ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN
TBMM GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA
 
19 Nisan 1994

Değerli arkadaşlarım, sizleri ve toplantıda aramızda olan Nevşehir’den Kırşehir’den, Afyon, Bursa ve Yalova’dan gelen partili arkadaşlarımı saygıyla selamlıyorum.

Ben de sözlerimin başında, önceki gün Birinci Ölüm Yıldönümünü andığımız Kurucu Genel Başkanımız Turgut Özal’ı ve ondan iki gün önce yitirdiğimiz değerli arkadaşımızın Alpaslan Pehlivanlı’yı anıyorum ve kendilerine Allah’tan rahmet diliyorum.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Başbakanın Amerika Birleşik Devletlerine yaptığı gezi dün sona erdi. Bildiğiniz gibi, bu gezinin zamanlaması, Hükümetin açıkladığı bir ekonomik tedbirler paketinin hemen ertesinde, o paket destek sağlayabilmek için, dış finans desteği sağlayabilmek için yapılmış bir gezi idi. Henüz daha bu geziyle ilgili kamuoyuna doyurucu bir açıklama yapılmış değildir. Yani, bu gezide somut olarak ne sonuçlar alındığı, hangi taleplerin dile getirildiği, bunların karşılığında ne gibi destek sağlandığı belli değildir. Her dış gezide olduğu gibi, bu gezide de şimdi propaganda mekanizması çalışmakta, gezinin çok başarılı bir gezi olduğu Türk kamuoyuna lanse edilmekte, ama başarının ne olduğu söylenmemektedir.

Görünen odur ki, bu geziden tek başarı, Türkiye’nin on yıllık bir aradan sonra IMF ile yeniden bir Stand Bay Anlaşması yapma hususundaki talebinin IMF tarafından olumlu karşılanmasıdır.

Gene gazetelere yansıyan haberlerden öğrendiğimize göre, Sayın Başbakan, Türkiye’de Hükümetin uygulayacağı bu istikrar tedbirleri konusunda Amerikan yönetiminden destek istenmiş, fakat Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Clinton, bu desteğin sağlanabilmesi için IMF’yi adres göstermiştir. Esasen başka türlü de mümkün değildir. Amerika Birleşik Devletlerinin doğrudan doğruya bir ülkeye yardımda bulunabilmesi için mutlaka o yardımın bütçede yer alması gerekir. Böyle bir şey şu anda söz konusu olamayacağı için, Başkan Clinton da Türkiye ile IMF ile anlaşma yapmasını salık vermiştir.

Burada, yine gazetelere yansıyan ve herhalde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak hepimizi rencide etmesi gereken bir husus daha var. Sayın Başbakan, Amerika’dan yardım isterken, Başkan Clinton’a “Eğer bize yardım etmezseniz, Türkiye’de aşırı dinciler iktidara gelir” argümanını kullanmıştır. Dün de söylediğim gibi, böyle bir ifade sadece bizim değil, sadece ana muhalefetin değil, her Türk vatandaşının kınaması gereken bir ifadedir... Çünkü, filan partinin iktidara gelmesini isteyebilirsiniz, filan partinin iktidara gelmemesini isteyebilirsiniz, onun gelmesine karşı mücadele edebilirsiniz; ama, neticede mücadele ettiğiniz parti de, gelmesini istediğiniz veya istemediğiniz kadrolar da hepsi bu memleketin insanlarıdır. Bu mesele bu memleketin iç meselesidir. Türkiye’nin meselesini eğer yabancılarla konuşmayı ihtiyat haline getirirseniz, onlara kendi elinizle Türkiye’nin idaresine müdahale hakkını sağlamış olursunuz. Bunu hiçbir Başbakanın yapmaya hakkı yoktur.

