ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN
TBMM GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA
 
15.02.1994

Değerli arkadaşlarım; evvela partimize yeniden dönen 17 18. Dönem Muş Milletvekili Partimizin eski Genel Başkan Yardımcısı, eski Merkez Karar Yönetim Kurulu Üyesi Alaattin Fırat arkadaşımıza hoşgeldiniz diyorum.

Biliyorsunuz, geçen sene Şubat ayında çok değerli iki milletvekili arkadaşımızı trafik kazalarında kaybetmiştik. Gene bu sene Şubat ayında dün gece meydana gelen iki trafik kazasında da iki belediye başkan adayı arkadaşımız; birisi maalesef vefat etmiş, diğeri de ağır yaralı olarak hastanede bulunmaktadır. Dün gece Manisa’dan Ankara’ya gelmek üzere yola çıkan bir otobüsün, partili arkadaşlarımızın bulunduğu bir otobüsün, Afyon Sandıklı arasında kaza yapması sebebiyle Manisa Belediye Başkan Adayı arkadaşımız Hakkı İplikçi vefat etmiştir. Hepsi belediye başkan adayı olan 6 arkadaşımız ağır, 24 arkadaşımız da hafif yaralı olarak şu anda Eskişehir’de Eskişehir ve Sivrihisar hastanelerinde bulunmaktadır.

Yine dün gece Kırklareli’nde meydana gelen bir trafik kazasında da, Babaeski Belediye Başkan Adayımız Ercüment Berk arkadaşımız yaralanmıştır, kendisi de İstanbul’da hastanede bulunmaktadır.

Bu kazalarda hayatını kaybeden Hakkı İplikçi arkadaşıma Allah’tan rahmet diliyorum. Diğer bütün yaralı aday arkadaşlarımıza acil şifalar diliyorum ve kazaların son olmasını Allah’tan niyaz ediyorum.

Değerli arkadaşlarım, bugün itibariyle mahalli seçimlere önümüzde sadece 40 gün kalmıştır. 40 gün sonra sanıyorum ki bundan önce yapılmış olan genel mahalli seçimlere oranla çok daha fazla siyasi anlam taşıyacak bir seçim yaşayacağız. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu şartlara baktığımız zaman, bu seçimleri, sadece bir mahalli seçim olarak değerlendirmek mümkün değildir. Çünkü, hangi açıdan bakarsanız bakının, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu şartlar fevkalade ağırdır ve her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır.

Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu şartların en önemli nedeni, Türkiye’nin kötü yönetilmesidir. Bu şartların giderek ağırlaşmakta olmasının en önemli nedeni de, Türkiye’yi idare edenlerin hala bu konuda aşağı yukarı toplumda bütün kesimlerde üzerinde uzlaşma sağlanmış olan bazı tedbirleri, bazı çözümleri hayata geçirmekteki yetersizlikleridir. Sayın Başbakan, bir süreden beri, millete gösterecek başka bir -başarı hanesinde- icraatı olmadığı için, Hükümetin bütün önceliğini terör konusunda verdiğini, kendisinin mesaisinin büyük kısmını terörle mücadeleye ayırdığını, terörle mücadelenin, gerek zaman gerek kaynak yönünden fevkalade yüksek maliyetli bir iş olduğunu; Türkiye’nin en öncelikli meselesi olduğunu ve bu meselede Hükümetin fevkalade başarılı olduğunu iddia etmektedir.

Şimdi, evvela terörle mücadele gibi, Türkiye’nin milli bir meselesini bu şekilde bir siyasi başarı göstermesine dönüştürmek, tabii ki bu Hükümetin, bu Başbakanın aczinden kaynaklanmaktadır ama, bundan daha önemlisi, her zaman söylediğim gibi, muhtemelen daha uzun bir süre alacak olan bu mücadelenin geleceğine de gölge düşürmektedir. Çünkü, terörle mücadelenin geleceğine de gölge düşürmektedir. Çünkü, terörle mücadeleyi yürüten devletin güvenlik güçleridir. Terörle mücadeleye destek veren, geçmişten farklı olarak, bu İktidar döneminde, yani Koalisyon Hükümetinin işbaşına gelmesinden beri, geçmişten farklı olarak devletin güvenlik güçlerine tam destek veren, bu meseleyi bir siyasi ikbal, bir siyasi istismar konusu yapmaktan çıkaran bir muhalefet vardır. Bu şartlar altında mesele bir devlet meselesi olarak ortaya konmuştur. Terörle mücadele Hükümetin devlet politikası uygulaması gereği devamlı olarak dile getirilmiştir, ama maalesef, Sayın Çiller’in Başbakan olmasından beri, kendisinin gösteriş merakıyla bu meseleyi dahi şahsi çıkar, siyasi istismar konusu yapması, Türkiye’de terörle mücadeledeki bu milli mutabakatı tehlikeye düşürmektedir.

