ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ'IN 
TBMM GRUP KONUŞMASI

27 Nisan 1994

Değerli arkadaşlarım; bu toplantının başından şu ana kadar konuşan 3 arkadaşıma ve bu toplantının kapalı olarak yapılması isteyen bütün arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

Değerli arkadaşlarım, bugün nisanın 27’si. Demek ki mahalli seçimlerden bu yana tam bir ay geçmiştir. Hatırlansanız, seçimlerden iki gün sonra, zannediyorum 29 martta yapılan yine kapalı olarak yaptığımız grup toplantısında ben seçimlere ilişkin kendi değerlendirmemi sizlere aktardım ve bütün arkadaşlardan hiçbir kişiye, hiçbir kurula istisna tanımamak suretiyle, ama gerekirse bir arkadaşımızın biraz önce burada yaptığı gibi, kendi kendilerini de eleştirmekten çekinmemek suretiyle bu değerlendirmeyi yapmalarını rica ettim. Sanıyorum iki tane kapalı toplantı yaptık; birisi grup yönetiminde, birisi de burada. Arkadaşlarım görüşlerini dile getirdiler. O zaman henüz daha olayın sıcaklığı içerisinde arkadaşlarım bazı hususları eksik dile getirmiş olabilirler. Aradan geçen zaman zarfında bu değerlendirmeleri daha sağlıklı yapma imkanına kavuşmuş olabilirler. Şimdi, bir ay sonra böyle bir kapalı değerlendirme toplantısı yapılmasında ben büyük fayda görüyorum. Bunun için arkadaşlarıma tekrar teşekkür ediyorum.

Şimdi, bütün arkadaşlardan bir ricam var, benden sonra söz alan 8 arkadaşım daha varmış, belki toplantının akışı içerisinde söz almak isteyen başka arkadaşlarım da çıkabilir. Benden sonra konuşacak bütün arkadaşlarımdan bir ricam var; bunu arkadaşlarımla geçtiğimiz bir ay içerisinde yaptığımız özel sohbetlerde de sık sık dile getirdim özellikle parti yöneticisi arkadaşlarımla yaptığım toplantıda dile getirdim. Bu değerlendirmeleri yaparken, başınızı kuma sokmamanız lazım. Yani, bu değerlendirmenin çerçevesi, sadece kendinizden, kendi seçim bölgenizden, hatta sadece Anavatan Partisinden ibaret olmaması lazım. Şimdi, bu konuda ne kastettiğimi söyleyeceğim; sizlere bugünkü durumla ilgili kendi görüşüme göre Türkiye’nin durumunu tasvir etmeye çalışacağım. Ama, ondan önce bir parantez açmak istiyorum, bakın, bu toplantının kapalı yapılması, ancak bir şartla bize fayda getirir: Eğer bunun gizliliğine bütün arkadaşlarım riayet ederlerse fayda getirir. Eğer bazı arkadaşlarım geçmişte olduğu gibi, bu toplantıdan sonra çıkıp, burada konuşulanları, üstelik de çarpıtarak, saptırarak basınla paylaşırlarsa, bu partiye de hepimize de zarar getirir. O zaman böyle bir toplantıyı yapmaktansa, yapmamak daha evladır. (alkışlar)

Bir kere bütün arkadaşlarım şunu bilmesi lazım, ben dahil, hiçbirimizin siyasette şahsi bir ağırlığım yoktur. Varsa son derece cüzidir. Hepimizin ortak menfaati, hepimizin ortak ağırlığı Anavatanın ağırlığına bağlıdır... (alkışlar) Anavatan Partisini başarılı kılmakla, Anavatanın başarısı için çalışmakla, aslında hepimiz kendi şahsi çıkarımızı, kendi şahsi, siyasi geleceğimizi de en uygun şekilde en elverişli şekilde şekillendirmiş oluruz. Onun için, bu konuda bütün arkadaşlarımın, bu toplantının hedefine ulaşabilmesi için, gizliliğine riayet etmelerini rica ediyorum. Eğer bu yapılmazsa, benim işim çok ağır olur. O zaman burada 100 arkadaşımla yaptığımız toplantıyı benim her arkadaşımla 100 defa yapmam gerekir.

Bakın, bundan kaçıyor değilim, bundan yüksünüyor değilim, hatta o Grup toplantısında sizlere dedim ki: Sizlerle ayrıca özel görüşmeler yapacağım. Burada söylediğim çekincelerle dile getirdiğimiz hususlar olursa, onları bana iletmeniz için özel de görüşeceğim. Bir ay içerisinde arkadaşlarımın ancak belki üçte biriyle görüşebildim, üçte  ikisiyle daha görüşemedim. Bunlara önümüzdeki günlerde devam etmeye çalışacağım. Bu konuda beni eleştirirken her arkadaşımın kendisini benim yerime koymasını istiyorum. Ben her eleştiriden fayda uman bir insanım, her eleştiriden istifade etmeye çalışan bir insanım. Ama eleştirirken arkadaşlarımın, eğer kendileri benim yerimde olsaydı bu işin nasıl üstesinden gelebileceklerini bir düşünmeleri lazım. Benim başka hayatım yok. Günde 18 saat politika yapıyorum, ama Türkiye’nin şu bir aylık gündemini bir düşünün... Bir ekonomik paket var, Türkiye’nin kaderini etkileyecek bir paket. Bazen sabahtan akşama kadar, bu konuda uzmanlığına güvendiğim parti dışında, siyaset dışından arkadaşlarla oturup çalışıyorum, onların fikirlerini alıyorum; çünkü herkes bizden görüş bekliyor, herkes bizden alternatif dile getirmemizi bekliyor. Önemli dış gelişmeler var. İşte bugün onunla ilgili yine gideceğim.. Ve bütün bunların dışında teşkilatlarımız şu anda bir moral bozukluğu içerisinde, seçimde umduğumu bulamamanın bir moral bozukluğu var. Teşkilatlarımızı hem düzenlememiz, yeniden elden geçinmemiz hem onlara moral aşılamamız lazım.

Bir arkadaşımın dediği gibi, bir yandan basında bize karşı konulan komplolarla mücadele etmemiz lazım. Yani, basına sık çıkmamız lazım, televizyonlara çıkmamız lazım, görüşlerimizi dile getirmemiz ve bütün bunların yanında arkadaşlarımla bu değerlendirmeleri daha sık yapmamız lazım, daha özel yapmamız lazım, önümüzdeki günlerde de yapacağım ama güçlüğüm var.

Değerli arkadaşlarım, bu eleştirilerde, bu değerlendirmelerde gözden kaçırılmamasını istediğim durum şudur: Benim inancıma göre, Türkiye bugün cumhuriyet tarihinin ekonomik bakımdan en zor dönemini yaşıyor. Zaten 1970’li yılların sonundaki ekonomik krizle karşılaştırılıyor. Benim inancıma göre bugünkü krizin boyutları 1979’da yaşadığımız krizden kat be kat daha fazladır, daha vurursanız vurun, bugün karşı karşıya olduğumuz ekonomik sorun, hiçbir dönemde, herhalde burada oturan hiçbirimizin hayatında Türkiye’nin karşılaşmadığı ölçüde ağırdır.

Şimdi, Türkiye’nin henüz daha tam hissetmediği, vatandaşlarımızın tam olarak kaçınılmaz olarak yaşayacakları, hem de işte bu son finans piyasalarında yaşanan gelişmeler dolayısıyla bizim tahmin ettiğimizden daha erken olarak yaşayacakları bu ekonomik krizden Türkiye’nin düzlüğe çıkması lazım. Bu, parti meselesini filan aşan bir meseledir, bu memleketin bekası meselesidir; ama, bakın Türkiye bu ekonomik krize, sadece bir ekonomik kriz olarak bakamaz. Bu ekonomik kriz, aynı zamanda Türkiye’nin siyasi bakımdan, sosyal bakımdan ve dış gelişmeler bakımından fevkalade duyarlı olduğu, hassas olduğu, fevkalade tehdit altında olduğu bir döneme rastlanmıştır. Hepinizin dış ülkelerle temasınız oldu, Avrupa ile Amerika ile temaslara giden arkadaşlarım oldu, görüşen arkadaşlarım oldu. Ben iki buçuk sene Dışişleri Bakanlığı yaptım, ondan önce dört sene Dışişleri Bakan Vekilliği yaptım, belki içinizde bu ilişkileri en sık olan, - yani diplomat arkadaşlarım hariç- en yoğun olarak yaşamış arkadaşlarınızdan biriyim. Batılıların, Batı dünyasının, yani bizim yaşam seviyesi olarak hedef aldığımız Batı dünyasının Türkiye’ye bakışı, baştan beri sakat bir bakıştı. Onların bir bölümü tarihte bizim övündüğümüz şeyleri aslında barbarlık olarak niteleyen ve çok uzun zamandan beri bu barbarlıkların hesabını bizden sormayı gözleyen insanlardır. Bu hesap onları açısından 50 sene kadar görülememişti, yani, Türkiye’nin burnu sürtülememişti. Sevr Anlaşmasıyla buna teşebbüs etmişlerdir, ama ummadıkları bir direnç, Atatürk’ün örgütlediği ummadıkları bir dirençle karşılaşınca bunu ertelediler. Arkasından soğuk savaş geldi, soğuk savaş döneminde Türkiye’nin durumu bu hesabın görülmesini geciktirmiştir. Şimdi bugün soğuk savaş bitmiştir. Bugün Amerika’nın gözünde Rusya Türkiye’den daha yakındır belki. Ortak şeyleri daha fazladır ve bu politikaya da yansımaktadır. Bugün, Avrupası, Amerikası, hepsi Türkiye’nin artık burnunun sürtülmesi için zamanın geldiği düşüncesindedirler. İşte güneydoğu meselesine müdahaleleri bundandır. Avrupa Parlamentosundan karar çıkarmaları, Türkiye’ye ambargo uygulayın diye ülkelere çağrıda bulunmaları, bizi Avrupa Konseyi’nden atmakla tehdit etmeleri Amerikan Başkanın Türkiye’nin içişlerine müdahale etmekten çekinmeyerek Başbakan’ a üstelik de bunu mektupla bildirilmesi hep bunun işaretleridir. Dolayısıyla ekonomik bakımdan bu kadar ağır bir krizin içerisinde, aynı zamanda dış gelişmeler bakımından da bu kadar talihsiz bir dönemden geçiyoruz.

Ama mesele bununla bitmiyor, Türkiye’nin, sadece Cumhuriyet dönemi boyunca değil, yüzyıllar boyunca bölünmesini arzulayan, Türkiye’yi bölmek için Türkiye’ye nifak tohumları ekenler, bu dönemde bu çabalarını daha da artmışlardır. Güneydoğu meselesinin aslında bu yatar. Alevi-sünni ayırımının, laik-antilaik ayırımı hepsinin bu kadar gündeme gelmesi, bu kadar Türkiye’nin gündeminin başına oturtulması hep Türkiye’nin zaafından yararlanmak isteyen, konjonktürel zaafından yararlanmak isteyen içimizdeki ve dışımızdaki bu çevrelerin ortak gayretinin sonucudur, tesadüfi değildir.

Ve bakın, bütün bu gelişmeleri üst üste koyarsanız, yani içeride ve dışarıda yaşanan bütün bu olayları tek bir tabloya oturtursanız, bu tablonun siyasi sonucu hep radikal görüşleri, aşırı görüşleri savunan partilerin gelişmesi sonucunu verir. Seçim değerlendirmemde bunu söyledim, biz bu seçimlerin mağlubu muyuz; evet mağlubuyuz. Ama bizimle beraber bizden daha fazla yara alan partiler var, daha fazla oy kaybeden partiler var. Yok iktidarda iken oy kaybedilmesi normalmiş... Bu doğru değildir. İktidara geleli daha iki sene olmuş. İki senede halka ters gelecek hiçbir şey yapmamışlar. Sadece vermişler, erken emeklilik vermişler, devletin bütün imanlarını sömürmüşler, dış borçları yüzde 50 artmışlar, halka sadece vermişler. Bu kadar verdikleri halde, ekonomiyi çökertmek pahasına, memleketi batırmak pahasına bu kadar sorumsuz ulufe dağıttıkları halde yüzde 6 oy kaybetmişlerdir. Dolayısıyla bu seçimlerin mağlubuyuz, ama tek mağlubu değiliz. Bizimle beraber herkes kaybetmiş, kaybetmeyen iki tane parti var, ikisi de radikal partiler. Birisi milliyetçiliği, birisi dini istismar eden partiler.

Ben o gün söyledim, şimdi bu tabloya bakıp da bazı arkadaşlarım, “bu durumda Anavatan Partisi olarak bizim de ileride oyumuzu artırmamız, gelişmemiz için, radikalleşmemiz gerekir” diye bir sonuca varabilirler. Bugünkü Türkiye’nin haline bakıldığında, bugünkü konjonktüre bakıldığında bu mantıki de gözükebilir, ama “biz hiçbir zaman radikal parti olamayız. Biz radikal parti olduğumuz zaman kendi kendimizi inkar etmiş oluruz dedim. Yani, bu sonuca gitmeyi baştan önlemeye çalıştım. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, hepinizi bu değerlendirmeleri yaparken iki sorumluluğa birden davet ediyorum. Birisi parti sorumluluğudur. Yani, kişisel hesabınızı, kişisel endişelerinizi parti menfaatinin önüne geçirmemenizi istiyorum. Çünkü, eğer herkes kişisel hesabını, şahsi hesabını yaparsa, bunu partinin önüne koyarsa, bundan parti zarar görür. Partinin zarar gördüğü yerde hiçbir şahsi hesabın tutması mümkün değildir. Ama, bir ikinci sorumluluğumuz daha var, onun için söylüyorum, bu genel değerlendirmeyi yaparken, parti hesabını da memleketin hesabının önüne koyamayız. Parti menfaatini memleketin menfaatinin önüne koyamayız! Çünkü, diğer partiler bunu yapabilir, ama biz de aynı yanlışı yaparsak, bu memleketin batarsa hiçbir partinin bekası söz konusu olamaz.

Onun için, bazı şeyleri içimize sindirmek zorundayız, sineye çekmek zorundayız; hoşumuza gitmese bile, partimiz açısından en doğru davranış gibi görünmese bile, geçmişte yapılan muhalefet örneklerine uymasa bile, siyasetten bize zarar veriyor görünse bile, bazı şeyleri sineye çekmek zorundayız. İşte geçmişte yapılan sorumsuz muhalefet örneklerinin memleketi getirdiği yer burasıdır. Bugün Türkiye’de milletin siyasetçiye güveni kalmamıştır.

Ben, yapılan bütün değerlendirmelerden, hangi kademede olursa olsun, kimi ilgilendirirse, ilgilendirsin, hepsinden memleket ve parti açısından çıkarabileceğim doğru sonuçları çıkarmaya hazırım. Ama, bir iki arkadaşım ve teşkilatta konuştuğum kişi bana, “bak bunlar yalan söylediler, iktidar oldular. Sen de yalan söyle biz de iktidar olalım” demişlerse, benim buna uymam mümkün değildir. O zaman siyaseti bırakmam gerekir. (alkışlar)

Şimdi değerli arkadaşlarım, güç durumda olduğumuzu kabul ediyorum. Ben dahil, sizler dahil, teşkilatlarımızın da umduğunu bulamamanın rahatsızlığı içerisinde olduğunu biliyorum. Ama, umduğunu bulamayan, seçimde istediği sonucu elde edemeyen tek parti biz değiliz. Bizimle birlikte 11 parti de aynı durumda. Sadece iki parti umduğu sonucu almış. Bizim diğer 10 partinin hepsinden bir üstünlüğümüz var; biz, hiç olmazsa bu meseleleri açıkça konuşabiliyoruz. Yani, bunu düzeltmenin, kendimize çeki- düzen verebilmenin, yanlışlarımızı bulup, onları doğrularla değiştirmenin hiç olmazsa gayreti içerisindeyiz. Bu gayreti devam ettirmemizi istiyorum.

Şimdi, böyle bir değerlendirmede kendi içimize döndüğümüz zaman, ama memleketin şartlarını unutmadan, memlekete zarar vermeden, kendi yanlışlarımızı, kendi muhasebemizi yapmaya koyulduğumuz zaman, bunun çeşitli unsurları var. Bir tanesi parti yönetimiyle ilgilidir. Parti yönetiminin içerisinde Genel Merkez vardır, grup vardır, milletvekilleri vardır. Parti yönetimi içerisinde liderlik müessesesinin ayrı bir yeri var. İsterseniz onu dışarı da çıkarabilirsiniz. Ben, kendi siyasi kariyerimi Türkiye’de liderlik müessesesinin gücünün azaltılmasına ve siyasette karar alma mekanizmasının mümkün olduğu kadar çok insan tarafından, çok insanı içine alacak şekilde genişletilmesi yönünde kullanmaya çalıştım. Daha genel başkan olmadan önce bunu söyledim. Rahmetli ÖZAL’ a karşı söyledim.

Geldikten sonra bunu yapmaya çalıştım. Bunu ne kadar yaptığımı tartışmaya açığım; ama, asıl istediğim bu olduğunu bu konuda samimi olduğumu söylüyorum. Şimdi, bir arkadaşım eleştirdi, aday tespitleri meselesi. Her yerde uyguladığımız bir genel prensip vardı. Dedik ki, eğer oradaki arkadaşlarımız, teşkilat mensubu arkadaşlarımız, milletvekili arkadaşlarımız hepsi bir tek adayda birleşirlerse, bize aday önerirlerse, biz orada yeni bir değerlendirme yapmayacağız, o adayı otomatikman parti adayı olarak ilan edeceğiz. İnanın Türkiye’de sadece beş yerde bu imkan çıktı. Onları da hemen ilan ettik. Ve onlar hepsi başarılı oldular. Bir tanesi sadece Kahramanmaraş’ta, hileyle kazandığımız başkanlığı 300 oyla, elimizden aldılar.

Şimdi, eğer böyle bir ortak karar alma ilkesini yürütemiyorsak partide, eğer şahsi hesaplar ağır basıyorsa, şahsi değerlendirmeler farklı oluyorsa, bir yerde bir aday üzerinde birleşilemiyorsa, benim demin söylediğim sadece il düzeyinde idi, o zaman birisinin burada hakem olması lazım. Yani, tarafları uzlaştırmak için onları bir araya getirmesi ve uzlaşma sağlaması demeseniz de kendiniz karar merci yerine geçip karar vermeniz lazım. Bazılarını tatmin edebilirsiniz, bazılarını etmeyebilirsiniz. Ama neticede bir karar almanız lazım. Dolayısıyla liderliğin, parti olursa olsun, karşı karşıya kalacağı güçlükler vardır. Ama, ben her olduğu, herkesin partideki geleceğini sadece lidere olan yakınlığıyla belirlediği bir parti düzeninden yana değilim. Çünkü, izin vermeyen bir yerdir. Huzurunuzda açıkça söylüyorum, bugüne kadar hep böyle davranmaya çalıştım. Eğer münferit yanlışlarım varsa, orada beni ikaz etmek sizin görevinizdir. Ama, ne zaman karar verme yükü benim üstüme geldiyse, hiçbir zaman bana daha yakın olan bana sempatik olan, benimle iyi ilişki içinde olan arkadaşları değil, parti için daha çok çalışmış olan ve partiye daha fazla fayda sağlayacağını düşündüğüm arkadaşları tercih ettim. Bundan sonra da böyle yapacağım. Çünkü benim parti başkanı olduğum sürece, bu şekilde davranmamın zorunlu olduğuna inanıyorum, duygusal olmamam gerektiğine inanıyorum ama, şu eleştiriyi arkadaşlarımın yaparken insaflı olmaları lazım, yanlış yapmamaları lazım. Daha doğrusu ben şu eleştiriyi kabul etmem: Ben, partiyi ilgilendiren bütün önemli kararlarda hep en iyiyi kendimin düşündüğüne inanıp, mutlak lider olma iddiasıyla işbaşına gelmedim. Ben tam tersini söyledim, ben bu partide ekip anlayışını, kurulların çalışmasını sağlamayı hedefleyerek buraya geldim, bunu vaat ederek geldim.

Şimdi, bu çalışma düzeni benim dışımda sebeplerden dolayı sağlanamamış olabilir; ama, eğer bu sağlanamamışsa, herhangi bir kriz anında, işte bugün içinde olduğumuz gibi, herhangi bir zor dönemde bazı arkadaşlarımın çıkıp da, “sen niye geçmişteki liderler gibi, mesela bizim kurucumuz Rahmetli ÖZAL gibi mutlak lider olmuyorsun? Niye daha otoriter davranmıyorsun? Niye bazı kararları kendin almıyorsun?” diye beni eleştirmeleri yersizdir. Tam tersine bu benim vaat etmediğim bir şeyi benden istemek olur. Ama eğer bir arkadaşım gelip de bana, “beni de ilgilendiren benim bölgemi ilgilendiren şu konuda niye benim fikrimi almıyorsun?” veya “bizim görevimize, bizim sorunluluğumuza giren bu konuda niye ortak karar mekanizmasını çalıştırmıyorsun?” diye beni eleştirirse, yerden göğe kadar haklıdır. Ne zaman öyle bir durum varsa ben yanlış yapmışımdır. Ama bunun tersi doğru değildir ve kimsenin de benden bunu beklemeye hakkı yoktur. Çünkü benim böyle bir taahhüdüm yoktur. Benim, tam tersine, hepinize, her zaman “bu sorumluluk ortak sorumluluğumuzdur. Bu partiyi hiçbirimiz tek başımıza başarıya götüremeyiz: ancak, her arkadaşım bu konuda kendi üstüne düşeni yaparsa, hatta kendi imkanlarını zorlayarak, kendi gayretlerini azami ölçüde artırarak bu ortak çabaya katılırsa başarılı oluruz” demişimdir.

Şimdi değerli arkadaşlarım, parti yönetimiyle ilgili arkadaşlarımızın eleştirileri olabilir. Bunları belki burada dile getirmeyi de arkadaşlarım sakıncalı bulabilirler. Bunları da bana söyleyebilirler. Benimle ilgili eleştirilerini, parti yönetimiyle ilgili eleştirilerini hepsini bana aktarabilirler ve bunları tabii doğru bulduklarımızı, paylaştıklarımızı, arkadaşlarımızın çoğunluğunun ortak arzusu olduğunu tespit ettiklerimizi, zaman içerisinde düzenleriz. Ama, mesele sadece yönetimden kaynaklanan bir mesele değildir. Meseleyi sadece yönetimle ilgili düşünmek eksik bir değerlendirme olur. Birde partinin programı meselesi var. Bazı arkadaşlarım burada dile getirdiler, bazıları da kamuoyuna doğrudan doğruya dile getiriyorlar, parti programımızın bugünkü şartlara cevap vermediği, bugün bu programımızı geliştirmek gerektiği konusunda düşünceler var. Ben bu konudaki eleştirilen mutlaka doğru olduğuna inanmıyorum. İlk konuşan arkadaşım Fevzi bey laiklik konusunu bir örnek olarak ileri sürdü, bizim bu konuda sessiz, suskun kaldığımız ifade ettik.

Şimdi değerli arkadaşlarım, Anavatan Partisi olarak, partiyi kurarken, bu partiyi dört umde üzerine oturtmuşuz. Bu parti hem milliyetçilik ilkesine hem muhafazakarlık ilkesine hem serbest piyasa ekonomisi anlayışına hem de sosyal adaletçilik ilkesi üzerine inşa edilmiş. Ben diyorum ki: Eğer biz hakikaten bu dört ilkeyi, dört umdeyi iyi bağdaştırabilirsek, bu sentezi iyi bir şekilde hayata geçirebilirsek, böyle bir bileşimden böyle bir sentezden 1983 yılında Anavatan Partisi ne kadar yarar sağlamışsa, ne kadar milletin teveccühümü kazanmışsa, bugün 1994’te de en az o kadar fayda sağlar. Ama, buradaki eleştiri, bu umdelerin herhangi birisinin eksik olduğu, yanlış olduğu fazla olduğu eleştirisi olamaz. Burada yapılacak eleştiri, bizim bugünkü görüşlerimizle, bugünkü politikalarımızla bu dört ilkeyi, bu umdeleri gerçekten tüm olarak kucaklayıp kucaklayamadığımız eleştiri gibi mutlaka telafi edilmesi düşünülen tedbirleri, yani alternatifleri de içinde beraber getirmelidir. Sadece eleştirmek yetmez.

Bugün bu anlamda, bu dört ilkeyi aynı şekilde özümlemek, en iyi şekilde birbiriyle bağdaştırmak ve her politikamıza, her politika belgemize, her görüşümüze bu dört ilkeyi hakim kılmak zorundayız. Gayet bii vitrinimize de hakim kılmak zorundayız. Ama, biz de tamamen o yönde bir düzenlemeye gidelim” demek yanlıştır. “Bugün Türkiye’de aşırı muhafazakarlık rüzgarı esiyor, işte Refah Partisi güçleniyor. Biz de sadece o yönde değişikliğe gidelim” demek yanlıştır. Bizim bugün yapmamız yeniden üzerinde tartışarak, konuşarak, ama en iyi biçimde, halkımızın en iyi karşılayacağı biçimde yeniden sağlamaktır. Bu konuda eksiklerimiz varsa, bunların hepsini konuşmaya hazırım.

Bizim laiklik konusunda suskun kalmamız, bir ihmal değildir, bilinçli bir harekettir. Çünkü laiklik Türkiye için hassas bir konudur. Dünyada nüfusunun tamamına yakını Müslüman olup da batılı anlamda laiklik müessesesini hayata geçirebilmiş hiçbir ülke yoktur. Türkiye, işte 70 yıla yakın bir süreden beri, bunun arayışı içerisindedir, bunun gayreti içerisindedir. Ve geçmişte Türkiye’de laiklik ilkesinin uygulanması, dinine bağlı insanların, mütedeyyin insanların devlet tarafından horlanması, hatta zaman zaman zarar görmesi şeklinde olmuştur. Onun için, biz Anavatan Partisini kurarken, Anavatan Partisinin tüzüğünde, laikliğin tarifini yapmadık. Ama, bir ilke koyduk, dedik ki: “Laiklikten vatandaşlarımızın din ve Mealen böyledir söylediğimiz. Yani, geçmişteki yanlış uygulamaların laiklik kılıfı altında devam ettirilmesine kayıtsız kalmayacağımızı daha ilk kuruluştaki tüzüğümüzde ortaya koyduk ve nitekim 1991 yılında bu kötü uygulamalara, bu yanlış uygulamalara zaman zaman milletimizi isyan ettiren bu uygulamalara son veren düzenleme bizim iktidarımıza nasip oldu. Bunlara kılıf yapılan 163 üncü maddenin kaldırılması bizim iktidarımızın eseriydi. Ama biz hiçbir zaman, parti olarak şu iki şeyi başkalarının yaptığı gibi dinimizi istismar ederiz. Bu ikisi de bizim istismar etmemiz gereken, hatta siyasetin üstünde tutmamız gereken şeylerdir.

Şimdi, Türkiye’de laiklik meselesinin gündeme gelmesinden en fazla rahatsız olması gereken ve en fazla zarar görecek olan parti biziz. Çünkü, biz bu meselenin en yumuşak şekilde, kimsenin burnu kanamadan, kimse zarar görmeden, genel bir anlayış havası içerisinde, genel, büyük bir uzlaşma içerisinde ve bu memlekette yaşayan herkesin kabul edeceği biçimde çözümlenmesini amaçlayan bir partiyiz.  Bu mesele toplumda ne kadar bir ayrılık meselesi olarak gündeme getirilirse, bundan ancak kutuplardaki partiler fayda sağlar. Yani, milleti birleştirmek isteyenler değil, milleti bölmek isteyenler bundan karlı çıkar.

Meselenin Türkiye açısından bir kere özü itibariyle, yani tarihi kökeni itibariyle bizim dinimizin özellikleri itibariyle hassasiyet taşıyan bir konu olduğunu biraz önce ifade ettim. Ama Türkiye için bu meseleyi daha da kritik hale getiren bir şey daha var, maalesef Türkiye’deki bizim dışımızdaki siyasiler, kendi siyasi çıkarları için bu ayrılıklı devamlı olarak körükleyen, bu ayrılıklardan siyasi çıkar uman insanlardır. Bunu hepimiz şu seçimlerden önceki iki ay içerisinde birlikte yaşadık. Yani, Türkiye böyle bir ekonomik krize giderken, Türkiye’nin bu kadar önemli dış meseleleri varken, Türkiye’nin içerisinde iç savaş tehdidini de beraber getiren Türkiye’nin içerisinde iç savaş tehdidini de beraber getiren kritik gelişmeler yaşanırken anlamı var mıydı laiklik tartışmasının?... Böyle bir meseleyi ortaya atmak, sadece ve sadece bu kurutlaşmadan memleketti bu kamplaşmadan siyasi çıkar umanların işidir.

Biz bu tartışmaya giremezdik. Biz bu tartışmaya girseydik, hem kendi ilkelerimize ters düşündük hem de bu konuda bize umut bağlayan, bu konuda bize oy veren, bize siyasi destek sağlayan kitlelerin kendi içinde bölünmesine, partiden uzaklaşmasına sebep olurduk. Bu, bu konularda bizim fikrimiz olmadığı anlamında değildir. Biz, bu görüşlerimizi, laiklik anlayışımızı, vatandaşlarımızın din ve vicdan hürriyetlerine olan saygımızı her zaman dile getiririz. Sadece sözle değil, icraatımızla da dile getiririz; ama, burada dikkatinizi çekmek istediğim husus şudur: Türkiye’ye bir tuzak kurulmak istenmektedir. Geçmişte sağ- sol ikilemi üzerine oturtulan Türk siyaseti, solun çökmesinden sonra, bir başka kutuplaşmanın üzerine oturtulmak isteniyor. Çünkü bazılarının siyasi ikbali buna bağlıdır. Siyasi geleceğini sadece düşmanlıklar üzerine kuran insanlar, Türkiye’yi yeniden bu şekilde kampa ayırmak istiyorlar. Burada en çok çekinmemiz, kaçınmamız gereken bir tuzak da laik- antilaik tuzağıdır. Çünkü bunun aslında Türkçesi Müslüman-dinsiz ayırımdır. Bu ayırım bizim 1983’ten beri Türkiye’de gerçekleştirmeye çalıştığımız hedeflere tamamen ters bir ayırımdır. Bizim önlemeye çalışmamız gereken bir ayırımdır. İşte Taksim’ deki o budalaca mitinge katılmamamızın sebebi budur. Çünkü, bırakın şu Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durumu, ama genelde Türkiye’nin bütün bu sorunlardan azade olsa bile, dünyadaki yarıştan kopmamak için, ileriye gidebilmek için, kalkınabilmek için, böyle anlamsız bölünmelerle gücünü kaybetmeye tahammülü yoktur. Tam tersine, bunların üzerinde bir konsensüsü Türkiye’de hakim kılmak mecburiyetimiz vardır. Eğer bütün partiler bu konuda sorumsuz davranıyorlarsa, bu bizim de sorumsuz davranmamızı gerektirmez. Tersine, bizim daha da sorumlu olmamızı gerektirir.

Geçtiğimiz 27 Mart seçimlerinde Anavatan Partisi olarak bizim seçmene bir mesajımızın olmadığı veya seçmene cazip gelecek, seçmeni cezbedecek bir mesajımızın olmadığı konusunda bizi arkadaşlarım burada görüş dile getirdiler.

Aslında, ben inanıyorum ki, bizim bu seçimde bir mesajımız vardı ve mesajımız şu idi: Türkiye kötü yönetilmektedir. Türkiye’yi iki buçuk yıldan beri yöneten koalisyon hükümeti, hem yaptığı vaatleri yerine getirememiştir hem de ülkenin bütün meselelerini daha da kötüye götürmüştür. Bu mahalli seçimler, ülke yönetimindeki bu kötü gidişi değiştirmek için bir fırsattır. Bu mahalli seçimlerde eğer bizi iktidara getirirseniz, biz size erken seçim sözü veriyoruz. Türkiye’nin yeniden düzelme yoluna, iyileşme yoluna girebilmesi, ancak bir erken seçimle mümkündür. Bizim mesajımız bu idi.

Şimdi, bazı arkadaşlarım bu mesajın yeterli olduğunu doğru olduğunu düşünebilirler, bazıları yanlış veya yetersiz olduğunu düşünebilirler. Ama burada evvela şunu düşünmeye davet ediyorum: Ülke genelinde yapılan bir mahalli seçim muhalefet partileri tarafından her zaman bir genel seçim havasına sokulmak zorundadır. Muhalefetin tek çıkar yolu budur. Bu yapılmadığı taktirde, memleketin genel yönetiminin kötü olduğu konusunda seçmen ikna edilemediği taktirde, mahalli seçimler her zaman seçimler her zaman iktidarın avantajı olduğu seçimlerdir. Çünkü, netice itibariyle mahalli idarelerin kendi beldelerine, kendi yörelerine iyi hizmet verebilmeleri, vatandaşların beklentilerine cevap verebilmeleri, sadece mahalli idarelerin imkanlarıyla mümkün değildir. Her zaman, her iktidar, mahalli idarelerin imkanlarındaki bu yetersizliği kullanıp, mahalli idareler seçiminde başarılı olmayı dener. Geçmişte biz de aynı şeyi yaptık. Biraz da yanlış yaptık. Hala bu seçimde yüzümüze vuruyorlar. İşte belediye başkanlarının ellerini bağladık. “Bize oy vermezseniz belediye başkanları size hizmet veremez” dedik, 1989’da. Ama bu seçimde bunlar bu işi daha pervasız yaptılar. Başbakan bile, yani bu işleri konuşurken birtakım ölçülere uymak zorunda olan, o makamlarda oturan bir kişi dahi, tuttu, “Bana oy verirseniz ben 3 üncü ligdeki tamınızı 2 nci lige çıkarırım” dedi, “2 nci ligdeki tamınızı 1 inci lige çıkarırım” dedi. Bununla demek istediği şu idi: Güç bizdedir. Biz, şu veya bu şekilde şu anda iktidarız. İktidardan gitmeye de niyetimiz yok. Yani, bu mahalli açık açık söyledi- biz 1996’ya kadar mecliste çoğunluğumuz olduğu için iktidarda kalacağız dedi. Bunun vatandaşa tercümesi şu idi: Muhalefete vereceğiniz her oy, mahalli idarelerde size gelecek hizmetten vazgeçmektedir. Size mahalli idarelerin hizmet verememesi sonucunu getirir. Eğer hizmet istiyorsanız, eğer yolunuzun yapılmasını istiyorsanız, eğer çöpünüzün toplanmasını, suyunuzun akmasını istiyorsanız, iktidarın adayına oy verecekseniz, bize oy vereceksiniz... Bu, her iktidarın mahalli seçimlerde kullandığı bir argümandır. Bunlar bunu başbakan konuşmalarında bu böyle işlendiğine göre, herhalde mahalli düzeyde adaylar milletvekilleri, teşkilatları bunu çok daha kesin biçimde, çok daha ileri biçim kullandılar.

Birtakım idarelere, devletin birtakım kuruluşlarına eleman alabilmek için sınavlar açtılar. Bütün bunlarla vermek istedikleri mesaj, güç bizdedir, devlet bizim elimizdedir. Mahalli idarelerde eğer bize oy verirseniz, hizmet alırsınız, bize oy vermezseniz hizmet alamazsınız mesajı idi.

Ama her şeyi daha kabul etmek zorundayız; dün burada bir arkadaşım dedi ki: “Konjonktür bizim lehimize idi” Konjonktürün bizim tam lehimize olduğuna emin değilim. Daha önce de, söyledim, 27 mart günü vatandaş henüz daha ekonomik şartların ne kadar vahim olduğunun farkında değildi. Bunu yaşamaya başlamış değildi. Bugün dahi değildir. Binaenaleyh bizim, “memleket kötü idare ediliyor. Senin halin çok kötüdür. Bundan kurtulmak istiyorsan, bizim adayımıza oy ver. Bu seçimde biz birinci parti olursak, erken seçim sandığın önüne getiririz” mesajı, vatandaşa inandırıcı gelmedi. Yani, vatandaş bunu biraz dolambaçlı buldu, zor buldu.

Ben bütün mahalli idareleri muhalefete versem bile, meclisten erken seçim çıkmaz diye düşündü. Kaldı ki, iktidar da bunun üzerine gitti... Başbakanın bir mesajı var, dedi ki: “Memleketin durumu kötü. Yani, ekonomide ağır sorunlar var; bunlar on yıldan beri biriken sorunlar. Ben şimdi bunları çözmeye çalışıyorum. Elimde çok güzel programlar var, seçimden sonra bunları uygulamaya koyacağım. Bir de memleketin başında bir terör belası var; terör belasının üzerine kararlı biçimde gidiyorum.” Aslında giden kendisi filan değil, giden silahlı kuvvetler. O silahlı kuvvetlerin hazırlıkları bizim zamanımızda yapılmış; ama, neticede vatandaş da biliyor ki, hakikaten terörle mücadelede devletin artan bir hareketliliği var. “Bu seçimde eğer bir istikrarsızlık çıkarsa, yani meclisteki iktidar başka, mahalli idarelerdeki iktidar başka, partilerin eline geçerse, terörle mücadele bundan zarar görür” dedi. “Memleket bir istikrarsızlığa girebilir. Bu istikrarsızlık içerisinde bu meseleler daha da ağırlaşabilir, terörle mücadele geri kalınabilir. Ekonomik zorluklar daha da artabilir” dedi. Vatandaş bu riske girmek istemedi. Benim en kaba hatlarıyla değerlendirmem budur. Terör meselesi, vatandaşın gözünde hakikaten birinci mesele idi. 27 Martta. Terör meselesinde vatandaş olumsuz sonuç doğuracak bir durumun ortaya çıkmasını istemedi. Ekonomik şartlarına baktı, bizim zamanımızdaki şartlardan pek farklı değildi. Bizim zamanımızda da enflasyon yüzde 60-70’lerde idi, seçime giderken de aynıydı. Evet, vatandaş bizim zamanımızda da şikayetçiydi, şimdi de şikayetçi; ama, bizim söylediğimiz vatandaşa makul gelmedi. Yani, vatandaş eskiye göre çok kötü şartlarda değildi. Daha doğrusu, bugün yaşayacağı güçlüklerin farkında değildi. Seçimden sonra başına nelerin geleceğinin farkında değildi.

Ve nihayet, her seçimde olduğu gibi, daha doğrusu geçmiş seçimlerde de olduğu gibi, doğru yol Partisi aldığı oyların yine büyük kısmını kırsal kesimden aldı. Şehirlerde perişan oldular.

Şimdi, dün söylediğim gibi, vatandaşı en çok ilgilendiren, aslında bugün seçim yapılsa veya altı ay sonra seçim yapılsa, tercihlerinde birinci derecede etkili olacak olan geçim şartları, işsizlik, ekonomi gibi hususlar geçen seçimde etkili olamadı. Daha doğrusu çok az etkili oldu. Onun yerine, birtakım partilerin bilinçli yönlendirmesiyle terör meselesi ön plana çıktı, laiklik meselesi ön plana çıktı. Aslında bugün veya yarın yapılacak bir seçimde daha az etkili olabilecek olan bu unsurlar vatandaşın tercihinde birinci başta MHP, daha sonra da DYP karlı çıktı. Laiklik meselesini gündeme getiren SHP idi. Belki laiklik meselesini gündeme getiren SHP’ ye büyük şehirlerde bir iki puan kazandırdı ama, SHP Türkiye genelinde aslında gündeme getirdiği bu konudan zararlı çıktı, oyu yüzde 13’e indi. Bu meseleden de Refah Partisi karlı çıktı.

Bu konuları dile getiren arkadaşlarım haklıdır. Ben de kendilerine katılıyorum. Bu iki konudan da biz oy kazanmadık, hatta oy kaybettik. MHP’ ye oy kaybettik, refaha oy kaybettik. Devlet imkanlarının kullanılmasından doğru yola oy kaybettik. Ama şunu söylemek istiyorum: Bu seçime giderken muhalefet Partisi olarak Türkiye’nin birliğini, bütünlüğünü her şeyin önünde tutan, siyaseti vatandaşın refahını artırmak için yapan. Milleti kamplara bölmeyi değil, tersine bölünmüş insanları birleştirmeyi kendisine misyon edinmiş bir parti olarak, bizim başka türlü bir seçim stratejisi alternatifimiz yoktu. Yani, ne biz o kulvarlarda o partilerle yarışmayı tercih edebilirdik, ne de yarın yüzümüze vurulacağını bile bile, yarın çelişkiye düşmek pahasına tutarsızlığa düşmek pahasına inanmadığımız şeyleri dile getirebilirdik. Bizim tek çaresiz, başvurmak zorunda olduğumuz bir tek yol vardı; o da ülkenin kötü idare edildiği, bu idareyle daha kötü bir geleceğin ülkeyi beklediği ve Anavatan Partisinin ülkenin bu kötü bir gidişini değiştirmek için göreve hazır olduğu mesajı. Bunu söylemek yetmezdi, bunun yolunu da göstermek lazımdı ve bunu sağlayabilmek için mahalli idare seçimlerinde başarılı olmak yeterli değildi. Vatandaşa bunun devamını da söylemeliydik. Arkasından erken seçimi zorlayacağımızı, bu işlerin yoluna girebilmesi için, ülkenin kurtuluşu için erken seçimin zorunlu olduğunu söylemeye mecburduk. Mantık dizimiz bunu gerektiriyordu. Yani, önümüzde bir tek alternatif vardı, onu yaptık, ama vatandaş buna inanmadı, vatandaşın aklı yatmadı. Daha doğrusu inananların, aklı yatanların oranı yüzde 21’de kaldı.

Herhalde konuşan arkadaşlarım da dile getirdiler, sizler de katılacaksınız, bugün ülkenin konjonktürü farklıdır. Bir ay sonra 27 mart’ tan çok farklıdır. Bugün vatandaşlarımız, bizim seçimde söylediklerimizin haklılığını daha fazla anlamaya başlamışlardır. Ama hala yeterli değildir. Bir ay sonra, iki ay sonra Türkiye bambaşka bir konjonktüre girecektir. Seçimlerdekinden çok farklı bir konjonktüre girecektir. Oradaki artık böyle ucuz edebiyatla, hamasetle, istismarla oy kazanabilmek mümkün olmayacaktır, çünkü ekonomik şartlar ön plana çıkacaktır. Siyasi tercihler normal, her zaman olacağı gibi, ekonomik şartlara göre belirlenecektir. Bizim bugünden o konjonktüre hazırlanmamızın en önemli şartı, Türkiye’yi içine düştüğü bu ekonomik çöküntüden çıkarabilecek kadronun Anavatan Partisi olduğu konusunda vatandaşa güven vermektir. En önemli yapacağımız iş budur. Yani, geçmişin muhasebesini yapmaya devam edelim, burada kalmasın. Arkadaşlarla özel sohbetler yapacağım, onlarda da devam edelim, mahalli olarak da eksiklerimizi araştıralım, ama geneldeki bu gerçeği gözden kaçırmayalım.        

Türkiye, bugün bambaşka bir konjonktüre gelmiştir. Türkiye, muhtemelen önümüzdeki aylarda, önümüzdeki dönemde gene çok, bugünkünden de daha ileri bir konjonktüre doğru gidecektir ve biz geçmişe takılmadan, tabii ki geçmişi unutmadan seçimlerdeki eksiklerimizi telafi ederek kendimize çekidüzen vererek bazı arkadaşlarımın dile getirdikleri bazı haklı eleştirilerden sonuç çıkararak, ama o yeni konjonktüre hazırlanmak zorundayız.

Burada çok söylendi, basında da çok yazılıyor, ama burada bir yerde aramızda konuşuyoruz, şahsi bir inancımı söylüyorum: Ben vatandaşın, Türk vatandaşının büyük çoğunluğuyla partilerin programlarını, politika önerilerini, o politikaların dayandığı ilkeleri böyle uzun boylu araştırıp, bunları birbiriyle karşılaştırıp, rasyonel tercihlerle oy verdiğine inanmıyorum. Bakın niye inanmıyorum; 1991’e kadar biz iktidarda idik, ana muhalefet Partisi SHP idi. Doğru yol Partisi, Mehmet Bey mecliste söylemişti, yavru muhalefetti, 40- 50 kişilik bir parti idi. Mecliste. Anavatan Partisi olarak biz, işte bugün değeri daha da iyi anlaşılan çok dev icraatlar yaptık. Türkiye’de programı üzerinde en fazla düşünülüp taşınılmış, Türkiye şartlarına göre en iyi bağdaştırılmış, Türkiye’ye en geçerli olduğu artık herkes tarafından genel kabul görmüş olan bir partiyiz. Politikaları her zaman bu programla tutarlı olan bir partiyiz. Bizim program yönünde, izlediğimiz politikalar yönünde, onların eksik kalıp da önümüzdeki dönemde tamamlanmamış gereken yönleri konusunda hiçbir sıkıntımız yok. Bu konuda bir zaaf içinde falan değiliz. Ama hatırlayın, o zaman ana muhalefet Partisi olan SHP, bir sürü bilimsel komisyonlar kurdu. Her ay bir rapor neşrettiler. Güneydoğu raporu, bilmem ne raporu, yüzlerce rapor neşrettiler. Eğer mesele program meselesi, politika tespiti, politika belgesi olsaydı, bunu SHP’ den iyi yapan yoktu. Karşımızda iki muhalefet vardı; birisi ana muhalefet SHP, diğeri yavru muhalefet DYP. Birisi böyle bilimsel çalıştı, program üstüne program ortaya koydu. Öbürü meydan meydan dolaştı, “mutfak yanıyor, memlekette yangın var. Bu yangından sizi ben kurtarırım” dedi. Yani, birisi milleti programlarla ikna etmeye çalıştı, öbürü milletin hissiyatına tercüman olup, millete güven vermeye çalıştı. Var mıydı sayın DEMİREL’ in bir programı? Sadece sloganları vardı, “Hesap soracağım, peşime düşün, Çankaya’yı devireceğim” Bunların hiçbiri program değildi.

Şimdi, biz geçmişe dönük değerlendirme yaparken, bunları da dikkate almak zorundayız. Yani bir adım geriye de gitmek zorundayız. İktidarı nasıl kaybetmiş olduğumuzu, hangi şartlarda kaybettiğimizi o zaman iktidarı kazananların stratejisinde araştırmak zorundayız.

Bazen inanıyorum ki, bir ufak çoğunluk dışında ve bir küçük azınlık dışında, memleketin büyük çoğunluğu, şimdi bu bizim hep hatamızdır, biz böyle aramızda değerlendirme yaptığımız zaman Türkiye’yi 1 milyon insandan ibaret zannederiz. Çünkü ülke meseleleri üzerinde devamlı fikir belirtenler onlardır, onların kuruluşları vardır, onların temsilcileri vardır, onların sesi çıkar, en ulaştığı günlük kamuoyundaki tartışmalara katılan seçmenlerin sayısını atıyorum şimdi, 3 milyon, 4 milyon, 5 milyon bilmiyorum, 10 milyon, ama her seçimde görürüz ki, Türkiye’de 34 milyon seçmen var. Yani son seçimde 34 milyon seçmen vardır.

Şimdi, meseleyi böyle genel görürseniz, yani Türkiye’nin 1 milyonluk, 5 milyonluk seçmene sahip bir ülke olduğunu düşünürseniz, ve gerçekçi olursanız, yani kimseye yaranmak için kendisi aldatmadan şöyle meseleye gerçekçi bakarsanız, ben inanıyorum ki Türk vatandaşının bu genel tablo içerisindeki büyük çoğunluğunun siyasi tercihleri belirlenirken dikkat ettikleri birkaç şey var: Bir tanesi, oy verecekleri partinin, oy verecekleri liderin, kadronun bir kere kendilerine yabancı olmamasını istiyorlar, kendilerinden uzak olmamasını istiyorlar. Şimdi bu kelimeleri seçerek söylüyorum, yani o partide kendilerinden bir şeyler bulmak istiyorlar, özdeşleşmek istiyorlar. İki, yabancı olmamasını istiyorlar. Yani, siz istediğiniz kadar geçmişte şunları yaptık, biz en iyi partiyiz, biz en doğru partiyiz deyin, mutlaka sizinle temas istiyorlar. Bu teması ben yaparım, siz yaparsanız, adaylar yapar, teşkilattaki arkadaşlar yapar. Ama o parti adına kendilerine ulaşılmasını istiyorlar.

Bütün anketlerde biz büyük farkla birinci parti idik, bize Türkiye genelinde biz büyük farklı birinci parti idik, bize Türkiye genelinde yüzde 32 oranını veriyorlardı. Ben bunlara inanmadım. Daha doğrusu, bilmiyorum belki bazı arkadaşlarım onu da eleştirmeleri gerekirdi, unuttular, bir parti başkanı olarak söylenmemesi gereken ölçüde ihtiyatlı konuştum. Dedim ki: Aslında bu çok çekişmeli bir seçimdir. Ben öyle fark falan olacağına inanmıyorum. Çünkü biliyorum ki doğru yol Partisi bu iktidarı kullanmada çok mahirdir, yani bizimle mukayese edilmez. Ve korktuğum başıma geldi. Gündem de üstüne değişince, aradaki fark kapandı. Ben anketlerin yılbaşı itibariyle doğru olduğuna inanıyorum. Yani, seçim kampanyasının başlangıcında bizim birinci parti olduğumuza inanıyorum. Ama o iki aylık, üç aylık sürede, hem Türkiye’nin gündeminin değişmesi, suni olarak değişmesi, hem devletin seçime sokulması, neticede getirdi oylarımızı doğru yol yüzde 0,4 bir farklılıkla aynı düzeye indirdi.

Şimdi, dolayısıyla asıl demek istediğim şu: Vatandaş birincisi buna dikkat ediyor. Oy vereceği partinin kendisine yakın bir parti olmasına. Her bakımdan kendisine yakın bir parti olması. Burada da bu sefer vatandaşın çok seçeneği vardı, çok alternatif vardı. 13 tane parti var; eğer adam bazı değerler bakımından o değerlere birinci derecede önem veriyorsa, kendi Partisine oy verdi. Bazı meselelere daha fazla önem veriyorsa, o meseleyi en fazla telaffuz eden partiye oy verdi. Böyle bir çok alternatifli bir seçimde bizim zarara uğrayacağımız tabii idi. Ama, bu program meselesinde, yani yeni politika üretmek, vatandaşa ülke yönetimiyle ilgili yeni öneriler getirme üretmek, vatandaşa ülke yönetimiyle ilgili yeni öneriler getirme konusunda, ben bunun geniş vatandaş topluluğunu değil, sadece ülke meseleleriyle devamlı ilgili olan ufak bir çoğunluğu ilgilendirdiğine inanıyorum.

Vatandaşın buradaki ölçüsü, yani vatandaşı 34 milyon seçmen olarak düşünürseniz, bana göre, güvendiği, kendisine yabancı olmayan, kendisinin benimsediği insanlara ülke yönetimini emanet etmedir, anlayış budur. Vatandaş size inanacaktır, size güvenecektir ve size emanet edecektir, ülkenin idaresini size emanet edecektir. Büyük çoğunluğuyla, ezici çoğunluğuyla Türk vatandaşının seçim tercihlerindeki anlayışı budur. Ha, buradan yanlış bir sonuç çıkmasın: Biz Anavatan Partisi olarak, işte değişen koşullara göre yeni politikalar üretmeyelim. Yeni programlar önermeyelim. Mevcut programlarımızı değişen koşullarda devamlı gözden geçirmeyelim gibi bir sonuç çıkmamalıdır. Ama benim yapmak istediğim ayırım şurada: Biz bunu devamlı yapacağız, zaten yapıyoruz. İşte yerel yönetimlerle ilgili tek program ortaya koyan parti biziz. Güneydoğu meselesinde hep beraber gecelerce çalışıp yeni bir politika tespit eden tek parti biziz. Bugün meclisteki öbür partilerin çoğu bu meseleyi gruplarında tartışabilecek bir platforma dahi sahip değildirler. Bizim yaptığımızı doğru yol Partisi yapmaya kalksa, parti karışır. Ama biz bu süreçleri geçtik. Parti olarak ortak bir politika tespit ettik, sonra bunu bir belgeyle kamuoyuna da açıkladık...

Binaenaleyh bu işimize devam etmemiz lazım. Bunu yapmamız, esas itibariyle oy kazanmak için olmamalıdır. Bunu yapmamızın sebebi, yarın o sorunları üstlendiğimiz zaman, o sorumluluğun altına girdiğimiz zaman, işte bugünkü hükümet gibi, aylarca ne yapayım diye düşünmeden hemen işe koyulabilmek için olmalıdır. Bu çalışmaları yapalım, ama bunu oy kaygısıyla yapmayalım.

Demin dediğim sebeplerden dolayı, başka alternatifimiz olmadığı için, biz bu seçimleri bir genel seçim havasına sokmaya çalıştık. Ülkenin kötü yönetildiğini söyledik, çözüm yolunu da gösterdik, ama yeterli desteği alamadık.

Şimdi, bugün benim inancım, benim gözlemim, vatandaş şu son bir ayda yaşadıklarıyla dahi, bizim seçim mesajımızın doğru olduğunu görmektedir. Seçimden önce ben “erken seçim” dediğim zaman hiçbir kuruluş bize destek vermedi, hiç kimse arka çıkmadı. Şimdi bugün yavaş yavaş meslek kuruluşları erken seçimin çözüm olduğunu söylemeye başladılar.

Şimdi, buradaki çelişki şudur: Biz ana muhalefet Partisi olarak iktidarın alternatifiyiz. Rejimin işleyebilmesi, vatandaşın rejimden umudunu kesmemesi, bu iktidardan umudunu kestiği takdirde, bize umut bağlaması bağlıdır. Biz vatandaşa, seçimlerde çözümü göstermişiz. Seçimlerden sonra dediklerimiz doğru çıkmaya başlamış. Şimdi vatandaş feryat etmeye başlayınca, “yandım” diye bağırmaya başlayınca, bizim öngördüğümüz, zamanında söylediğimiz zaman felaket tellallığı diye suçlandığımız şeyler doğru çıkmaya başlayınca, bunun faturası yine bize kesmeye çalışıyorlar. Şimdi, eğer seçime giderken biz bunları dile getirmemiş olsak, şu veya bu mülahazayla vatandaşa söylememiş olsak, hatta ikibuçuk yıllık muhalefet döneminde bu iktidarı her vesileyle uyarmamış olsak, “böyle giderseniz sonunuz felakettir” dememiş olsak, bugünkü eleştiriler haklı olabilir. Ama biz muhalefette bu uyarı görevimizi devamlı yaptığımız halde ve bu gidişi değiştirmek için vatandaşın önüne demokratik sistem içinde çıkabilecek tek fırsat olan seçimde gidip doğrudan doğruya vatandaşa bunu çözüm olarak getirdiğimiz halde, şimdi bugün bize yöneltilen bu eleştiriler, ancak küçük hesapların ve özel maksatların getirdiği eleştiriler olabilir. Bugünkü durumdan dolayı bize yöneltilebilecek genelde söylüyorum- hiçbir eleştiri yoktur. Ama gördüğümüz hadise şudur: Sanki hükümet bizmişiz gibi, biz hükümete ortakmışız gibi, bu hükümetin sebep olduğu bütün sıkıntıların eleştirisi hükümete olduğundan daha fazla bize yöneltilmektedir. Ve sanki, Anavatan iktidarı devam ediyormuş gibi, vatandaş çözümü yine bizden beklemektedir. Burada akıl almaz bir çelişki vardır.

Hepinizin şahit olduğu, hepinizin izlediği Anavatan Partisi’ne ve özellikle bana yönelik bir kampanya var, bir yıpratma kampanyası var. Bizden bazı taleplerde bulunuyorlar, bize emir veren bu insanlar kimdir diye baktığımız zaman, bu insanlar geçmişte iktidar olduğumuz zaman, bizi yıpratmak için ellerinden geleni ardına koymayan insanlar. Dün seçim mücadelesine girdiğimiz zaman, o uydurma anketleriyle yalan haberleriyle bizim başarısızlığımız için çalışmış insanlar. Ve bugün bizden başarısızlığımız için çalışmış insanlar. Ve bugün bizden kendi tavsiyelerine uymamızı istiyorlar. Asıl gayeleri bizi yıpratmaktır, asıl gayeleri bizi alternatif olmaktan çıkarmaktır. Bununla hizmet ettikleri bir tek şey vardır: İktidar filan değildir, kendi menfaatleridir. Bunu yadırgamıyorum ve hiçbir zaman, bu çevrelerle bir kavgaya, bir anlamsız mücadeleye girmemiz gerektiğini söylemiyorum. 

Biz birçok şeyi görmezlikten geleceğiz, duymazlıktan geleceğiz. Ama, hepsinden önemlisi, particiliğin en önemli ölçülerinden bir tanesinin bize karşı böyle büyük bir kampanyanın yürütüldüğü zor bir dönemde göstereceğimizi direnç olduğunu da unutmayacağız. Eğer bu direnci bütün arkadaşlarım gösteremezlerse, bu partiyi başarıya götürmemiz mümkün olmaz. Eğer ben bir tek arkadaşıma, partinin yetkili kurullarında, eğer mahzurlu görüyorsa gelip özel görüşmede bana, benimle ilgili herhangi bir konuda açık, samimi tenkidini dile getirdiğinden dolayı bir tavır takınmışsam, bunu imkansız hale getirmişsem, o zaman o arkadaşımın yerden göğe kadar hakkı olur. Ama eğer ben, başka arkadaşlarım da söyledi, burada tevazuyu bir yana bırakıp söyleyeceğim, bu meclisteki hiçbir partinin genel başkanının cesaret edemediği şekilde bu kürsüyü herkese açık tutmuşsam, bu mikrofondan söylenen her şeyi tam tersine tahrik etmişsem, teşvik etmişsem, o zaman bu platformların dışında, bu senaryolara alet olmanın hiçbir mazereti kalmaz. (alkışlar)

Bakın, bu senaryoların, bu kampanyaların bir tek amacı vardır; zannediyorlar ki, ben çok çıtkırıldım bir liderim., öyle eleştirilere dayanamam, bir ay bunun dozunu artırarak beni bıktıracaklar... Bazı yazarlar köşelerini bana ayırmışlar. Memleket yanıyor, memleket batıyor, bir aydan beri beni yazıyorlar.

Şimdi, huzurunuzda ifade ediyorum; ben bunlara zerre kadar metelik vermem. Geçmişte de böyle kampanyaları bana karşı düzenlediler. Ne onları muhatap alırım, ne cevap veririm, ne de bundan dolayı herhangi bir şekilde yılgınlığa düşerim. Ama, bütün arkadaşlarımdan bir tek istediğim var. Bu senaryolara alet olmasınlar. Ne dertleri varsa bana söylesinler, gelsin burada söylesinler. Hani burada söylenenler çarpıtılarak dışarı yansırmış, ona da metelik vermem. Ama, eğer -dün söyledim- hepimiz teker teker, kendi çıkarımız doğrultusunda politika yaparsak bu partiyi ayakta tutamayız. Tam tersine, arkadaşlarımdan parti menfaati için zaman zaman kendi hesaplarından fedakarlık yapmalarını bekliyorum.

Biraz önce bir arkadaşımı dinlerken, kendi grubumuz içinde de birçok temel konuda ne kadar farklı görüşler olduğunu bir defa daha gördüm. Bir arkadaşım, 1991 seçimlerinden sonra bizim doğru yol ile koalisyon yapmamamızın yanlış olduğunu söyledi. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Sayın DEMİREL’ e  vermememizin, onu oybirliğiyle seçmememizin yanlış olduğunu söyledi. Birçok arkadaşımın bu konuda tam tersine düşündüğünü biliyorum. Hatta belki büyük çoğunluğunun tersini düşündüğünü biliyorum. Ama, değerli arkadaşlarım, biz asıl farklı görüşlere sahip olduğumuz zaman bir parti olduğumuzu ispatlamak zorundayız. Hepimiz aynı görüşü desteklersek, kafamızda tezekkür etmeden, burada tartışamadan, hepimiz asker gibi aynı görüşlerin, hatta sadece bir kişinin, benim ağzımdan çıkacak görüşlerin arkasında politika yaparsak, biz o zaman işte o “olmayacağız” dediğimiz radikal partiler gibi oluruz. Bizim partimizin en önemli ayrıcalığı burada olmalıdır. Biz farklı konuları tartışacağız. Ama birlikte aldığımız kararları disiplin içinde uygulayacağız.

Yani, parti içi demokrasinin de parti disiplinin de en geniş işlediği partinin burası olmasını istiyorum. Parti içi demokrasi, karar alana kadar geçerlidir. Herhangi bir konuda işte bu değerlendirmede, yarın önümüze çıkacak bir konuda karar alırken, karar alıncaya kadar her görüş dile getirilmeli tartışılmalı; ama, bir kere karar aldıktan sonra, bir kere ortak tutum belirledikten sonra, artık parti disiplini vardır. Ondan sonra karşı olduğunuz fikirleri de savunmak zorunluluğunuz vardır. Partili olmak budur. Yoksa, hepiniz partinin değil, bir derneğin üyeleri durumuna düşersiniz.

Şimdi, maalesef, bir arkadaşımıza bu değerlendirmelerde zannediyorum burada kendisi de konuştuğu halde, burada dile getirdiği görüşlerden farklı bir görüşü kamuoyu önünde dile getirmiş. Doğrudan doğruya beni muhatap alan, beni hedef alan bir tartışma başlatmış. Bu tartışmayı her gün devam ettiriyor. Benim de kanaatim, bu işi yalnız yapmadığıdır. Bu işin belli bir senaryo çerçevesinde kendisinin alet edildiğidir. Ben bugün sabahleyin grup yönetim kurulunda arkadaşlarıma söyledim: Ben bu konuda çekimserim. Benim hiçbir kanaatim yok. Oyum yok. Ben iki buçuk seneyi aşkın bir süreden beri partinin genel başkanıyım. Bu partide herhangi birisini disiplin kuruluna yetkisindedir. Ben şimdiye kadar buna benzer çok olaylara muhatap oldum, hiçbirisinde bir tek kişiyi bile ki: Ben bu işin içinde yokum, çünkü hedef benim. Eğer bu hadisenin sadece bana zarar verdiğini düşünüyorsanız, sizden ricam, o arkadaşımızı disipline vermeyin. Ben bunu sineye çekerim; ama, eğer partiye zarar verdiğini düşünüyorsanız gereğini yapın. Arkadaşlarım değerlendirdiler ve o milletvekili arkadaşımı disiplin kuruluna vermeyi kararlaştırdılar.

Şimdi burada bütün arkadaşlarımdan tekrar aynı şeyi bir defa daha rica ediyorum; ben aykırı görüşlerden hoşlanmayan bin insan değilim. Tam tersine, yaptığım işin bir kamu görevi olduğunu, bir memleket görevi olduğunu biliyorum. Bu işi hobi olarak yapmıyorum, zevk için yapmıyorum. Yanlışlarım, eksiklerim olduğunu da biliyorum. Ama, ben bir hakkımı kullanıyorum, diyorum ki: Ben bu eksiklerimi, bu yanlışlarımı düzeltmek için, bizim dışımızda, partimizin dışında, partimizin kötülüğünü istediğini bildiğim, geçmişte bize her türlü tuzağı kuran, kendi hesaplarıyla hareket eden, memleket filan umurumda olmayan insanların değil, sadece sizlerin görüşlerini dikkate alırım. Onların görüşleri beni hiç ilgilendirmez. Eğer siz bu görevinizi yapmazsanız, benim görevimi yeteri şekilde yapmam mümkün olmaz.

Onun için, kimseden de, bazı arkadaşlarımın söylediği gibi, öyle methiye falan beklemiyorum, ama, farklı görüşleri olduğu zaman, bunu ister buradan ister özel görüşmede bana bildirmelerini istiyorum. Benimle ilgili hususları düzeltmemizin tek yolu budur. Ben eğer bu partinin dışında, benimle kader birliği yapmayan, kendi ufak hesaplarıyla hareket ettiğini bildiğim grupların bizim meselelerimize ilişkin, memleket meselelerini söylemiyorum, her birinin kendi sektörleriyle ilgili, kendi meslek gruplarıyla ilgili görüşler olur, onları tabii ki dikkate almak zorundayız, ama Anavatan Partisiyle ilgili, benimle ilgili konularda eğer ben öyle kendi ufak hesaplarıyla hareket eden çıkar gruplarının tavsiyelerine uyarsam, partiye ihanet etmiş olurum. Ben onların bizimle ilgili hiçbir görüşlerini kaale almam. Ama, bu partiye kaderini bağlamış her arkadaşımın en aykırı görüşünü bile mutlaka dikkate alırım.

Tabii, bu yayınların, bu kampanyaların tek hedefi beni bezdirmek değil, biraz da sizin moralinizi bozmak. Anavatan Partisinin -böyle giderse- istikbali olmayacağı, eriyeceği teması işleniyor. Anavatan Partisinde kimsenin siyasi gelecek beklememesi gerektiği söyleniyor.

Bakın, oyumuz yüzde 24’ten 21 küsura düştü, oran olarak geriledik ama bugün Türkiye’de 6 milyon insan, bütün o demin söylediğim ters koşullara rağmen ümidini bize bağlamıştır. O 6 milyon oyun sorumluluğu da bizim üstümüzdedir. Onun için bu değerlendirmeleri yapıyoruz. Eğer moral bozukluğuna düşersek, eğer o kampanyalardan dolayı etkilenip de yılgınlığa, bıkkınlığa düşersek, bırakınız oyumuzu artırıp iktidar olmayı, mevcut oyumuzu dahi muhafaza edemeyiz. Bu işin, siyasetin yarısı moraldir. Bir kere moralimizin sağlam tutmamız lazım. Bu oyunları boşa çıkarmamız lazım.

Tabii ki yapmamız gereken başka şeyler var; dün de söyledim, benim bir zaman sorunum var. Yani, yanmam gereken işleri sahip olduğum zamana sığdıramıyorum. Bu, her zaman her sorumluluk mevkiinde olan insanın sorunudur. Bende biraz daha fazla var, çünkü bazı arkadaşlarım eleştiriyorlar, benim bir de mutlaka bir şeyi en iyi yapma konusunda bir zaafım var. En iyi yapmayı isterken bazen iyiyi de yapamıyorum, böyle sorunlarım var. Şimdi, bu konuda bir kere parti olarak yapacağımız şeyler var, benim yapacağım şeyler var. Parti olarak -söylediğim- teşkilatlarla ilgili bazı düzenlemeler yapmamız gerektiğine de inanıyorum. Mesela, gençlik konusunu -bir arkadaşım da buradan dile getirdi- şimdi çok daha ciddi ele alacağız, bu gençlerin örgütlenmesi işini ciddi ele alacağız. Belki bir başkan yardımcısı sadece o işe bakacak. Çünkü, bu seçimlerde sandıkları başı boş bırakmamız, sandıklara adam koyamamamız, bence parti içinde yapacağımız düzenlemelerle telafi edebileceğimiz bir husus değil. partiye bu konularda bir yeni kan katmamız lazım. Burada ben en kolay neticeyi gençlik teşkilatıyla alacağımızı düşünüyorum. Yani, bu işi kavga meselesi yapacak, bu işe hakikaten koşturacak çok faal bir gençlik teşkilatını oluşturamazsak, sandıklara önümüzdeki seçimde de hakim olamayız. Sandıklara hakim olamazsak, önümüzdeki seçimde bunun zararını daha fazla göreceğimizden endişe ediyorum. Sandıklara hakim olmanın yolunu en başta gençlik teşkilatını güçlendirmekten geçtiğine inanıyorum.

Teşkilatlanmada yeni bir düzenleme düşünüyoruz. Daha tam şeklini arkadaşımla konuşamadım. Ama, bu düzenlemenin esası, bu konuda tecrübe sahibi olan, geçmişte il başkanlığı, ilçe başkanlığı yapmış olan, bu teşkilat işlerini bilen milletvekili arkadaşlarımızın bu işlerin daha fazla sorumluluk almaları şeklinde olacak. Yani, mesela Türkiye’yi bölüp, yedi ilin, sekiz ilin teşkilat sorumluluğunu bir arkadaşa vermek. Bütün Türkiye’de altı kişilik bir ekiple bu teşkilat işlerini yürütmek. Bu bizim hem şimdiye kadar hep hedeflediğimiz, hiçbir zaman isteğimizi ölçüde gerçekleştiremediğimiz ekip çalışması gerektirmemize yardımcı olacak hem de teşkilatların sorunlarına daha yakından eğilme ve arkadaşlarımızın da teşkilatımızı daha yakından izleme imkanı olacak.

Yakında, daha önce söylemiştim, şu 20 Mayısa kadar bizim kuruluş yıldönümü kadar, teşkilat düzenlemelerini bitirmeyi hedefliyoruz. 20 Mayıstan sonra mayıs ayı sonuna kadar, Türkiye’nin her yerinde il divan toplantıları yapmayı düşünüyoruz, il divanları toplamayı düşünüyoruz. Her il divanına da milletvekili arkadaşımızın katılması lazım. Yani, bütün Türkiye’de bir veya iki hafta sonunda bu il divanlarını tamamlamayı planlamıyoruz.

Şimdi, biliyorsunuz Nevşehir il belediye seçimi iptal edildi, Temmuz ayının ilk haftasında yapılacak. Yüksek seçim kurulunda daha karara bağlanmamış 50 tane müracaat var, İstanbul’ un bazı ilçeleri var. Önümüzdeki günlerde bazı yeni iptal kararları olabilir. Temmuz ayında buralarda yeniden seçim yapılması söz konusu olacak. O seçimlerde grup olarak, her seçim yapılacak yerde 20- 25 arkadaşımızı görevlendirip, böyle tam bir seçim seferberliği yapmamız lazım. Bu teşkilatlarımızın tabanımızın üzerindeki bu moral bozukluğunu ortadan kaldırabilmek için, o seçimlerde iyi netice almayı hedeflememiz lazım.

Ben, daha kazandığımız belediyeleri ziyaret edemedim. Yaz aylarında hepsini dolaşmayı, şu hazirandan başlamak üzere, bütün belediyeleri ziyaret edip, oralarda belediyelerle, halka toplantılar yapmayı planlıyorum.

Benim, çalışma yeri olarak, kendi ofisimde olmam eleştirildi, mecliste veya partide olmam önerildi. Ben her Pazartesi günü mutlaka tam gün partideyim. Meclis olduğu günler genellikle meclisteyim, ama bunun dışında konutta çalışmak, yani özel büroda çalışmak benim için daha verimli oluyor. Çünkü partide olduğum zaman, maalesef benim gündeme hakim olma imkanım yok. Herkes kendi meselesini bana getiriyor, vatandaşlar çocuğunu işe sokmak için, teşkilattakiler birisini şikayet etmek için bana geliyorlar. Bana gelmemesi gereken, arkadaşlarımızın çözmesi gereken meseleler bana geliyor. Neticede zaman israfı oluyor. Aslında, şimdi konuta da bana çok kişi geliyor devamlı, ama orada bir ölçüde benim zamanıma hakim olmam imkanı var. Zamanı verimli kullanmak açısından, ben bu düzenimi devam ettirmeyi düşünüyorum.

Şimdi, hepinizin bildiği gibi, 5 nisan tarihinde bu hükümet bir ekonomik tedbirler paketi açıklamıştır. Aslında bu ekonomik tedbirler paketinin amacı, ekonomideki dengelerin sağlanması olarak açıklanmıştır; ama, bizim iddiamız, bu paket ekonomik dengeleri sağlayabilecek bir paket değildir. Bu paket, sadece bugün tamtakır hale gelmiş olan hazineye geçici bir süre için gelir sağlamayı amaçlayan bir pakettir. Yani, ekonomiye düzlüğe çıkarabilecek değil, sadece hazinenin bugün içine düştüğü tıkanmayı birkaç ay giderebilecek bir pakettir.

Şimdi, biz bu pakete karşı çıktık, genelde karşı çıktık. Daha doğrusu bu paketi eksik bulduk. Çünkü, bu paket, ekonominin bütün dengelerini hesap eden bir paket değildi. Mesela bu paketin, Türkiye’nin bugün içine düştüğü ekonomik sıkıntının en önemli sebebi olan kur politikası konusunda faiz politikası konusunda öngördüğü hiçbir tedbir yoktu. Ben, paket açıklandığı zaman da burada söyledim, bir istikrar programının başarılı olabilmesi için birkaç şartın bir arada olması lazımdır. Bir kere, iyi hazırlanmış bir program olması lazım. Yani, üzerinde düşünülüp tartışılmış, bu işle ilgili çeşitli kuruluşların temsil edildikleri platformda oluşturulmuş bir program olmazı lazım. Bu program, öyle bir program değil. Bu program, derme çatma bir program. Öyle olduğu da işte geçtiğimiz günlerde ortaya çıkmıştır. 5 nisan’ da açıklanmış, bugün 28 nisan, üç haftayı aşkın bir süreden beri yapılan uygulamalara baktığınız zaman, ortada tutarlı bir programdan bahsedebilmek mümkün değildir. Düşünün ki, programa dayalı olarak meclise getirdikleri kanunlarda iki iktidar Partisi kendi arasında anlaşamıyorlar, mecliste görüşülürken yarıda çekiyorlar, pazarlık edip tekrar getiriyorlar. Bu gelişme, bu program ne kadar kötü hazırlandığının, ne kadar yetersiz hazırlandığının ispatıdır.

Ama, sadece iyi bir program olması, yani ekonominin bütün dengelerini gözeten bir program hazırlanmış olması, o programın başarısı için yeterli değildir. O program başarısı için, aynı zamanda, iyi bir kadronuz olması lazım, ehil bir kadro olması lazım, uyumlu bir kadro olması lazım. Hem ehil olacak, ehliyetli olacak hem birbirleriyle anlaşan uyumlu bir kadro olacak.

Bir kere, bu programı hazırlayan ekiple bugün bu programı yürüten ekip birbirinden farklıdır. Bu programı hazırlayanlar, program açıklandıktan iki üç gün sonra görevden alınmıştır. Onların yerine yeni insanlar gelmiştir, yeni gelen insanlar programı hazırlayan insanlar değildir. Böyle bir ekiple, böyle bir bürokrasiyle zaten eksik olan bu programın başarılı olması mümkün değildir. Ama, bu iki şart sağlanmış olsa bile, yani ortada dört dörtlük bir program olsa, onu uygulayacak çok iyi, çok ehil, çok uyumlu çalışan bir ekip de olsa, üçüncü şart tahakkuk etmezse program yine başarılı olamaz. Çünkü program, sadece içerdiği tedbirlerden ibaret değildir. Program, sadece onu uygulayacak ekiplerin ehliyetine de bağlı değildir. Bir ekonomik programın başarılı olabilmesi için, piyasaların, halkın o programa inanması lazım. Hükümete güven olması lazım. Eğer ortada hükümete güven yoksa, dediğim gibi, program ne kadar iyi olursa olsun, ekip ne kadar güçlü olursa olsun, başarı sağlamak mümkün değildir.

Şimdi bakın, ortada doğru dürüst bir program yok. Yeterli bir kadro da yok, ama hepsinden önemlisi, bugün Türkiye’de hükümete güven yok! Hükümete güven nasıl olsun ki, 5 Nisanda tedbirleri açıklıyorlar, başbakan kendisi, 15 gün içerisinde merkez bankasından bir para programı açıklayacağını söylüyor. Bugün 23 gün geçmiş daha ortada para programı yok. Yani, açıklandığı gün, millete vaat edilen para programa güven duyabilmek mümkün değildir.

Bu hükümetin faiz  politikasıyla kur politikası birbiriyle çelişkilidir. Hükümet ne zaman kur politikasıyla ne zaman faiz politikasıyla ekonomiyi yöneteceğine bir türlü karar verememektedir. Bir gün bakıyorsunuz faizleri yükseltiyorlar, kuru alçak tutmaya çalışıyorlar, öbür gün  bakıyorsunuz merkez bankası elindeki son dövizleri de piyasaya satıp döviz kurunu alçak tutmaya çalışıyorlar. Bir gün iki tedbiri bir arada uyguluyorlar. Bir gün faizler düşüyor kurlar fırlıyor. Kısacası, bu hükümetin, zaten seçim dönemi sırasında uyguladığı seçim ekonomisinden sonra, bir istikrar programı açıkladığı, yani en fazla uygulamalarının dikkat çektiği, en yakından izlendiği şu son üç haftalık dönemdeki uygulaması dahi, ümit verici olmaktan uzaktır.

Bugün yapılan hadise, geçen konuşmamda da söylediğim gibi, hükümetin kendi sebep olduğu iktisadi krizin faturasını halka ödetmesinden ibarettir. Şimdi bu program açıklandıktan sonra, yeniden bir revizyon gitmişlerdir. O revize programa göre, bu sene hedef aldıkları enflasyon oranı yüzde 110’dur, sene sonu itibariyle. Sene sonu itibariyle hedef aldıkları büyüme oranı da yüzde sıfırdır. Yüzde sıfır büyüme demek, nüfus artışını hesap ederseniz, reel olarak gerileme demektir.

Kaldı ki bu hedeflere ulaşmaları da mümkün değildir. İşte, şimdi birkaç gün sonra Nisan ayının enflasyon rakamı açıklanacaktır, orada göreceksiniz, haziran ayında enflasyon 100’ü aşacaktır. Yani, üç haneli enflasyon... Altı yeni senedir korkulu rüyamız olan, ama hiç gerçekleşmemiş olan üç haneli enflasyon nihayet Türkiye’nin gündemindedir.

Peki, bu hükümetin bir vaadi vardı, Başbakanın seçimlerde hep tekrarladığı bir vaadi vardı, memuru, işçiyi enflasyona ezdirmeyecekti. Memura, işçiye enflasyonun altında gelir artışı vermeyeceklerdi. Şimdi, bu sene için memura öngördükleri maaş artışı, birinci üç ay için yüzde, 15, ikinci üç ay için yüzde 12, ikinci altı ay için, yani yılın geri kalan altı ayı için toplam yüzde 3’tür. Yıla vurursanız toplam yüzde 30 civarındadır. Bunun memurlar açısından ifadesi şudur: Eğer program hedefine ulaşılırsa, enflasyon yüzde 110’da tutulabilirse, memurlar yüzde 80 reel gelir kaybına uğrayacaktır. Ve bakın, şu akortsuzluğa bakın, Başbakan Yardımcısı Sayın KARAYALÇIN televizyona çıkıyor, “Biz bütçe ödenekleri içerisinde memur maaşlarına yılın ikinci yarısında da enflasyona göre gerekli artışı yapacağız” diyor. Bütçe ödeneklerinde söylediğim gibi sadece yüzde 3’lük bir artış öngörülmüş, aynı günlerde Devlet Bakanı ile beraber, yurt dışında katıldığı bir toplantıda, Londra’da, oradaki yabancı bankalara güvence olarak, “bu yıl memur maaşlarında ilave bir artış yapılmayacak. Reel gelirlerde bir azalma, bir gerileme sağlanacaktır” diye ifadede bulunuyorlar. 

Yani, bu hükümetin başbakan yardımcısı ile müsteşarının birbirinden haberi yoktur. Ama, başbakanın bizzat açıkladığı ekonomik tedbirler paketinin maaşlarına yüzde 3 dışında bir artış yapılmaması ön görülmüştür. Onun için bütçe ödenekleri içerisinde yapılabilmesi fevkalade müşküldür. Çünkü, malum dışişleri bakanlığının personel harcamalarının büyük kısmı dövizle yapıldığı için, yurt dışında görev yapan personele yapıldığı için, devalüasyon nedeniyle yani programın açıklanmasından sonra Türk parasının değerindeki gerileme nedeniyle dışişleri bakanlığı bütün yılın personel ödeneklerini mayıs ayında tamamen tüketmiş olacaktır. Yani, dışişleri bakanlığı, başka kalemlerden kaydırma yapmadığı takdirde, haziran ayının maaşını ödemeyecek durumdadır.

Başbakanın bir sözü daha vardı, halkın parasını halkın parası yapacaktı. Biz o zaman başbakanın bu sözünden ne kastettiğini doğrusu anlamamıştık. Şimdi batan bankaları görünce, başbakanın halkın parasını nasıl halkın parası yaptığını hepimiz çok iyi anladık.(alkışlar)

Bakın, şu ana kadar batan üç bankada kamu bankalarının toplam 80 milyon dolar parası vardır. Kalkınma bankası, emlak bankası, halk bankası gibi bankalar, kendi mevduatlarını döviz olarak bu batan bankalara yatırmışlardır. Şimdi, batan bankalarla birlikte, o kamu bankalarının mevduatı da yok olmuştur. Ne kadarının geri ödeneceği belli değildir. Tasfiye işlemlerinin ne kadar süreceği, ne kadarının karşılanabileceği belli değildir. Ama mesela sadece kamu bankalarının fonlarıyla oralardaki halkın parasıyla sınırlı da değil. bu batan bankalar, yurt dışındaki bankalardan kredi almışlar. Yurt dışındaki bankalardan aldıkları kredilerin tutarı 300 milyon dolardır. Bunun Türk parası karşılığı 10 trilyon liradır. Şimdi bu paraları devlet ödeyecektir. Yani, bu üç bankanın yurt dışındaki bankalardan borç alıp da kredi olarak alıp da batırdıkları paraları şimdi döviz olarak devlet o yabancı bankalara geri ödeyecektir. İşte halkın parası böyle değerlendirilmektedir.

Çünkü, bu paraları ödemedikleri takdirde hiçbir yabancı bankanın bir daha bir daha Türk finans piyasasına kredi açması mümkün değildir. İsviçre’nin en büyük bankası, Almanya’nın Merkez Bankası bunu açıkça bildirmişlerdir. Bu krediler ödenmediği takdirde, bundan sonra Türkiye’ye 5 kuruş yeni kredi açmayacakları gibi, açılmış olan kredilerin hiçbirisini de uzatmayacaklardır, vadesinde hepsini geri tahsil edeceklerdir.

Şimdi değerli arkadaşlarım, bu işin bir hesabının olması lazım. Bu işin hesabını verecek insanların olması lazım. Bu işin hesabını verecek insanların olması lazım. Bu işin sorumlusunun olması lazım. Biz, hepimiz, sokaktaki herhangi birisi, bankaya para yatırırken, o bankanın güvenli olup olmadığına bakarız. Eğer bankanın durumu kritikse paramızı o bankaya değil, daha güvenli gördüğümüz başka bir bankaya yatırırız. Ama milyarlarca lira, trilyonlarca lira halkın parasını, devletin parasını yöneten kamu bankası yöneticilerinin, sanki Türkiye’de daha güvenli banka kalmamış gibi, batacak bankalara hem de bazıları batmadan birkaç gün önce, belki oradan buradan aldıkları birtakım talimatlara uyarak, para yatırmaları hiçbir şekilde hesabı sorulmadan geçiştirilemez. O yöneticiler bunun hesabını mutlaka vermek zorundadırlar. Bu konuda arkadaşlarım bir araştırma önergesi hazırladılar, meclis başkanlığına verdiler. Ümit ederim ki, eğer işler bu ölçüde sorumsuzluk noktasına gelmemişse, iktidar partileri de bu araştırma önergesinin görüşülmesini kabul ederler, mecliste bir araştırma komisyonu oluşturulur ve o araştırma komisyonu, bu fonların hangi etkilerle hangi bankalar yatırıldığını, bunun sorumlularını ortay çıkarırlar. Sadece banka müdürleri değil, varsa siyasi sorumlular da ortaya çıkarılmalıdır.

Ama bakın işin temelinde şöyle bir sakatlık var; şimdi o banka yöneticileri diyebilirler ki: Devlet bizi uyarmadı. Biz kamu bankasıyız. Mevcut yasaya göre, mevzuata göre, paramızı herhangi bir bankada değerlendirebiliriz. Merkez bankası başkanının açıklaması oldu: “Türkiye’de hiçbir bankanın likidite sorunu yoktur” dedi. Bakanın açıklaması oldu, hafta başkanının açıklaması oldu. Kambiyo genel müdürlüğü var. Bankalar yeminli murakıpları kurulu var... Bunlar sürekli olarak bankaların bilançolarını, hesaplarını inceliyorlar. Dönem itibariyle inceliyorlar. Şimdi bunlar, bu bankaların hesaplarındaki kötü gidişi görmemiş olamazlar. Kaldı ki, hazineye bu konuda yapılan ihbarlar var, bu bankalarla ilgili şikayetler var. Demin dediğim gibi, batmadan birkaç gün önce bu bankalara yatırılan kamu bankalarının fonları var. Türkiye Elektrik kurumunun batan bankalarda 350 milyar lira parası var...

Bütün bunların mutlaka araştırılması lazımdır. Biz onların yaptığı gibi, peşin hükümlerle kimseyi suçlamıyoruz. Hatta birbirlerinin aleyhine gazetelere verdikleri o manşetlik haberlere de itibar etmiyoruz; ama, eğer bu işin araştırılmasını, meclis tarafından bu işe el konulmasını engellerlerse, o zaman bunu Türkiye’nin en önemli meselesi yapmak bizim görevimizdir. Milletin gündemine getirmek bizim görevimizdir. Biz şu anda sadece yasal yolları kullanıyoruz. Araştırma önergemizi verdik, bu konuda bir araştırma komisyonu kurulmasını istiyoruz. Bu konuda hakkında yasal takibata geçilmesi gerekenler varsa, bu yasal takibatın bir an önce başlatılmasını istiyoruz. Bu konuda münferit olarak bize gelen her iddiayla ilgili Cumhuriyet savcılığına da suç başvurusunda bulunacağız, bulunmaya da başladık..

Bütün bu gelişmeler, bizim kamu bankalarının özelleştirilmesi gerektiği konusundaki düşüncemizin ne kadar yerinde olduğunu bir defa daha göstermektedir. Türkiye’de en büyük talan devlet aracılığıyla yapılmaktadır. Bunun en önemli aracı da kamu bankalarıdır. Kamu bankaları özelleştirilmeden Türkiye’de sağlıklı bir özelleştirme yapılamaz.(alkışlar)

Şimdi, birtakım basın organları milleti fedakarlığa çağırıyorlar, seferberlik ilan ediyorlar, bu programa destek vermeye çağırıyorlar, bize de çağrıda bulunuyorlar, muhalefete de çağrıda bulunuyorlar. Efendim biz her türlü parti hesabının üstüne çıkıp, bu ekonomik programa destek olmalıymışız. Ortada hakikaten fedakarlık göstermesi gereken birisi var; ama, herhalde bu vatandaş değil, herhalde muhalefet de değil.

Şimdi, eğer bu krizin sorumlusu bu hükümet ise, o zaman bu hükümetin devam etmesi için halktan fedakarlık istemenin anlamı nedir? Eğer fedakarlık gerekiyorsa, fedakarlığı gösterecek olan hükümettir... (alkışlar) Hükümetin nasıl fedakarlık göstereceğinin de cevabı basittir: Sadece çekilmesi lazımdır, istifa etmesi lazımdır...(alkışlar) Yani, vatandaşı bu kadar sıkıntıya sokmanın, bu kadar vatandaşın fedakarlık istemenin, muhalefete demokratik görevlerini yerine getirmeden, kayıtsız şartsız bu krizin nasıl doğduğunun tartışmasına dahi razı olmadan, bu krizin kimin sorumlu olduğunu dahi sormadan, muhalefetten fedakarlık istemenin, halktan fedakarlık istemenin anlamı var mı?

Herkes biliyor ki, eğer bugünkü hükümet seçim uğruna, seçimde iki buçuk oy daha fazla almak uğruna, Türkiye’nin 7 milyar dolar döviz rezervini boya harcamasaydı, Türkiye bugün IMF’ nin kapısında beklemeyecekti. Yine herkes biliyor ki, döviz rezerviniz olmadan, bir istikrar programını başarıya ulaştırabilmek mümkün değildir. Dolayısıyla bugün bu ölçüde muhatap olduğumuz krizin tek sorumlusu hükümettir. Eğer tem sorumlusu hükümet ise, bu sorundan, bu krizden çıkabilmeyi bu hükümetten bekleyemeyiz, beklersek boşuna bekleriz. Bu hükümetin şu anda bir tek hesabı vardır: Önümüzdeki üç beş ay zarfında birtakım olağanüstü gelirler elde ederek, birtakım aslında vergi değil, salma niteliğindeki birtakım gelir kaynaklarıyla üç bey ay daha ayakta kalabilmektedir. Bu hükümetin gözünde ondan sonrası tufandır. Ama, bizim gözümüzde ondan sonrası tufan olamaz. Biz bu işe en kısa zamanda, hatta mümkünse yarından itibaren bir çözüm getirilmesi için katkıda bulunmaya hazır olduğumuzu her zaman bu çözümün başlangıcı da bu hükümetin gitmesidir. Bu hükümet gittikten sonra, Anavatan Partisi, bu çatının altında, bu rejimin içerisinde, kendi üstüne düşen fedakarlık neyse onu yerine getirmeye hazırdır.

Tekrar söylüyorum, bilmiyorum kaçıncı defa söylüyorum, ama bundan sonra da söylemeye devam edeceğim; bu hükümet iş başında oldukça, kim yaparsa yapsın, biz de yapsak, vatandaş da yapsa, herkesin yapacağı fedakarlık boşa gitmeye mahkumdur. Bu hükümet, bütün bu fedakarlıkları boşa tüketen bir hükümettir. Bu hükümet, milletimizin büyük fedakarlıklarla biriktirdiği döviz rezervlerini, sırf seçim ekonomisi uğruna tüketen bir hükümettir. Memleketin bu duruma gelmesinin tek sorumlusu bugünkü hükümettir. Bugünkü hükümet gitmeden bu işlerin düzelme yoluna girebilmesi mümkün değildir. O noktaya geldiğimiz zaman, Anavatan Partisi olarak her türlü fedakarlığa hazırız.

Değerli arkadaşlarım, sayın başbakanın bir Amerika gezisi oldu, Amerika gezisine gittiği gün yaptığı basın toplantısında, bu konudaki endişelerimizi diye getirdim. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ekonomik sorunlardan yararlanmak isteyen birtakım çevrelerin, Türkiye’ye baskı yapılması, Türkiye’nin birtakım milli meselelerinde başbakanın bu tür taleplere muhatap olabileceğinden endişe ettiğimizi dile getirdim. Başbakan Türkiye’ye döndükten sonra, kendisini meclise bilgi vermeye davet ettim. Bugüne kadar Sayın Başbakan, sorumlu olduğu meclise bu konuda hiçbir bilgi vermiş değildir. Başbakan millete gezisi hakkındaki açıklamalarını gazete sütunları aracılığıyla yapmaktadır, köşe yazarları aracılığıyla yapmaktadır. 

Ama gelin görün ki, gazetelerde bu konuda çıkan haberler bizim endişelerimizi daha da artırıcı niteliktedir. Başbakanın Amerika ‘da özellikle Başkan CLİNTON ile yaptığı kısa görüşme sırasında, bizim açımızdan fevkalade vahim gelişmelere yol açabilecek birtakım taleplere muhatap olduğunu artık biliyoruz. Kaldı ki, bunlar dha önceden de Başbakana bildirilmiştir. Başkan CLİNTON, Sayın Çiller’ e gezisinden önce mektup; gönderilmiştir. Bu, aslında bir mektup değildir, bu bir muhtıradır, bir ültimatomdur. Bu mektupta Amerika’nın Türkiye’den önümüzdeki dönemdeki beklentileri sıralanmıştır, talepleri sıralanmıştır: Kıbrıs Başbakan bunları bile bile Amerika’ya gitmiştir. Adeta bu taleplerin kendisine tekrarlanmasını davet etmiştir. Ve bu yapılmıştır. Sayın Başbakan müşavirini bana gönderdi, bu görüşmeyle ilgili müşavirden bilgi aldım. Bir de Amerikan Elçisiyle görüşmüştüm, yani bir de Amerikan tarafından bilgi aldım. 

Aldığım bütün bu bilgiler çerçevesinde Başbakan CLİNTON ile heyetler halinde 30 dakika görüşmüş. O görüşmede Kıbrıs konusu gündeme gelmiş. Kıbrıs konusunda Başkan CLİNTON gayet yumuşak bir ifadeyle bu konuda mesafe alınmasını arzuladıklarını, bu konuda Türkiye’nin de yardımcı olmasını beklediklerini söylemiş, Sayın Başbakan da, arada ufak tefek anlaşmazlıklar kaldığını, bu konuda bir asgari müşterekte birleşileceğini ümit  ettiğini söylemiş. Zaptı olan görüşmede sadece bunlar yazıyor. Ama bir de, kimsenin bilmediği, zaptı tutulmayan, yani Türk Devletinin bilgisinde olmayan 6-7 dakikalık bir özel görüşmeleri var, baş başa görüşmeleri var. Bu görüşmede ne konuşulduğunu bilmiyoruz. Ama bir şey bilmiyoruz; Başkan Clinton, birkaç gün sonra Yunan Başbakanı ile yaptığı görüşmeden sonra. İki gün içerisinde Denktaş’ın güven artırıcı önlemler paketini kabul edeceğini söylüyor. Eğer Sayın Başbakan bu konuda Clinton’ a güvence ermişse, Başkan Clinton bu talebini baş başa görüşmede yenilenip. Sayın Başbakandan bu konuda güvence almışsa, bu beyanını neye dayanarak yapmıştır?

Şimdi, sayın Başbakan gazetecilere yaptığı açıklamalarda, baş başa görüşmede Kıbrıs konusunun ele alınmadığını söylüyor, ama bu konu Başkan Clinton’ un bu açıklaması çerçevesinde, bizim için hala şüpheyi mücip karakterini koruyacaktır.

Değerli arkadaşlarım, Kıbrıs konusuyla ilgili endişelerimiz nedeniyle meclise bir genel görüşme önergesi verdik. Bu genel görüşme önergesi Salı günü Genel Kurulda ele alınacak. Aslında biz bunun bu hafta yapılmasını arzuladık, çünkü birleşmiş milletler genel sekreteri 3 Mayıs’ ta güvenlik konseyine rapor verecektir, Kıbrıs meselesiyle ilgili. Biz istedik ki ondan önce Türkiye Büyük Millet Meclisinde bu konu görüşülsün ve meclisin bu konuda geçen sene 10 haziran da aldığı karardan farklı bir tutum olmadığı, meclisin bu konuda Türk milleti adına sayın Denktaş’ ın ve kuzey Kıbrıs Türk Toplumunun yanında olduğu bütün dünyaya ilan edilsin. Görüşme olmamıştır, fakat meclis kararı bildiğiniz gibi Salı günü meclisin ittifakıyla alınmıştır. Önümüzdeki Salı günü tekrar genel görüşme vardır, genel görüşmenin ön görüşmesi yapılacaktır, orada grup adına ben konuşacağım. Kıbrıs konusu ile ilgili görüşlerimizi bir defa daha dile getireceğim. İçinde bulunduğumuz dönemdeki endişelerimizi vurgulayacağım.

Zaten Sayın Başbakan da şu anda Kıbrıs konusunda hiçbir tavizin söz konusu olmadığını söylemek durumunda söylemek durumunda kalmıştır. Bunu kendi grubunda da dün açıkça ifade etmiştir. Ama, bizim bu konudaki endişelerimiz devam etmektedir; çünkü, Sayın Başbakanın gazetelere yansıyan ifadeleri var. Kıbrıs meselesinin Türkiye’nin ayakbağı olduğunu söylemektedir. Kendisi ucuz kahramanlığa soyunup, Kıbrıs meselesini mutlaka çözeceğini söylemektedir. Kendisi ucuz kahramanlığa soyunup, Kıbrıs meselesini mutlaka çözeceğini söylemektedir. Çözümsüzlükten zarar gören tarafın Türkiye olduğunu söylemektedir. Ve herkesten bu çözüm için destek istemektedir.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Başbakanın bu sözlerini alt alta koyarsanız, bunları Rumcaya tercüme ederseniz, bunun bir tek anlamı vardır: “Biraz daha bastırın, biz zor durumdayız, şu tavizi şu millete kabul ettireyim...” Bunun anlamı budur, Rumcaya tercümesi budur...(alkışlar)

Yani, bu konuyu milli bir konu olarak benimseye, 30 seneden beri Türkiye’nin, her türlü güçlüğe rağmen, hatta kendi üzerinde bugünkünden çok daha elverişsiz konjonktürlerde, çok daha büyük baskılardan yapıldığı bir dönemde dahi nasıl taviz vermeden götürdüğü bilen bu şuura sahip bir Başbakanın bu lafları etmesi mümkün değildir. Hele bu konjonktürde söylemesi mümkün değildir.

İki toplum arasında sıkı bir müzakerenin yapıldığı ve ilerleme sağlanması için Türk tarafına baskı yapıldığı bir dönemde, Sayın başbakanın bu ifadeleri, kendisinin her konuda olduğu gibi, bu konuda da sadece biraz daha zaman kazanabilmek için, popülaritesini biraz daha yüksek tutabilmek için, ekonomik güçlükleri aşabilmek, bu uğurda dışarıya şirin gösterebilmek için takındığı yanlış bir tavırdır. Bu konudaki görüşlerimizi daha geniş olarak Salı günü dile getireceğim. Ama, bakın meselenin aslı nedir; bu sene kasım ayında Amerika’da ara seçimleri vardır. Başkan CLİNTON’ un seçilmesinden sonra, Amerika’da yapılan ilk ciddi seçimlerdir. Bu konuda geçtiğimiz aylarda Amerika’da yaşayan Rum görüşmedeki ele alınan konuların başında, Kıbrıs konusu ile Patrikhane konusu gelmiştir. Her iki konuda da Amerika’nın Türkiye üzerinde baskı yapması isteği dile getirilmiştir. Ve Başkan Clinton, Başbakan Çiller’ e yazdığı mektupta, Türkiye’nin Fener Patrikhanesinin statüsü ve çalışma koşullarıyla ilgili iyileştirmeler yapmasını beklediklerini ifade etmiştir. Bilmiyoruz ama, muhtemelen o baş başa görüşmede de bu isteğini dile getirmiştir. Ve sonra Başkan Clinton, Papandreau ile yaptığı görüşmeden sonra, “Türk hükümetinden fener patrikhanesi ile ilgili hususların düzeltilmesini istedim” demiştir.

Şimdi bakın, Lozan anlaşması Türkiye Cumhuriyetinin temel direğidir. Lozan anlaşmasında Amerika taraf değildir. Patrikhanenin statüsü Lozan ile düzenlenmiştir. Lozan anlaşmasına göre fener patrikhanesi Türkiye’nin bir milli müessesesidir. Yani, Türkiye’de Rum Ortodokslara hizmet veren bir Türk kurumudur. Yapılmak istenen, fener patrikhanesini bütün Rum Ortodoks alemine hizmet veren uluslararası bir statüye kavuşturmaktır. Milli hüviyetinden çıkartıp uluslararası bir statüye kavuşturmaktır. Milli hüviyetinden çıkartıp uluslararası bir kavuşturmaktır. Yani, devlet içinde devlet yaratmaktır. Bu, Türkiye açısından öyle geçiştirilebilecek, duymazlıktan gelinebilecek bir şey değildir. Sayın İnan’ın mecliste söylediği gibi, bunu duyan bir Başbakanın, bu mektubu alan bir Başbakanın Amerikan başkanına, “Sayın Başkan, siz o meseleyi bırakın da şu Batı Trakya’daki Türklere iki seneden beri uygulanan baskılara dikkatinizi yöneltin” demesi lazımdı.(alkışlar)

Bu meseleyi dinlemiş olmak dahi, Amerikan Başkanından gelen bu talebe muhatap olmak dahi bir Türk başbakanı için zuldür.

Şimdi, Kıbrıs meselesiyle ilgili endişelerimiz devam etmektedir. Bu endişelerimiz, şimdi patrikhanenin gündeme gelmesiyle daha da artmıştır. Ve bir genel endişemiz var, Bosna’da büyük itibar kaybına uğrayan, dünya barışını korumak bir yana, öyle bir katliama seyirci kalma durumunda kalan, iki yıldan beri bu katliamı orada yüzbinlerce insanın boğazlanmasını sadece seyretme durumunda kalan Birleşmiş Milletler, itibarını koruyabilmek için, itibarının daha fazla zedelenmesini önlemek için, Kıbrıs meselesinde bir başarı kazanmanın, bir sözde başarı kazanmanın peşindedir. Burada bize yapılan haksız dayatmalara karşı direnebilmek için, şu anda her zamankinden daha güçlü durumdayız. Çünkü, Kıbrıs’ta Bosna gibi bir soykırım değil, bir savaş değil, 20 yıldan beri devam eden bir barış söz konusudur. Kıbrıs’ta genel sekreter iki toplumu biraz daha yakınlaştırabilmek için, iki toplum arasında güven sağlayabilmek için, birtakım teklifler içeren bir kağıt vermiştir: “Bu kağıdı veriyorum, bunu ya olduğu gibi kabul ederseniz veya olduğu gibi reddedersiniz” demiştir.

Sayın Denktaş, Türkiye’nin de teşvikiyle bu teklifi olduğu gibi kabul etmiştir. Rumlar, bazı değişiklikler yapılmasını dayatmışlardır. Şimdi, o değişikliklerle birlikte bu teklifin Türk tarafınca da kabul edilmesi istenmektedir. Aslında yapılan çabanın, son aylarda Türkiye üzerindeki baskıların esas hedefi budur. Sayın Denktaş’ ın buna karşı cevabı yine olumsuz değildir, uzlaşmaz değildir: “Siz bana bu teklifi değişmemek kaydıyla yaptınız. Ben değişmemek kaydıyla kabul ettim. Sonra Rum değişiklik yaptılar, şimdi benim bu değişikliklerle kabul etmem mümkün değil. Eğer bu şekilde değişiklik yapılarak bu teklif kabul edilecekse, o zaman benim değişiklik taleplerimi de dikkate alın” demektedir. Ve burada çok haklı bir dayanağı vardır, çünkü esas itibariyle değişiklikler Maraş ve Lefkoşe Havaalanında yapılmıştır. Bu ikisinin aynı zamanda yürürlüğe girmesini istemektedir. Lefkoşe havaalanı teknik nedenlerle belki bir sene sonra belki iki sene sonra ancak açılabilecektir. “ o zaman Maraş’ın Birleşmiş milletler gözetiminde Rumlara açılması da aynı zamanda olsun” demektedir. Kendisine dayatılan, Maraş’ın hemen açılması, Lefkoşe havaalanının bir veya iki sene sonra açılmasıdır. Ama, muhtemelen, şimdiye kadar çok sık olduğu gibi, bu sefer de Maraş’a Rumlar yerleşecekler, Maraş’ta geri dönülmez noktaya gelinecek, ama Lefkoşe havaalanının açılması söz konusu olduğunda yine bir pürüz çıkacak ve neticede maraş Rumlara verilmekle kalınmış olacaktır.

Bu konuda kamuoyunu uyanık tutmaya mecburuz. Bu, Kıbrıs Türk tarafı ile de devamlı temas halindeyim. Sayın Denktaş ile de temastayız. Sayın ama muhalefet başkanı Eroğlu Pazartesi günü bana gelecek, onunla görüşeceğim. Hükümet ise bu konuda bir tek taraflı kamuoyu yönlendirme faaliyeti içindedir. Salı günü mecliste yapılan görüşmeler, sayın inan’ ın dile getirdiği görüşler milletten gizlenmiştir, kasıtlı olarak verilememiştir. Adeta hükümetin doğrultusunda tek taraflı olarak bir kamuoyu oluşturulmaya çalışılmaktadır. El altından denktaş üzerinde baskı yapılmaya çalışılmaktadır. Ama, bütün bunların sonuç vermemesi, 30 senedir götürdüğümüz bu milli meselenin bu zayıf hükümet yüzünden zarara uğramaması, geniş ölçüde bizim bu konudaki tutumumuza ve milletimizin dikkatini bu konuda uyanık tutmamıza bağlıdır. Bunun gereğini de önümüzdeki dönemde yapmaya devam edeceğiz.

Hepinize saygılar sunarım. (alkışlar)