Gene Sayın Başbakan, Amerika’dan televizyonda da kendi sesinden verilen bir beyanatında, Başkan Clinton’un Bosna Hersek konusundaki tutumunu takdir ile karşıladığı söylemiştir. Değerli arkadaşlarım, bu olsa olsa kara mizah olur. Ya Sayın Başbakan Bosna-Hersek’te şu anda nelerin cereyan ettiğine vakıf değildir veyahut da bu ifadesi de sadece gayri samimi bir komplimandan ibarettir. Ama, bir ülkenin yönetim sorumluluğunu taşıyan insanların, başkalarının inanmadıkları şeyleri, sırf kompliman olsun diye dile getirmeye hakları yoktur. Bugün bütün dünya basını, Amerika’nın basını, Başkan Clinton’un Bosna-Hersek konusundaki tutumu dolayısıyla kendisini yerden yere vurmaktadır. Bosna-Hersek’te bugün yaşanan dram, aslında başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere NATO’nun ve Birleşmiş Milletler itibarına indirilmiş bir darbedir. Bütün bu uluslararası kuruluşların ve NATO’nun asıl öncü gücü olan Amerika Birleşik Devletlerinin oradaki bütün uluslararası hukuk kurallarını çiğneyen, insanlık kurallarını çiğneyen Sırplara karşı aczini yaşıyoruz. Aylardan beri Sırpların kuşatması altında olan saldırısı altında olan Gorajde şehri, işte belki bugün Sırpların eline geçecektir. 65 bin Müslüman Boşnak’ın yaşadığı bir şehir, Birleşmiş Milletlerin koruması altında olan, Birleşmiş Milletler güvencesi altında olan bir şehir, Sırpları tarafından ele geçirilmek üzeredir. Bu oradaki 65 bin kişinin Sırplar tarafından katledilmesine bütün dünyanın seyirci kalması demektir. Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı İzzetbegoviç’e katılmamak elde değildir. Eğer Birleşmiş Milletlerin güvenliğini garanti ettiği bir şehir, oradaki Sırplar tarafından ele geçirilirse, Birleşmiş Milletlerin Genel Sekreterinin anında istifa etmesi lazımdır.

NATO’nun, Birleşmiş Milletlerin sırf zamanında karar alamadıkları için veyahut da almak istemedikleri için veyahut da bilinçli olarak engellendikleri için, orada yaşayan, Avrupa’nın göbeğinde yaşayan 65 bin kişi bugün artık Sırplara terk edilmiş durumdur.

Gene Sayın Başbakanın Başkan Clinton ile yaptığı görüşmelerde Amerikan tarafından Kıbrıs meselesine ilişkin bazı taleplerin gündeme getirildiği gazete sütunlarında yer almıştır. Türkiye’nin güneydoğu meselesine ilişkin bazı talepleri yer almıştır. Sayın Başbakan bu konulara açıklık getirmek mecburiyetindedir. Hem de vakit geçirmeden bugün Meclis kürsüsüne çıkıp, bu konudaki haberlerin, bu haberlerin doğruluk derecesine ilişkin Meclise bilgi vermek zorundadır. Bu bilgi verilmediği takdirde, bu konuda bir genel görüşme yapılmadığı takdirde, bu konudaki şüpheler varlığını sürdürecektir.

Değerli arkadaşlarım, bu gezinin asıl amacı, bu istikrar tedbirlerine dış finansman desteği sağlamaktı dedim. Ben daha önce de söyledim, bu tedbirler, aslında 1991 Ekiminde yapılan seçimlerden hemen sonra alınmalıydı. O zaman gelen Koalisyon Hükümeti tarafından alınmalıydı. Eğer o zaman tedbir alma yoluna gidilseydi, alınacak tedbirler bugünkünden çok daha az can yakacak tedbirler olacaktı, çok daha kısa süreli tedbirler olacaktı. Ama Koalisyon Hükümetinin, bizim erken seçime gitme gerekçemize de uygun olan bu kararları alamamış olması, Türkiye’nin ekonomik dengelerini sağlamak için böyle bir programı uygulamaya koyamaması veya uygulamaya koyduğu programın fevkalade yetersiz, başarısız bir program olması, Türkiye’nin bugün çok ağır maliyetli ve daha da önemlisi, bu maliyetin karşılığında dahi sonuçları belirsiz olan bir program uygulama zorunluluğuna getirmiştir.

Ben burada bu paket açıklandığı zaman da söyledim; ortada tutarlı bir ekonomik programdan bahsedebilmek mümkün değildir. Bir istikrar tedbirleri paketinden bahsedebilmek mümkün değildir. Yapılan, sadece zam paketinde bir takım, bir defalık gelir sağlayabilecek bazı tedbirlerin eklenmesinden ibarettir. Şimdi, Sayın Başbakanın Amerika ziyaretinden sonra anlaşılmaktadır ki, bu uydurma pakete bir de IMF ambalajı getirilecektir. Ama, IMF ile anlaşma yapılması, bu paketin bu şekilde kalamayacağının da delilidir. Çünkü, IMF’nin bu paketi bu şekliyle kabul etmesi mümkün değildir. Şimdi, IMF’nin, zannediyorum bu hafta Türkiye’ye uzmanları gelecektir, yapılan anlaşma, yapılan mutabakat sadece bu konudaki paketin gözden geçirilmesi ve IMF’nin önerileri doğrultusunda paketin eksiklerinin giderilmesi konusundaki bir mutabakattır. Şimdi IMF’nin adamları buraya gelecektir, bu hafta bu tedbirler üzerinde görüşmeler yapılacaktır ve herhalde iki üç ay içerisinde IMF ile bir anlaşmaya varılacak ve bu tedbirlere ilave bazı tedbirler getirilecektir.

Sayın Cumhurbaşkanı geçtiğimiz günlerde bir açıklama yaptı; “ben bıraktığım zaman ekonomi kötü değildi” dedi. Yani, geçtiğimiz sene Haziran sonunda Çiller Hükümeti işbaşına geldiği zaman, ekonominin kötü olmadığını, ekonomideki kötüleşmenin geçtiğimiz Haziran ayından bugüne kadar ki gelişmelerle ortaya çıktığını ifade etti. Halbuki, biliyorsunuz Sayın Çiller’in müteaddit vesilelerle yaptığı beyanlar, tersine bugünkü ekonomik krizin 10 yıllık bir birikim sonucu olduğu idi, zamanında alınmayan tedbirlerin sonucu olduğu idi. Şimdi ortaya çok hazin bir durum çıkıyor; ya Cumhurbaşkanının dediği doğrudur, ya Başbakanın dediği doğrudur. Ama değerli arkadaşlarım, yüzde 100 doğru olan bir şey var, eğer bundan altı ay önce Kasım 1993 başında Türkiye böyle bir istikrar programını uygulamaya koysa idi, bugün, IMF’nin kapısına gidip dilenmek zorunda kalmayacaktı. Çünkü Kasım 1993’te Türkiye’nin Merkez Bankasında sermaye serbest kullanılabilir 7 milyar dolar dövizi vardı. Bugün Merkez Bankasının kullanılabilir hiç dövizi kalmamıştır. 7 milyar dolar altı ay zarfında seçim ekonomisi uğruna heba edilmiştir.

Şimdi bakın, Başbakan o beraberindeki kalabalık heyetlerle gittiği, günlerce görüştüğü IMF’den alabileceği toplam kredi 640 milyon dolardır. Yani, Türkiye’nin özel çekme hakkı denilen, Türkiye’ye ayrılan kontenjanın karşılığı 640 milyon dolardır. Onu da bir defada alamayız, tedbireri uygulandıkça, peyderpey IMF’ye onaylattıkça ancak çekebiliriz. 7 milyar doları seçim uğruna harcıyor, 640 milyon dolar destek almak için Amerika’ya gidip dil döküyor. Bu, bir laf vardır, eskiler bilirler, “Sultanahmet’te sadaka verip Yenicami’de dilenmeye benzer”

Şimdi, kamuoyunda bir hava estirilmeye çalışılıyor; IMF ile anlaşma yapmak başarı diye yutturulmaya çalışılıyor. Belki bayram ilan edecekler IMF ile anlaşma yaptık diye.

Değerli arkadaşlarım, IMF ile anlaşma yapmak demek, devletin ekonomi alanındaki hükümranlığını, bir uluslararası kuruluşa terk etmesi demektir. En azından onunla paylaşması demektir. Ekonomimizin denetimini, ekonomi politikasındaki uygulamanızı bundan sonra artık bir uluslararası kuruluşun denetimi altına sokuyorsunuz. Ve o denetlemedikçe, isterseniz siz başka şeyler de yapabilirsiniz, ama o zaman o da sizin kredi musluğunuzu keser. Burada sağlanması umulan esas amaç, IMF’den alınacak olan bu özel çekme haklarıyla sağlanacak olan kredi değil, buradaki esas amaç, IMF’nin yeşil ışık vermesi sayesinde diğer uluslararası finans çevrelerinden, diğer finans kuruluşlarından Türkiye’ye dış kredi imkanı sağlamaktır. Şimdi Başbakanın dünkü ifadelerinden anlıyoruz ki, IMF ile anlaşma yaptıktan sonra Dünya Bankasıyla da benzer bir anlaşmaya gidilecektir. Ama Dünya Bankasının sağlayacağı destek, proje kredisidir. Yani, proje verirsiniz, sadece o projede kullanılmak için destek alabilirsiniz. Türkiye’nin istikrar programına katkı sağlayabilecek neviden bir destek değildir.