Kaldı ki, Hükümetin terörle mücadelede kendisi üstlenebileceği herhangi bir önemli katkısı da söz konusu değildir. Daha önce de defalarca söyledim, bir Hükümet devletin güvenlik güçleri vasıtasıyla yürüttüğü bir terörle mücadelede kendisine nasıl pay çıkarabilir; onlara yeni imkanlar yaratarak çıkarabilir. Hükümetin bunu yapabilmesi için ya Meclisteki çoğunluğuyla yasa çıkarması lazımdır. Bu Hükümet kurulduğundan beri, 6-7 aydan beri, Terörle Mücadele Yasasındaki değişikliği daha Meclise bile getirememiştir. Yani, terörle mücadelede kendisinden beklenen en önemli katkıyı, yasal düzenlemeyi dahi çıkarmaktan aciz olan böyle bir Hükümetin, devlet güçlerinin, askerin, polisin korucusunun hayatı pahasına eşkıya ile yaptığı mücadeleyi kendisine siyasi prim kazanmak için istismar etmesi, bu mücadeleye ancak zarar verir.

Kaldı ki, rakamlar öyle parlak filan değildir. Sayın Başbakanı dinlerseniz, sanki Türkiye’de terör ezilmiştir, çok önemli mesafe alınmıştır, şimdi sıra ekonomiye gelmiştir, terörde gösterdiği üstün başarıyı şimdi ekonomide gösterecektir. Ama rakamlar bunu yalanlamaktadır. Bakın, Ocak ayındaki istatistik, hiç sevmediğim bir istatistik; ölü istatistiği, terör kurbanlarının istatistiği. Bu sene Ocak ayında terör nedeniyle hayatını kaybeden vatandaşlarımızın sayısı 171’dir; sadece Ocak ayında. Bunların 121’i masum vatandaştır. 50’si de asker, polis ve köy korucusudur. 1 ayda 171 güvenlik mensubu ve masum vatandaşımızın terör olayları sonunda hayatını kaybetmiştir. 1994 yılında terörün geldiği boyut budur. Ocak ayı terörün en az olması gereken bir aydır. İklim koşulları nedeniyle her sene en az kurban verdiğimiz, en az olay yaşanan bir aydır. Sayın Başbakanın “terör tırmandı” dediği, 1991 Ocak ayında sadece 10 kişi ölmüştür. Bunların 3’ü vatandaş, 7’si ise güvenlik mensubudur. 1990 Ocak ayında terör nedeniyle sadece 12 kişi hayatını kaybetmiştir. Yani, 1990’da 12 kişi, 1991’de 10 kişi, 1994 Ocak ayında 171 kişi terörden ölmüştür.

Şimdi, artık terör hayatımızın bir parçası haline geldi, bu tür olaylar gazetelerde bile fazla yer almıyor, kanıksanıyor diye, Sayın Başbakanın çıkıp da, “Terör ezilmiştir, terör bitmek üzeredir. Teröre karşı önemli mesafe alınmıştır” demesinin hiçbir mesnedi yoktur. Yani, olaylar bu Başbakanın bu sözlerini doğrulamamaktadır. Tam tersine, maalesef, terör, en azı olması gereken, geçmişte en az olduğu bir dönemde, yani Ocak ayında, kışın ortasında dahi tırmanmaya devam etmektedir. evvela gerçeğin doğru ortaya konulması lazımdır.

Şimdi, terörde durum böyle iken, acaba ekonomide nasıldır? Bildiğiniz gibi, Meclisin çalışmalarına ara verdiği süre içerisinde Türkiye, 14 yıldan sonra yeniden bir devalüasyon olayını yaşamıştır. 1980 24 Ocak ayından beri yaşadığımız il devalüasyonudur. Aslında Anavatan iktidarında Türkiye’de uygulanmaya başlayan esnek kur uygulamasından, yani günlük kur uygulamasından sonra bu oranda, yüzde 13,6 oranında bir devalüasyona ülkeyi getirebilmek hakikaten çok özel bir beceri ister. Akıllı bir ekonomi yönetimi, böyle bir devalüasyona gerek kalmadan, zaman içerisinde kur politikasını düzenleyebilirdi. Ama bugün Türkiye’de maalesef böyle bir ekonomi yönetimi yoktur. Evvela bu devalüasyona nasıl geldiğimizi doğru tespit etmek lazımdır.

Bu devalüasyona nasıl geldiğimizi doğru tespit etmek lazımdır. Bu devalüasyona gelinmesinin bir tek sebebi vardır, o da Hükümetin uyguladığı yanlış faiz politikasıdır. Sayın Çiller, faizleri suni olarak düşük tutmak suretiyle enflasyon artışını önleyeceğini ümit etmiştir. Ocak ayı ortasında doğru piyasaya işte maaş artışlarıyla birlikte yapılan maaş ödemeleri sebebiyle piyasaya fazla miktarda likidite çıkmıştır. Bu likidite mutlaka emilmesi lazımdır. Ya yüksek faizli borçlanmaya giderek -iç borçlanmaya giderek- veya para politikasının diğer araçları kullanarak bu likiditenin çekilmesi lazımdı. Bu likidite çekilememiştir, çekilmekte borsada suni bir artış yaratılmıştır, normal borsalarda hiçbir zaman olamayacak, olmaması gereken çok kısa zamanda büyük bir artış yaşanmıştır. Borsanın tavana ulaştığı, artık doyum noktasına geldiği kanaatı hasıl olunca, bu sefer döviz piyasasına yönelmiştir. Döviz piyasasına yöneldiği anda, yapılması gereken, daha önce olduğu gibi, faizleri artırmak suretiyle devletin daha fazla piyasaya borçlanması ve bu likiditeyi çekmesi aynı zamanda döviz satışları yoluyla döviz fiyatlarının artışını kontrol etmesiydi. Bu da yapılmamıştır.

Neticede, Türkiye yüzde 13,6’lık bir devalüasyon yaşamak zorunda bırakılmıştır. Devalüasyonun nasıl olduğu belli değildir, kimin devalüasyon kararı aldığı belli değildir. Başbakanın bir demecine bakarsanız, Merkez Bankası kendisi bu düzenlemeyi yapmıştır; bir demecine bakarsanız, Hükümetle Merkez Bankası bir araya gelip kararlaştırmıştır; ama herhalde işin aslı devalüasyonu Hükümet kararlaştırmış Merkez Bankasına uygulatmıştır.

Şimdi, ekonomi yönetiminin içinde bulunduğu durum, aslında yaşadığımız bu bunalımın en önemli nedenidir. Bakın, Sayın Çiller Başbakan olalı 7 aydan fazla bir süre olmuştur. 7 aydan uzun bir süre Türkiye’de ekonomik bürokrasinin en tepe noktaları olan Başbakanlık Müsteşarlığı vekaletle idare edilmektedir. Merkez Bankasında ise 7 ayda üçüncü Başkan değişmiştir, dün 3. Başkan göreve başlamıştır. Şimdi, ekonomi bürokrasisinin 4 tane kilit makamından 3 tanesi 7 aydan beri vekaletle yönetiliyorsa, diğer bir tanesinde de 7 ayda 3 tane başkan değişiyorsa, o ekonomi yönetiminin uyumlu ve etkili çalışabilmesi mümkün değildir. Sayın Çiller, 7 aydan beri ekonomiyi kendisi yönetmekte direnmiştir, bu maksatla bir bakan tefrik etmemekte direnmiştir, ama en son bu devalüasyon rezaletinden sonra, artık geri adım atmak zorunda kalmıştır; şimdi bir bakanı ekonominin koordinasyonuyla görevlendirmiştir.

Ekonomik göstergelere baktığımız zaman, maalesef bugün gelinen nokta, alınan birtakım palyatif tedbirlere rağmen, yapılan birtakım düzenlemelere ve kamuoyuna şırınga edilmek istenen moral aşısına rağmen, hiç de iç açıcı değildir. Bakın Hazinenin 1 sene boyunca Merkez Bankasından bütçenin yüzde 15’i kadar kısa vadeli avans çekme hakkı vardır. İşte 800 trilyon lira kabul ederseniz bütçeyi, yüzde 15’i demek ki 120 trilyon lira Hazinenin Merkez Bankasına bu şekilde, kısa vadeli avans şeklinde borçlanma limiti vardır. Bugün daha Şubat ayının ortasındayız, kısa vadeli avans limitinin dolmasına sadece 30 trilyon lira kalmıştır, 90 trilyonu kullanılmıştır yılın 1,5 ayında. Şimdi Şubat ayı ödemeleri dolayısıyla önümüzdeki iki gün içerisinde bu limitin tamamı kullanılmış olacaktır. Yani, eğer Şubat ayında da aynı Ocak ayı gibi bir devalüasyon yaşamamak istiyorsak, Hükümetin başvurabileceği tek araç bu kısa vadeli avans limitinin tamamını kullanmaktadır. Böylece Şubat ayında, Hükümet bir yıl için kendisine tanımış olan bu imkanın tümünü tüketmiş olacaktır.

Kısa vadeli avans limiti dolduğu zaman, yani bütçenin yüzde 15’i kadar Hazine Merkez Bankasındaki imkanı kullandığı zaman, Hazinenin bundan sonra piyasadan para çekmek için yapabileceği bir tek yol vardır, o da borçlanmaktır. Borçlanma imkanları bugün fiilen donmuş durumdadır. Geçen hafta yüzde 125 net faizle Hazine bonosu çıkarılmıştır. Sadece 2,8 trilyon liralık satılabilmiştir. 10 trilyon lira satmak için çıkarılmıştır. Yüzde 125’i piyasa düşük olduğu için, yüzde 125 ile Hazine kağıdı almak istemedikleri için, sadece 3 trilyondan az satış yapılabilmiştir.

Bu durumda faizlerin daha da artması kaçınılmazdır. Eğer Merkez Bankası imkanları zorlanmayacaksa, para basılamayacaksa, limitler dolmuşsa, o takdirde faizlerin daha da artması kaçınılmazdır. Aslında Hükümetin yüzde 125 faizle Hazine bonosu satması demek, önümüzdeki aylarda enflasyonun yüzde 100 olacağını şimdiden kabul etmesi demektir.

Toplam mevduat içerisinde döviz mevduatının payı yüzde 60’ı geçmiştir. Yani, Türkiye’de insanlar artık tasarruflarını Türk parasıyla değil, Türk parasına güvenmedikleri için dövizle yapmaktadırlar. Toplam mevduatımızın üçte ikisi şu anda dövizdir.

Maalesef, bu Hükümetin elinde, bizim getirdiğimiz ve Türkiye’nin bugün ihtiyaç duyduğu konusunda herkesin üzerinde mutabık olduğu çok önemli bazı ekonomik tedbirler, birtakım politikalar dejenere edilmekte; anlamını kaybetmekte ve toplumun gözünde giderek daha olumsuz bir anlam kazanmaktadır. Bunlardan tipik bir örnek özelleştirmedir. Her zaman söylüyorum, bu Hükümet ve bu Başbakan, özelleştirmeyi anlamamıştır. Özelleştirmeyi, devletin karlı çalışan bazı işletmelerini, ne pahasına olursa olsun, satıp bununla devletin kamu açıklarının kapatılması şeklinde anlamaktadırlar. Bu, özelleştirmeyi sabote etmektedir. bunun adı özelleştirme değildir, bu mirasyediliktir. Çünkü, elbette ki özelleştirmede öncelik karlı kamu işletmelerindedir. Yani, bir şeyi satabilmeniz için, ona talebin olabilmesi için, o işletmenin karlı olması lazımdır, satın alana kar sağlaması lazımdır. Ama, İngiltere’deki, Güney Amerika’daki, Orta Amerika’daki uygulamalara bakın, satılan işletmelerden sağlanan gelir, diğer kamu işletmelerinin karlı hale getirilmesi için kullanılmıştır, kamu açıklarının kapatılması için kullanılmamıştır.

Sayın Başbakan, geçtiğimiz Pazar günü televizyona çıkmış, 2 milyar dolar yeni dış borç alındığını, önümüzdeki günlerde Japonya’dan 1 milyar dolar daha borç alınacağını -dünyanın en pahalı piyasasıdır Japon para piyasası, onun için kimse Japonya’dan borçlanmaz- Türkiye başka imkan bulamadığı için, artık başka yerden para temin edemediği için Japon piyasasına borçlanmaktadır. Japon piyasasına borçlandığınız zaman, hem normal faizini ödüyorsunuz hem de Japon Yeninin diğer para birimlerine karşı çok daha fazla değer artışı kazanmasından dolayı önemli ölçüde de kur farkı ödüyorsunuz. Şimdi Sayın Başbakan çıktı, dünyanın bu en pahalı piyasasından sağlanan borçlanmayla önümüzdeki günlerde kamu açıklarının kapatılacağını, Şubat ayındaki memur maaşlarının ödenebileceğini söyledi. Bunun, Başbakan ağzıyla bu şekilde ikrar edilmiş olması dahi ekonominin geldiği noktayı göstermeye yeterli.

Yani, bu ayakta kalabilmek için, memuruna maaş ödeyebilmek için, devleti yürütebilmek için, ülkenin geleceğini ipotek etmektir, ülkenin geleceğini pazarlamaktır. Biz de borçlandık, Türkiye geçmişte hep borçlandı; ama, borçlandığınız zaman o sağladığınız fonları ülkenin geleceğini tüketmek için değil, tam tersine ülkenin geleceği için elzem yatırımlarda kullanmanız lazım. Türkiye’de şu anda yatırım falan yapılmamaktadır. Türkiye’de bankaların kredi işlemleri durmuştur, bankalar artık kendi kredi muamelesi yapmamaktadır. Dış borçlanmayla kamu açıklarının kapatılması, yani kamu harcamalarının dış borçlanmayla finanse edilmesi demek, bugün ayakta kalabilmek için Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almak demektir. Üstelik şimdi eskisi gibi öyle uzun vadeli borçlanma imkanımız da kalmamıştır. Dış borçlanmayla kamu açıklarının kapatılması, yani kamu harcamalarının dış borçlanmayla finanse edilmesi demek, bugün ayakta kalabilmek için Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almak demektir. Üstelik şimdi eskisi gibi öyle uzun vadeli borçlanma imkanımız da kalmamıştır.

Dış borçlanmayla kamu açıklarının kapatılması, yani kamu harcamalarının dış borçlanmayla finanse edilmesi demek, bugün ayakta kalabilmek için Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almak demektir. Üstelik şimdi eskisi gibi öyle uzun vadeli borçlanma oranı önemli ölçüde artmıştır. Ve bakın bir şey daha var; geçen sene Eylül sonunda Türkiye’nin dış borç stokunun ne olduğu, bir aydan beri belli olduğu halde açıklanmamaktadır. Çünkü rakam olağanüstü yüksektir. Bizim tahminimize göre 70 milyar dolar civarındadır. Yani, 5 ay önceki dış borç rakamı devlet tarafından açıklanmıyor. Bizim tahminimiz yıl sonundaki dış borç stokunun 73-74 milyar dolara ulaştığıdır. Bizim bıraktığımız dış borç stoku 48 milyar dolardı. İki yılda geldiğimiz nokta, tüm dış borçların yarısından fazladır. Yani 70 yıl boyunca alınan dış borçların yarısından fazlası iki yılda yapılmıştır.

Birtakım acayip uygulamalar yapılmaktadır. Borsa, bir bakıyorsunuz 30 bine dayanıyor, 29 bine çıkıyor; bir bakıyorsunuz üç hafta içerisinde 13 bine düşüyor. Borsanın böyle üç haftada yüzde 50 değer kaybettiği bir ülkede normal hükümet gider; bizde hiçbir şey olmuyor. Kamu Ortaklığı İdaresi, hiç öyle borsayı düzenlemek gibi bir görevi olmadığı halde, yani borsayı dengelemek Kamu Ortaklığının işi olmadığı halde, Kamu Ortaklığı, devlete iş yapan, baraj yapan, yol yapan müteahhitlere trilyonlarca lire borçlu olduğu halde, onların parasını ödeyemediği halde, sırf borsa yüksek kalsın diye, borsa endeksi düşmesin diye borsaya alıcı olarak girmektedir. 100 milyarlarca lira Kamu Ortaklığı gidip borsadan hisse senedi almaktadır. Şimdi, dünden itibaren Merkez Bankası da borsaya girecektir. Ama bunlar suni uygulamalardır; bu yapay yollarla borsayı ayakta tutmak mümkün değildir.

Ve nihayet 8 Şubatta, yani geçen hafta Resmi Gazetede bir kararname var. Şimdi ona bakarsanız, adı: “İthalatta Gözetim ve Koruma Önlemleri Hakkında Kararname”dir. Biliyorsunuz, 1993 yılında Türkiye’nin dış ticaret açığı ithalatının yarısı kadar oldu. Yani, 13 küsur milyar dolar oldu. Türkiye, ancak ithalatının yarısı kadar dışarıya mal ihraç edebildi. Şimdi, dış ticareti bu duruma getiren Hükümet, uyguladığı ekonomi politikasıyla 13 milyar dolardan fazla bir dış ticaret açığı ve 6 milyar dolar cari işlem açığına sebebiyet veren hükümet, şimdi, eskiden olduğu gibi, birtakım kısıtlayıcı tedbirlerle ithalatı kontrol altına almaya çalışmaktadır. Türkiye, gümrük birliğine doğru giderken, 1995’te gümrük birliğine katılma taahhüdümüz varken, yani gümrükleri tamamen açma, AT ile aynı gümrük oranlarını uygulama taahhüdümüz varken, Türkiye şimdi ithalattaki patlamayı kontrol edebilmek için, eskiden olduğu gibi, 1980 öncesinde olduğu gibi, koruyucu tedbirler alma noktasına gelmiştir.

Bir de, bütün bu durumu ortaya çıkınca, Sayın Başbakan her zaman uygulanan klasik yöntemleri uygulamaktadır. Önce, kendisinden önceki yönetimleri suçlamıştır, hala suçlamaya devam etmektedir, bizim zamanımızdaki sorunların bugünkü bunalımın nedeni olduğu, sanki 2,5 senedir. Türkiye’yi kendileri yönetmemişler gibi, sanki iktidarı bizden devralırken durumu bilmiyorlarmış, sürpriz olmuş gibi, sanki sürpriz olsa bile 2,5 senedir bunu telafi etmek için zamanları yokmuş gibi, bugünkü bunalımın faturasını bize çıkarmaya çalışmaktadır. Tabii kendisini sorumluluktan kurtarmak için, kendisinden önceki yönetimleri suçlarken, bundan Sayın Demirel de nasibini almaktadır. Kendisi, hep 7 aylık bir Hükümet olduğu iddiasındadır. 7 aydan önceki sorumluluğunu inkar etmektedir. kendisinden öncekileri suçlamaktadır, kendinden öncekileri suçlamak inandırıcı olmayınca, etrafındakileri suçlamaya başlamıştır. Merkez Bankası Başkanıyla, daha önce de söylemiştir, hiçbir diyaloğu yoktur, kopuktur diye, kendisi de tekzip etmişti. “Çok uyumlu çalışıyoruz” demişti. Ne kadar uyumlu çalıştığı belli olmuştur. Merkez Bankası Başkanı, kendisini suçlayarak istifa etmiştir. Hükümetle diyaloğu olmadığını, bu Hükümetin güven vermediğini gerekçe göstererek istifa etmiştir.

Gene etrafını düzenleme telaşı içerisinde, Türkiye’de Cumhuriyet tarihinde hiç yaşanmayan bir skandala sebebiyet vermiştir; bir bakan yurt dışında görevli iken görevden alınmış, onun yerine yeni bir bakan getirilmiştir. Bakan görevden alındığı halde Başbakan bunu lanse ettiği, duyurduğu halde, görevden alınan bakan yurt dışında resmi müzakere yapmıştır. Bu, artık Türkiye’de işlerin hangi noktaya geldiğini, Başbakanın ipleri ne kadar elinden kaçırdığını, Türkiye’de devlet teammüllerinin ne ölçüde çiğnendiğini gösteren somut bir örnektir. Sayın Başbakan kendisini her zaman çok cesur, çok bilgili, çok kararlı bir Başbakan olarak takdim etmektedir. işte, “seçim olsa bile biz doğrusunu yaparız, doğrusu neyse biz onu yaparız, kimseden yılmayız, seçime filan bakmayız...” Başbakanın o borozanı haline getirdiği televizyonda hergün topluma verdiği mesaj budur. Şimdi bir de işin kolayını bulmuştur, Pazar günleri basını çağırmakta ve haber bülteninin içinde yarım saat kendi reklamını yapmaktadır. Ama ne var ki söylediği şeylerin çoğu hilafı hakikattir.

Bakın şimdi deşifre ettirdim, Sayın Başbakanın 7 Şubat Pazar günü TRT’de aynen yayınlanan basın toplantısında söylediği, şimdi, Sayın Çiller’in kendi ağzından: “Kısa vadeli avans 3 ay içerisinde, 4 ay içerisinde Mesut Yılmaz’ın döneminde para genişlemesidir bu. -bu Türkçe hatalarını mazur göreceksiniz, ben aynen okuyorum- En önemli şey, para basıyorsun yani, kısa vadeli avansın onlamı o. Ne kadar yükselmiş olabilir; bir tahmin yürütün, bir tahmin herhangi biriniz yürütün... Bütün söyleyin, bütün konuşun; yüzde 50 deyin, yüzde 100 deyin, yüzde 200 deyin... 3 ay için soruyorum. Yüzde 160 deyin... Siz Ufuk Bey bir şey söyleyin, çok mu genişledi diyorum, bir şey söyleyin, yüzde 100, yüzde 150 deyin, yüzde 120’ler deyin. -sıkılmazsanız hepsini okuyabilirim, Başbakan televizyonda bunu söylüyor, kendi sesinden- yüzde 100 değil, yüzde 200 değil, yüzde 300 değil, yüzde 500 değil, yüzde 1.000 değil, yüzde 2.000 değil, yüzde 5.000 değil, yüzde 10.000 değil, yüzde 15.000 değil, yüzde 20.000 değil, yüzde 28.000; Mesut Yılmaz’ın 4 aylık dönemini söylüyorum...” Şimdi devletin televizyonu Başbakanın ağzından bu iddiaları aynen yayınlıyor Pazar akşamı.

Pazartesi günü Ekrem Bey partide basın toplantısı yapıyor, bunlara cevap veriyoruz, diyoruz ki: Bu rakamlar doğru değil. TRT, Ekrem Beyin basın toplantısını veriyor, ama cevap niteliğindeki bu ifadelere hiç yer vermiyor. Geçen Salı burada Ekrem Bey ekonomik gelişmelerle ilgili konuşma yaptı, aynı iddiaları tekrarladı veya aynı cevaplarımızı tekrarladı, TRT yine Ekrem Beyin konuşmasını verdi, cevap niteliğindeki bölümleri vermedi. Bunun üzerine TRT Genel Müdürünü aradım, dedim ki: “Tamam, siz iktidara teslim oldunuz, iktidarın maşası haline geldiniz. Başbakanın asılsız iddialarına da yer veriyorsunuz, aynen yayınlıyorsunuz, ama bizim cevap hakkımız var. Söylenenler asılsız. Biz bunlara cevap veriyoruz, siz bizim cevabımıza yer vermiyorsunuz. Bu durumda biz sizinle mahkemelik olacağız...” Ve o gün biz dava açtık, cevap hakkı davası açtık. Bunun üzerine Genel Müdür beni aradı, dedi ki: “Ne isterseniz yayınlayacağız, ama siz söyleyin, yani siz cevap verin.” Ben de geçen Pazar günü Partide bir miktar bu iddialara cevap teşkil eden açıklamalar yaptım, verdiler... Anlaşıldı ki TRT ile ilişkimizi bundan sonra, ancak bu şekilde götürebileceğiz. Şimdi 24 Saat TRT’nin yayınlarını takip edeceğiz. O “Sabah Gündem” diye bir yayın var, orada militanca parti propagandası yapılıyor, sadece bize karşı. Ben de 6.30’da kalkıp izleyemedim o programı ama, izleyen arkadaşlarım söylediler. Şimdi 24 saat izliyoruz, gerekirse günde 10 defa savcılığa suç duyurusu yapacağız. Bundan sonra TRT ile ilişkiyi böyle götüreceğiz.

Aslında şu Başbakanın televizyonda yayınlanan iddiasının gerçekle uzak yakın hiçbir ilişkisi yoktur. Bakın, benim Başkanlığım, Sayın Başbakanın zannettiği gibi, üç ay dört ay değil, tam beş ay sürdür. Ben 20 Haziran 1991’de göreve başladım, 20 Kasım 1991’de görevi devrettim. Bu 5 ay zarfında emisyondaki, yani para arzındaki artış, sadece yüzde 4’tür. Kısa vadeli avans, Hazineye açılan kısa vadeli avanslardaki artış yüzde 30 civarındadır. Buna mukabil, Sayın Çiller Haziran sonu göreve başlamıştır. Haziran sonundan bugüne kadar geçen 7-7,5 aylık süre içerisinde kısa vadeli avanstaki artış yüzde 120’yi geçmiştir. Yani, bizim dönemimizde yüzde 30 olan artış, bugün yüzde 120’yi geçmiştir.

Bizim 21 trilyon lira civarında bıraktığımız emisyon, şu anda 60 küsur trilyona gelmiştir. Bizim 80 trilyon lirada bıraktığımız iç borçlar, şu anda ne rakama geldiği bilinmiyor, en son rakam 310 trilyon liradır. Demin söylediğim gibi, dış borç rakamı bilindiği halde açıklanmamaktadır. 48 küsur milyar dolar bıraktığımız dış borçların şu anda hangi rakama ulaştığını bilmiyoruz; devlet gizliyor. Geçen sene Eylül sonundaki stok rakam dahi açıklanmamıştır.

Şimdi, “ben kararlıyım, seçim meçim dinlemem, ben doğrusunu yaparım, ben geri adım atmam” diyen Başbakan, acaba hiç olmazsa bu sözlerinde samimi midir? Bir de buna bakalım... Biliyorsunuz, Aralık sonunda Meclisten çıkarılan Vergi Yasasıyla Hükümete birtakım yetkiler verilmişti, Hükümet bunları Ocak ayı içerisinde kısmen kullandı. Mesela Kurumlar Vergisinde yapılan bir değişiklikle Kurumlar Vergisinin oranını aile şirketleri için yüzde 20, halka açık şirketler için yüzde 10 olarak düzenlediler. Daha sonra gelen tepkiler nedeniyle bunları tamamen değiştirip daha önceki uygulamaya döndüler. Mevduat faizinde kesilen stopajlarla ilgili olarak bir düzenleme getirmişlerdi; repo, bono ve tahvil gelirlerinde yüzde 5 stopaj getirdiler, 9 Şubatta yeni bir düzenleme yaptılar, geriye doğru, makable şamil olarak 1 Ocak’tan itibaren ne tahvilden, ne bonodan, ne repodan hiç stopaj kesilmeyeceği esasını getirdiler; sıfır stopaj. Yani kendi getirdikleri; sıfır stopaj. Yani kendi getirdikleri düzenlemeyi daha sonra kaldırdılar.

Yine bu Vergi Kanununda Hükümete yetki verilmiş; Hükümet, götürü usulde vergiye tabi olan -yani götürü usuldeki vergi oranı artırıldığı gibi- bazı esnafı, gerçek usule geçirebiliyor. İstanbul, Ankara ve İzmir’de Hükümet karar aldı, kararname çıkardı, dedi ki: Şoför esnafı 1 Şubat’tan itibaren gerçek usulde vergiye tabi olacak, yani her yolcuya fiş kesecek. Şoförler İstanbul’da, Ankara’da klakson eylemi yaptılar; hükümet hemen torniston yaptı ve uygulamayı 1 Nisan’a aldı. 27 Mart’ta seçim var, 1 Nisan’da başlayacak. 1 Nisan’a kadar Maliye Bakanı çıktı dedi ki: “Akşamları evde 1 tane fiş yazarsınız olur biter...”

Hükümet gübre fiyatına yüklü bir zam yaptı, taşkömürüne zam yaptı, tüpgaza zam yaptı; tepkiler karşısında iki gün sonra zamdan vazgeçti.

Bankaların mevduat munzam karşılıklarını sıfırlayıp, onun yerine disponibiliteyi artırmaya gittiler. Bankalar bastırınca oradan da geri adım attılar. Şu anda daha önceki uygulama ne ise aynı durum devam etmektedir.

Yani, Sayın Başbakanın ekonomiye bildiği de doğru değildir, Sayın Başbakanın doğru dürüst bir kadroya sahip olduğu da doğru değildir... Sayın Başbakanın kararlı olduğu da doğru değildir, Sayın Başbakanın cesur olduğu da doğru değildir... Bunların hepsi, bu söylediğim olayları yaşayan bir ülkede, bir Başbakanın çıkıp da televizyondan kendisini bu şekilde ilan etmesi dünyanın en büyük tiyatrosudur. Ama değerli arkadaşlarım, mahalli seçimlerin yapılacağı 27 Mart, aynı zamanda Dünya Tiyatrolar Günüdür... ve 27 Martta, hiç şüpheniz olmasın ki, bu müsamerenin perdesi de kapanacaktır.

Hepinize saygılar sunarım.