasağı, bölücülük konusunda düşüncelerini, propagandayı yasaklayan düzenlemeydi. Biz bunlardan, 141, 142 ve 163’ü düşünce suçu olmaktan çıkardık. Yani bu düşüncelerin dile getirilmesi, savunulmasını suç olmaktan çıkardık. Ama, bölücülük konusunu suç olarak muhafaza etmeye devam ettik. Bugünkü durum da budur. Yani bugün Türkiye’deki durum da budur. Şimdi, bu Kanun, bu Hükümet tarafından Meclise getirilirken, bölücülük konusundaki, bölücü düşünceler konusundaki yasağa ilaveten, eski 163. Maddeyi ihya eden, onu yeniden düzenleyen ve laiklik karşıtı, dini devlet kurmayı amaçlayan düşünceleri de yeniden suç sayan bir düzenlemeyle buraya getiriyorlar ve Sosyal Demokrat Halkçı Parti, bu konuda kararlı olduğunu Genel Başkanının ağzından, gerekirse Koalisyonu dahi yıkabileceğini ifade ediyor.

163’ü yeniden ihya eden, yeniden bu maddeye sokan şekliyle Meclise gelen tasarı, komisyonda bizim arkadaşlarımızın da oylarıyla değiştirilmiş ve laiklik karşıtı görüşleri, suç sayan, üstelik de terör sonucu sayan düzenleme tasarıdan çıkarılmıştır. Şimdi SHP, yeniden bunu ilave etmeye çalışıyor, yeniden tasarıya bunu dahil etmeye çalışıyor.

Değerli arkadaşlarım, burada, açıkça birkaç çelişkiye dikkatinizi çekmek istiyorum: Birincisi, daha önce de söyledim, ideali bugün gelişmiş Batı ülkelerinde geçerli olan sistem, hiçbir düşüncenin ifadesinin, hatta propagandasının suç olmamasıdır. Çünkü, düşünceyi yasaklamak, aslında o düşünceyi daha cazip kılar. Bütün düşüncelerin serbest olması lazımdır. İnsanların düşüncelerinden dolayı cezalandırılmamaları lazımdır. Ama, her ülke, bugün düşünce yasağının bulunmadığı, düşünce yasağının olmadığı Batı ülkelerinde dahi, çeşitli dönemlerde, çeşitli duyarlılıkları dikkate alarak, hassas oldukları konularda düşünceye de kısıtlama getirmişlerdir. Mesela Almanya’da faşizm düşüncesinin propagandası yasaktır, suçtur. Her ülkede buna benzer bazı kısıtlamalar geçmişte olmuştur.

Bugün, gelişmiş Batı ülkelerinin geldiği noktada, artık düşünce hürriyeti üzerinde hiçbir kısıtlama, hiçbir yasak söz konusu değildir. Bizim de hedefimiz orası olmalıdır. yani Türkiye’de her düşünce serbest olmalıdır, hiçbir düşünce, suç konusu olmamalıdır.

Anavatan Partisi olarak, bizim üç temel ilkemiz var: Birisi düşünce hürriyetidir. İkincisi, teşebbüs hürriyetidir. Üçüncüsü, inanç ve vicdan hürriyetidir. Biz, bu üç hürriyetin, tam anlamıyla Türkiye’de yerleşmesiyle, Türkiye’de gerçekleştirdiğimiz yapı değişikliğinin en iyi şekilde işleyeceğine, Türkiye’nin daha ileriye gitme, gelişme konusundaki dinamizmini yakalayacağına, potansiyelini tam olarak kullanacak düzeye geleceğine inanıyoruz. Bu üç hürriyetten, bizim vazgeçmemiz mümkün değildir. Esasen, 1991’de yaptığımız düzenleme inanç hürriyeti üzerindeki 163 engelini, düşünce hürriyeti üzerindeki 141, 142 ve 163 engellerini kaldırmaya yönelik bir düzenlemeydi. Ama, bu üç ilkeyi de, kısıtlamaya, bunlarda geçici de olsa bazı sınırlamalar yapmaya, bizce haklı kılacak bir tek şey vardır; hepsinin üzerindedir; o da, ülkenin bölünmez bütünlüğüdür.

Ülkenin bölünmez bütünlüğü konusunda eğer bir tehdit varsa, bir tehlike varsa, düşünce hürriyetine kısıtlama getirilebilir. Bizim anlayışımız budur. Çünkü biz, Türkiye’de demokrasiyi savunan bir Partiyiz, demokrasiye büyük hizmetler yapmış bir partiyiz. Demokrasiyi seven bir partiyiz. Ama ülkemizi demokrasiden de çok seven bir Partiyiz.