Şimdi, önümüzdeki günlerde bize denecek ki: işte ortada iyi kötü bir program var... Bunun üzerinde durmayın, yani kim Türkiye’yi bu duruma getirmiş, bunun üzerinde durmayın, olmuş bir kere. Şimdi bundan çıkmak mühim, geriye bakmayın. Çıkmak için bir program yapılmış, bu program bitmiş IMF tarafından da -demin dediğim gibi- birtakım değişikliklerle desteklenmiş, IMF ile de bir Stand By Anlaşması yapılmış, şimdi buna destek olun... Bize diyecekler, sendikalara diyecekler. Memleketin tek çıkış yolunun bu olduğunu söyleyecekler. Daha önce de söyledim, şimdi de söylüyorum, tamam, destek olalım; ama, kime destek oluyoruz? Türkiye’yi bu çıkmazın içine sürükleyenlere destek oluyoruz. Yani, Türkiye’yi bu badirenin içine sokan, bu ekonomik çıkmazın içine sürükleyen kadronun, Türkiye’yi bu çıkmazdan çıkarabileceğine inanıyorsak, güveniyorsak olalım. Ama bakın, buna inanmamamız için birden fazla sebep var; işte Pazar günü üniversite sınavları yapıldı. Şimdi hatırlayın bakın, 7-8 ay önce, Eylül 1993 başında Başbakan ne demişti, ben hatırlıyorum, belki siz de hatırlarsınız televizyona çıktı, “Millete bir müjdem var; bundan sonra üniversiteye sınavsız girilecek” dedi. Aslında iki müjdeyi bir arada verdi. Bu sene -yani geçtiğimiz sene- sınava girip de üniversiteye yerleştirilemeyenlerin hepsini yerleştiriyorum dedi. Hem de öyle açık öğretime filan değil, istedikleri gibi yerleştiriyoruz, branşı da onlar seçecekler dedi. İkincisi, “bundan sonra yapılacak olan üniversite sınavları tümüyle kaldırılmıştır.” Dedi. Dediği buydu, arşivler ortada. Şimdi televizyon da var, yani sesli arşiv de var. Şimdi bakın, hemen ertesi günü ne oldu? Milli Eğitim Bakanı çıktı, “Başbakanın dili sürçmüş, iki kademe değil, bir kademesi kaldırılıyor, yani üniversite giriş sınavları tek aşamalı olacak” dedi, o zamanki Milli Eğitim Bakanı, şimdi İçişleri Bakanı.

Şimdi, Eylül’den Nisan’a, aradan 8 ay geçti. Bu Pazar günü yapılan sınavlar üniversite girişinin birinci basamak sınavlarıdır. Yani, Başbakanın dediği de yalan çıkmıştır. İçişleri Bakanının da -o zamanki Milli Eğitim Bakanının- söylediği yalan çıkmıştır. Üniversite sınavları yine iki aşamalı yapılacaktır; çünkü, üniversite sınavlarına 1.192.000 kişi katılmıştır. 1.192.000 kişinin hepsini sınavsız üniversiteye yerleştirebileceğini düşünen, daha doğrusu böyle bir şeyin mümkün olmayacağını altı ay önce, sekiz ay önce göremeyen insanlara Türk ekonomisi emanet edilebilir mi? Yani, hepsi o üniversiteye yerleştirilecek olan 440 bin kişi ne oldu? Sadece 70 bini Başbakana güvendi, gitti kaydını yaptırdı ve o 70 bin çocuk da Başbakanın söylediğinin açık öğretimden farklı bir şey olmadığını görünce, şimdi hepsi yeniden üniversite sınavına girdiler.

Evet, bu Hükümete güvenemeyiz. Bu Hükümete birçok sebepten dolayı güvenemeyiz. Bakın, dün Yüksek Planlama Kurulunun bir kararı yayımlandı. Zorunlu tasarruf ödemelerini isteyenlerin altı aylık kesintisiz ödeme yapmış olmak şartıyla geri alabileceği ilan edildi. Bu şu demektir: Altı sene zorunlu tasarruf ödenmesi sizin maaşınızdan kesilirse diyelim ki bu kesilen miktar 4 milyon lira tutuyorsa, buna 6 milyon lira da işveren katkısı vardır. Yani, devletin veya diğer işverenlerin, sizin 4 milyonunuza mukabil, işverenin de 6 milyon katkısı vardır. Ve altı sene zarfında bu paranın nemalandırılmasından ötürü de 10 milyon liralık bir nema söz konusudur. Neticede, Hükümet diyor ki: Altı sene zarfında senin adına oluşan bu toplam 20 milyon lira tutarındaki fondan, eğer istersen, senin bilfiil ödediğin 4 milyonu öderim, geri kalan 16 milyonu unutursun. Teklif edilen budur ve bunu yaparken, muhtemelen, getirdikleri zamlarla iyice cendere altına soktukları memurları, can havliyle bu kendi ödedikleri bu paraya bir an önce kavuşmak isteyebileceklerine güveniyorlar. Yani, o paraya tamah edileceğini, onun getirisinden vazgeçebileceğini düşünüyorlar.

Değerli arkadaşlarım, önümüzdeki günlerde şu ana kadar açıklanmış olan ekonomik tedbirlere ilişkin veya bunlara ilave olarak getirilecek bazı düzenlemeler Meclise gelecektir. Esasen şu anda Komisyonda görüşülen vergi tasarıları söz konusudur. Bunlar komisyonlardan geçtikten sonra Meclise de gelecektir. Burada vergi tasarılarıyla ilgili temel yanlışlık şuradadır: Türkiye’de bugün serbest meslek sahibi olarak sadece 3 milyon kişi vergi mükellefidir.

Yani, dolmuş şoföründen, doktoruna, avukatına veya fabrikatörüne, sanayicisine kadar, toplam serbest çalışan kesimden vergi ödeyenlerin tutarı 3 milyondur. Bu 3 milyonun 1 milyon 100 bini götürü vergi öderler. Yani, yıllık vergi öderler. Türkiye’de aslında serbest meslek erbabı, yani herhangi bir kuruma bağımlı olmadan, kendi serbest faaliyetiyle geçimini sağlayan nüfus takriben 9 milyondur. Bu 9 milyon serbest meslek erbabından, sadece 3 milyonu vergi mükellefidir. Bu 3 milyon vergi mükellefinden de, gelirine uygun olarak, geliriyle mütenasip vergi ödeyen 2 milyondan azdır, 1 milyon 800 küsur bindir. Yani, beyannameli vergi ödeyen.

Şimdi getirilen düzenleme, kayıt dışı saydığımız, hiç vergi ilişiği olmayan, vergi mükellefi olmayan, vergi beyannamesi vermeyen, vergi ödemeyen o 6 milyon kişiyi dışarıda bırakıp, zaten devletin finanse ettirdiğiniz, devletin vergilerinin büyük kısmının yükünü taşıyan bu 3 milyonluk kesilme ilave yük getirmektir. Böyle bir düzenleme en başta adalete uygun değildir; ama, zannediyorum ki böyle bir düzenleme, şekli hukuk bakımından da tartışmaya açıktır. Çünkü, şimdi getirdikleri o “Ekonomik Denge Vergisi” dedikleri şey, geçen sene elde edilen gelirden alınıyor. Halbuki, serbest çalışan biri, iş adamı, bir doktor, bir avukat, bir mali yılda gelirini elde ettikten sonra beyannamesini yaparken, ödeyeceği vergi oranını da bilmek zorundadır. Yani, gelirinden ne kadar vergi ödeyeceğini yüzde 40’ını mı, yüzde 50’sini mi devlete vereceğini, buna mukabil vergiden sonra kendisine ne kadar harcanabilir gelir kalacağını bilmek zorundadır. Bu, vergi hukukunun da esasıdır.

Şimdi, burada yapılan hadise şudur: 1993 yılında adam gelirini elde etmiş. O anki yürürlükteki mevzuata göre o gelir üzerinden vergisini belirlemiş, vergisini beyan etmiş, birinci taksitini ödemiş, şimdi siz adama diyorsunuz ki: “1993 yılında sağladığın gelirin matrahı üzerinden bir yüzde 10 daha vergi vereceksin” Bunun vergi hukukunda filan yeri yoktur. Bu salmadır. Yani, bu zaten vergi ödeyen, zaten devletin yükünü taşıyan insanlara bir yük daha salmaktır. Ama adamlar öyle korkmuşlar ki, zannediyorlar ki devlet battı, bu para verilirse devlet kurtulacak. Hiç kimse işin hukuki yanını filan düşünmüyor. Hiç kimse “bu toplumsal adalete sığar mı sığmaz mı?” diye düşünmüyor. O kesimler, “Tamam, biz bu vergiyi vermeye hazırız” diyorlar; ama, neticede ne oluyor? Bir defalık bir fedakarlık söz konusu oluyor. Bu normal bir vergi değil, düzenli bir vergi değil. Seneye bunu bir daha alamazsınız. Tıpkı o arabalar, evler üzerinden alınan, gelirler üzerinden alınan, işletmelerin nasıl belirleneceği belli olmayan net aktifleri üzerinden alınan vergiler, bunlar hepsi bir defalık kaynaklardır. Bunları bir defa alırsınız. Gelecek sene gelen hükümet bunu bir daha alamaz. Onun için, bu kaynakları aldığınız zaman, bu fedakarlığı toplumdan istediğiniz zaman, programınızın mutlaka başarılı olması lazım. Yani, kamu açıklarının mutlaka giderilmiş olması lazım. İstikrarın mutlaka sağlanmış olması lazım. Ama burada öyle bir şey söz konusu değil.

Bütün bu paket, şimdi Mecliste görüşeceğimiz bütün bu vergilerin devlete sağlayacağı toplam gelir 70 trilyon lira. Ama, arkadaşlarımın oturup daha detaylı hesap etmeleri lazım. Biltekin Bey yapabilir o hesabı. Sadece programın açıklandığı günden bugüne kadar Türk parasının devalüasyondan dolayı devlete gelen yük, bu 70 trilyonun kat be kat üstündedir. Yani, kamu açığını diyelim ki 450 trilyon lira hesaplanmıştı veya bizim hesabımız 450 trilyon liradır. 1994 yılının kamu açığı, işte birtakım tasarruf tedbirleriyle bunun bir miktarı azaltılıyorlar, 15-20 trilyon ancak azaltabilirler, yatırımları tamamen durduruyorlar, zaruri yatırımlar dışındaki yatırımları tamamen kısıyorlar, oradan bir miktar tasarruf sağlıyorlar, yok arabaları satıyorlar, şunu, bunu hepsinden sağlanan şey, artı bu vergi gelirleri neticede devletin elinde diyelim ki 200 trilyonluk bir ek kaynak oluyor, zamlarla, zamlara uygulanan fonların, vergilerin artımıyla bir yanda 200 trilyonluk bir kamu açığını azaltan ek bir gelir söz konusu, ama sadece devalüasyondan, sadece faizlerin artmasından dolayı devletin kamu açıklarındaki artış 200 trilyonun katıdır. Yani, bu tedbirlere rağmen, sene sonunda geleceğimiz açık miktarı bugünkünden az olmayacak veya öngörülenden az olmayacak. Bu, bu fedakarlıkların boşa gitmesi demektir.

Şimdi göreceksiniz, IMF ile anlaşma yaptıkları anda IMF’nin ilk şart koşacağı husus, faiz ve döviz politikası olacaktır. Doğrusu da odur. Faizi ve dövizi kontrol altına almadan istikrarın sağlanması mümkün değildir. Kamu açıklarının kapatılması mümkün değildir. Aksi takdirde bu boşa yapılan fedakarlık olur. Bu devalüasyonla, Türk parasının düşmesi, enflasyon artışı, bütün bunların en temelde bir tek sebebi vardır, o da Sayın Başbakanın, ekonomi profesörü geçinen Başbakanın faizleri zorla aşağıda tutma hususundaki yanlış politikasıdır. Yanlış faiz politikasıdır. Bu kadar açık bir gerçeği, bütün uzmanların kabul ettiği bir gerçeği, siyasetten milletten gizlemeye çalışıyorlar. Bizi de buna alet etmeye çalışıyorlar.

Bakın söylüyorum, 1 Kasım 1993’te eğer Türkiye bir istikrar programı uygulamaya karar verseydi, eğer bu Hükümet o cesarete sahip olsaydı, -cesuruz diye geçiniyor, seçim ekonomisi uygulamayacağız demişti- eğer seçimi falan unutsaydı, 1 Kasım 1993’te bir istikrar programı uygulamaya karar verseydi, bu zamların bir kere yarısı olmayacaktı, KİT ürünlerine yapılan zamların yarısı olmayacaktı, yüzde 100 zam yapılsaydı yüzde 50 olacaktı ve muhtemelen 1 dolar bugün 20 bin lira mertebesinde olacaktı. Yani, şu anda 30-35 bin lira olan dolar 20 bin liranın altında olacaktı. Şimdi o duruma geri gelebilmek için, milletten aşırı fedakarlık isteniyor. Yapılan bütün hesaplar yanlıştır. Memur maaşlarına filan artış mümkün değildir. Yılın ikinci altı ayında memur maaşlarına hiçbir artış yapılmayacaktır. Toplu iş sözleşmelerinde enflasyonun altında sözleşmelerin bağlanmasına çalışılacaktır. IMF’nin en çok dikkat ettiği husus, bir kurun yüksek olması, bir de ücretlerin düşük olmasıdır. Ve akaryakıta sürekli zam gelecektir. Dövizdeki artışla birlikte akaryakıt sürekli artacaktır. Şu anda zaten akaryakıt döviz kurlarına göre yeniden bir fiyat ayarlamasına muhtaç hale gelmiştir.

Değerli arkadaşlarım, velhasıl önümüzde zor bir dönem var. Bu zor dönemi, ekonomik açıdan zor olan dönemi, daha da zor hale getirecek birtakım olayların olduğunu, birtakım psikolojik etkenlerin de olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Bu dönemin, Türkiye açısından en az zarar veren şekilde geçirilmesi, geniş ölçüde Anavatan Partisi olarak bizim davranışımıza da bağlıdır. Bu dönemde, hem bugüne kadar yaptığımız gibi, sorumlu, yapıcı, ülke menfaatini parti menfaatinin üzerinde tutan bir muhalefet anlayışını sürdürmek zorundayız, böyle bir anlayışa belki de her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan bir döneme giriyoruz, ama aynı zamanda hiç kimsenin çoğu zaman kendi küçük çıkarlarıyla kısa vadeli mülahazalarla hareket eden hiçbir çevrenin de bizim muhalefet görevimizi, gerçekleri dile getirme görevimizi engellemesine izin veremeyiz.

Bu dönemin Türkiye açısından bir de faydası olabilir; Anavatan Partisi olarak, bizim başlattığımız, 1983-87 döneminde önemli ölçüde mesafe katettiğimiz, ama ondan sonra Türkiye’nin değişen siyasi gündemi nedeniyle aynı tempoda devam ettiremediğimiz ve 2,5 yıldan beri Koalisyon Hükümetinin döneminde tamamen durmuş olan Türkiye’nin yeniden yapılanması, Türkiye’nin yapısal değişim hamleleri böyle bir kriz döneminde çok daha kolay gerçekleştirilebilir. Nasıl ki 24 Ocak kararları Türkiye’de serbest piyasa ekonomisine, dünya ile entegrasyona geçiş için bir zemin oluşturmuşsa, bir ortam yaratmışsa, bugün Türkiye’nin yaşamakta olduğu ve önümüzdeki aylarda daha ağırlıklı olarak hissedeceği bu ekonomik bunalım da, bizim zamanımızda başlayan çoğu yarım kalan bu yapısal tedbirlerin tamamlanması için bir fırsat yaratmaktadır. Ama bu Hükümetin o fırsatı da değerlendirecek basirete ve cesarete sahip olduğuna emin değilim. Türkiye’de artık devletin ekonomideki konumunu yeniden belirleyen, daha doğrusu devletin ekonomiden tamamen çekilmesini öngören, işletmeleri verimlilik esasına göre düzenleyen, ama bunun ceremesini çalışanlara çektirmeden bunu gerçekleştiren ve sadece KİT’leri değil, sadece devletin ekonomik teşebbüslerini değil, devletin bizatihi kendisini, yani merkezi hükümet yapısını da küçülten, asıl verimsizlik kaynağı olan oraya el atma cesaretini gösteren, devletin normal işleyişinde de verimlilik sağlamayı esas alan reformları daha fazla vakit geçirmeden mutlaka hayata geçirmek zorundayız.

Önümüzdeki dönemi, hepimize sıkıntı verecek olan, milletimize, özellikle dar gelirli kesimlere, çalışan kesimlere büyük yükler getirecek olan büyük handikaları, zorlukları yanında, belki de getireceği en büyük fayda buradadır.

Dün il başkanı arkadaşlarımla sabahtan akşama kadar bir değerlendirme yaptık. Tıpkı burada sizlerle Grupta yaptığımız değerlendirme gibi, Merkez Karar Yönetim Kurulumuzla yaptığımız değerlendirme gibi, il başkanlarımızla da tam gün mesai yaparak seçim sonuçlarını değerlendirdik. Bu arada, bazı arkadaşlarım benimle ikili görüşmeler yapmak istedikleri, bugün öğleden sonra onlarla ikili görüşmeler yapacağım. Bu yaptığımız değerlendirme, ilk defa Grupta başladığımız seçim sonuçlarıyla ilgili partimizin bütün kademelerinde yapmayı öngördüğümüz değerlendirmelerin sonuncusudur. Bu değerlendirmeleri tamamladıktan sonra, bunlardan çıkardığımız sonuçlar doğrultusunda Anavatan Partisi ileriye götürecek, Türkiye’de bugün mevcut olan, ama önümüzdeki günlerde daha da artacak olan siyasi boşluğu tam olarak doldurabilecek kapasiteye eriştirmek için almamız gereken tedbirleri belirleyeceğiz ve bütün bu tedbirleri, yapmamız gereken düzenlemeleri partimizin kuruluş yıldönümü olan 20 Mayıs tarihine kadar tamamlamayı hedef alıyoruz. 20 Mayıs tarihinden sonra, Anavatan Partisi olarak Türkiye’nin siyasi gündeminden bağımsız olarak, yani herhangi bir seçim veya başka bir düşüncemiz olmadan, alana çıkmak zorundayız. Bütün milletvekili arkadaşlarımla, teşkilat mensubu arkadaşlarımla birlikte, Türkiye’yi harmanlamak zorundayız. Çünkü geçtiğimiz seçimlerin ortaya koyduğu en çarpıcı sonuçlardan birisi, Türkiye’de seçimlerin artık bundan sonra sadece seçimden bir ay önce, iki ay önce başlatılan bir çalışmayla kazanılamayacağı gerçeğidir. Belki de Refah Partisinin oylarını en fazla artıran parti olmasının altında yatan en önemli sebep de budur.

Teşkilat olarak zaaflarımız vardır, onu il başkanı arkadaşlarımızla konuştum. Ama genelde bir dinamizme partinin ihtiyacı vardır. Bu dinamizmi partiye sağlamada hepimizin ortak sorumluluğu vardır. Bundan sonra daha sert, daha yumuşak filan demiyorum, ama daha aktif politika yapmak zorundayız. Vatandaşın daha fazla ayağına gitmek zorundayız. Vatandaşın derdini daha kararlı biçimde dile getirmek zorundayız. Kısacası, bu önümüzdeki dönem, Türkiye için olduğu gibi, Anavatan Partisi için de artık belli bir anlayışın, belli bir siyaset döneminin kapandığı, yeni bir siyasi dönemin başladığı bir dönüm noktası olmalıdır. Son seçimlerde aldığımız sonuç hiçbirimizi tatmin etmemiştir. En başta beni tatmin etmemiştir; ama, unutmayın ki, bu durum sadece bizimle ilgili bir husus değildir. Eğer bugün Türkiye’de en yüksek oy alan parti ancak yüzde 21 dolayında oy alabiliyorsa, Türkiye bu kadar siyasi bakımdan bölünmüş bir tabloya sahip duruma gelmişse, bunun ötesinde Türkiye’nin böyle bölünmüş bir siyaset tablosuyla birlikte çok ağır ekonomik sorunları varsa ve bu ortamdan yararlanmak isteyen kısır görüşlü, dar kafalı birtakım insanlar Türkiye’nin geleceğini ipotek altına alacak, Türkiye’deki toplumsal barışı tehdit edecek bir takım ikilik tohumları, düşmanlık tohumları atıyorlarsa, yok Alevi-Sünni diye, yok Laik-Antilaik diye Türkiye’yi bölmeye yönelik birtakım tohumlar sorumsuzlukla atılıyorsa, bütün bunlara karşı Anavatan Partisi olarak hem çok daha sorumlu davranmak zorundayız hem milletimizin umudu olma niteliğimizi korumak zorundayız hem de çok daha fazla çalışmak zorundayız.

Onun için, ben bu önümüzdeki dönemi mutlaka bütün arkadaşlarımın kavraması, kendilerini onun şartlarına uydurmaları gereken yeni bir dönem olacağına inanıyorum. Ve hepinizden bu dönemin ışığında, içinde bulunduğumuz Türkiye’nin koşullarını yeniden gözden geçirerek, evvela kendi kendinizi, sonra size bağlı olan kişileri, sizin etkileyebileceğiniz tabanı, Türkiye’nin bu yeni koşullarına hazırlamak için yardımcı olmanızı bekliyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum.