ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
SAYIN MESUT YILMAZ’IN
TBMM GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA

12.04.1994

Değerli arkadaşlar, hepinizi ve toplantıda aramızda bulunan Denizli’den ve diğer illerimizden, teşkilatlarımızdan gelen arkadaşlarımızı saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum.

Geçtiğimiz hafta kapalı bir toplantımızda 27 Mart seçim sonuçlarını değerlendirdik. Daha sonra Merkez Karar Yönetim Kurulumuzun hafta içinde yaptığı toplantıda aynı konuyu geniş bir biçimde değerlendirdik, 10 saatlik bir toplantı yaptık. Önümüzdeki Pazartesi günü de bütün il başkanlarımızı Ankara’ya davet ettik; il başkanlarımızla da aynı değerlendirmeleri yapacağız. Bütün bu değerlendirmelerimizin sonucunda, parti yönetimi olarak önümüzdeki dönemde Anavatan Partisinin başarısı için, Anavatan Partisinin geçtiğimiz seçimlerde hedefinin gerisinde kalması sonucunu doğuran nedenleri ortadan kaldırabilmek için ne tedbir gerekiyorsa hepsini kararlılık içinde alacağız ve yürüteceğiz.

Şimdi, bugün gündem dışı konuşan arkadaşlarımın da konuşmalarından anlaşılabileceği gibi, esasen kamuoyunda bir süreden beri yapılan yayınlardan da anlaşıldığı gibi, Türkiye’nin gündeminde bir istikrar programı, Türkiye’nin adeta tıkanmış olan ekonomisini yeniden düzlüğe çıkarabilmek için Hükümet tarafından getirilmiş ve peyderpey uygulamaya konulması öngörülen bazı tedbirler söz konusudur. Geçtiğimiz hafta bugün Sayın Başbakan ve Sayın Başbakan Yardımcısı, bir ekonomik tedbirler paketi kamuoyuna açıklamışlardır. Bu paketi destekleyenler olmuştur, bu pakete karşı çıkanlar olmuştur; ama kamuoyunda böyle bir paket tartışması sürüp giderken, işin gerçeği o ki ortada bir paket filan yoktur. Paket denilen şey, sadece seçimler dolayısıyla ertelenmiş olan zam kararlarından ve ileride yapılması öngörülen, yapılacağı belirtilen bazı uygulamalardan ibarettir. Bunların çerçevesi belli değildir, amacı belli değildir, süresi belli değildir. Kısacası, fevkalade acemice hazırlanmış, fevkalade acemice yürütülen bir ekonomik program uygulamasıyla karşı karşıyayız.

Şimdi, kamuoyuna benimsetilmek istenen, kamuoyuna empoze edilmek istenen bir fikir var, deniyor ki: Bu tedbirler kaçınılmaz tedbirlerdi, Türkiye mutlaka bu istikrar tedbirlerini almak mecburiyetinde idi. Bu 10 senenin 8 yılında da biz iktidarız. Yani, bugün uygulanan tedbirler, halkımızı büyük fedakarlıklara sürükleyen, her kesimden fedakarlık bekleyen, bizden de anlayış beklenen, Türkiye’nin son şansı olarak, adeta son bir çare olarak milletimize takdim edilen bu tedbirlerin, bizim dönemimizde dahil, 10 yıllık bir uygulamanın sonucu olduğu fikri milletimize kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Bunun için de büyük bir propaganda mekanizması vardır. Geçmişteki tutumundan çok farklı olarak, adeta çifte standart uygular biçimde medya, bazı basın organları bu programın Türkiye için bir ümit programı olduğunu sürekli olarak kamuoyuna yaymaktadır.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, 1991 yılı Ekiminde bizim normal süremizden 1 sene erken genel seçim kararı almamız, tıpkı 1987 yılında olduğu gibi, yani ilk yasama döneminde olduğu gibi, 5 yıllık süremizin 4. yılında erken seçime gitmemiz, o zaman da ifade ettiğimiz gibi, daha sonra defalarca dile getirdiğimiz gibi, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu daha hızlı büyüyebilmek için, büyümesini devam ettirebilmek için, Anavatan İktidarı döneminde başlattığı yapısal değişimi tamamlayabilmek için, milletimizden yeniden yetki almak, güven tazelemek hem bu yapısal değişimi, hem de ülkenin ihtiyaç duyduğu istikrar programını uygulayabilmek için, daha güçlü bir iktidar konumuna gelme amacımızın sonucuydu.

Yani, biz 1991 yılında hem Körfez Savaşının Türk ekonomisine getirdiği yük dolayısıyla doğan istikrarsızlığı gidermek için hem de Anavatan İktidarının özellikle ilk döneminde başlattığımız, ama ikinci döneminde karşımızda büyüyen ve bütünleşen muhalefet karşısında 1989 seçimlerinde uğradığımız yenilgi sonucunda istediğimiz tempoda devam ettirme imkanı bulamadığımız reformları, ama Türkiye’nin artık daha fazla beklemeye, daha fazla ihmal etmeye tahammülü olmayan reformları gerçekleştirebilmek için mutlaka milletimizden yetki alma ihtiyacını duyduk ve bu anlayış içerisinde erken seçime gittik.

Şimdi bugün, 1994 Nisan’ında, 2,5 gecikmeli olarak bizim o gün yapmayı düşündüğümüz uygulama, bizim o zaman getirmeyi düşündüğümüz istikrar tedbirleri, eğer çok daha geniş biçimde halkımızın canını çok daha fazla acıtan şekilde, halktan çok daha fedakarlık istenilen biçimde yapılmak isteniyorsa, burada 10 yıllık bir birikimden değil, 2,5 yıllık bir ihtimalden söz etmek gerekir. Çünkü bakın, bunu aslında sadece ben söylemiyorum, Sayın Başbakanın kendi ifadesinden de bu gerçeği yakalamak mümkündür. Ne diyor Sayın Başbakan: “1991 sonunda Türkiye’nin toplam vergi gelirlerinin yüzde 60’ı sadece iç borç ödemelerine gidiyordu” Yani, Türkiye, topladığı verginin yüzde 60’ını iç borçlarının ana paralarını ve faiz ödemelerini karşılamak için kullanıyordu. 1991 sonundaki durum buydu. Bizim erken seçime gitmemize, yani ortadan kaldırmak için erken seçim kararı almamızı gerektiren dengesizlik buydu. Ama, her zaman söyledim, 1991’de biz erken seçime giderken Türkiye’nin bir ödemeler dengesi sorunu yoktu. 100 küsur yıldan beri Türkiye’nin gelişmesinin önünde en önemli engel teşkil etmiş olan döviz sorunu yoktu, ödemeler dengemiz fevkalade sağlıklı idi. Türkiye’nin kredibilitesi yüksekti. Türkiye’nin borç almada her hangi bir sıkıntısı yoktu. Türkiye istediği kadar dışarıdan borç alabilecek imkana sahipti. Bugün 1993 yılı sonunda Türkiye’nin vergi gelirlerinin tamamı dahi, iç borç ödemelerini karşılamaya yetmiyor. Bugün vergi gelirlerinin iç borca giden oranı yüzde 105’e varmıştır. Yani bizim yüzde 60 olarak devrettiğimiz, o zaman rahatsız olduğumuz, düzeltmek için seçime gittiğimiz, içimize sindiremediğimiz yüzde 60 oranı geçtiğimiz yılın sonunda yüzde 105’tir. Bunun tek sorumlusu, 2,5 yıldan beri Türkiye’yi idare eden Koalisyon Hükümetidir.

2,5 yıldan beri eğer bugün uygulanan istikrar programı uygulanmadıysa, tam tersine istikrarsızlığı daha da artırıcı yani bizi rahatsız eden dengesizlikleri daha da ileri boyutlara vardıran yanlış politikalar uygulandıysa, bu nedenle Türkiye bugün hakikaten içinden çıkılması güç bir ekonomik bunalımın içine düştüyse burada başka sorumlu aramaya gerek yoktur. Biz devrettiğimiz Türkiye’nin öyle dikensiz gül bahçesi olduğunu söylemiyoruz, ekonomide tıkanıklıklar olduğunu söylüyoruz. Nasıl olmasın ki, biz bir Körfez Savaşı yaşamıştık, Türk ekonomisine sadece 1991 yılında 6-7 milyar dolar ek yük getiren ve ileriki yıllardaki bazı önemli gelir kaynaklarını da ipotek altına alan bir Körfez Savaşı yaşadık. Gene bizim dönemimizde, Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşmeyen altyapı yatırımlarını gerçekleştirdik. Bütün haberleşme sistemini yeniledik, hem de dünyanın en ileri sistemiyle ikame ettik. Otoyolları yaptık barajları yaptık, 2,5 yıldan beri bir tek baraj bile yapılmamışken, biz 8 yılda 76 tane barajı bitirip teslim ettik.

Değerli arkadaşlarım, elbette ki bunun, yani imkanlarımızı zorlayarak, iç borç imkanlarımızı, dış borç imkanlarımızı zorlayarak, halkımızı zorlayarak, halkımızın tasarruf imkanlarını zorlayarak yarattığımız bu değişimin ekonomi üzerinde bir yükü olacaktır. Elbette ki bu yükü uzun süre Türkiye’nin taşıyabilmesi, Türk ekonomisinin taşıyabilmesi mümkün değildir. Onun için Türkiye’nin bir istikrar programına, bir dengeleme programına ihtiyaç vardır. Ama bunu sadece istikrar anlayışıyla yapamazsınız. Çünkü her istikrar programı, netice itibariyle halkın önce fakirleşmesi demektir, talebin kısılması demektir. Amaç, hiçbir ekonomi politikasının amacı, halkı fakirleştirmek olamaz. Talebi kısmak olamaz. Ama istikrar programının amacı, büyüme için, gelişme için zemini temizlemektir, oradaki darboğazları, tıkanıklıkları gidermektir. Bu getirilen paket, bu amaca uygun bir paket değildir. Dünyada sadece zam kararlarıyla istikrar sağlayan hiçbir politika söz konusu olamaz. Çünkü, zamlarla devletin gelirini bir miktar artırabilirsiniz, ama eğer siz kur politikasıyla, para politikasıyla istikrarı sağlamaya yönelemezseniz, o sağladığınız gelirler kısa sürede aşınır. Eğer bugün Türkiye’de olduğu gibi, bir yandan Türk Lirası değer kaybederse, 3,5 ayda yüzde 150 devalüasyon olursa, o zamlarla aldığınız gelirlerin yarısı o değer artışına gider. Kamu açıklarında da istediğiniz azalmayı sağlayamazsımız. Bir taraftan kazanırsınız, öbür taraftan kaybedersiniz.

Bugün bu istikrar programının belli başlı en önemli eksikliği, işin asıl önemli yönünü, yani büyümeyi, üretimi, ihracatı artırma hedefini gözden kaçırmış olmasıdır. Bunları dikkate almamış olmasıdır. Bu program, dediğim gibi, sadece esas itibariyle zamlarla ve şimdi o zamlara ilaveten getirilen birtakım olağanüstü vergilerle kamu açığını azaltmaya matuf bir programdır. Bu hedefine dahi ulaşması mümkün değildir. Yani, kamu açıklarını dahi ortadan kaldırabilmesi mümkün değildir. Çünkü, dediğim gibi, bugün Türk ekonomisini artık ne faizi ne de kuru belli ölçüler içerisinde kontrol etmesine yarayacak imkanlara sahip değildir. Bu durumda, bu programın başarılı olabilmesi mümkün değildir.

Bakmayın şurada burada, bu programın son ümit olduğunu, çok iyi hazırlanmış bir program olduğunu, başarılı sonuçlar verecek bir program olduğunu söyleyenlere, onların niçin öyle konuştukları bizim malumumuzdur. Ama işin bir de gerçeği var: Bu program, bir kere üzerinde düşünülüp taşınılmış, tartışılmış, kamuoyunda bu programa fedakarlık göstermesi istenen kesimlerin uzlaşmasını, rızasını kazanmış bir program değildir. Bu program, aynı zamanda, demin söylediğim anlamda, ekonominin dengelerini gözeten, kendi içinde bir bütünlüğü olan bir program değildir. Ve nihayet bu program, velevki bütün bu eksikliklerle malul olmasa bile, yani dört dörtlük bir program olsa bile, Türkiye’nin hem bugün içinde bulunduğu konjönktürel zorlukları dikkate alan hem de Türkiye’nin yapısal değişimini amaçlayan, işte 24 Ocak kararları gibi, örnek bir program olsa dahi, netice itibariyle bu programın başarısı, onu uygulayan kişilerin ehliyetine bağlı olacaktır. Bu programı uygulayacak olan Hükümet, bu programı uygulayacak olan Başbakan bu ehliyete sahip değildir ve bu bizim değerlendirmemiz de değildir, 2,5 yıllık geçmiş uygulamadan çıkardığınız bir sonuçtur. Hatırlarsanız, 1992 yılı Ocak ayında bir program açıklanmıştı, adı UDİDEM idi. Aynı bugünkü gibi, o zaman ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı olan Sayın Başbakan, gösterişli bir basın toplantısıyla bu programın 1 yıldan beri uzmanların üzerinde çalıştıkları, Türkiye’nin ekonomik sorunlarına kesin çözüm getirecek bir program olduğunu iddia etmişti. O programın sonuçları bugün ortadadır. O programın hiç olmazsa bir zaman boyutu vardı.

Demişti ki: 500 günün sonunda enflasyon şuraya düşecek. UDİDEM modelinin sonuna baktığınız zaman şöyle yazar: “Bu program uygulandığı zaman kamu açıkları azalacak, enflasyon düşecek, refah yükselecek” Bakın hiçbirisini tutmamış: Enflasyon düşmemiş, kamu açıkları düşmemiş, ama birisi doğru çıkmış, Refah yükselmiş... Yani, halkımız refahı yükselmemiş, ama o programımızın haklımızı sürüklediği çaresizlik karşısında, halkımıza uydurma birtakım çözümler, aldatmacalar öneren bir partinin oyları yükselmiş. Şimdi, bu program da aynı tehlikeyi taşımaktadır.

Değerli arkadaşlarım, Hükümetin 100. gününde basın toplantısı yaptım, 500. gününde basın toplantısı yaptım. Daha sonra, çeşitli vesilelerle, hepinizin hatırlayacağı gibi, Meclis Hükümet Programı üzerinde, bütçe görüşmeleri üzerinde konuşmalar yaptık. En son 5 Mart 1994’te, seçimlerden önce bir basın toplantısı yaptım. Hepsinde Hükümetin uygulamalarıyla Türkiye’nin iktisadi ihtiyaçlarının birbiriyle çelişki halinde olduğunu söyledim. Bu uygulamalarla mevcut istikrarsızlığın daha ileri boyutlara varacağını söyledim, Mecliste defalarca denizin bitmekte olduğunu söyledim. Bugün denizin bittiğini Hükümet söylüyor, Başbakan söylüyor; ama, artık neye yarar... 2,5 yıldan beri hiç kimse, Anavatan Partisi olarak bizim uyarı görevimizi, yapıcı muhalefet görevimizi yerine getirmediğimizi iddia edemez. Her vesileyle adeta iktidarı bıktıracak ölçüde bunu dile getirdik; ama, maalesef Türkiye’yi yönetenler bizim bu uyarılarımıza kulak vermediler. Sayın Başbakan beni şeamet tellallığıyla suçladı, yani felaket tellallığıyla suçladı. Halbuki, bizim o eleştirileri yaparken de, o uyarılarda bulunurken de, bugün burada bu eleştirilerimizi yeniden hatırlatırken de, sadece kısır siyasi amaçlara yönelik bir ruh hali içinde olduğumuz iddiası doğru değildir. Anavatan Partisinin, Anavatan Partililerin en bariz özellikleri, ülke menfaatlerini parti menfaatlerinin önünde tutmalarıdır. Bizim geçmiş icraatımız, bu bakışımızın en açık delilidir. Biz ülke menfaatine olduğuna inandığımız birçok uygulamayı, siyasetten bundan zarar görmeyi göze alarak, hayata geçirdik.

İşte misal, erken emeklilik. 1985 yılından itibaren tedricen, 5 yıllık bir süre içerisinde biz Türkiye’de emekliliği yaş haddini yukarıya çekmek suretiyle daha rasyonel, daha ekonomik hale getirdik. Gelir gelmez uygulamayı değiştirdiler, erken emekliliği getirdiler. Bugün, şimdi bu programla tekrar bizim uygulamaya geri dönüyorlar. Sosyal Sigortalar Kurumunda değişiklik yapacaklarmış, erkeklerde 9.000, kadınlarda 7.200 gün prim ödemek şartıyla emekli olma imkanını yeniden asgari yaş haddine bağlayacaklarmış. Yani, siz o kadar prim ödeyip emeklilik hakkını kazanacaksınız, ama emekli maaşı alabilmek için bizim daha önce getirdiğimiz düzenlemede olduğu gibi, emeklilik yaşınızın dolmasını bekleyeceksiniz.

Yaptıkları zikzaklar sadece bundan ibaret değil. Destekleme alımlarını biz daraltmıştık. Geldikten sonra birçok ürünü, içinde patates de dahil, bütün ürünleri destekleme alımına aldılar. Şimdi destekleme alımlarını sadece hububat, tütün ve şeker pancarıyla sınırlı tutacaklarını söylüyorlar. Yani, diğer bütün ürünleri destekleme alımı dışına çıkaracaklarını söylüyorlar. 2,5 yıldan beri perhiz yapmışlar, şimdi turşu yapıyorlar.

Değerli arkadaşlarım, 2,5 yıllık bir ihmalin faturasını ödüyoruz. 2,5 yıl önce uygulanması gereken, bizim uygulamak için seçime gittiğimiz bugünkünden çok daha dar kapsamlı, bu günkünden çok daha az fedakarlık gerektirecek, daha az can yakacak birtakım tedbirleri, sırf 2,5 yıllık ihmal sebebiyle ve o 2,5 yıl içerisinde uygulanan ekonominin gerçeklerine ters, yanlış politikalar nedeniyle bugün çok daha ağır biçimde ödemek zorundayız. Ama, bu 2,5 yıl kendi içerisinde aynı şekilde değerlendirilebilecek bir süre değildir. Bu 2,5 yılın, özellikle Sayın Çiller’in Başbakan olduğu son 9 aylık dönemi, ekonomideki dengelerin her zamankinden daha fazla bozulduğu bir dönem olmuştur. Sayın Çiller Başbakan olmadan önce, kamuoyuna birtakım mesajlar vermişti, aslında kendisinin bütün çözümlere sahip olduğunu, hatta bu çözümlerin hazır olduğunu, Başbakan olduktan sonra düğmeye basar basmaz bu çözümlerin hayata geçeceğini açıkça ifade etmişti ve geçen dönemde, yani kendisinin de dahil olduğu Birinci Koalisyon Hükümeti döneminde bunların yapılamamış olmasının sorumluluğunun kendisine ait olamayacağını ima etmişti. O günkü Koalisyon Hükümetiyle ve o Koalisyon Hükümetinin başındaki bugünkü Sayın Cumhurbaşkanı ile ekonomi politikası açısından arasında birtakım görüş farklılıkları olduğu mesajını vermişti.

Şimdi bakın, bugün durum hep Sayın Çiller’in Başbakan olduğu güne oranla ve hem de yılbaşına oranla çok çok daha vahimdir. İddia ediyorum; eğer şu son 4 aylık süre zarfında Türk ekonomisinin başına ekonomiyi nasıl yıkarı, Türk ekonomisini nasıl çökertiriz diye dışarıdan Türk ekonomisine sabotaj yapmak için bir yönetim getirilseydi, o yönetimin yapacağı ekonomik politika uygulamaları bu Hükümetin yaptığından farklı olmayacaktı.

Bakın değerli arkadaşlarım, Sayın Başbakan seçimden önce defalarca, seçim ekonomisi uygulamadıklarını söyledi. “Biz sezim ekonomisi uygulamıyoruz, uygulamayacağız”dedi. Cumhurbaşkanlığının açıkladığı rakamlar var, Cumhurbaşkanlığının Ekonomik Müşavirliğinin açıkladığı rakamlar var; esasen Merkez Bankasının bilançolarından da açıkça görülebilecek rakamlar var, yani devletin arşivindeki rakamlar. Son altı ay zarfında Merkez Bankası, sadece dövizi aşağıda tutabilmek için 7 milyar dolar rezerv tüketmiştir, 7 milyar dolar döviz satmıştır. Şimdi, bugün bir ekonomik paket açıklanıyor, kendilerine göre bir paket açıklanıyor, her istikrar programının başarılı olabilmesi, ancak yeterli döviz rezervleriyle mümkün değildir. Bugün Türkiye Merkez Bankasının elinde bu programı destekleyecek döviz yoktur. Dövizler, seçim ekonomisi uğruna boşa harcanmıştır, heba edilmiştir. Ve şimdi bu programın başarıya ulaşması için, ihtiyaç duyulan döviz kaynağını temin etmek için, Sayın Başbakan Amerika’ya gidiyor, orada IMF yetkilileriyle görüşecek. Bugün Türkiye eğer bu programın başarılı olabilmesi için yeniden IMF’nin desteğine muhtaç duruma düşmüşse, bunun tek müsebbibi, altı aydan beri seçim ekonomisi uğruna Türkiye’nin dövizlerini tüketen Sayın Çiller’dir.

Bakın, 7 milyar dolar dövizi, sırf kuru düşük tutabilmek için harcamışlar da ne olmuş?... Yılbaşından bugüne kadar Türk parası yüzde 150 değer kaybetmiş. Yani, hem 7 milyar dövizi heba ediyorsunuz hem de karşılığında paranız yabancı paralara göre üç ayda yüzde 150 değer kaybediyor, yüzde 150 devalüasyon yaşıyorsunuz.

Peki, acaba faizleri düşük tutabilmiş misiniz? Bu Hükümetin bir saplantısı da oydu, faizleri zorla düşük tutabileceğini zannediyordu. 7 milyar dolar döviz kaybederken, üç ayda yüzde 150 devalüasyon yaşarken, gecelik faizler de yüzde 1000’e çıkmış. Döviziniz bitince, mecburen yeniden faizlerin yükselmesine göz yummak zorunda kalmışsınız, yüzde 1000’e çıkmış, sonra yüksek oranlı devalüasyon yapmışsınız, arkasından bir tane de piyasa kendiliğinden devalüasyon yapmış, bugün hala faizler yüzde 300 dolayında.

Şimdi, böyle bir uygulamaya başarılı diyebilmek mümkün mü? Böyle bir ekonomi politikasının sorumluluğundan sıyrılıp da, “işte getirdiğim bu tedbirler 10 yıllık birikimin sonucu”diyebilmek mümkün mü?

Üç ay zarfında bütün bir sene kullanabileceğiniz Merkez Bankası Kaynağının tümünü tüketmişsiniz. Bütçe Kanununa göre, yıllık bütçe tutarının sadece yüzde 15’i kadar Hazine Merkez Bankasından avans alabilir. Bu da, 1994 yılı bütçesi için 123 trilyon lira yapıyor. Üç ayın sonunda 123 trilyonun tamamını kullanmışlar. Şimdi bir ekonomik programa başlıyorsunuz, ama Merkez Bankası kaynaklarının tümünü kurutmuşsunuz. Kısa vadeli yıllık avans limitini üç ayda tüketmişsiniz. Döviz rezervlerinin tamamını tüketmişsiniz ve bu programdan başarı bekliyorsunuz. Bu programın başarılı olması mümkün değildir. Açıkça söylüyorum, yeniden felaket tellallığı yapıyorum. Ama bizim bir görevimiz var, biz her şeyden önce milletimize doğruları söylemek zorundayız. Eğer bu programın başarılı olabileceği inancı toplumda yayılır, arkasından yeni bir haya kırıklığı, yeni bir düş kırıklığı gelirse bu milleti artık Türkiye’de hakikaten 1980’li yıllarda bizim yaptığımız gibi, akılcı politikalarla ileriye dönük değişimci politikalarla bir yere götüreceğiniz inancı sarsılır. Rejim tehlikeye girer. Millet umudu ya askerlerde ya adil düzen aldatmacalarında arar.

Onun için, milletimize doğruyu söylemeye mecburuz.

Bir başka aldatmaca daha var; deniyor ki: “Bu program Türkiye’nin son şansıdır. Bu program başarılı olmazsa Türkiye batar. Bu program Türkiye’nin son şansı olduğuna göre, herkese düşen bu programa destek olmaktır.” Bir haftadan beri söylüyorum, Anavatan Partisi olarak Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durumda, Türkiye’nin bugün içine düştüğü siyasi ve ekonomik şartlarda parti mülahazalarını bir tarafa itip, ülke menfaatleri için üstümüze düşen her türlü katkıyı sağlamaya hazırız. Ama bizden istenen nedir? Bizden istenen, bu programa anlayışlı davranmak. Bu program Meclise geldiği zaman, memleketin menfaatine olacak olan, ekonomiye fayda sağlayacak olan kanunlara, uygulamalara destek olmak, yani programa anlayışlı davranmak. Milletimizden istenen fedakarlıktır, aşırı fedakarlıktır. Zaten geçim sıkıntısı içerisinde olan, çalışan kesimlere, şimdi getirilen bu yeni zamlarla çok daha ağır bir fedakarlık yüklenmektedir. Sayın Karayalçın’ın -bilmiyorum, izlediniz mi- dün akşam konuk olarak katıldığı TRT haberlerinde söylediği doğru değildir. Kendi uygulama planının ekinde, bütçe projeksiyonu var. Yani Sayın Karayalçın şunu söylüyor: “Sene sonuna kadar, ikinci altı ayda memur maaşlarına artış yapılmayacağını söyleyenler var. Memur maaşlarının dondurulduğunu söyleyenler var, bu doğru değildir. Bütçe ödenekleri dahilinde gerekil artış yapılacaktır.” Eğer Sayın Başbakan Yardımcısı, kendi yayınladığı, kamuoyuna açıklanırken Sayın Başbakanla beraber bulunduğu uygulama planının ekindeki bütçe projeksiyonuna bakarsa orada şunu görecektir: 1994 yılında devlet bütçesinden personel ödemeleri için ayrılan para 265 trilyon liradır. O projeksiyonda 3’er aylık dönemler itibariyle bu 265 trilyon lirasının nasıl dağıtılacağı gösterilmektedir. Birinci 3 ayda zannediyorum 60 trilyon lira civarında bir personel ödemesi yapılmıştır veya 50 küsur trilyon lira. İkinci 3 ayda, yani bu Nisan’dan başlayacak olan 3 aylık dönemde bunun yüzde 12 bir artışı vardır -yüzde 50 küsur iken, galiba yüzde 67’ye gelmektedir üç aylık personel ödemesi- bu programın ekinde açıklanan o bütçe projeksiyonunda üçüncü ve dördüncü 3’er aylık dönemde personel harcamalarının aynı kalacağı öngörülmüştür. Yani, 67 trilyon devam etmektedir ve sene sonundaki bütçe personel ödeneğinin 265 trilyon lira olarak gerçekleşeceği, bu programın en önemli varsayımlarından birisidir. Bunun özeti, tercümesi şudur: ikinci altı ayda memur maaşlarına hiçbir artış yapılmayacaktır. Eğer kendi açıkladıkları programın ekine baksa Sayın Karayalçın da bunu görecekti. Ama dün, bunun doğru olmadığını, bütçe ödeneği dahilinde -bakın ek ödenek demiyor, hani ‘biz memurların maaşını artırmak için bütçeye ek ödenek getireceğiz diyebilir’ bu her zaman da Hükümetin yetkisinde olan bir husustur- gerekli ayarlamaları, artışları yapacağız diyor.

Şimdi, çalışanlardan bu kadar ağır bir fedakarlık istiyorsunuz. Bizden anlayış istiyorsunuz. İş çevrelerinden fedakarlık istiyorsunuz. Türkiye’de 50 yıldan beri uygulanmayan Varlık Vergisini ihya ediyorsunuz, ek vergilerle onların aktifleri üzerinden vergi alıyorsunuz, ek vergilerle onların aktifleri üzerinden vergi alıyorsunuz. Bu bir defa uygulanacak bir araçtır, yani Varlık Vergisi, servet üzerinden alınan vergi, her program uygulayan hükümetin başvuracağı bir yol değil, bunu bir defa yapabilirsiniz. Eğer başarılı olmazsa, sizden sonra gelen bir hükümet bir daha bu vergiyi alamaz. Ben tekrar servet vergisini alıyorum diyemez. Çünkü bu olağan dışı bir vergidir. Son defa uyguladığınız bir aracın, mutlaka başarılı bir hedefe yönelik olması lazım. Yani, o fedakarlık yapıldığı zaman sonunda başarının görülebilmesi lazım. Şimdi, bizden fedakarlık isteniyor, üretimden çekilen, yatırımdan çekilen kaynaklarla işadamlarından fedakarlık isteniyor. Aşırı geçim sıkıntısına düşmüş olan kesimlerden daha fazla kemer sıkmaları isteniyor, daha fazla fedakarlık göstermeleri isteniyor. Ve basın da bunu pompalıyor, bu fedakarlığı gösterelim diyor. Ben de soruyorum, diyorum ki: Bu fedakarlığı göstermeye hazırız. Fedakarlıktan ne kastediyorsunuz, gelin hepsini konuşmaya hazırız. Anlayış göstermeye hazırız, Hükümete destek olmaya hazırız. Ama bir tek ufak şartımız var: Acaba sizin ortaya koyduğunuz, ondan sonra birtakım medya organlarının da desteğiyle kamuoyuna son çare olarak pompaladığınız bu program, hakikaten Türkiye’yi düzlüğe çıkaracak bir program mıdır? Gelin şunu bir tartışalım, televizyonda tartışalım, milletin önünde tartışalım. Uzmanlar tartışsınlar. Böyle tek sesli korolarla milleti yalana boğmayın, olmayacak duaya millete amin dedirtmeyin. Olmayacak hedefler için millete aşırı fedakarlıklar yüklemeyin. Gelin tartışalım. Bu program başarılı olabilir mi? Deyin ki biz hiç zorluk çıkarmadık, her kanununuza oy verdik, her uygulamanıza destek verdik. Millet bu kadar sıkıntı içinde hiç ağzını açmadan o fedakarlığı yüklendi, acı ilacı içti, işadamları toplumda kötü kişi olmamak için, bütün fedakarlığı üstlendiler, o vergileri tıkır tıkır ödediler, Türk ekonomisi düzlüğe çıkacak mı? Bu zorluklardan kurtulabilecek mi? Bunu tartışalım diyorum. Buna dahi yanaşmıyorlar. Bizden kayıtsız şartsız destek istiyorlar. Yani, soru sormayacaksınız, üzerinde tartışmayacaksınız, birtakım eksikliklerin giderilmesini istemeyeceksiniz, sadece kayıtsız şartsız getirilen pakete destek olacaksınız. Bunu yapmamız mümkün değildir. Bunu yapmamız Türkiye açısından doğru da değildir.

Bizim görevimiz, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ekonomik zorlukların tam şuurunda olan bir parti olarak, bir ekip olarak, bizim görevimiz, milletimize yüklenen bu fedakarlıkların sonucunda Türkiye’nin ekonomik düzlüğe çıkarılmasına katkıda bulunmaktır. Yanlış uygulamalar uğruna milletimizden gereksiz birtakım fedakarlıklar istenmesine karşı çıkmaktır.

Değerli arkadaşlarım, hayatta bir insan için en kötü şey, alıştığı refah düzeyinin altına düşmektir, aşağısına düşmektir. Yani, zengin iken fakir olmaktır. Zenginliği yaşamış bir insanın fakir olması kadar hayatta kötü bir şey yoktur. Bugün maalesef Türkiye, bu Koalisyon Hükümetinin yanlış politikaları yüzünden, bu acemi ekibin uygulamaları yüzünden, milletçe bu tehlikeyle karşı karşıyadır. Yani, geçmişte yaşadığımız yılları, 1980’li yılları yeniden arayacağımız, mumla arayacağımız günlere doğru hızla gidiyoruz. Ama, tehlike bundan ibaret değil, bir başka tehlike daha var, 5 Mart’taki basın toplantımda özellikle vurguladığım, altını çizdiğim bir tehlike daha var, istikrar tedbirleri eğer iyi hazırlanmazsa, eğer üzerinde iyi düşünülüp taşınılıp hakikaten geçerli tedbirler olarak, yani derde deva tedbirler olarak getirilmezse, o zaman çaresizlikten Türkiye’nin Anavatan İktidarı tarafından getirildiği dışa açık, rekabetçi düzenden, yeniden kapalı, müdahaleci bir düzene geri dönme tehlikesi var. Bu tehlike bugün her zamankinden daha fazla var.

Son günlerde bakıyorum, birtakım yetkili, yetkisiz kişiler 32 sayılı Kararnamenin yanlış olduğunu söylüyorlar. Yani, bizim getirdiğimiz konvertibilite kararının, Türk parasını konvertibıl hale getiren kararın yanlış olduğunu söylüyorlar, Türkiye için erken olduğunu söylüyorlar. Bunu söyleyenler şu anda devlette sorumluluk taşıyan insanlar. Şimdi, korkarım ki önümüzdeki günlerde alınan tedbirlerin yanlışlığı görüldükçe, bu tedbirlerle çare getirilmesi imkansızlaştıkça, yeniden, eskiden olduğu gibi bir takım müdahaleci, kontrolcü uygulamalara dönülecektir. Döviz hareketlerine tahditler getirilecektir, yurt dışına çıkmaya belki tahditler getirilecektir. Çaresizlikten, becerisizlikten getirilecektir, bunlardan medet umulacaktır. Ama birgün bakacağız ki, Anavatan İktidarı olarak, siyasi sorumluluğu bizim üstlendiğimiz, siyasi faturasını bizim taşıdığımız, fedakarlığını milletimizle paylaştığımız bütün o reformlar bir anda ortadan kalkmış olacak. Türkiye yeniden 1970’li yılların, her bakımdan olduğu gibi, ekonomik bakımdan da o karanlık dönemine, kendi içine kapanmış, dünyadan kopmuş, verimsiz ekonomiyi yaşadığı o döneme geri dönmüş olacaktır. Önümüzdeki en büyük tehlike budur.

Şimdi, bakın buna, bu anlayışa bir örnek daha vereyim; bu programda serbest piyasa ekonomisinden yana iddia eden serbest piyasa ekonomisinden taviz vermeyeceklerini iddia eden Sayın Başbakan bu programı açıklarken başka bir şey daha söyledi: “KİT ürünlerine yüksek oranlı zam yapıyoruz. Yıl sonuna kadar bir daha zam yapmayacağız.” Böyle serbest piyasa ekonomisi olur mu? Yani, Hükümetin çıkıp da, “Ben fiyatları sene sonuna kadar sabit tutuyorum” dediği bir serbest piyasa ekonomisi dünyada düşünebilir misiniz?... Çünkü söylediğiyle düşündüğü birbirinden farklı. Çünkü, bezim getirdiğimiz felsefeyi daha anlamamış. Ben Başbakanım, ben söylersem faizler düşük kalır zannediyor. İşte yanlış faiz politikasıyla Türkiye’nin yıllar süren, on yıllar süren, on yıldan fazla süren bir fedakarlıkla biriktirdiği bütün dövizleri üç ayda bitirmiş. Şimdi, yeni döviz bulmaya Amerika’ya gidiyor. Çünkü döviz bulmazsa programın başarılı olabilmesi mümkün değil. Kamu harcamalarında şu kadar tasarruf sağlayacağım diyor, öbür tarafta kur yüzde 150 arttığı zaman, o tasarrufu sağlayabilmesi mümkün değil ki. Kamu açıklarının daha da artmasını bile önleyebilmesi mümkün değil. Yani, halktan fedakarlık isteyecek, halkı sıkacak, zamlarla boğacak ve bütün bunları niçin yapacak? Kamu açıklarını azaltmak için. Ama öbür tarafta, eğer kurlar yüzde 150 artmışsa, artmaya devam ediyorsa, bundan dolayı KİT’lerin maliyeti, devletin harcamaları artıyorsa, buradaki fedakarlık sadece Türk Parasının değer kaybına gidecek. Kamu açıklarına bunun hiçbir faydası olmayacak.

Onun için tekrar söylüyorum; böyle bir programın başarılı olabilmesi, ancak bunu uygulayacak yönetimin elinde belli bir döviz rezervi olmasına bağlıdır. Serbest kullanılabilir bir döviz kaynağınızın olmasına bağlı. Şu anda devletin elinde böyle bir kaynak yok. Mayıs ayında dış borç ödemelerini ancak karşılayabiliyorlar. Ama böyle bir istikrar programını uygulayabilecek dövizleri yok. Dövizi bulmak için şimdi Amerika’ya gidiyor. Amerika’ya gittiği zaman, Amerika’da ister IMF’den, ister Clinton’dan bu programa destek istediği zaman, döviz istediği zaman onun önüne çıkacak başka faturalar olacak.

Değerli arkadaşlarım, bu programın bir başka zaafı daha var; bir istikrar programının hedeflerinin açık olması lazım, süresinin belli olması lazım. Yani, fedakarlık istiyoruz, tamam, fedakarlığı vereceğiz; ama, ne süreyle fedakarlık yapacağız? O fedakarlığı yaptıktan sonra nereye gideceğiz? Yani, tünelin ucunu göstermesi lazım, istikrar programının bir hedef koyması lazım. Bu istikrar programının böyle bir hedefi yok, ufku yok. Onun için üç aylık uygulamalara bölmüşler. Yani, Hükümet bununla şunu diyor: Ben üç ay sonrasını göremiyorum. Bu programın ufku yok, bu programı uygulayacak kadronun ufku yok. Bunların ufku üç ay öteyi görüyor, daha ötesini göremiyor. Ama üç ay sonra göreceksiniz, üç ay sonra burada muhasebesini yapacağız, üç aylık hedeflere de ulaşmaları mümkün değil.

Şimdi bakın, bu Hükümetin, bu programı bir yana bırakıyorum, bu program hakikaten tutarlılığı olmayan bir programdır, eksik bir programdır, bu programın, eğer şartlanmamışsanız, yani şu veya bu nedenle bu programa veya bu Hükümete destek olmak mecburiyetinde kendinizi hissetmiyorsanız, bu programı geçerli bir program olarak görmeniz mümkün değil. Ama programı bir tarafa bırakıyorum, demin söylediğim gibi, bir ekonomik programın başarılı olabilmesi için, onu uygulayacak bürokratik yönetimin ehil olması lazım, siyasi yönetimin de güvenilir olması lazım. Bu programı hazırlayan bürokratik ekiple şimdi bunu yürütecek olan ekip birbirinden farklıdır. Yani, düşünebiliyor musunuz, bir program hazırlanıyor, o programı açıkladıktan sonra siz o programı hazırlayan ekibi görevden alıyorsunuz, onun yerine yeni insanları getiriyorsunuz. Ve o programı uygulayacak olanlar, o programı hazırlamayan insanlar. 1992 yılında başarısız olan, Türkiye’yi bu duruma getiren, uygulanamayan UDİDEM programı açıklandığı zaman, Türk ekonomi bürokrasinin tepesinde çok daha kaliteli bir yönetim vardı. Şimdi onların hepsi gittiler. Planlamanın başındakiler de gitti, Hazinenin başındakiler de gitti, Merkez Bankasının başındakiler de gitti. Şimdi bugün gelen ekip, o ekibe göre hem üçüncü dördüncü sınıf bir ekiptir, hem de hala ekonomi yönetimi arasında böyle bir program uygulaması için zorunlu olan uyum sağlanamamıştır. Yani, Hazine ile Merkez Bankası arasında uyum yoktur. Birinin ak dediğine, öbürü kara demektedir. Birisi faiz politikasına, öbürü kur politikasına öncelik vermektedir. Bir programı ancak uyum halinde, işbirliği haline başarıya götürebilecek olan bir ekip, en temel politikalarda, bir birinden bu kadar farklı düşünüyorsa, farklı yaklaşımlar ortaya koyuyorsa, o programın başarılı olabilmesi mümkün değil. Ama, en önemlisini en sona sakladım, bu programın başarısını engelleyen en önemli husus, bu yönetimin tepe noktasında olan, asıl siyasi sorumluluğu taşıyan Başbakanın kredibiletisinde yatmaktadır. Başbakana güvensizlik vardır. Çünkü Başbakanın bir söylediğiyle öbür söylediği birbirini tutmamaktadır. Bu Başbakanın, oy uğruna, siyasi çıkar uğruna tahrif edemeyeceği hiçbir gerçek söz konusu değildir.

Günlerden beri demiyorlar mı; “Türkiye’de bankaların ödeme sorunu yok” diye, “bankaların hiçbir likidite sorunu yok, bankalar taahhütlerinin tamamını karşılayacak durumdadır” diye Başbakan demedi mi? Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı demedi mi? Maliye Bakanı demedi mi? Peki, dün ne oldu? Bakın dün ne oldu: Merkez Bankası Başkanına, şimdi Meclise kanun getirmişler, özerklik vermeyi hedefliyorlar. Yani, özerklik vermeyi düşündükleri, artık Hükümetin emrinde çalışmaması, kendi politikasını kendisi tayin etmesi, yürütmesi öngörülen Merkez Bankası Başkanını bir talimatla televizyona çıkardılar, Merkez Bankası Başkanı televizyonda, “Bankaların hiçbir ödeme sorunu yoktur. Bütün bankalar taahhütlerini karşılayacak kapasiteye sahiptir” derken, aynı anda Türkiye’de bir banka battı. Tamam, Dışbank İş Bankasına geçti, ama bir banka taahhütlerini karşılayamaz duruma geldi. Mevduat toplama yetkisi kaldırıldı, kepenkleri kapandı. Bu bankanın batması demektir. Türkiye’de banka mevduatının 50 milyon lirası, bankadaki mevduatın fert başına 50 milyon lirası devlet güvencesi altında idi, şimdi banka batınca onu 150 milyona çıkardılar. Şu anda eğer o batan bankada 150 milyon lira mevduatınız varsa, onu size ödüyorlar, zannediyorum İş Bankası aracılığıyla ödeyecekler, 150 milyon liranın üstündeki mevduatınız için, bir bardak su içmeniz lazım.

Peki, siz eğer hakikaten bu devletin sadık bir vatandaşı iseniz, Başbakanınızın söylediğine itibar etmişseniz, bakanın söylediğine itibar etmişseniz, “madem ki hiçbir bankanın sorunu yok, o zaman bu bankadaki mevduatımı da çekmeme gerek yok” demişseniz, sizin ne günahınız var... Veya başka bir soru sorayım: Bu olay yaşandıktan sonra siz bir daha bu Başbakana güvenir misiniz? Bu ekonomi yönetimine güvenir misiniz? Onun alacağı kararlara destek verebilir misiniz?

Değerli arkadaşlarım, sorun bir ekonomi sorunu değildir. Ali arkadaşım biraz önce çok doğru söyledi, sorun, aslında siyasidir, sorun güven sorunudur. Ekonomik bütün sıkıntıların temelinde ve bu sıkıntıları aşmada, önümüzdeki esas engel güven sorunudur. Bugün Türkiye’yi yöneten Başbakana Türkiye’yi yöneten Hükümete güven yoktur.

Sayın Başbakanın seçimlerden önce ve sonra söylediği bir söz vardır: “Terörün kökünü kazıdım, şimdi sıra ekonomide” Hakikaten terörün kökünü kazıdığı filan doğru değil ama, bu gidişle ekonominin kökünü kazıyacaktır.

Hepinize saygılar sunarım.