Değerli arkadaşlarım, bizim getirdiğimiz ve bugün hala savunduğumuz, işte son olarak vardığımız mutabakat çerçevesinde benim yeniden kamuoyuna açıkladığım görüşlerimizde de ifade edilen husus, biz, bir tek düşünce suçu kabul ederiz, o da bölücülükle ilgili düşüncelerdir. Türkiye’yi bölmek isteyen düşüncelerin ifade edilmesine de karşıyız, propaganda edilmesine de karşıyız, örgütlenmesine de karşıyız.

Şimdi, demokratikleşme konusunda çok iddialı olan. Türkiye’yi insan hakları açısından da, demokratikleşme açısından da hep ileriye götüreceği iddiasında bulunan SHP, açıkça, bizim Türkiye’yi getirdiğimiz noktadan, Türkiye’yi iki yıl öncesine geri götürmeye çalışmaktadır.

Bakın, bir çelişkileri daha var. Aynı SHP’nin grup başkanvekilleri, milletvekilleri, Meclise bir kanun teklifi vermişlerdir, bölücü fikirlerin de, bölücü partilerin de serbest olmasını öngören bir yasa teklifi vermişlerdir. Yani, aynı parti, bir yanda hem bölücülüğün hem de dine dayalı devlet propagandasının suç sayılmasını istiyor; ama, aynı Partinin bir bölümü, bölücülüğün suç olmaktan çıkmasını, hatta bölücü partilerin kurulmasına izin verilmesini savunuyor.

Aslında, ne SHP’nin de Koalisyonun diğer ortağının bu meseleye sağlıklı bir şekilde baktıkları, yaklaştıkları söylenemez. Burada, Anavatan Partisi olarak huzurunuzda ifade eriyorum, bu düzenlemeyle, bizim savunduğumuz, Komisyondan geçtiği şekliyle eğer bu kanun Genel Kuruldan çıkarsa, Türkiye’de laikliğin tehlikeye düşeceği, dine dayalı devlet propagandalarının alıp başını gideceği iddiaları filan doğru değildir. Çünkü iki seneden beri uygulama zaten bu düzenleme çerçevesindedir ve iki seneden beri, bu konuda hiçbir olumsuz gelişme ortaya çıkmamıştır. Çünkü, başta söylediğim gibi, zaten devletin laik niteliğini, şiddet yoluyla, baskı yoluyla, cebir yoluyla korkutma, sindirme yoluyla değiştirmeye yönelik eylemler, şu anda da terör sayılmaktadır. Yani bu işi eyleme döktüğünüz anda, sokağa döktüğünüz anda, zaten bu kanun çerçevesinde devlet bunlara karşı tedbir almakla yükümlüdür. Ama, sadece bu düşüncenin ifade edilmesini, üstelik de geçmişte hep yanlış yorumlanan, hiç bir siyasi emeli olmayan, sadece ibadet hürriyetlerini kullanan insanları cezalandırmak için kullanılan bir maddeyi, şimdi terörle mücadele bahanesiyle tekrar ihya etmeye çalışmak, sadece ve sadece, bu konuda, bir kısım çevreleri istismara yönelik bir çabadır. Bunu, bizim kabul edebilmemiz, buna destek verebilmemiz mümkün değildir.

Bakın, açıkça söylüyorum, Türkiye’de Anavatan Partisi olarak biz, laiklik ilkesine bağlıyız, laik devlet ilkesine bağlıyız. Laikliği, Türkiye’de, inanç hürriyetinin, vicdan hürriyetinin güvencesi olarak görürüz. Yani vatandaşlarımızın kendi inançlarını, kendi ibadetlerini yapmada, onları devlete karşı koruyan bir ilke olarak görürüz. Türkiye’de laiklik ilkesinin uygulamasında bazı yanlışlıklar olduğu doğrudur. Bu konuda, bazı iyileştirmelerin gerektiği de doğrudur. Ama, değerli arkadaşlarım, Anavatan Partisi olarak kesin bir inancımız var, güneydoğu konusunda da aynı şeyi söylüyorum, laiklik konusunda da aynı şeyi söylüyorum; 2000 yılına giden, 2000 yılında büyük devlet olmayı hedefleyen Türkiye, kendi halkından korkan, kendi halkından korktuğu için birtakım yasaklar koyan bir devletle bu hedefe ulaşamaz.

Türkiye’de, dini artık bir bölücülük konusu olarak görme yanlışlığından kurtulmak lazımdır. Emin olun ki, halkımızın bu konudaki değer ölçüleri, birçok aydınımızdan çok daha sağlamdır. Bunca yıldan beri yapılan bütün tahriklere rağmen, bütün istismarlara rağmen, halkımız çok geniş çoğunluğuyla, ezici çoğunluğuyla bu konudaki değerlerinden hiç sapmamıştır. Bu oyunlara gelmemiştir, bu tuzaklara düşmemiştir. Halkımıza güvenmeden, Türkiye’yi ileriye götürmemiz mümkün değildir.

Bakın bugün bütün dünyada ideolojik kavgalar bitti, komünizm çöktü, ideolojiler çöktü; ama ben iddia ediyorum ki, Türkiye’de bazı aydınlar, bazı köşe yazarları, hala kalkıp ideolojik kalıplar içerisinde meselelere yaklaşıyorlar. Bu kalıpları da yıkmaya mecburuz. Devletle vatandaşı, her alanda barıştırmaya, bütünleştirmeye mecburuz. Bunu yapmadığımız zaman, o hedefe ulaşmamız mümkün değildir.

Değerli arkadaşlarım, neticede, SHP’nin yeniden değiştirmeye çalıştığı, komisyondan çıkan bu tasarının, bu şekliyle sahip çıkmamız lazım. Hatta eğer bu hakikaten Koalisyonun çöküş sebebi olacaksa, bir başka hayrı da o olur.

Bu konuda bütün arkadaşlarımın meseleyi bu anlayış içerisinde, yani ideolojik kalıplarla değil, toplumdaki bazı değerlerin getirdiği şartlanmalar ışığında değil, Anavatan Partisinin bu hürriyetçi anlayışı ışığında bakmalarını rica ediyorum. Bu konuda da, şimdiye kadar her konuda olduğu gibi, bütün arkadaşlarımın, birtakım kafalarında kişisel farklı düşünceleri olsa bile, mutlaka partimizin bu genel ilkeleri doğrultusunda bu ortak anlayışımız çerçevesinde, birlik içinde davranmalarını rica ediyorum.

Değerli arkadaşlarım, bu Kongre, Doğru Yol Partisinin bu kongresi, çok açık bir şekilde, milletimize, bir hususu, bir defa daha göstermiştir. Hakikaten, bugün Türkiye’nin bir siyasi istikrar ortamına ihtiyacı vardır. Bu siyasi istikrarın sağlanabilmesi, ancak ve ancak, siyasetteki aşırı bölünmüşlüğün giderilmesiyle, hem sağda, hem solda yeniden bütünleşmenin sağlanmasıyla mümkündür. Bunun yolu da, milletin hakemliğine gitmektir. Bunun yolu erken seçimdir. Yani bu bütünleşmeye, bu bütünleşmenin nerede olacağına karar verecek olan tek merci millettir.

Ama, bu Kongre göstermiştir ki, bu bütünleşmenin, ne Doğru Yol Partisinin -sağdaki bütünleşmeyi söylüyorum- çatısında, ne de Sayın Çiller’in liderliğinde gerçekleşmesi mümkün değildir.

Bir şey daha var, bir gerçek daha görülmüştür ki, bu kadar ağır sorunlarla karşı karşıya olan, bu ağır sorunları, hem de önümüzdeki kısa sürede çözümlemek sorumluluğuyla karşı karşıya olan Türkiye’nin, ne Kongre Başbakanlarıyla, ne de Koalisyon Hükümetleriyle bu sorunlarla baş edebilmesi mümkün değildir.

Onun için, belki bu kongreden sonra, her zamankinden daha kararlı olarak, her zamankinden daha ısrarlı olarak, Sayın Başbakana, erken seçim konusundaki direnmesinden vazgeçmesini, ülke menfaatini kendi popülaritesinin önünde tutmasını ve önümüzdeki Mart ayında, yerel seçimlerle genel seçimlerin birlikte yapılmasını sağlayacak bir Meclis kararı konusunda bize destek olmasını istiyoruz ve inanıyoruz ki, bu sadece Türkiye’nin menfaatine değildir, bu sadece rejimin menfaatine değildir, bu aynı zamanda, “Sayın Çiller’in şu anda iktidar sorumluluğunu taşıyan iki koalisyon ortağı partinin de lehinedir. Çünkü, bu kadar hedefsiz, bu kadar nereye gittiğini, ülkeyi nereye götürdüğünü bilmeden, Türkiye’nin sorumluluğunu taşımak, ileride kendilerine çok daha büyük tarihi sorumluluklar getirecektir. Onun için ben bu konuda, artık bu anlamsız polemiklerden sıyrılıp, sorumluluğunun bilincine vararak, Sayın Çiller’in ve partisinin bu olgunluğu, bu siyasi basireti göstermesini bekliyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum.