- ANAVATAN
PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ'IN
- TBMM
GRUP KONUŞMASI
27
Nisan 1994
Değerli arkadaşlarım; bu toplantının
başından şu ana kadar konuşan 3 arkadaşıma ve bu toplantının
kapalı olarak yapılması isteyen bütün arkadaşlarıma teşekkür
ediyorum.
Değerli
arkadaşlarım, bugün nisanın 27’si. Demek ki mahalli seçimlerden
bu yana tam bir ay geçmiştir. Hatırlansanız, seçimlerden iki
gün sonra, zannediyorum 29 martta yapılan yine kapalı olarak
yaptığımız grup toplantısında ben seçimlere ilişkin kendi
değerlendirmemi sizlere aktardım ve bütün arkadaşlardan hiçbir
kişiye, hiçbir kurula istisna tanımamak suretiyle, ama
gerekirse bir arkadaşımızın biraz önce burada yaptığı
gibi, kendi kendilerini de eleştirmekten çekinmemek suretiyle bu
değerlendirmeyi yapmalarını rica ettim. Sanıyorum iki tane
kapalı toplantı yaptık; birisi grup yönetiminde, birisi de
burada. Arkadaşlarım görüşlerini dile getirdiler. O zaman henüz
daha olayın sıcaklığı içerisinde arkadaşlarım bazı
hususları eksik dile getirmiş olabilirler. Aradan geçen zaman
zarfında bu değerlendirmeleri daha sağlıklı yapma imkanına
kavuşmuş olabilirler. Şimdi, bir ay sonra böyle bir kapalı değerlendirme
toplantısı yapılmasında ben büyük fayda görüyorum. Bunun için
arkadaşlarıma tekrar teşekkür ediyorum.
Şimdi,
bütün arkadaşlardan bir ricam var, benden sonra söz alan 8
arkadaşım daha varmış, belki toplantının akışı içerisinde
söz almak isteyen başka arkadaşlarım da çıkabilir. Benden
sonra konuşacak bütün arkadaşlarımdan bir ricam var; bunu
arkadaşlarımla geçtiğimiz bir ay içerisinde yaptığımız özel
sohbetlerde de sık sık dile getirdim özellikle parti yöneticisi
arkadaşlarımla yaptığım toplantıda dile getirdim. Bu değerlendirmeleri
yaparken, başınızı kuma sokmamanız lazım. Yani, bu değerlendirmenin
çerçevesi, sadece kendinizden, kendi seçim bölgenizden, hatta
sadece Anavatan Partisinden ibaret olmaması lazım. Şimdi, bu
konuda ne kastettiğimi söyleyeceğim; sizlere bugünkü durumla
ilgili kendi görüşüme göre Türkiye’nin durumunu tasvir
etmeye çalışacağım. Ama, ondan önce bir parantez açmak
istiyorum, bakın, bu toplantının kapalı yapılması, ancak bir
şartla bize fayda getirir: Eğer bunun gizliliğine bütün
arkadaşlarım riayet ederlerse fayda getirir. Eğer bazı arkadaşlarım
geçmişte olduğu gibi, bu toplantıdan sonra çıkıp, burada
konuşulanları, üstelik de çarpıtarak, saptırarak basınla
paylaşırlarsa, bu partiye de hepimize de zarar getirir. O zaman
böyle bir toplantıyı yapmaktansa, yapmamak daha evladır. (alkışlar)
Bir
kere bütün arkadaşlarım şunu bilmesi lazım, ben dahil, hiçbirimizin
siyasette şahsi bir ağırlığım yoktur. Varsa son derece cüzidir.
Hepimizin ortak menfaati, hepimizin ortak ağırlığı Anavatanın
ağırlığına bağlıdır... (alkışlar) Anavatan Partisini başarılı
kılmakla, Anavatanın başarısı için çalışmakla, aslında
hepimiz kendi şahsi çıkarımızı, kendi şahsi, siyasi geleceğimizi
de en uygun şekilde en elverişli şekilde şekillendirmiş
oluruz. Onun için, bu konuda bütün arkadaşlarımın, bu
toplantının hedefine ulaşabilmesi için, gizliliğine riayet
etmelerini rica ediyorum. Eğer bu yapılmazsa, benim işim çok ağır
olur. O zaman burada 100 arkadaşımla yaptığımız toplantıyı
benim her arkadaşımla 100 defa yapmam gerekir.
Bakın,
bundan kaçıyor değilim, bundan yüksünüyor değilim, hatta o
Grup toplantısında sizlere dedim ki: Sizlerle ayrıca özel görüşmeler
yapacağım. Burada söylediğim çekincelerle dile getirdiğimiz
hususlar olursa, onları bana iletmeniz için özel de görüşeceğim.
Bir ay içerisinde arkadaşlarımın ancak belki üçte biriyle görüşebildim,
üçte ikisiyle daha
görüşemedim. Bunlara önümüzdeki günlerde devam etmeye çalışacağım.
Bu konuda beni eleştirirken her arkadaşımın kendisini benim
yerime koymasını istiyorum. Ben her eleştiriden fayda uman bir
insanım, her eleştiriden istifade etmeye çalışan bir insanım.
Ama eleştirirken arkadaşlarımın, eğer kendileri benim yerimde
olsaydı bu işin nasıl üstesinden gelebileceklerini bir düşünmeleri
lazım. Benim başka hayatım yok. Günde 18 saat politika yapıyorum,
ama Türkiye’nin şu bir aylık gündemini bir düşünün...
Bir ekonomik paket var, Türkiye’nin kaderini etkileyecek bir
paket. Bazen sabahtan akşama kadar, bu konuda uzmanlığına güvendiğim
parti dışında, siyaset dışından arkadaşlarla oturup çalışıyorum,
onların fikirlerini alıyorum; çünkü herkes bizden görüş
bekliyor, herkes bizden alternatif dile getirmemizi bekliyor. Önemli
dış gelişmeler var. İşte bugün onunla ilgili yine gideceğim..
Ve bütün bunların dışında teşkilatlarımız şu anda bir
moral bozukluğu içerisinde, seçimde umduğumu bulamamanın bir
moral bozukluğu var. Teşkilatlarımızı hem düzenlememiz,
yeniden elden geçinmemiz hem onlara moral aşılamamız lazım.
Bir
arkadaşımın dediği gibi, bir yandan basında bize karşı
konulan komplolarla mücadele etmemiz lazım. Yani, basına sık
çıkmamız lazım, televizyonlara çıkmamız lazım, görüşlerimizi
dile getirmemiz ve bütün bunların yanında arkadaşlarımla bu
değerlendirmeleri daha sık yapmamız lazım, daha özel yapmamız
lazım, önümüzdeki günlerde de yapacağım ama güçlüğüm
var.
Değerli
arkadaşlarım, bu eleştirilerde, bu değerlendirmelerde gözden
kaçırılmamasını istediğim durum şudur: Benim inancıma göre,
Türkiye bugün cumhuriyet tarihinin ekonomik bakımdan en zor dönemini
yaşıyor. Zaten 1970’li yılların sonundaki ekonomik krizle
karşılaştırılıyor. Benim inancıma göre bugünkü krizin
boyutları 1979’da yaşadığımız krizden kat be kat daha
fazladır, daha vurursanız vurun, bugün karşı karşıya olduğumuz
ekonomik sorun, hiçbir dönemde, herhalde burada oturan hiçbirimizin
hayatında Türkiye’nin karşılaşmadığı ölçüde ağırdır.
Şimdi,
Türkiye’nin henüz daha tam hissetmediği, vatandaşlarımızın
tam olarak kaçınılmaz olarak yaşayacakları, hem de işte bu
son finans piyasalarında yaşanan gelişmeler dolayısıyla bizim
tahmin ettiğimizden daha erken olarak yaşayacakları bu ekonomik
krizden Türkiye’nin düzlüğe çıkması lazım. Bu, parti
meselesini filan aşan bir meseledir, bu memleketin bekası
meselesidir; ama, bakın Türkiye bu ekonomik krize, sadece bir
ekonomik kriz olarak bakamaz. Bu ekonomik kriz, aynı zamanda Türkiye’nin
siyasi bakımdan, sosyal bakımdan ve dış gelişmeler bakımından
fevkalade duyarlı olduğu, hassas olduğu, fevkalade tehdit altında
olduğu bir döneme rastlanmıştır. Hepinizin dış ülkelerle
temasınız oldu, Avrupa ile Amerika ile temaslara giden arkadaşlarım
oldu, görüşen arkadaşlarım oldu. Ben iki buçuk sene Dışişleri
Bakanlığı yaptım, ondan önce dört sene Dışişleri Bakan
Vekilliği yaptım, belki içinizde bu ilişkileri en sık olan, -
yani diplomat arkadaşlarım hariç- en yoğun olarak yaşamış
arkadaşlarınızdan biriyim. Batılıların, Batı dünyasının,
yani bizim yaşam seviyesi olarak hedef aldığımız Batı dünyasının
Türkiye’ye bakışı, baştan beri sakat bir bakıştı. Onların
bir bölümü tarihte bizim övündüğümüz şeyleri aslında
barbarlık olarak niteleyen ve çok uzun zamandan beri bu barbarlıkların
hesabını bizden sormayı gözleyen insanlardır. Bu hesap onları
açısından 50 sene kadar görülememişti, yani, Türkiye’nin
burnu sürtülememişti. Sevr Anlaşmasıyla buna teşebbüs etmişlerdir,
ama ummadıkları bir direnç, Atatürk’ün örgütlediği ummadıkları
bir dirençle karşılaşınca bunu ertelediler. Arkasından soğuk
savaş geldi, soğuk savaş döneminde Türkiye’nin durumu bu
hesabın görülmesini geciktirmiştir. Şimdi bugün soğuk savaş
bitmiştir. Bugün Amerika’nın gözünde Rusya Türkiye’den
daha yakındır belki. Ortak şeyleri daha fazladır ve bu
politikaya da yansımaktadır. Bugün, Avrupası, Amerikası,
hepsi Türkiye’nin artık burnunun sürtülmesi için zamanın
geldiği düşüncesindedirler. İşte güneydoğu meselesine müdahaleleri
bundandır. Avrupa Parlamentosundan karar çıkarmaları, Türkiye’ye
ambargo uygulayın diye ülkelere çağrıda bulunmaları, bizi
Avrupa Konseyi’nden atmakla tehdit etmeleri Amerikan Başkanın
Türkiye’nin içişlerine müdahale etmekten çekinmeyerek Başbakan’
a üstelik de bunu mektupla bildirilmesi hep bunun işaretleridir.
Dolayısıyla ekonomik bakımdan bu kadar ağır bir krizin içerisinde,
aynı zamanda dış gelişmeler bakımından da bu kadar talihsiz
bir dönemden geçiyoruz.
Ama
mesele bununla bitmiyor, Türkiye’nin, sadece Cumhuriyet dönemi
boyunca değil, yüzyıllar boyunca bölünmesini arzulayan, Türkiye’yi
bölmek için Türkiye’ye nifak tohumları ekenler, bu dönemde
bu çabalarını daha da artmışlardır. Güneydoğu meselesinin
aslında bu yatar. Alevi-sünni ayırımının, laik-antilaik ayırımı
hepsinin bu kadar gündeme gelmesi, bu kadar Türkiye’nin gündeminin
başına oturtulması hep Türkiye’nin zaafından yararlanmak
isteyen, konjonktürel zaafından yararlanmak isteyen içimizdeki
ve dışımızdaki bu çevrelerin ortak gayretinin sonucudur,
tesadüfi değildir.
Ve
bakın, bütün bu gelişmeleri üst üste koyarsanız, yani içeride
ve dışarıda yaşanan bütün bu olayları tek bir tabloya
oturtursanız, bu tablonun siyasi sonucu hep radikal görüşleri,
aşırı görüşleri savunan partilerin gelişmesi sonucunu
verir. Seçim değerlendirmemde bunu söyledim, biz bu seçimlerin
mağlubu muyuz; evet mağlubuyuz. Ama bizimle beraber bizden daha
fazla yara alan partiler var, daha fazla oy kaybeden partiler var.
Yok iktidarda iken oy kaybedilmesi normalmiş... Bu doğru değildir.
İktidara geleli daha iki sene olmuş. İki senede halka ters
gelecek hiçbir şey yapmamışlar. Sadece vermişler, erken
emeklilik vermişler, devletin bütün imanlarını sömürmüşler,
dış borçları yüzde 50 artmışlar, halka sadece vermişler.
Bu kadar verdikleri halde, ekonomiyi çökertmek pahasına,
memleketi batırmak pahasına bu kadar sorumsuz ulufe dağıttıkları
halde yüzde 6 oy kaybetmişlerdir. Dolayısıyla bu seçimlerin
mağlubuyuz, ama tek mağlubu değiliz. Bizimle beraber herkes
kaybetmiş, kaybetmeyen iki tane parti var, ikisi de radikal
partiler. Birisi milliyetçiliği, birisi dini istismar eden
partiler.
Ben
o gün söyledim, şimdi bu tabloya bakıp da bazı arkadaşlarım,
“bu durumda Anavatan Partisi olarak bizim de ileride oyumuzu artırmamız,
gelişmemiz için, radikalleşmemiz gerekir” diye bir sonuca
varabilirler. Bugünkü Türkiye’nin haline bakıldığında,
bugünkü konjonktüre bakıldığında bu mantıki de gözükebilir,
ama “biz hiçbir zaman radikal parti olamayız. Biz radikal
parti olduğumuz zaman kendi kendimizi inkar etmiş oluruz dedim.
Yani, bu sonuca gitmeyi baştan önlemeye çalıştım. (alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, hepinizi bu değerlendirmeleri yaparken iki
sorumluluğa birden davet ediyorum. Birisi parti sorumluluğudur.
Yani, kişisel hesabınızı, kişisel endişelerinizi parti
menfaatinin önüne geçirmemenizi istiyorum. Çünkü, eğer
herkes kişisel hesabını, şahsi hesabını yaparsa, bunu
partinin önüne koyarsa, bundan parti zarar görür. Partinin
zarar gördüğü yerde hiçbir şahsi hesabın tutması mümkün
değildir. Ama, bir ikinci sorumluluğumuz daha var, onun için söylüyorum,
bu genel değerlendirmeyi yaparken, parti hesabını da memleketin
hesabının önüne koyamayız. Parti menfaatini memleketin
menfaatinin önüne koyamayız! Çünkü, diğer partiler bunu
yapabilir, ama biz de aynı yanlışı yaparsak, bu memleketin
batarsa hiçbir partinin bekası söz konusu olamaz.
Onun
için, bazı şeyleri içimize sindirmek zorundayız, sineye çekmek
zorundayız; hoşumuza gitmese bile, partimiz açısından en doğru
davranış gibi görünmese bile, geçmişte yapılan muhalefet örneklerine
uymasa bile, siyasetten bize zarar veriyor görünse bile, bazı
şeyleri sineye çekmek zorundayız. İşte geçmişte yapılan
sorumsuz muhalefet örneklerinin memleketi getirdiği yer burasıdır.
Bugün Türkiye’de milletin siyasetçiye güveni kalmamıştır.
Ben,
yapılan bütün değerlendirmelerden, hangi kademede olursa
olsun, kimi ilgilendirirse, ilgilendirsin, hepsinden memleket ve
parti açısından çıkarabileceğim doğru sonuçları çıkarmaya
hazırım. Ama, bir iki arkadaşım ve teşkilatta konuştuğum kişi
bana, “bak bunlar yalan söylediler, iktidar oldular. Sen de
yalan söyle biz de iktidar olalım” demişlerse, benim buna
uymam mümkün değildir. O zaman siyaseti bırakmam gerekir. (alkışlar)
Şimdi
değerli arkadaşlarım, güç durumda olduğumuzu kabul ediyorum.
Ben dahil, sizler dahil, teşkilatlarımızın da umduğunu
bulamamanın rahatsızlığı içerisinde olduğunu biliyorum.
Ama, umduğunu bulamayan, seçimde istediği sonucu elde edemeyen
tek parti biz değiliz. Bizimle birlikte 11 parti de aynı
durumda. Sadece iki parti umduğu sonucu almış. Bizim diğer 10
partinin hepsinden bir üstünlüğümüz var; biz, hiç olmazsa
bu meseleleri açıkça konuşabiliyoruz. Yani, bunu düzeltmenin,
kendimize çeki- düzen verebilmenin, yanlışlarımızı bulup,
onları doğrularla değiştirmenin hiç olmazsa gayreti içerisindeyiz.
Bu gayreti devam ettirmemizi istiyorum.
Şimdi,
böyle bir değerlendirmede kendi içimize döndüğümüz zaman,
ama memleketin şartlarını unutmadan, memlekete zarar vermeden,
kendi yanlışlarımızı, kendi muhasebemizi yapmaya koyulduğumuz
zaman, bunun çeşitli unsurları var. Bir tanesi parti yönetimiyle
ilgilidir. Parti yönetiminin içerisinde Genel Merkez vardır,
grup vardır, milletvekilleri vardır. Parti yönetimi içerisinde
liderlik müessesesinin ayrı bir yeri var. İsterseniz onu dışarı
da çıkarabilirsiniz. Ben, kendi siyasi kariyerimi Türkiye’de
liderlik müessesesinin gücünün azaltılmasına ve siyasette
karar alma mekanizmasının mümkün olduğu kadar çok insan
tarafından, çok insanı içine alacak şekilde genişletilmesi yönünde
kullanmaya çalıştım. Daha genel başkan olmadan önce bunu söyledim.
Rahmetli ÖZAL’ a karşı söyledim.
Geldikten
sonra bunu yapmaya çalıştım. Bunu ne kadar yaptığımı tartışmaya
açığım; ama, asıl istediğim bu olduğunu bu konuda samimi
olduğumu söylüyorum. Şimdi, bir arkadaşım eleştirdi, aday
tespitleri meselesi. Her yerde uyguladığımız bir genel prensip
vardı. Dedik ki, eğer oradaki arkadaşlarımız, teşkilat
mensubu arkadaşlarımız, milletvekili arkadaşlarımız hepsi
bir tek adayda birleşirlerse, bize aday önerirlerse, biz orada
yeni bir değerlendirme yapmayacağız, o adayı otomatikman parti
adayı olarak ilan edeceğiz. İnanın Türkiye’de sadece beş
yerde bu imkan çıktı. Onları da hemen ilan ettik. Ve onlar
hepsi başarılı oldular. Bir tanesi sadece Kahramanmaraş’ta,
hileyle kazandığımız başkanlığı 300 oyla, elimizden aldılar.
Şimdi,
eğer böyle bir ortak karar alma ilkesini yürütemiyorsak
partide, eğer şahsi hesaplar ağır basıyorsa, şahsi değerlendirmeler
farklı oluyorsa, bir yerde bir aday üzerinde birleşilemiyorsa,
benim demin söylediğim sadece il düzeyinde idi, o zaman
birisinin burada hakem olması lazım. Yani, tarafları uzlaştırmak
için onları bir araya getirmesi ve uzlaşma sağlaması
demeseniz de kendiniz karar merci yerine geçip karar vermeniz lazım.
Bazılarını tatmin edebilirsiniz, bazılarını
etmeyebilirsiniz. Ama neticede bir karar almanız lazım. Dolayısıyla
liderliğin, parti olursa olsun, karşı karşıya kalacağı güçlükler
vardır. Ama, ben her olduğu, herkesin partideki geleceğini
sadece lidere olan yakınlığıyla belirlediği bir parti düzeninden
yana değilim. Çünkü, izin vermeyen bir yerdir. Huzurunuzda açıkça
söylüyorum, bugüne kadar hep böyle davranmaya çalıştım. Eğer
münferit yanlışlarım varsa, orada beni ikaz etmek sizin görevinizdir.
Ama, ne zaman karar verme yükü benim üstüme geldiyse, hiçbir
zaman bana daha yakın olan bana sempatik olan, benimle iyi ilişki
içinde olan arkadaşları değil, parti için daha çok çalışmış
olan ve partiye daha fazla fayda sağlayacağını düşündüğüm
arkadaşları tercih ettim. Bundan sonra da böyle yapacağım.
Çünkü benim parti başkanı olduğum sürece, bu şekilde
davranmamın zorunlu olduğuna inanıyorum, duygusal olmamam
gerektiğine inanıyorum ama, şu eleştiriyi arkadaşlarımın
yaparken insaflı olmaları lazım, yanlış yapmamaları lazım.
Daha doğrusu ben şu eleştiriyi kabul etmem: Ben, partiyi
ilgilendiren bütün önemli kararlarda hep en iyiyi kendimin düşündüğüne
inanıp, mutlak lider olma iddiasıyla işbaşına gelmedim. Ben
tam tersini söyledim, ben bu partide ekip anlayışını,
kurulların çalışmasını sağlamayı hedefleyerek buraya
geldim, bunu vaat ederek geldim.
Şimdi,
bu çalışma düzeni benim dışımda sebeplerden dolayı sağlanamamış
olabilir; ama, eğer bu sağlanamamışsa, herhangi bir kriz anında,
işte bugün içinde olduğumuz gibi, herhangi bir zor dönemde
bazı arkadaşlarımın çıkıp da, “sen niye geçmişteki
liderler gibi, mesela bizim kurucumuz Rahmetli ÖZAL gibi mutlak
lider olmuyorsun? Niye daha otoriter davranmıyorsun? Niye bazı
kararları kendin almıyorsun?” diye beni eleştirmeleri
yersizdir. Tam tersine bu benim vaat etmediğim bir şeyi benden
istemek olur. Ama eğer bir arkadaşım gelip de bana, “beni de
ilgilendiren benim bölgemi ilgilendiren şu konuda niye benim
fikrimi almıyorsun?” veya “bizim görevimize, bizim sorunluluğumuza
giren bu konuda niye ortak karar mekanizmasını çalıştırmıyorsun?”
diye beni eleştirirse, yerden göğe kadar haklıdır. Ne zaman
öyle bir durum varsa ben yanlış yapmışımdır. Ama bunun
tersi doğru değildir ve kimsenin de benden bunu beklemeye hakkı
yoktur. Çünkü benim böyle bir taahhüdüm yoktur. Benim, tam
tersine, hepinize, her zaman “bu sorumluluk ortak sorumluluğumuzdur.
Bu partiyi hiçbirimiz tek başımıza başarıya götüremeyiz:
ancak, her arkadaşım bu konuda kendi üstüne düşeni yaparsa,
hatta kendi imkanlarını zorlayarak, kendi gayretlerini azami ölçüde
artırarak bu ortak çabaya katılırsa başarılı oluruz” demişimdir.
Şimdi
değerli arkadaşlarım, parti yönetimiyle ilgili arkadaşlarımızın
eleştirileri olabilir. Bunları belki burada dile getirmeyi de
arkadaşlarım sakıncalı bulabilirler. Bunları da bana söyleyebilirler.
Benimle ilgili eleştirilerini, parti yönetimiyle ilgili eleştirilerini
hepsini bana aktarabilirler ve bunları tabii doğru bulduklarımızı,
paylaştıklarımızı, arkadaşlarımızın çoğunluğunun ortak
arzusu olduğunu tespit ettiklerimizi, zaman içerisinde düzenleriz.
Ama, mesele sadece yönetimden kaynaklanan bir mesele değildir.
Meseleyi sadece yönetimle ilgili düşünmek eksik bir değerlendirme
olur. Birde partinin programı meselesi var. Bazı arkadaşlarım
burada dile getirdiler, bazıları da kamuoyuna doğrudan doğruya
dile getiriyorlar, parti programımızın bugünkü şartlara
cevap vermediği, bugün bu programımızı geliştirmek gerektiği
konusunda düşünceler var. Ben bu konudaki eleştirilen mutlaka
doğru olduğuna inanmıyorum. İlk konuşan arkadaşım Fevzi bey
laiklik konusunu bir örnek olarak ileri sürdü, bizim bu konuda
sessiz, suskun kaldığımız ifade ettik.
Şimdi
değerli arkadaşlarım, Anavatan Partisi olarak, partiyi
kurarken, bu partiyi dört umde üzerine oturtmuşuz. Bu parti hem
milliyetçilik ilkesine hem muhafazakarlık ilkesine hem serbest
piyasa ekonomisi anlayışına hem de sosyal adaletçilik ilkesi
üzerine inşa edilmiş. Ben diyorum ki: Eğer biz hakikaten bu dört
ilkeyi, dört umdeyi iyi bağdaştırabilirsek, bu sentezi iyi bir
şekilde hayata geçirebilirsek, böyle bir bileşimden böyle bir
sentezden 1983 yılında Anavatan Partisi ne kadar yarar sağlamışsa,
ne kadar milletin teveccühümü kazanmışsa, bugün 1994’te de
en az o kadar fayda sağlar. Ama, buradaki eleştiri, bu umdelerin
herhangi birisinin eksik olduğu, yanlış olduğu fazla olduğu
eleştirisi olamaz. Burada yapılacak eleştiri, bizim bugünkü görüşlerimizle,
bugünkü politikalarımızla bu dört ilkeyi, bu umdeleri gerçekten
tüm olarak kucaklayıp kucaklayamadığımız eleştiri gibi
mutlaka telafi edilmesi düşünülen tedbirleri, yani
alternatifleri de içinde beraber getirmelidir. Sadece eleştirmek
yetmez.
Bugün
bu anlamda, bu dört ilkeyi aynı şekilde özümlemek, en iyi şekilde
birbiriyle bağdaştırmak ve her politikamıza, her politika
belgemize, her görüşümüze bu dört ilkeyi hakim kılmak
zorundayız. Gayet bii vitrinimize de hakim kılmak zorundayız.
Ama, biz de tamamen o yönde bir düzenlemeye gidelim” demek
yanlıştır. “Bugün Türkiye’de aşırı muhafazakarlık rüzgarı
esiyor, işte Refah Partisi güçleniyor. Biz de sadece o yönde
değişikliğe gidelim” demek yanlıştır. Bizim bugün yapmamız
yeniden üzerinde tartışarak, konuşarak, ama en iyi biçimde,
halkımızın en iyi karşılayacağı biçimde yeniden sağlamaktır.
Bu konuda eksiklerimiz varsa, bunların hepsini konuşmaya hazırım.
Bizim
laiklik konusunda suskun kalmamız, bir ihmal değildir, bilinçli
bir harekettir. Çünkü laiklik Türkiye için hassas bir
konudur. Dünyada nüfusunun tamamına yakını Müslüman olup da
batılı anlamda laiklik müessesesini hayata geçirebilmiş hiçbir
ülke yoktur. Türkiye, işte 70 yıla yakın bir süreden beri,
bunun arayışı içerisindedir, bunun gayreti içerisindedir. Ve
geçmişte Türkiye’de laiklik ilkesinin uygulanması, dinine bağlı
insanların, mütedeyyin insanların devlet tarafından
horlanması, hatta zaman zaman zarar görmesi şeklinde olmuştur.
Onun için, biz Anavatan Partisini kurarken, Anavatan Partisinin tüzüğünde,
laikliğin tarifini yapmadık. Ama, bir ilke koyduk, dedik ki:
“Laiklikten vatandaşlarımızın din ve Mealen böyledir söylediğimiz.
Yani, geçmişteki yanlış uygulamaların laiklik kılıfı altında
devam ettirilmesine kayıtsız kalmayacağımızı daha ilk kuruluştaki
tüzüğümüzde ortaya koyduk ve nitekim 1991 yılında bu kötü
uygulamalara, bu yanlış uygulamalara zaman zaman milletimizi
isyan ettiren bu uygulamalara son veren düzenleme bizim iktidarımıza
nasip oldu. Bunlara kılıf yapılan 163 üncü maddenin kaldırılması
bizim iktidarımızın eseriydi. Ama biz hiçbir zaman, parti
olarak şu iki şeyi başkalarının yaptığı gibi dinimizi
istismar ederiz. Bu ikisi de bizim istismar etmemiz gereken, hatta
siyasetin üstünde tutmamız gereken şeylerdir.
Şimdi,
Türkiye’de laiklik meselesinin gündeme gelmesinden en fazla
rahatsız olması gereken ve en fazla zarar görecek olan parti
biziz. Çünkü, biz bu meselenin en yumuşak şekilde, kimsenin
burnu kanamadan, kimse zarar görmeden, genel bir anlayış havası
içerisinde, genel, büyük bir uzlaşma içerisinde ve bu
memlekette yaşayan herkesin kabul edeceği biçimde çözümlenmesini
amaçlayan bir partiyiz. Bu
mesele toplumda ne kadar bir ayrılık meselesi olarak gündeme
getirilirse, bundan ancak kutuplardaki partiler fayda sağlar.
Yani, milleti birleştirmek isteyenler değil, milleti bölmek
isteyenler bundan karlı çıkar.
Meselenin
Türkiye açısından bir kere özü itibariyle, yani tarihi kökeni
itibariyle bizim dinimizin özellikleri itibariyle hassasiyet taşıyan
bir konu olduğunu biraz önce ifade ettim. Ama Türkiye için bu
meseleyi daha da kritik hale getiren bir şey daha var, maalesef Türkiye’deki
bizim dışımızdaki siyasiler, kendi siyasi çıkarları için
bu ayrılıklı devamlı olarak körükleyen, bu ayrılıklardan
siyasi çıkar uman insanlardır. Bunu hepimiz şu seçimlerden önceki
iki ay içerisinde birlikte yaşadık. Yani, Türkiye böyle bir
ekonomik krize giderken, Türkiye’nin bu kadar önemli dış
meseleleri varken, Türkiye’nin içerisinde iç savaş tehdidini
de beraber getiren Türkiye’nin içerisinde iç savaş tehdidini
de beraber getiren kritik gelişmeler yaşanırken anlamı var mıydı
laiklik tartışmasının?... Böyle bir meseleyi ortaya atmak,
sadece ve sadece bu kurutlaşmadan memleketti bu kamplaşmadan
siyasi çıkar umanların işidir.
Biz
bu tartışmaya giremezdik. Biz bu tartışmaya girseydik, hem
kendi ilkelerimize ters düşündük hem de bu konuda bize umut bağlayan,
bu konuda bize oy veren, bize siyasi destek sağlayan kitlelerin
kendi içinde bölünmesine, partiden uzaklaşmasına sebep
olurduk. Bu, bu konularda bizim fikrimiz olmadığı anlamında değildir.
Biz, bu görüşlerimizi, laiklik anlayışımızı, vatandaşlarımızın
din ve vicdan hürriyetlerine olan saygımızı her zaman dile
getiririz. Sadece sözle değil, icraatımızla da dile getiririz;
ama, burada dikkatinizi çekmek istediğim husus şudur: Türkiye’ye
bir tuzak kurulmak istenmektedir. Geçmişte sağ- sol ikilemi üzerine
oturtulan Türk siyaseti, solun çökmesinden sonra, bir başka
kutuplaşmanın üzerine oturtulmak isteniyor. Çünkü bazılarının
siyasi ikbali buna bağlıdır. Siyasi geleceğini sadece düşmanlıklar
üzerine kuran insanlar, Türkiye’yi yeniden bu şekilde kampa
ayırmak istiyorlar. Burada en çok çekinmemiz, kaçınmamız
gereken bir tuzak da laik- antilaik tuzağıdır. Çünkü bunun
aslında Türkçesi Müslüman-dinsiz ayırımdır. Bu ayırım
bizim 1983’ten beri Türkiye’de gerçekleştirmeye çalıştığımız
hedeflere tamamen ters bir ayırımdır. Bizim önlemeye çalışmamız
gereken bir ayırımdır. İşte Taksim’ deki o budalaca mitinge
katılmamamızın sebebi budur. Çünkü, bırakın şu Türkiye’nin
bugün içinde bulunduğu durumu, ama genelde Türkiye’nin bütün
bu sorunlardan azade olsa bile, dünyadaki yarıştan kopmamak için,
ileriye gidebilmek için, kalkınabilmek için, böyle anlamsız bölünmelerle
gücünü kaybetmeye tahammülü yoktur. Tam tersine, bunların üzerinde
bir konsensüsü Türkiye’de hakim kılmak mecburiyetimiz vardır.
Eğer bütün partiler bu konuda sorumsuz davranıyorlarsa, bu
bizim de sorumsuz davranmamızı gerektirmez. Tersine, bizim daha
da sorumlu olmamızı gerektirir.
Geçtiğimiz
27 Mart seçimlerinde Anavatan Partisi olarak bizim seçmene bir
mesajımızın olmadığı veya seçmene cazip gelecek, seçmeni
cezbedecek bir mesajımızın olmadığı konusunda bizi arkadaşlarım
burada görüş dile getirdiler.
Aslında,
ben inanıyorum ki, bizim bu seçimde bir mesajımız vardı ve
mesajımız şu idi: Türkiye kötü yönetilmektedir. Türkiye’yi
iki buçuk yıldan beri yöneten koalisyon hükümeti, hem yaptığı
vaatleri yerine getirememiştir hem de ülkenin bütün
meselelerini daha da kötüye götürmüştür. Bu mahalli seçimler,
ülke yönetimindeki bu kötü gidişi değiştirmek için bir fırsattır.
Bu mahalli seçimlerde eğer bizi iktidara getirirseniz, biz size
erken seçim sözü veriyoruz. Türkiye’nin yeniden düzelme
yoluna, iyileşme yoluna girebilmesi, ancak bir erken seçimle mümkündür.
Bizim mesajımız bu idi.
Şimdi,
bazı arkadaşlarım bu mesajın yeterli olduğunu doğru olduğunu
düşünebilirler, bazıları yanlış veya yetersiz olduğunu düşünebilirler.
Ama burada evvela şunu düşünmeye davet ediyorum: Ülke
genelinde yapılan bir mahalli seçim muhalefet partileri tarafından
her zaman bir genel seçim havasına sokulmak zorundadır.
Muhalefetin tek çıkar yolu budur. Bu yapılmadığı taktirde,
memleketin genel yönetiminin kötü olduğu konusunda seçmen
ikna edilemediği taktirde, mahalli seçimler her zaman seçimler
her zaman iktidarın avantajı olduğu seçimlerdir. Çünkü,
netice itibariyle mahalli idarelerin kendi beldelerine, kendi yörelerine
iyi hizmet verebilmeleri, vatandaşların beklentilerine cevap
verebilmeleri, sadece mahalli idarelerin imkanlarıyla mümkün değildir.
Her zaman, her iktidar, mahalli idarelerin imkanlarındaki bu
yetersizliği kullanıp, mahalli idareler seçiminde başarılı
olmayı dener. Geçmişte biz de aynı şeyi yaptık. Biraz da
yanlış yaptık. Hala bu seçimde yüzümüze vuruyorlar. İşte
belediye başkanlarının ellerini bağladık. “Bize oy
vermezseniz belediye başkanları size hizmet veremez” dedik,
1989’da. Ama bu seçimde bunlar bu işi daha pervasız yaptılar.
Başbakan bile, yani bu işleri konuşurken birtakım ölçülere
uymak zorunda olan, o makamlarda oturan bir kişi dahi, tuttu,
“Bana oy verirseniz ben 3 üncü ligdeki tamınızı 2 nci lige
çıkarırım” dedi, “2 nci ligdeki tamınızı 1 inci lige çıkarırım”
dedi. Bununla demek istediği şu idi: Güç bizdedir. Biz, şu
veya bu şekilde şu anda iktidarız. İktidardan gitmeye de
niyetimiz yok. Yani, bu mahalli açık açık söyledi- biz
1996’ya kadar mecliste çoğunluğumuz olduğu için iktidarda
kalacağız dedi. Bunun vatandaşa tercümesi şu idi: Muhalefete
vereceğiniz her oy, mahalli idarelerde size gelecek hizmetten
vazgeçmektedir. Size mahalli idarelerin hizmet verememesi
sonucunu getirir. Eğer hizmet istiyorsanız, eğer yolunuzun yapılmasını
istiyorsanız, eğer çöpünüzün toplanmasını, suyunuzun
akmasını istiyorsanız, iktidarın adayına oy verecekseniz,
bize oy vereceksiniz... Bu, her iktidarın mahalli seçimlerde
kullandığı bir argümandır. Bunlar bunu başbakan konuşmalarında
bu böyle işlendiğine göre, herhalde mahalli düzeyde adaylar
milletvekilleri, teşkilatları bunu çok daha kesin biçimde, çok
daha ileri biçim kullandılar.
Birtakım
idarelere, devletin birtakım kuruluşlarına eleman alabilmek için
sınavlar açtılar. Bütün bunlarla vermek istedikleri mesaj, güç
bizdedir, devlet bizim elimizdedir. Mahalli idarelerde eğer bize
oy verirseniz, hizmet alırsınız, bize oy vermezseniz hizmet
alamazsınız mesajı idi.
Ama
her şeyi daha kabul etmek zorundayız; dün burada bir arkadaşım
dedi ki: “Konjonktür bizim lehimize idi” Konjonktürün bizim
tam lehimize olduğuna emin değilim. Daha önce de, söyledim, 27
mart günü vatandaş henüz daha ekonomik şartların ne kadar
vahim olduğunun farkında değildi. Bunu yaşamaya başlamış değildi.
Bugün dahi değildir. Binaenaleyh bizim, “memleket kötü idare
ediliyor. Senin halin çok kötüdür. Bundan kurtulmak
istiyorsan, bizim adayımıza oy ver. Bu seçimde biz birinci
parti olursak, erken seçim sandığın önüne getiririz” mesajı,
vatandaşa inandırıcı gelmedi. Yani, vatandaş bunu biraz
dolambaçlı buldu, zor buldu.
Ben
bütün mahalli idareleri muhalefete versem bile, meclisten erken
seçim çıkmaz diye düşündü. Kaldı ki, iktidar da bunun üzerine
gitti... Başbakanın bir mesajı var, dedi ki: “Memleketin
durumu kötü. Yani, ekonomide ağır sorunlar var; bunlar on yıldan
beri biriken sorunlar. Ben şimdi bunları çözmeye çalışıyorum.
Elimde çok güzel programlar var, seçimden sonra bunları
uygulamaya koyacağım. Bir de memleketin başında bir terör
belası var; terör belasının üzerine kararlı biçimde
gidiyorum.” Aslında giden kendisi filan değil, giden silahlı
kuvvetler. O silahlı kuvvetlerin hazırlıkları bizim zamanımızda
yapılmış; ama, neticede vatandaş da biliyor ki, hakikaten terörle
mücadelede devletin artan bir hareketliliği var. “Bu seçimde
eğer bir istikrarsızlık çıkarsa, yani meclisteki iktidar başka,
mahalli idarelerdeki iktidar başka, partilerin eline geçerse,
terörle mücadele bundan zarar görür” dedi. “Memleket bir
istikrarsızlığa girebilir. Bu istikrarsızlık içerisinde bu
meseleler daha da ağırlaşabilir, terörle mücadele geri kalınabilir.
Ekonomik zorluklar daha da artabilir” dedi. Vatandaş bu riske
girmek istemedi. Benim en kaba hatlarıyla değerlendirmem budur.
Terör meselesi, vatandaşın gözünde hakikaten birinci mesele
idi. 27 Martta. Terör meselesinde vatandaş olumsuz sonuç doğuracak
bir durumun ortaya çıkmasını istemedi. Ekonomik şartlarına
baktı, bizim zamanımızdaki şartlardan pek farklı değildi.
Bizim zamanımızda da enflasyon yüzde 60-70’lerde idi, seçime
giderken de aynıydı. Evet, vatandaş bizim zamanımızda da şikayetçiydi,
şimdi de şikayetçi; ama, bizim söylediğimiz vatandaşa makul
gelmedi. Yani, vatandaş eskiye göre çok kötü şartlarda değildi.
Daha doğrusu, bugün yaşayacağı güçlüklerin farkında değildi.
Seçimden sonra başına nelerin geleceğinin farkında değildi.
Ve
nihayet, her seçimde olduğu gibi, daha doğrusu geçmiş seçimlerde
de olduğu gibi, doğru yol Partisi aldığı oyların yine büyük
kısmını kırsal kesimden aldı. Şehirlerde perişan oldular.
Şimdi,
dün söylediğim gibi, vatandaşı en çok ilgilendiren, aslında
bugün seçim yapılsa veya altı ay sonra seçim yapılsa,
tercihlerinde birinci derecede etkili olacak olan geçim şartları,
işsizlik, ekonomi gibi hususlar geçen seçimde etkili olamadı.
Daha doğrusu çok az etkili oldu. Onun yerine, birtakım
partilerin bilinçli yönlendirmesiyle terör meselesi ön plana
çıktı, laiklik meselesi ön plana çıktı. Aslında bugün
veya yarın yapılacak bir seçimde daha az etkili olabilecek olan
bu unsurlar vatandaşın tercihinde birinci başta MHP, daha sonra
da DYP karlı çıktı. Laiklik meselesini gündeme getiren SHP
idi. Belki laiklik meselesini gündeme getiren SHP’ ye büyük
şehirlerde bir iki puan kazandırdı ama, SHP Türkiye genelinde
aslında gündeme getirdiği bu konudan zararlı çıktı, oyu yüzde
13’e indi. Bu meseleden de Refah Partisi karlı çıktı.
Bu
konuları dile getiren arkadaşlarım haklıdır. Ben de
kendilerine katılıyorum. Bu iki konudan da biz oy kazanmadık,
hatta oy kaybettik. MHP’ ye oy kaybettik, refaha oy kaybettik.
Devlet imkanlarının kullanılmasından doğru yola oy kaybettik.
Ama şunu söylemek istiyorum: Bu seçime giderken muhalefet
Partisi olarak Türkiye’nin birliğini, bütünlüğünü her şeyin
önünde tutan, siyaseti vatandaşın refahını artırmak için
yapan. Milleti kamplara bölmeyi değil, tersine bölünmüş
insanları birleştirmeyi kendisine misyon edinmiş bir parti
olarak, bizim başka türlü bir seçim stratejisi alternatifimiz
yoktu. Yani, ne biz o kulvarlarda o partilerle yarışmayı tercih
edebilirdik, ne de yarın yüzümüze vurulacağını bile bile,
yarın çelişkiye düşmek pahasına tutarsızlığa düşmek
pahasına inanmadığımız şeyleri dile getirebilirdik. Bizim
tek çaresiz, başvurmak zorunda olduğumuz bir tek yol vardı; o
da ülkenin kötü idare edildiği, bu idareyle daha kötü bir
geleceğin ülkeyi beklediği ve Anavatan Partisinin ülkenin bu kötü
bir gidişini değiştirmek için göreve hazır olduğu mesajı.
Bunu söylemek yetmezdi, bunun yolunu da göstermek lazımdı ve
bunu sağlayabilmek için mahalli idare seçimlerinde başarılı
olmak yeterli değildi. Vatandaşa bunun devamını da söylemeliydik.
Arkasından erken seçimi zorlayacağımızı, bu işlerin yoluna
girebilmesi için, ülkenin kurtuluşu için erken seçimin
zorunlu olduğunu söylemeye mecburduk. Mantık dizimiz bunu
gerektiriyordu. Yani, önümüzde bir tek alternatif vardı, onu
yaptık, ama vatandaş buna inanmadı, vatandaşın aklı yatmadı.
Daha doğrusu inananların, aklı yatanların oranı yüzde
21’de kaldı.
Herhalde
konuşan arkadaşlarım da dile getirdiler, sizler de katılacaksınız,
bugün ülkenin konjonktürü farklıdır. Bir ay sonra 27 mart’
tan çok farklıdır. Bugün vatandaşlarımız, bizim seçimde söylediklerimizin
haklılığını daha fazla anlamaya başlamışlardır. Ama hala
yeterli değildir. Bir ay sonra, iki ay sonra Türkiye bambaşka
bir konjonktüre girecektir. Seçimlerdekinden çok farklı bir
konjonktüre girecektir. Oradaki artık böyle ucuz edebiyatla,
hamasetle, istismarla oy kazanabilmek mümkün olmayacaktır, çünkü
ekonomik şartlar ön plana çıkacaktır. Siyasi tercihler
normal, her zaman olacağı gibi, ekonomik şartlara göre
belirlenecektir. Bizim bugünden o konjonktüre hazırlanmamızın
en önemli şartı, Türkiye’yi içine düştüğü bu ekonomik
çöküntüden çıkarabilecek kadronun Anavatan Partisi olduğu
konusunda vatandaşa güven vermektir. En önemli yapacağımız iş
budur. Yani, geçmişin muhasebesini yapmaya devam edelim, burada
kalmasın. Arkadaşlarla özel sohbetler yapacağım, onlarda da
devam edelim, mahalli olarak da eksiklerimizi araştıralım, ama
geneldeki bu gerçeği gözden kaçırmayalım.
Türkiye,
bugün bambaşka bir konjonktüre gelmiştir. Türkiye, muhtemelen
önümüzdeki aylarda, önümüzdeki dönemde gene çok, bugünkünden
de daha ileri bir konjonktüre doğru gidecektir ve biz geçmişe
takılmadan, tabii ki geçmişi unutmadan seçimlerdeki
eksiklerimizi telafi ederek kendimize çekidüzen vererek bazı
arkadaşlarımın dile getirdikleri bazı haklı eleştirilerden
sonuç çıkararak, ama o yeni konjonktüre hazırlanmak zorundayız.
Burada
çok söylendi, basında da çok yazılıyor, ama burada bir yerde
aramızda konuşuyoruz, şahsi bir inancımı söylüyorum: Ben
vatandaşın, Türk vatandaşının büyük çoğunluğuyla
partilerin programlarını, politika önerilerini, o politikaların
dayandığı ilkeleri böyle uzun boylu araştırıp, bunları
birbiriyle karşılaştırıp, rasyonel tercihlerle oy verdiğine
inanmıyorum. Bakın niye inanmıyorum; 1991’e kadar biz
iktidarda idik, ana muhalefet Partisi SHP idi. Doğru yol Partisi,
Mehmet Bey mecliste söylemişti, yavru muhalefetti, 40- 50 kişilik
bir parti idi. Mecliste. Anavatan Partisi olarak biz, işte bugün
değeri daha da iyi anlaşılan çok dev icraatlar yaptık. Türkiye’de
programı üzerinde en fazla düşünülüp taşınılmış, Türkiye
şartlarına göre en iyi bağdaştırılmış, Türkiye’ye en
geçerli olduğu artık herkes tarafından genel kabul görmüş
olan bir partiyiz. Politikaları her zaman bu programla tutarlı
olan bir partiyiz. Bizim program yönünde, izlediğimiz
politikalar yönünde, onların eksik kalıp da önümüzdeki dönemde
tamamlanmamış gereken yönleri konusunda hiçbir sıkıntımız
yok. Bu konuda bir zaaf içinde falan değiliz. Ama hatırlayın,
o zaman ana muhalefet Partisi olan SHP, bir sürü bilimsel
komisyonlar kurdu. Her ay bir rapor neşrettiler. Güneydoğu
raporu, bilmem ne raporu, yüzlerce rapor neşrettiler. Eğer
mesele program meselesi, politika tespiti, politika belgesi olsaydı,
bunu SHP’ den iyi yapan yoktu. Karşımızda iki muhalefet vardı;
birisi ana muhalefet SHP, diğeri yavru muhalefet DYP. Birisi böyle
bilimsel çalıştı, program üstüne program ortaya koydu. Öbürü
meydan meydan dolaştı, “mutfak yanıyor, memlekette yangın
var. Bu yangından sizi ben kurtarırım” dedi. Yani, birisi
milleti programlarla ikna etmeye çalıştı, öbürü milletin
hissiyatına tercüman olup, millete güven vermeye çalıştı.
Var mıydı sayın DEMİREL’ in bir programı? Sadece sloganları
vardı, “Hesap soracağım, peşime düşün, Çankaya’yı
devireceğim” Bunların hiçbiri program değildi.
Şimdi,
biz geçmişe dönük değerlendirme yaparken, bunları da dikkate
almak zorundayız. Yani bir adım geriye de gitmek zorundayız. İktidarı
nasıl kaybetmiş olduğumuzu, hangi şartlarda kaybettiğimizi o
zaman iktidarı kazananların stratejisinde araştırmak zorundayız.
Bazen
inanıyorum ki, bir ufak çoğunluk dışında ve bir küçük azınlık
dışında, memleketin büyük çoğunluğu, şimdi bu bizim hep
hatamızdır, biz böyle aramızda değerlendirme yaptığımız
zaman Türkiye’yi 1 milyon insandan ibaret zannederiz. Çünkü
ülke meseleleri üzerinde devamlı fikir belirtenler onlardır,
onların kuruluşları vardır, onların temsilcileri vardır,
onların sesi çıkar, en ulaştığı günlük kamuoyundaki tartışmalara
katılan seçmenlerin sayısını atıyorum şimdi, 3 milyon, 4
milyon, 5 milyon bilmiyorum, 10 milyon, ama her seçimde görürüz
ki, Türkiye’de 34 milyon seçmen var. Yani son seçimde 34
milyon seçmen vardır.
Şimdi,
meseleyi böyle genel görürseniz, yani Türkiye’nin 1
milyonluk, 5 milyonluk seçmene sahip bir ülke olduğunu düşünürseniz,
ve gerçekçi olursanız, yani kimseye yaranmak için kendisi
aldatmadan şöyle meseleye gerçekçi bakarsanız, ben inanıyorum
ki Türk vatandaşının bu genel tablo içerisindeki büyük çoğunluğunun
siyasi tercihleri belirlenirken dikkat ettikleri birkaç şey var:
Bir tanesi, oy verecekleri partinin, oy verecekleri liderin,
kadronun bir kere kendilerine yabancı olmamasını istiyorlar,
kendilerinden uzak olmamasını istiyorlar. Şimdi bu kelimeleri
seçerek söylüyorum, yani o partide kendilerinden bir şeyler
bulmak istiyorlar, özdeşleşmek istiyorlar. İki, yabancı
olmamasını istiyorlar. Yani, siz istediğiniz kadar geçmişte
şunları yaptık, biz en iyi partiyiz, biz en doğru partiyiz
deyin, mutlaka sizinle temas istiyorlar. Bu teması ben yaparım,
siz yaparsanız, adaylar yapar, teşkilattaki arkadaşlar yapar.
Ama o parti adına kendilerine ulaşılmasını istiyorlar.
Bütün
anketlerde biz büyük farkla birinci parti idik, bize Türkiye
genelinde biz büyük farklı birinci parti idik, bize Türkiye
genelinde yüzde 32 oranını veriyorlardı. Ben bunlara inanmadım.
Daha doğrusu, bilmiyorum belki bazı arkadaşlarım onu da eleştirmeleri
gerekirdi, unuttular, bir parti başkanı olarak söylenmemesi
gereken ölçüde ihtiyatlı konuştum. Dedim ki: Aslında bu çok
çekişmeli bir seçimdir. Ben öyle fark falan olacağına inanmıyorum.
Çünkü biliyorum ki doğru yol Partisi bu iktidarı kullanmada
çok mahirdir, yani bizimle mukayese edilmez. Ve korktuğum başıma
geldi. Gündem de üstüne değişince, aradaki fark kapandı. Ben
anketlerin yılbaşı itibariyle doğru olduğuna inanıyorum.
Yani, seçim kampanyasının başlangıcında bizim birinci parti
olduğumuza inanıyorum. Ama o iki aylık, üç aylık sürede,
hem Türkiye’nin gündeminin değişmesi, suni olarak değişmesi,
hem devletin seçime sokulması, neticede getirdi oylarımızı doğru
yol yüzde 0,4 bir farklılıkla aynı düzeye indirdi.
Şimdi,
dolayısıyla asıl demek istediğim şu: Vatandaş birincisi buna
dikkat ediyor. Oy vereceği partinin kendisine yakın bir parti
olmasına. Her bakımdan kendisine yakın bir parti olması.
Burada da bu sefer vatandaşın çok seçeneği vardı, çok
alternatif vardı. 13 tane parti var; eğer adam bazı değerler
bakımından o değerlere birinci derecede önem veriyorsa, kendi
Partisine oy verdi. Bazı meselelere daha fazla önem veriyorsa, o
meseleyi en fazla telaffuz eden partiye oy verdi. Böyle bir çok
alternatifli bir seçimde bizim zarara uğrayacağımız tabii
idi. Ama, bu program meselesinde, yani yeni politika üretmek,
vatandaşa ülke yönetimiyle ilgili yeni öneriler getirme üretmek,
vatandaşa ülke yönetimiyle ilgili yeni öneriler getirme
konusunda, ben bunun geniş vatandaş topluluğunu değil, sadece
ülke meseleleriyle devamlı ilgili olan ufak bir çoğunluğu
ilgilendirdiğine inanıyorum.
Vatandaşın
buradaki ölçüsü, yani vatandaşı 34 milyon seçmen olarak düşünürseniz,
bana göre, güvendiği, kendisine yabancı olmayan, kendisinin
benimsediği insanlara ülke yönetimini emanet etmedir, anlayış
budur. Vatandaş size inanacaktır, size güvenecektir ve size
emanet edecektir, ülkenin idaresini size emanet edecektir. Büyük
çoğunluğuyla, ezici çoğunluğuyla Türk vatandaşının seçim
tercihlerindeki anlayışı budur. Ha, buradan yanlış bir sonuç
çıkmasın: Biz Anavatan Partisi olarak, işte değişen koşullara
göre yeni politikalar üretmeyelim. Yeni programlar önermeyelim.
Mevcut programlarımızı değişen koşullarda devamlı gözden
geçirmeyelim gibi bir sonuç çıkmamalıdır. Ama benim yapmak
istediğim ayırım şurada: Biz bunu devamlı yapacağız, zaten
yapıyoruz. İşte yerel yönetimlerle ilgili tek program ortaya
koyan parti biziz. Güneydoğu meselesinde hep beraber gecelerce
çalışıp yeni bir politika tespit eden tek parti biziz. Bugün
meclisteki öbür partilerin çoğu bu meseleyi gruplarında tartışabilecek
bir platforma dahi sahip değildirler. Bizim yaptığımızı doğru
yol Partisi yapmaya kalksa, parti karışır. Ama biz bu süreçleri
geçtik. Parti olarak ortak bir politika tespit ettik, sonra bunu
bir belgeyle kamuoyuna da açıkladık...
Binaenaleyh
bu işimize devam etmemiz lazım. Bunu yapmamız, esas itibariyle
oy kazanmak için olmamalıdır. Bunu yapmamızın sebebi, yarın
o sorunları üstlendiğimiz zaman, o sorumluluğun altına girdiğimiz
zaman, işte bugünkü hükümet gibi, aylarca ne yapayım diye düşünmeden
hemen işe koyulabilmek için olmalıdır. Bu çalışmaları
yapalım, ama bunu oy kaygısıyla yapmayalım.
Demin
dediğim sebeplerden dolayı, başka alternatifimiz olmadığı için,
biz bu seçimleri bir genel seçim havasına sokmaya çalıştık.
Ülkenin kötü yönetildiğini söyledik, çözüm yolunu da gösterdik,
ama yeterli desteği alamadık.
Şimdi,
bugün benim inancım, benim gözlemim, vatandaş şu son bir ayda
yaşadıklarıyla dahi, bizim seçim mesajımızın doğru olduğunu
görmektedir. Seçimden önce ben “erken seçim” dediğim
zaman hiçbir kuruluş bize destek vermedi, hiç kimse arka çıkmadı.
Şimdi bugün yavaş yavaş meslek kuruluşları erken seçimin
çözüm olduğunu söylemeye başladılar.
Şimdi,
buradaki çelişki şudur: Biz ana muhalefet Partisi olarak
iktidarın alternatifiyiz. Rejimin işleyebilmesi, vatandaşın
rejimden umudunu kesmemesi, bu iktidardan umudunu kestiği
takdirde, bize umut bağlaması bağlıdır. Biz vatandaşa, seçimlerde
çözümü göstermişiz. Seçimlerden sonra dediklerimiz doğru
çıkmaya başlamış. Şimdi vatandaş feryat etmeye başlayınca,
“yandım” diye bağırmaya başlayınca, bizim öngördüğümüz,
zamanında söylediğimiz zaman felaket tellallığı diye suçlandığımız
şeyler doğru çıkmaya başlayınca, bunun faturası yine bize
kesmeye çalışıyorlar. Şimdi, eğer seçime giderken biz
bunları dile getirmemiş olsak, şu veya bu mülahazayla vatandaşa
söylememiş olsak, hatta ikibuçuk yıllık muhalefet döneminde
bu iktidarı her vesileyle uyarmamış olsak, “böyle giderseniz
sonunuz felakettir” dememiş olsak, bugünkü eleştiriler haklı
olabilir. Ama biz muhalefette bu uyarı görevimizi devamlı yaptığımız
halde ve bu gidişi değiştirmek için vatandaşın önüne
demokratik sistem içinde çıkabilecek tek fırsat olan seçimde
gidip doğrudan doğruya vatandaşa bunu çözüm olarak getirdiğimiz
halde, şimdi bugün bize yöneltilen bu eleştiriler, ancak küçük
hesapların ve özel maksatların getirdiği eleştiriler
olabilir. Bugünkü durumdan dolayı bize yöneltilebilecek
genelde söylüyorum- hiçbir eleştiri yoktur. Ama gördüğümüz
hadise şudur: Sanki hükümet bizmişiz gibi, biz hükümete
ortakmışız gibi, bu hükümetin sebep olduğu bütün sıkıntıların
eleştirisi hükümete olduğundan daha fazla bize yöneltilmektedir.
Ve sanki, Anavatan iktidarı devam ediyormuş gibi, vatandaş çözümü
yine bizden beklemektedir. Burada akıl almaz bir çelişki vardır.
Hepinizin
şahit olduğu, hepinizin izlediği Anavatan Partisi’ne ve özellikle
bana yönelik bir kampanya var, bir yıpratma kampanyası var.
Bizden bazı taleplerde bulunuyorlar, bize emir veren bu insanlar
kimdir diye baktığımız zaman, bu insanlar geçmişte iktidar
olduğumuz zaman, bizi yıpratmak için ellerinden geleni ardına
koymayan insanlar. Dün seçim mücadelesine girdiğimiz zaman, o
uydurma anketleriyle yalan haberleriyle bizim başarısızlığımız
için çalışmış insanlar. Ve bugün bizden başarısızlığımız
için çalışmış insanlar. Ve bugün bizden kendi tavsiyelerine
uymamızı istiyorlar. Asıl gayeleri bizi yıpratmaktır, asıl
gayeleri bizi alternatif olmaktan çıkarmaktır. Bununla hizmet
ettikleri bir tek şey vardır: İktidar filan değildir, kendi
menfaatleridir. Bunu yadırgamıyorum ve hiçbir zaman, bu çevrelerle
bir kavgaya, bir anlamsız mücadeleye girmemiz gerektiğini söylemiyorum.
Biz
birçok şeyi görmezlikten geleceğiz, duymazlıktan geleceğiz.
Ama, hepsinden önemlisi, particiliğin en önemli ölçülerinden
bir tanesinin bize karşı böyle büyük bir kampanyanın yürütüldüğü
zor bir dönemde göstereceğimizi direnç olduğunu da unutmayacağız.
Eğer bu direnci bütün arkadaşlarım gösteremezlerse, bu
partiyi başarıya götürmemiz mümkün olmaz. Eğer ben bir tek
arkadaşıma, partinin yetkili kurullarında, eğer mahzurlu görüyorsa
gelip özel görüşmede bana, benimle ilgili herhangi bir konuda
açık, samimi tenkidini dile getirdiğinden dolayı bir tavır
takınmışsam, bunu imkansız hale getirmişsem, o zaman o arkadaşımın
yerden göğe kadar hakkı olur. Ama eğer ben, başka arkadaşlarım
da söyledi, burada tevazuyu bir yana bırakıp söyleyeceğim, bu
meclisteki hiçbir partinin genel başkanının cesaret edemediği
şekilde bu kürsüyü herkese açık tutmuşsam, bu mikrofondan söylenen
her şeyi tam tersine tahrik etmişsem, teşvik etmişsem, o zaman
bu platformların dışında, bu senaryolara alet olmanın hiçbir
mazereti kalmaz. (alkışlar)
Bakın,
bu senaryoların, bu kampanyaların bir tek amacı vardır;
zannediyorlar ki, ben çok çıtkırıldım bir liderim., öyle
eleştirilere dayanamam, bir ay bunun dozunu artırarak beni bıktıracaklar...
Bazı yazarlar köşelerini bana ayırmışlar. Memleket yanıyor,
memleket batıyor, bir aydan beri beni yazıyorlar.
Şimdi,
huzurunuzda ifade ediyorum; ben bunlara zerre kadar metelik
vermem. Geçmişte de böyle kampanyaları bana karşı düzenlediler.
Ne onları muhatap alırım, ne cevap veririm, ne de bundan dolayı
herhangi bir şekilde yılgınlığa düşerim. Ama, bütün
arkadaşlarımdan bir tek istediğim var. Bu senaryolara alet
olmasınlar. Ne dertleri varsa bana söylesinler, gelsin burada söylesinler.
Hani burada söylenenler çarpıtılarak dışarı yansırmış,
ona da metelik vermem. Ama, eğer -dün söyledim- hepimiz teker
teker, kendi çıkarımız doğrultusunda politika yaparsak bu
partiyi ayakta tutamayız. Tam tersine, arkadaşlarımdan parti
menfaati için zaman zaman kendi hesaplarından fedakarlık
yapmalarını bekliyorum.
Biraz
önce bir arkadaşımı dinlerken, kendi grubumuz içinde de birçok
temel konuda ne kadar farklı görüşler olduğunu bir defa daha
gördüm. Bir arkadaşım, 1991 seçimlerinden sonra bizim doğru
yol ile koalisyon yapmamamızın yanlış olduğunu söyledi.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde Sayın DEMİREL’ e
vermememizin, onu oybirliğiyle seçmememizin yanlış olduğunu
söyledi. Birçok arkadaşımın bu konuda tam tersine düşündüğünü
biliyorum. Hatta belki büyük çoğunluğunun tersini düşündüğünü
biliyorum. Ama, değerli arkadaşlarım, biz asıl farklı görüşlere
sahip olduğumuz zaman bir parti olduğumuzu ispatlamak zorundayız.
Hepimiz aynı görüşü desteklersek, kafamızda tezekkür
etmeden, burada tartışamadan, hepimiz asker gibi aynı görüşlerin,
hatta sadece bir kişinin, benim ağzımdan çıkacak görüşlerin
arkasında politika yaparsak, biz o zaman işte o “olmayacağız”
dediğimiz radikal partiler gibi oluruz. Bizim partimizin en önemli
ayrıcalığı burada olmalıdır. Biz farklı konuları tartışacağız.
Ama birlikte aldığımız kararları disiplin içinde uygulayacağız.
Yani,
parti içi demokrasinin de parti disiplinin de en geniş işlediği
partinin burası olmasını istiyorum. Parti içi demokrasi, karar
alana kadar geçerlidir. Herhangi bir konuda işte bu değerlendirmede,
yarın önümüze çıkacak bir konuda karar alırken, karar alıncaya
kadar her görüş dile getirilmeli tartışılmalı; ama, bir
kere karar aldıktan sonra, bir kere ortak tutum belirledikten
sonra, artık parti disiplini vardır. Ondan sonra karşı olduğunuz
fikirleri de savunmak zorunluluğunuz vardır. Partili olmak
budur. Yoksa, hepiniz partinin değil, bir derneğin üyeleri
durumuna düşersiniz.
Şimdi,
maalesef, bir arkadaşımıza bu değerlendirmelerde zannediyorum
burada kendisi de konuştuğu halde, burada dile getirdiği görüşlerden
farklı bir görüşü kamuoyu önünde dile getirmiş. Doğrudan
doğruya beni muhatap alan, beni hedef alan bir tartışma başlatmış.
Bu tartışmayı her gün devam ettiriyor. Benim de kanaatim, bu işi
yalnız yapmadığıdır. Bu işin belli bir senaryo çerçevesinde
kendisinin alet edildiğidir. Ben bugün sabahleyin grup yönetim
kurulunda arkadaşlarıma söyledim: Ben bu konuda çekimserim.
Benim hiçbir kanaatim yok. Oyum yok. Ben iki buçuk seneyi aşkın
bir süreden beri partinin genel başkanıyım. Bu partide
herhangi birisini disiplin kuruluna yetkisindedir. Ben şimdiye
kadar buna benzer çok olaylara muhatap oldum, hiçbirisinde bir
tek kişiyi bile ki: Ben bu işin içinde yokum, çünkü hedef
benim. Eğer bu hadisenin sadece bana zarar verdiğini düşünüyorsanız,
sizden ricam, o arkadaşımızı disipline vermeyin. Ben bunu
sineye çekerim; ama, eğer partiye zarar verdiğini düşünüyorsanız
gereğini yapın. Arkadaşlarım değerlendirdiler ve o
milletvekili arkadaşımı disiplin kuruluna vermeyi kararlaştırdılar.
Şimdi
burada bütün arkadaşlarımdan tekrar aynı şeyi bir defa daha
rica ediyorum; ben aykırı görüşlerden hoşlanmayan bin insan
değilim. Tam tersine, yaptığım işin bir kamu görevi olduğunu,
bir memleket görevi olduğunu biliyorum. Bu işi hobi olarak yapmıyorum,
zevk için yapmıyorum. Yanlışlarım, eksiklerim olduğunu da
biliyorum. Ama, ben bir hakkımı kullanıyorum, diyorum ki: Ben
bu eksiklerimi, bu yanlışlarımı düzeltmek için, bizim dışımızda,
partimizin dışında, partimizin kötülüğünü istediğini
bildiğim, geçmişte bize her türlü tuzağı kuran, kendi
hesaplarıyla hareket eden, memleket filan umurumda olmayan
insanların değil, sadece sizlerin görüşlerini dikkate alırım.
Onların görüşleri beni hiç ilgilendirmez. Eğer siz bu görevinizi
yapmazsanız, benim görevimi yeteri şekilde yapmam mümkün
olmaz.
Onun
için, kimseden de, bazı arkadaşlarımın söylediği gibi, öyle
methiye falan beklemiyorum, ama, farklı görüşleri olduğu
zaman, bunu ister buradan ister özel görüşmede bana
bildirmelerini istiyorum. Benimle ilgili hususları düzeltmemizin
tek yolu budur. Ben eğer bu partinin dışında, benimle kader
birliği yapmayan, kendi ufak hesaplarıyla hareket ettiğini
bildiğim grupların bizim meselelerimize ilişkin, memleket
meselelerini söylemiyorum, her birinin kendi sektörleriyle
ilgili, kendi meslek gruplarıyla ilgili görüşler olur, onları
tabii ki dikkate almak zorundayız, ama Anavatan Partisiyle
ilgili, benimle ilgili konularda eğer ben öyle kendi ufak
hesaplarıyla hareket eden çıkar gruplarının tavsiyelerine
uyarsam, partiye ihanet etmiş olurum. Ben onların bizimle ilgili
hiçbir görüşlerini kaale almam. Ama, bu partiye kaderini bağlamış
her arkadaşımın en aykırı görüşünü bile mutlaka dikkate
alırım.
Tabii,
bu yayınların, bu kampanyaların tek hedefi beni bezdirmek değil,
biraz da sizin moralinizi bozmak. Anavatan Partisinin -böyle
giderse- istikbali olmayacağı, eriyeceği teması işleniyor.
Anavatan Partisinde kimsenin siyasi gelecek beklememesi gerektiği
söyleniyor.
Bakın,
oyumuz yüzde 24’ten 21 küsura düştü, oran olarak geriledik
ama bugün Türkiye’de 6 milyon insan, bütün o demin söylediğim
ters koşullara rağmen ümidini bize bağlamıştır. O 6 milyon
oyun sorumluluğu da bizim üstümüzdedir. Onun için bu değerlendirmeleri
yapıyoruz. Eğer moral bozukluğuna düşersek, eğer o
kampanyalardan dolayı etkilenip de yılgınlığa, bıkkınlığa
düşersek, bırakınız oyumuzu artırıp iktidar olmayı, mevcut
oyumuzu dahi muhafaza edemeyiz. Bu işin, siyasetin yarısı
moraldir. Bir kere moralimizin sağlam tutmamız lazım. Bu
oyunları boşa çıkarmamız lazım.
Tabii
ki yapmamız gereken başka şeyler var; dün de söyledim, benim
bir zaman sorunum var. Yani, yanmam gereken işleri sahip olduğum
zamana sığdıramıyorum. Bu, her zaman her sorumluluk mevkiinde
olan insanın sorunudur. Bende biraz daha fazla var, çünkü bazı
arkadaşlarım eleştiriyorlar, benim bir de mutlaka bir şeyi en
iyi yapma konusunda bir zaafım var. En iyi yapmayı isterken
bazen iyiyi de yapamıyorum, böyle sorunlarım var. Şimdi, bu
konuda bir kere parti olarak yapacağımız şeyler var, benim
yapacağım şeyler var. Parti olarak -söylediğim- teşkilatlarla
ilgili bazı düzenlemeler yapmamız gerektiğine de inanıyorum.
Mesela, gençlik konusunu -bir arkadaşım da buradan dile
getirdi- şimdi çok daha ciddi ele alacağız, bu gençlerin örgütlenmesi
işini ciddi ele alacağız. Belki bir başkan yardımcısı
sadece o işe bakacak. Çünkü, bu seçimlerde sandıkları başı
boş bırakmamız, sandıklara adam koyamamamız, bence parti içinde
yapacağımız düzenlemelerle telafi edebileceğimiz bir husus değil.
partiye bu konularda bir yeni kan katmamız lazım. Burada ben en
kolay neticeyi gençlik teşkilatıyla alacağımızı düşünüyorum.
Yani, bu işi kavga meselesi yapacak, bu işe hakikaten koşturacak
çok faal bir gençlik teşkilatını oluşturamazsak, sandıklara
önümüzdeki seçimde de hakim olamayız. Sandıklara hakim
olamazsak, önümüzdeki seçimde bunun zararını daha fazla göreceğimizden
endişe ediyorum. Sandıklara hakim olmanın yolunu en başta gençlik
teşkilatını güçlendirmekten geçtiğine inanıyorum.
Teşkilatlanmada
yeni bir düzenleme düşünüyoruz. Daha tam şeklini arkadaşımla
konuşamadım. Ama, bu düzenlemenin esası, bu konuda tecrübe
sahibi olan, geçmişte il başkanlığı, ilçe başkanlığı
yapmış olan, bu teşkilat işlerini bilen milletvekili arkadaşlarımızın
bu işlerin daha fazla sorumluluk almaları şeklinde olacak.
Yani, mesela Türkiye’yi bölüp, yedi ilin, sekiz ilin teşkilat
sorumluluğunu bir arkadaşa vermek. Bütün Türkiye’de altı
kişilik bir ekiple bu teşkilat işlerini yürütmek. Bu bizim
hem şimdiye kadar hep hedeflediğimiz, hiçbir zaman isteğimizi
ölçüde gerçekleştiremediğimiz ekip çalışması
gerektirmemize yardımcı olacak hem de teşkilatların sorunlarına
daha yakından eğilme ve arkadaşlarımızın da teşkilatımızı
daha yakından izleme imkanı olacak.
Yakında,
daha önce söylemiştim, şu 20 Mayısa kadar bizim kuruluş yıldönümü
kadar, teşkilat düzenlemelerini bitirmeyi hedefliyoruz. 20 Mayıstan
sonra mayıs ayı sonuna kadar, Türkiye’nin her yerinde il
divan toplantıları yapmayı düşünüyoruz, il divanları
toplamayı düşünüyoruz. Her il divanına da milletvekili
arkadaşımızın katılması lazım. Yani, bütün Türkiye’de
bir veya iki hafta sonunda bu il divanlarını tamamlamayı
planlamıyoruz.
Şimdi,
biliyorsunuz Nevşehir il belediye seçimi iptal edildi, Temmuz ayının
ilk haftasında yapılacak. Yüksek seçim kurulunda daha karara
bağlanmamış 50 tane müracaat var, İstanbul’ un bazı ilçeleri
var. Önümüzdeki günlerde bazı yeni iptal kararları olabilir.
Temmuz ayında buralarda yeniden seçim yapılması söz konusu
olacak. O seçimlerde grup olarak, her seçim yapılacak yerde 20-
25 arkadaşımızı görevlendirip, böyle tam bir seçim
seferberliği yapmamız lazım. Bu teşkilatlarımızın tabanımızın
üzerindeki bu moral bozukluğunu ortadan kaldırabilmek için, o
seçimlerde iyi netice almayı hedeflememiz lazım.
Ben,
daha kazandığımız belediyeleri ziyaret edemedim. Yaz aylarında
hepsini dolaşmayı, şu hazirandan başlamak üzere, bütün
belediyeleri ziyaret edip, oralarda belediyelerle, halka toplantılar
yapmayı planlıyorum.
Benim,
çalışma yeri olarak, kendi ofisimde olmam eleştirildi,
mecliste veya partide olmam önerildi. Ben her Pazartesi günü
mutlaka tam gün partideyim. Meclis olduğu günler genellikle
meclisteyim, ama bunun dışında konutta çalışmak, yani özel
büroda çalışmak benim için daha verimli oluyor. Çünkü
partide olduğum zaman, maalesef benim gündeme hakim olma imkanım
yok. Herkes kendi meselesini bana getiriyor, vatandaşlar çocuğunu
işe sokmak için, teşkilattakiler birisini şikayet etmek için
bana geliyorlar. Bana gelmemesi gereken, arkadaşlarımızın çözmesi
gereken meseleler bana geliyor. Neticede zaman israfı oluyor. Aslında,
şimdi konuta da bana çok kişi geliyor devamlı, ama orada bir
ölçüde benim zamanıma hakim olmam imkanı var. Zamanı verimli
kullanmak açısından, ben bu düzenimi devam ettirmeyi düşünüyorum.
Şimdi,
hepinizin bildiği gibi, 5 nisan tarihinde bu hükümet bir
ekonomik tedbirler paketi açıklamıştır. Aslında bu ekonomik
tedbirler paketinin amacı, ekonomideki dengelerin sağlanması
olarak açıklanmıştır; ama, bizim iddiamız, bu paket ekonomik
dengeleri sağlayabilecek bir paket değildir. Bu paket, sadece
bugün tamtakır hale gelmiş olan hazineye geçici bir süre için
gelir sağlamayı amaçlayan bir pakettir. Yani, ekonomiye düzlüğe
çıkarabilecek değil, sadece hazinenin bugün içine düştüğü
tıkanmayı birkaç ay giderebilecek bir pakettir.
Şimdi,
biz bu pakete karşı çıktık, genelde karşı çıktık. Daha
doğrusu bu paketi eksik bulduk. Çünkü, bu paket, ekonominin bütün
dengelerini hesap eden bir paket değildi. Mesela bu paketin, Türkiye’nin
bugün içine düştüğü ekonomik sıkıntının en önemli
sebebi olan kur politikası konusunda faiz politikası konusunda
öngördüğü hiçbir tedbir yoktu. Ben, paket açıklandığı
zaman da burada söyledim, bir istikrar programının başarılı
olabilmesi için birkaç şartın bir arada olması lazımdır.
Bir kere, iyi hazırlanmış bir program olması lazım. Yani, üzerinde
düşünülüp tartışılmış, bu işle ilgili çeşitli kuruluşların
temsil edildikleri platformda oluşturulmuş bir program olmazı
lazım. Bu program, öyle bir program değil. Bu program, derme çatma
bir program. Öyle olduğu da işte geçtiğimiz günlerde ortaya
çıkmıştır. 5 nisan’ da açıklanmış, bugün 28 nisan,
üç haftayı aşkın bir süreden beri yapılan uygulamalara baktığınız
zaman, ortada tutarlı bir programdan bahsedebilmek mümkün değildir.
Düşünün ki, programa dayalı olarak meclise getirdikleri
kanunlarda iki iktidar Partisi kendi arasında anlaşamıyorlar,
mecliste görüşülürken yarıda çekiyorlar, pazarlık edip
tekrar getiriyorlar. Bu gelişme, bu program ne kadar kötü hazırlandığının,
ne kadar yetersiz hazırlandığının ispatıdır.
Ama,
sadece iyi bir program olması, yani ekonominin bütün
dengelerini gözeten bir program hazırlanmış olması, o programın
başarısı için yeterli değildir. O program başarısı için,
aynı zamanda, iyi bir kadronuz olması lazım, ehil bir kadro
olması lazım, uyumlu bir kadro olması lazım. Hem ehil olacak,
ehliyetli olacak hem birbirleriyle anlaşan uyumlu bir kadro
olacak.
Bir
kere, bu programı hazırlayan ekiple bugün bu programı yürüten
ekip birbirinden farklıdır. Bu programı hazırlayanlar, program
açıklandıktan iki üç gün sonra görevden alınmıştır.
Onların yerine yeni insanlar gelmiştir, yeni gelen insanlar
programı hazırlayan insanlar değildir. Böyle bir ekiple, böyle
bir bürokrasiyle zaten eksik olan bu programın başarılı olması
mümkün değildir. Ama, bu iki şart sağlanmış olsa bile, yani
ortada dört dörtlük bir program olsa, onu uygulayacak çok iyi,
çok ehil, çok uyumlu çalışan bir ekip de olsa, üçüncü şart
tahakkuk etmezse program yine başarılı olamaz. Çünkü
program, sadece içerdiği tedbirlerden ibaret değildir. Program,
sadece onu uygulayacak ekiplerin ehliyetine de bağlı değildir.
Bir ekonomik programın başarılı olabilmesi için, piyasaların,
halkın o programa inanması lazım. Hükümete güven olması lazım.
Eğer ortada hükümete güven yoksa, dediğim gibi, program ne
kadar iyi olursa olsun, ekip ne kadar güçlü olursa olsun, başarı
sağlamak mümkün değildir.
Şimdi
bakın, ortada doğru dürüst bir program yok. Yeterli bir kadro
da yok, ama hepsinden önemlisi, bugün Türkiye’de hükümete güven
yok! Hükümete güven nasıl olsun ki, 5 Nisanda tedbirleri açıklıyorlar,
başbakan kendisi, 15 gün içerisinde merkez bankasından bir
para programı açıklayacağını söylüyor. Bugün 23 gün geçmiş
daha ortada para programı yok. Yani, açıklandığı gün,
millete vaat edilen para programa güven duyabilmek mümkün değildir.
Bu
hükümetin faiz politikasıyla
kur politikası birbiriyle çelişkilidir. Hükümet ne zaman kur
politikasıyla ne zaman faiz politikasıyla ekonomiyi yöneteceğine
bir türlü karar verememektedir. Bir gün bakıyorsunuz faizleri
yükseltiyorlar, kuru alçak tutmaya çalışıyorlar, öbür gün
bakıyorsunuz merkez bankası elindeki son dövizleri de
piyasaya satıp döviz kurunu alçak tutmaya çalışıyorlar. Bir
gün iki tedbiri bir arada uyguluyorlar. Bir gün faizler düşüyor
kurlar fırlıyor. Kısacası, bu hükümetin, zaten seçim dönemi
sırasında uyguladığı seçim ekonomisinden sonra, bir istikrar
programı açıkladığı, yani en fazla uygulamalarının dikkat
çektiği, en yakından izlendiği şu son üç haftalık dönemdeki
uygulaması dahi, ümit verici olmaktan uzaktır.
Bugün
yapılan hadise, geçen konuşmamda da söylediğim gibi, hükümetin
kendi sebep olduğu iktisadi krizin faturasını halka ödetmesinden
ibarettir. Şimdi bu program açıklandıktan sonra, yeniden bir
revizyon gitmişlerdir. O revize programa göre, bu sene hedef aldıkları
enflasyon oranı yüzde 110’dur, sene sonu itibariyle. Sene sonu
itibariyle hedef aldıkları büyüme oranı da yüzde sıfırdır.
Yüzde sıfır büyüme demek, nüfus artışını hesap
ederseniz, reel olarak gerileme demektir.
Kaldı
ki bu hedeflere ulaşmaları da mümkün değildir. İşte, şimdi
birkaç gün sonra Nisan ayının enflasyon rakamı açıklanacaktır,
orada göreceksiniz, haziran ayında enflasyon 100’ü aşacaktır.
Yani, üç haneli enflasyon... Altı yeni senedir korkulu rüyamız
olan, ama hiç gerçekleşmemiş olan üç haneli enflasyon
nihayet Türkiye’nin gündemindedir.
Peki,
bu hükümetin bir vaadi vardı, Başbakanın seçimlerde hep
tekrarladığı bir vaadi vardı, memuru, işçiyi enflasyona
ezdirmeyecekti. Memura, işçiye enflasyonun altında gelir artışı
vermeyeceklerdi. Şimdi, bu sene için memura öngördükleri maaş
artışı, birinci üç ay için yüzde, 15, ikinci üç ay için
yüzde 12, ikinci altı ay için, yani yılın geri kalan altı ayı
için toplam yüzde 3’tür. Yıla vurursanız toplam yüzde 30
civarındadır. Bunun memurlar açısından ifadesi şudur: Eğer
program hedefine ulaşılırsa, enflasyon yüzde 110’da
tutulabilirse, memurlar yüzde 80 reel gelir kaybına uğrayacaktır.
Ve bakın, şu akortsuzluğa bakın, Başbakan Yardımcısı Sayın
KARAYALÇIN televizyona çıkıyor, “Biz bütçe ödenekleri içerisinde
memur maaşlarına yılın ikinci yarısında da enflasyona göre
gerekli artışı yapacağız” diyor. Bütçe ödeneklerinde söylediğim
gibi sadece yüzde 3’lük bir artış öngörülmüş, aynı günlerde
Devlet Bakanı ile beraber, yurt dışında katıldığı bir
toplantıda, Londra’da, oradaki yabancı bankalara güvence
olarak, “bu yıl memur maaşlarında ilave bir artış yapılmayacak.
Reel gelirlerde bir azalma, bir gerileme sağlanacaktır” diye
ifadede bulunuyorlar.
Yani,
bu hükümetin başbakan yardımcısı ile müsteşarının
birbirinden haberi yoktur. Ama, başbakanın bizzat açıkladığı
ekonomik tedbirler paketinin maaşlarına yüzde 3 dışında bir
artış yapılmaması ön görülmüştür. Onun için bütçe ödenekleri
içerisinde yapılabilmesi fevkalade müşküldür. Çünkü,
malum dışişleri bakanlığının personel harcamalarının büyük
kısmı dövizle yapıldığı için, yurt dışında görev yapan
personele yapıldığı için, devalüasyon nedeniyle yani programın
açıklanmasından sonra Türk parasının değerindeki gerileme
nedeniyle dışişleri bakanlığı bütün yılın personel ödeneklerini
mayıs ayında tamamen tüketmiş olacaktır. Yani, dışişleri
bakanlığı, başka kalemlerden kaydırma yapmadığı takdirde,
haziran ayının maaşını ödemeyecek durumdadır.
Başbakanın
bir sözü daha vardı, halkın parasını halkın parası
yapacaktı. Biz o zaman başbakanın bu sözünden ne kastettiğini
doğrusu anlamamıştık. Şimdi batan bankaları görünce, başbakanın
halkın parasını nasıl halkın parası yaptığını hepimiz çok
iyi anladık.(alkışlar)
Bakın,
şu ana kadar batan üç bankada kamu bankalarının toplam 80
milyon dolar parası vardır. Kalkınma bankası, emlak bankası,
halk bankası gibi bankalar, kendi mevduatlarını döviz olarak
bu batan bankalara yatırmışlardır. Şimdi, batan bankalarla
birlikte, o kamu bankalarının mevduatı da yok olmuştur. Ne
kadarının geri ödeneceği belli değildir. Tasfiye işlemlerinin
ne kadar süreceği, ne kadarının karşılanabileceği belli değildir.
Ama mesela sadece kamu bankalarının fonlarıyla oralardaki halkın
parasıyla sınırlı da değil. bu batan bankalar, yurt dışındaki
bankalardan kredi almışlar. Yurt dışındaki bankalardan aldıkları
kredilerin tutarı 300 milyon dolardır. Bunun Türk parası karşılığı
10 trilyon liradır. Şimdi bu paraları devlet ödeyecektir.
Yani, bu üç bankanın yurt dışındaki bankalardan borç alıp
da kredi olarak alıp da batırdıkları paraları şimdi döviz
olarak devlet o yabancı bankalara geri ödeyecektir. İşte halkın
parası böyle değerlendirilmektedir.
Çünkü,
bu paraları ödemedikleri takdirde hiçbir yabancı bankanın bir
daha bir daha Türk finans piyasasına kredi açması mümkün değildir.
İsviçre’nin en büyük bankası, Almanya’nın Merkez Bankası
bunu açıkça bildirmişlerdir. Bu krediler ödenmediği
takdirde, bundan sonra Türkiye’ye 5 kuruş yeni kredi açmayacakları
gibi, açılmış olan kredilerin hiçbirisini de uzatmayacaklardır,
vadesinde hepsini geri tahsil edeceklerdir.
Şimdi
değerli arkadaşlarım, bu işin bir hesabının olması lazım.
Bu işin hesabını verecek insanların olması lazım. Bu işin
hesabını verecek insanların olması lazım. Bu işin
sorumlusunun olması lazım. Biz, hepimiz, sokaktaki herhangi
birisi, bankaya para yatırırken, o bankanın güvenli olup olmadığına
bakarız. Eğer bankanın durumu kritikse paramızı o bankaya değil,
daha güvenli gördüğümüz başka bir bankaya yatırırız. Ama
milyarlarca lira, trilyonlarca lira halkın parasını, devletin
parasını yöneten kamu bankası yöneticilerinin, sanki Türkiye’de
daha güvenli banka kalmamış gibi, batacak bankalara hem de bazıları
batmadan birkaç gün önce, belki oradan buradan aldıkları
birtakım talimatlara uyarak, para yatırmaları hiçbir şekilde
hesabı sorulmadan geçiştirilemez. O yöneticiler bunun hesabını
mutlaka vermek zorundadırlar. Bu konuda arkadaşlarım bir araştırma
önergesi hazırladılar, meclis başkanlığına verdiler. Ümit
ederim ki, eğer işler bu ölçüde sorumsuzluk noktasına
gelmemişse, iktidar partileri de bu araştırma önergesinin görüşülmesini
kabul ederler, mecliste bir araştırma komisyonu oluşturulur ve
o araştırma komisyonu, bu fonların hangi etkilerle hangi
bankalar yatırıldığını, bunun sorumlularını ortay çıkarırlar.
Sadece banka müdürleri değil, varsa siyasi sorumlular da ortaya
çıkarılmalıdır.
Ama
bakın işin temelinde şöyle bir sakatlık var; şimdi o banka yöneticileri
diyebilirler ki: Devlet bizi uyarmadı. Biz kamu bankasıyız.
Mevcut yasaya göre, mevzuata göre, paramızı herhangi bir
bankada değerlendirebiliriz. Merkez bankası başkanının açıklaması
oldu: “Türkiye’de hiçbir bankanın likidite sorunu yoktur”
dedi. Bakanın açıklaması oldu, hafta başkanının açıklaması
oldu. Kambiyo genel müdürlüğü var. Bankalar yeminli murakıpları
kurulu var... Bunlar sürekli olarak bankaların bilançolarını,
hesaplarını inceliyorlar. Dönem itibariyle inceliyorlar. Şimdi
bunlar, bu bankaların hesaplarındaki kötü gidişi görmemiş
olamazlar. Kaldı ki, hazineye bu konuda yapılan ihbarlar var, bu
bankalarla ilgili şikayetler var. Demin dediğim gibi, batmadan
birkaç gün önce bu bankalara yatırılan kamu bankalarının
fonları var. Türkiye Elektrik kurumunun batan bankalarda 350
milyar lira parası var...
Bütün
bunların mutlaka araştırılması lazımdır. Biz onların yaptığı
gibi, peşin hükümlerle kimseyi suçlamıyoruz. Hatta
birbirlerinin aleyhine gazetelere verdikleri o manşetlik
haberlere de itibar etmiyoruz; ama, eğer bu işin araştırılmasını,
meclis tarafından bu işe el konulmasını engellerlerse, o zaman
bunu Türkiye’nin en önemli meselesi yapmak bizim görevimizdir.
Milletin gündemine getirmek bizim görevimizdir. Biz şu anda
sadece yasal yolları kullanıyoruz. Araştırma önergemizi
verdik, bu konuda bir araştırma komisyonu kurulmasını
istiyoruz. Bu konuda hakkında yasal takibata geçilmesi
gerekenler varsa, bu yasal takibatın bir an önce başlatılmasını
istiyoruz. Bu konuda münferit olarak bize gelen her iddiayla
ilgili Cumhuriyet savcılığına da suç başvurusunda bulunacağız,
bulunmaya da başladık..
Bütün
bu gelişmeler, bizim kamu bankalarının özelleştirilmesi
gerektiği konusundaki düşüncemizin ne kadar yerinde olduğunu
bir defa daha göstermektedir. Türkiye’de en büyük talan
devlet aracılığıyla yapılmaktadır. Bunun en önemli aracı
da kamu bankalarıdır. Kamu bankaları özelleştirilmeden Türkiye’de
sağlıklı bir özelleştirme yapılamaz.(alkışlar)
Şimdi,
birtakım basın organları milleti fedakarlığa çağırıyorlar,
seferberlik ilan ediyorlar, bu programa destek vermeye çağırıyorlar,
bize de çağrıda bulunuyorlar, muhalefete de çağrıda
bulunuyorlar. Efendim biz her türlü parti hesabının üstüne
çıkıp, bu ekonomik programa destek olmalıymışız. Ortada
hakikaten fedakarlık göstermesi gereken birisi var; ama,
herhalde bu vatandaş değil, herhalde muhalefet de değil.
Şimdi,
eğer bu krizin sorumlusu bu hükümet ise, o zaman bu hükümetin
devam etmesi için halktan fedakarlık istemenin anlamı nedir? Eğer
fedakarlık gerekiyorsa, fedakarlığı gösterecek olan hükümettir...
(alkışlar) Hükümetin nasıl fedakarlık göstereceğinin de
cevabı basittir: Sadece çekilmesi lazımdır, istifa etmesi lazımdır...(alkışlar)
Yani, vatandaşı bu kadar sıkıntıya sokmanın, bu kadar
vatandaşın fedakarlık istemenin, muhalefete demokratik görevlerini
yerine getirmeden, kayıtsız şartsız bu krizin nasıl doğduğunun
tartışmasına dahi razı olmadan, bu krizin kimin sorumlu olduğunu
dahi sormadan, muhalefetten fedakarlık istemenin, halktan
fedakarlık istemenin anlamı var mı?
Herkes
biliyor ki, eğer bugünkü hükümet seçim uğruna, seçimde iki
buçuk oy daha fazla almak uğruna, Türkiye’nin 7 milyar dolar
döviz rezervini boya harcamasaydı, Türkiye bugün IMF’ nin
kapısında beklemeyecekti. Yine herkes biliyor ki, döviz
rezerviniz olmadan, bir istikrar programını başarıya ulaştırabilmek
mümkün değildir. Dolayısıyla bugün bu ölçüde muhatap olduğumuz
krizin tek sorumlusu hükümettir. Eğer tem sorumlusu hükümet
ise, bu sorundan, bu krizden çıkabilmeyi bu hükümetten
bekleyemeyiz, beklersek boşuna bekleriz. Bu hükümetin şu anda
bir tek hesabı vardır: Önümüzdeki üç beş ay zarfında
birtakım olağanüstü gelirler elde ederek, birtakım aslında
vergi değil, salma niteliğindeki birtakım gelir kaynaklarıyla
üç bey ay daha ayakta kalabilmektedir. Bu hükümetin gözünde
ondan sonrası tufandır. Ama, bizim gözümüzde ondan sonrası
tufan olamaz. Biz bu işe en kısa zamanda, hatta mümkünse yarından
itibaren bir çözüm getirilmesi için katkıda bulunmaya hazır
olduğumuzu her zaman bu çözümün başlangıcı da bu hükümetin
gitmesidir. Bu hükümet gittikten sonra, Anavatan Partisi, bu çatının
altında, bu rejimin içerisinde, kendi üstüne düşen fedakarlık
neyse onu yerine getirmeye hazırdır.
Tekrar
söylüyorum, bilmiyorum kaçıncı defa söylüyorum, ama bundan
sonra da söylemeye devam edeceğim; bu hükümet iş başında
oldukça, kim yaparsa yapsın, biz de yapsak, vatandaş da yapsa,
herkesin yapacağı fedakarlık boşa gitmeye mahkumdur. Bu hükümet,
bütün bu fedakarlıkları boşa tüketen bir hükümettir. Bu hükümet,
milletimizin büyük fedakarlıklarla biriktirdiği döviz
rezervlerini, sırf seçim ekonomisi uğruna tüketen bir hükümettir.
Memleketin bu duruma gelmesinin tek sorumlusu bugünkü hükümettir.
Bugünkü hükümet gitmeden bu işlerin düzelme yoluna
girebilmesi mümkün değildir. O noktaya geldiğimiz zaman,
Anavatan Partisi olarak her türlü fedakarlığa hazırız.
Değerli
arkadaşlarım, sayın başbakanın bir Amerika gezisi oldu,
Amerika gezisine gittiği gün yaptığı basın toplantısında,
bu konudaki endişelerimizi diye getirdim. Türkiye’nin karşı
karşıya olduğu ekonomik sorunlardan yararlanmak isteyen birtakım
çevrelerin, Türkiye’ye baskı yapılması, Türkiye’nin
birtakım milli meselelerinde başbakanın bu tür taleplere
muhatap olabileceğinden endişe ettiğimizi dile getirdim. Başbakan
Türkiye’ye döndükten sonra, kendisini meclise bilgi vermeye
davet ettim. Bugüne kadar Sayın Başbakan, sorumlu olduğu
meclise bu konuda hiçbir bilgi vermiş değildir. Başbakan
millete gezisi hakkındaki açıklamalarını gazete sütunları
aracılığıyla yapmaktadır, köşe yazarları aracılığıyla
yapmaktadır.
Ama
gelin görün ki, gazetelerde bu konuda çıkan haberler bizim
endişelerimizi daha da artırıcı niteliktedir. Başbakanın
Amerika ‘da özellikle Başkan CLİNTON ile yaptığı kısa görüşme
sırasında, bizim açımızdan fevkalade vahim gelişmelere yol açabilecek
birtakım taleplere muhatap olduğunu artık biliyoruz. Kaldı ki,
bunlar dha önceden de Başbakana bildirilmiştir. Başkan CLİNTON,
Sayın Çiller’ e gezisinden önce mektup; gönderilmiştir. Bu,
aslında bir mektup değildir, bu bir muhtıradır, bir ültimatomdur.
Bu mektupta Amerika’nın Türkiye’den önümüzdeki dönemdeki
beklentileri sıralanmıştır, talepleri sıralanmıştır: Kıbrıs
Başbakan bunları bile bile Amerika’ya gitmiştir. Adeta bu
taleplerin kendisine tekrarlanmasını davet etmiştir. Ve bu yapılmıştır.
Sayın Başbakan müşavirini bana gönderdi, bu görüşmeyle
ilgili müşavirden bilgi aldım. Bir de Amerikan Elçisiyle görüşmüştüm,
yani bir de Amerikan tarafından bilgi aldım.
Aldığım
bütün bu bilgiler çerçevesinde Başbakan CLİNTON ile heyetler
halinde 30 dakika görüşmüş. O görüşmede Kıbrıs konusu gündeme
gelmiş. Kıbrıs konusunda Başkan CLİNTON gayet yumuşak bir
ifadeyle bu konuda mesafe alınmasını arzuladıklarını, bu
konuda Türkiye’nin de yardımcı olmasını beklediklerini söylemiş,
Sayın Başbakan da, arada ufak tefek anlaşmazlıklar kaldığını,
bu konuda bir asgari müşterekte birleşileceğini ümit
ettiğini söylemiş. Zaptı olan görüşmede sadece
bunlar yazıyor. Ama bir de, kimsenin bilmediği, zaptı
tutulmayan, yani Türk Devletinin bilgisinde olmayan 6-7 dakikalık
bir özel görüşmeleri var, baş başa görüşmeleri var. Bu görüşmede
ne konuşulduğunu bilmiyoruz. Ama bir şey bilmiyoruz; Başkan
Clinton, birkaç gün sonra Yunan Başbakanı ile yaptığı görüşmeden
sonra. İki gün içerisinde Denktaş’ın güven artırıcı önlemler
paketini kabul edeceğini söylüyor. Eğer Sayın Başbakan bu
konuda Clinton’ a güvence ermişse, Başkan Clinton bu talebini
baş başa görüşmede yenilenip. Sayın Başbakandan bu konuda güvence
almışsa, bu beyanını neye dayanarak yapmıştır?
Şimdi,
sayın Başbakan gazetecilere yaptığı açıklamalarda, baş başa
görüşmede Kıbrıs konusunun ele alınmadığını söylüyor,
ama bu konu Başkan Clinton’ un bu açıklaması çerçevesinde,
bizim için hala şüpheyi mücip karakterini koruyacaktır.
Değerli
arkadaşlarım, Kıbrıs konusuyla ilgili endişelerimiz nedeniyle
meclise bir genel görüşme önergesi verdik. Bu genel görüşme
önergesi Salı günü Genel Kurulda ele alınacak. Aslında biz
bunun bu hafta yapılmasını arzuladık, çünkü birleşmiş
milletler genel sekreteri 3 Mayıs’ ta güvenlik konseyine rapor
verecektir, Kıbrıs meselesiyle ilgili. Biz istedik ki ondan önce
Türkiye Büyük Millet Meclisinde bu konu görüşülsün ve
meclisin bu konuda geçen sene 10 haziran da aldığı karardan
farklı bir tutum olmadığı, meclisin bu konuda Türk milleti adına
sayın Denktaş’ ın ve kuzey Kıbrıs Türk Toplumunun yanında
olduğu bütün dünyaya ilan edilsin. Görüşme olmamıştır,
fakat meclis kararı bildiğiniz gibi Salı günü meclisin
ittifakıyla alınmıştır. Önümüzdeki Salı günü tekrar
genel görüşme vardır, genel görüşmenin ön görüşmesi yapılacaktır,
orada grup adına ben konuşacağım. Kıbrıs konusu ile ilgili görüşlerimizi
bir defa daha dile getireceğim. İçinde bulunduğumuz dönemdeki
endişelerimizi vurgulayacağım.
Zaten
Sayın Başbakan da şu anda Kıbrıs konusunda hiçbir tavizin söz
konusu olmadığını söylemek durumunda söylemek durumunda kalmıştır.
Bunu kendi grubunda da dün açıkça ifade etmiştir. Ama, bizim
bu konudaki endişelerimiz devam etmektedir; çünkü, Sayın Başbakanın
gazetelere yansıyan ifadeleri var. Kıbrıs meselesinin Türkiye’nin
ayakbağı olduğunu söylemektedir. Kendisi ucuz kahramanlığa
soyunup, Kıbrıs meselesini mutlaka çözeceğini söylemektedir.
Kendisi ucuz kahramanlığa soyunup, Kıbrıs meselesini mutlaka
çözeceğini söylemektedir. Çözümsüzlükten zarar gören
tarafın Türkiye olduğunu söylemektedir. Ve herkesten bu çözüm
için destek istemektedir.
Değerli
arkadaşlarım, Sayın Başbakanın bu sözlerini alt alta
koyarsanız, bunları Rumcaya tercüme ederseniz, bunun bir tek
anlamı vardır: “Biraz daha bastırın, biz zor durumdayız, şu
tavizi şu millete kabul ettireyim...” Bunun anlamı budur,
Rumcaya tercümesi budur...(alkışlar)
Yani,
bu konuyu milli bir konu olarak benimseye, 30 seneden beri Türkiye’nin,
her türlü güçlüğe rağmen, hatta kendi üzerinde bugünkünden
çok daha elverişsiz konjonktürlerde, çok daha büyük baskılardan
yapıldığı bir dönemde dahi nasıl taviz vermeden götürdüğü
bilen bu şuura sahip bir Başbakanın bu lafları etmesi mümkün
değildir. Hele bu konjonktürde söylemesi mümkün değildir.
İki
toplum arasında sıkı bir müzakerenin yapıldığı ve ilerleme
sağlanması için Türk tarafına baskı yapıldığı bir dönemde,
Sayın başbakanın bu ifadeleri, kendisinin her konuda olduğu
gibi, bu konuda da sadece biraz daha zaman kazanabilmek için, popülaritesini
biraz daha yüksek tutabilmek için, ekonomik güçlükleri aşabilmek,
bu uğurda dışarıya şirin gösterebilmek için takındığı
yanlış bir tavırdır. Bu konudaki görüşlerimizi daha geniş
olarak Salı günü dile getireceğim. Ama, bakın meselenin aslı
nedir; bu sene kasım ayında Amerika’da ara seçimleri vardır.
Başkan CLİNTON’ un seçilmesinden sonra, Amerika’da yapılan
ilk ciddi seçimlerdir. Bu konuda geçtiğimiz aylarda
Amerika’da yaşayan Rum görüşmedeki ele alınan konuların başında,
Kıbrıs konusu ile Patrikhane konusu gelmiştir. Her iki konuda
da Amerika’nın Türkiye üzerinde baskı yapması isteği dile
getirilmiştir. Ve Başkan Clinton, Başbakan Çiller’ e yazdığı
mektupta, Türkiye’nin Fener Patrikhanesinin statüsü ve çalışma
koşullarıyla ilgili iyileştirmeler yapmasını beklediklerini
ifade etmiştir. Bilmiyoruz ama, muhtemelen o baş başa görüşmede
de bu isteğini dile getirmiştir. Ve sonra Başkan Clinton,
Papandreau ile yaptığı görüşmeden sonra, “Türk hükümetinden
fener patrikhanesi ile ilgili hususların düzeltilmesini
istedim” demiştir.
Şimdi
bakın, Lozan anlaşması Türkiye Cumhuriyetinin temel direğidir.
Lozan anlaşmasında Amerika taraf değildir. Patrikhanenin statüsü
Lozan ile düzenlenmiştir. Lozan anlaşmasına göre fener
patrikhanesi Türkiye’nin bir milli müessesesidir. Yani, Türkiye’de
Rum Ortodokslara hizmet veren bir Türk kurumudur. Yapılmak
istenen, fener patrikhanesini bütün Rum Ortodoks alemine hizmet
veren uluslararası bir statüye kavuşturmaktır. Milli hüviyetinden
çıkartıp uluslararası bir statüye kavuşturmaktır. Milli hüviyetinden
çıkartıp uluslararası bir kavuşturmaktır. Yani, devlet içinde
devlet yaratmaktır. Bu, Türkiye açısından öyle geçiştirilebilecek,
duymazlıktan gelinebilecek bir şey değildir. Sayın İnan’ın
mecliste söylediği gibi, bunu duyan bir Başbakanın, bu mektubu
alan bir Başbakanın Amerikan başkanına, “Sayın Başkan, siz
o meseleyi bırakın da şu Batı Trakya’daki Türklere iki
seneden beri uygulanan baskılara dikkatinizi yöneltin” demesi
lazımdı.(alkışlar)
Bu
meseleyi dinlemiş olmak dahi, Amerikan Başkanından gelen bu
talebe muhatap olmak dahi bir Türk başbakanı için zuldür.
Şimdi,
Kıbrıs meselesiyle ilgili endişelerimiz devam etmektedir. Bu
endişelerimiz, şimdi patrikhanenin gündeme gelmesiyle daha da
artmıştır. Ve bir genel endişemiz var, Bosna’da büyük
itibar kaybına uğrayan, dünya barışını korumak bir yana, öyle
bir katliama seyirci kalma durumunda kalan, iki yıldan beri bu
katliamı orada yüzbinlerce insanın boğazlanmasını sadece
seyretme durumunda kalan Birleşmiş Milletler, itibarını
koruyabilmek için, itibarının daha fazla zedelenmesini önlemek
için, Kıbrıs meselesinde bir başarı kazanmanın, bir sözde
başarı kazanmanın peşindedir. Burada bize yapılan haksız
dayatmalara karşı direnebilmek için, şu anda her zamankinden
daha güçlü durumdayız. Çünkü, Kıbrıs’ta Bosna gibi bir
soykırım değil, bir savaş değil, 20 yıldan beri devam eden
bir barış söz konusudur. Kıbrıs’ta genel sekreter iki
toplumu biraz daha yakınlaştırabilmek için, iki toplum arasında
güven sağlayabilmek için, birtakım teklifler içeren bir kağıt
vermiştir: “Bu kağıdı veriyorum, bunu ya olduğu gibi kabul
ederseniz veya olduğu gibi reddedersiniz” demiştir.
Sayın
Denktaş, Türkiye’nin de teşvikiyle bu teklifi olduğu gibi
kabul etmiştir. Rumlar, bazı değişiklikler yapılmasını
dayatmışlardır. Şimdi, o değişikliklerle birlikte bu
teklifin Türk tarafınca da kabul edilmesi istenmektedir. Aslında
yapılan çabanın, son aylarda Türkiye üzerindeki baskıların
esas hedefi budur. Sayın Denktaş’ ın buna karşı cevabı
yine olumsuz değildir, uzlaşmaz değildir: “Siz bana bu
teklifi değişmemek kaydıyla yaptınız. Ben değişmemek kaydıyla
kabul ettim. Sonra Rum değişiklik yaptılar, şimdi benim bu değişikliklerle
kabul etmem mümkün değil. Eğer bu şekilde değişiklik yapılarak
bu teklif kabul edilecekse, o zaman benim değişiklik taleplerimi
de dikkate alın” demektedir. Ve burada çok haklı bir dayanağı
vardır, çünkü esas itibariyle değişiklikler Maraş ve Lefkoşe
Havaalanında yapılmıştır. Bu ikisinin aynı zamanda yürürlüğe
girmesini istemektedir. Lefkoşe havaalanı teknik nedenlerle
belki bir sene sonra belki iki sene sonra ancak açılabilecektir.
“ o zaman Maraş’ın Birleşmiş milletler gözetiminde
Rumlara açılması da aynı zamanda olsun” demektedir.
Kendisine dayatılan, Maraş’ın hemen açılması, Lefkoşe
havaalanının bir veya iki sene sonra açılmasıdır. Ama,
muhtemelen, şimdiye kadar çok sık olduğu gibi, bu sefer de
Maraş’a Rumlar yerleşecekler, Maraş’ta geri dönülmez
noktaya gelinecek, ama Lefkoşe havaalanının açılması söz
konusu olduğunda yine bir pürüz çıkacak ve neticede maraş Rumlara
verilmekle kalınmış olacaktır.
Bu
konuda kamuoyunu uyanık tutmaya mecburuz. Bu, Kıbrıs Türk
tarafı ile de devamlı temas halindeyim. Sayın Denktaş ile de
temastayız. Sayın ama muhalefet başkanı Eroğlu Pazartesi günü
bana gelecek, onunla görüşeceğim. Hükümet ise bu konuda bir
tek taraflı kamuoyu yönlendirme faaliyeti içindedir. Salı günü
mecliste yapılan görüşmeler, sayın inan’ ın dile getirdiği
görüşler milletten gizlenmiştir, kasıtlı olarak verilememiştir.
Adeta hükümetin doğrultusunda tek taraflı olarak bir kamuoyu
oluşturulmaya çalışılmaktadır. El altından denktaş üzerinde
baskı yapılmaya çalışılmaktadır. Ama, bütün bunların
sonuç vermemesi, 30 senedir götürdüğümüz bu milli meselenin
bu zayıf hükümet yüzünden zarara uğramaması, geniş ölçüde
bizim bu konudaki tutumumuza ve milletimizin dikkatini bu konuda
uyanık tutmamıza bağlıdır. Bunun gereğini de önümüzdeki dönemde
yapmaya devam edeceğiz.
Hepinize saygılar sunarım. (alkışlar) |