7 HAZİRAN 1994
Değerli arkadaşlarım, geçtiğimiz bir hafta
içerisinde Türkiye’de meydana gelen bazı ekonomik gelişmeler, bizim daha önceki
endişelerimizi doğrulayıcı ve Hükümetin mahalli seçimler sonrasında uygulamaya
koyduğu istikrar paketinin Türkiye’ye getirdiği ekonomik sıkıntılara yeni boyutlar
katan gelişmeler olmuştur.
Üç gün önce Mayıs ayı enflasyon rakamları
açıklanmıştır. Hatırlarsınız, ben size bir ay önce bu kürsüden muhtemelen
Mayıs ayı sonunda Türkiye’de 12 aylık enflasyonun yüzde 140’a çıkacağını
söylemiştim. Devlet İstatistik Enstitüsünün Cumartesi günü açıkladığı
enflasyon rakamıyla Türkiye’de 12 aylık enflasyon, Cumhuriyet tarihimizde yeni bir
rekor olarak, Sayın Çiller’in bir ay önce kırdığı rekora yeni bir rekor katarak
yüzde 138.6’dır. Sadece bu yıl başından Mayıs sonuna kadar 5 aylık süredeki
fiyat artışı toplam yüzde 82’dir.
Şimdi Hükümet, Mayıs ayındaki aylık
enflasyonun, bir önceki aya göre, yani Nisan ayındaki enflasyon rakamına göre, daha
düşük olmasından kendisine başarı payı çıkarmaya, bir anlamda bunu teselli olarak
kullanmaya çalışmaktadır. Ama, gerçek şudur ki, ortaya çıkan bu rakamlar, ki
bunlar toptan fiyat endeksleridir, önümüzdeki aylarda muhtemelen bir yandan tüketici
fiyatlarını da, harekete geçirecek, öbür yandan da işte işaretleri görülmeye
başlayan resesyonu, iktisadi durgunluğu daha da hızlandıracaktır.
Geçtiğimiz bir hafta içerisinde, Cumhuriyet
tarihimizin rekoru olan bu enflasyona ilaveten, uluslararası reating kuruluşları
Türkiye’nin kredi notunu bir defa daha düşürmüşlerdir. Böylece Ocak ayından bu
yana, Türkiye’nin kredi notu 4. defa düşürülmüş olmaktadır. Sanıyorum bu artık
çok kanıksanmış bir gelişme olduğu için, basınımızda da buna fazla yer
verilmemiştir. Oysa, gerçek odur ki, bu kadar kısa aralarla Türkiye’nin
uluslararası kredi notunun birbiri ardına düşürülmesi, Türkiye’yi bugün
uluslararası piyasalarda gerek sermaye hareketleri yönünden, gerek kredi imkanları
yönünden, riskli bir ülke konumuna sokmuştur. Türkiye, bu Koalisyon Hükümetinin,
özellikle Çiller Hükümetinin bilinçsiz, çelişkili, tutarsız politikaları
sonucunda uluslararası finans piyasasında Zambiya gibi bir Afrika ülkesi durumuna
getirmiştir.
Yine, geçtiğimiz hafta içerisinde bir başka
gelişme, biraz önce Güneş Taner arkadaşımın da ifade ettiği gibi, Türkiye’de
istihdam yönünden büyük önem taşıyan otomotiv sektöründeki en büyük
kuruluşlardan biri olan Tofaş Fabrikasının 2.500 işçisini işten çıkarması
olmuştur. Bu mesele, sadece bir fabrikanın 2.500 işçi çıkarması olarak
değerlendirilemez, otomotiv sanayiinde çalışan bir işçiye mukabil, yan sanayide
ondan istihdam sağlayan en az 4 işçi söz konusudur. Dolayısıyla sadece Tofaş’daki
bu 2.500 işçi çıkarımı, genelde 12.500 işçinin işyerini kaybetmesine yol
açacaktır. Kaldı ki, otomotiv sektöründeki diğer işletmelerde de benzeri
gelişmelerin önümüzdeki günlerde yaşanması muhtemel gözükmektedir.
Meselenin, sadece Bursa’dan kaynaklanan,
meselenin sadece Bursa’daki bu fabrikadan kaynaklanan bir olay olduğunu sanmıyorum.
Mesele, Türkiye’deki genel talep yetersizliğinin, işte artık ağırlığını
hissettirmeye başlayan resesyonun, otomotiv sektörüne bir yansıması meselesidir.
İfade edildiğine göre, bizzat bu firma yetkililerinin veya o firmanın bağlı olduğu
grubun yetkililerinin gazetelere de yansıyan demeçlerinden anlaşıldığına göre,
Tofaş Fabrikası bugünden itibaren üretimini tamamen kapatsa, elinde mevcut stoku sene
sonuna kadar ancak tüketebilecek durumdadır. Yani, değil 2.500 işçi çıkarmak,
bütün işçilerini çıkarsa, fabrikayı kapatsa, yine mevcut talep karşısında
bugünkü mevcut stokları sene sonuna eritmesi dahi şüphelidir. Dolayısıyla bizim
daha önceden endişemizi dile getirdiğimiz, Türkiye’de yüksek enflasyon yanında,
bir talep yetersizliğinin, bir resesyonunun da artık ağırlığını duyurmaya
başladığı bir gerçektir.
Şimdi, ekonomideki bu olumsuz gelişmeler,
herşeyden evvel, biraz önce de söylediğim gibi, Çiller Hükümetinin en iddialı
olduğu alandaki, ekonomideki bilinçsiz politikaların sonucudur.
Hatırlarsanız, Sayın Başbakan, bu istikrar
paketinin uygulanmasına kadar, Türkiye’de bir saadet zinciri olduğunu, bu saadet
zincirinin spekülatörlere, rantiye sınıfına, yani faizden, sermayeden geçinen kesime
çok büyük ve haksız kazançlar sağladığını, buna mukabil, bunu tüm halkın,
özellikle çalışanların ödediğini iddia etmiştir. Halkın parasını halkın
parası yapacağını vaat etmiştir. Bu saadet zincirini kıracağını vaat etmiştir.
27 Mart’a kadar, sadece bir mahalli sezim uğruna Türkiye’nin 10 yıllık emek sonucu
birikmiş olan 7 milyar dolarlık döviz rezervini 5 ay içerisinde tüketen Sayın
Çiller, şimdi sanki hiç bunları söylememiş gibi, sanki gerçekten o rant geliri elde
edenlere ödenen para halkın parası değilmiş gibi, Türkiye tarihinin en büyük rant
gelirini ödemektedir. Üç aylık yüzde 50 net faiz ödemeli Hazine bonolarını
yürürlüğe koymuştur.
Şu ana kadar zannediyorum üç tertipte toplam 50
trilyon liralık Hazine bonosu satışı yapılmıştır. önümüzdeki günlerde aynı
uygulamanın devam ettirilmesi muhtemeldir. Bu, şimdiye kadar rantiye sınıfının, yani
rant geliri elde edenlerin, Türkiye’de hiçbir zaman elde edemedikleri olağan üstü
bir kazançtır. Yani, rantiye sınıfının haksız kazancından bahsedene Sayın
Çiller, şimdi aynı sınıfa, geçmişte hiçbir zaman sağlayamadıkları bir geliri
sağlamaktadır. Ve maalesef, daha önce söyledikleri doğrudur. Yani, bu yıllık
birleşik faiz olarak 406’ya varan bu faiz geliri, eninde sonunda halk tarafından
karşılanacaktır. Halkın parasıyla ödenecektir.
Değerli arkadaşlarım, bu uygulama,
Türkiye’nin ekonomik sıkıntılarını ne orta vadede ne de uzun vadede çözmeye
yönelik bir tedbir değildir. Bu uygulama, sadece bugün Türkiye’nin yaşadığı
ekonomik krizi, devletin nakit ihtiyacını bile karşılayamayacak duruma düşmesini,
üç ay için, dört ay için ertelemeye matuf bir uygulamadır. İşte, ilk 27
Ağustos’tan başlayarak, bu bonoların itfa tarihi geldiğinde, Türkiye aynı krizi,
hem de çok daha büyük boyutlarda yaşamak zorunda kalacaktır. Bugünü kurtarmak için
üç ay sonrasında krizi çok daha ağırlaştıracak tedbirleri dahi almaktan
kaçınamayan bir çaresizliğe düşmüşlerdir.
Buna mukabil, Türkiye’de yıllık enflasyon
yüzde 140’a varmışken, sene başından bu yana 5 aylık enflasyon yüzde 82’ye
ulaşmışken, memurlara sağlanan yıllık maaş artışı muhtemelen yüzde 30
dolayında kalacaktır. Bunu daha önce de söyledim, sonra birtakım yetkili, yetkisiz
ağızlardan çelişik demeçler verildi, ama ben bugün aynı şeyi tekrarlıyorum. Eğer
istikrar programında öngörüldüğü gibi, taahhüt edildiği gibi, IMF’ye verilen
mektupta belirtildiği gibi, 1994 yılının bütçe ödeneklerinin içinde kalınacaksa,
yani bu ödeneklere ilave yeni ödenekler, ek ödenek alınmayacaksa, o zaman sene sonuna
kadar memur maaşlarında artış yapılabilmesi mümkün değildir.
Çünkü, 1994 yılının personel ödeneklerinden
ne üçüncü ne de dördüncü üç aylık dönemde herhangi bir artış sağlanabilmesi
mümkün değildir. Mevcut ödenekler, yıl sonuna kadar olan personel harcamalarını
ancak karşılayabilmektedir. Hatta orada bile, döviz kurundaki aşırı artış
nedeniyle, karşılayıp karşılayamayacağı dahi belli değildir.
Geçen hafta içerisinde açıklanan hububat alım
fiyatları, yıllık enflasyonun yarısı mertebesindedir. Buğdaya yüzde 70 dolayında
bir artış sağlanmıştır. Mısır ve arpadaki artış ortalama yüzde 45
oranındadır, dolayısıyla çiftçiyi enflasyona ezdirmeyeceğini vaat eden bugünkü
Hükümet, hem memuru hem çiftçiyi enflasyona ezdirmiş durumdadır. Daha önce de
söylemiştim, Hükümetin kendi revize programında yıl sonu itibariyle 1994 yılında
hedef aldığı enflasyon oranı yüzde 110’dur. Ama gelişmeler, bu oranın dahi
tutturulamayacağını ortaya koymaktadır. 5 ayda yüzde 82’ye varan enflasyonu,
önümüzdeki 7 ayda yüzde 110’da tutmak hakikaten çok büyük bir başarı
olacaktır. Ama, bu başarı sağlanabilse dahi, Hükümet enflasyon hedefine ulaşabilse
dahi, memurunu da çiftçisini de emeklisini de enflasyona ezdirmiş olacaktır, kendi
vaadini gerçekleştirememiş olacaktır.
Değerli arkadaşlarım, memuru daha 5. ayda
enflasyona karşı yüzde 50 gelir kaybına uğratan, çiftçisini enflasyona karşı
ezdiren, emeklisine normal maaşını bir hafta geç ödeyebilen, vergi iadesini hiç
ödeyemeyen bugünkü Hükümetin uygulamaları, aslında bizim daha önce çeşitli
vesilelerle öngördüğümüz, uyardığımız, bizim için hiçbir şekilde beklenmedik
olmayan, sürpriz teşkil etmeyen uygulamalardır. Binaenaleyh, bu uygulamalardan zarar
gören, enflasyon karşısında ezilen, geçim sıkıntısına düşen memur da, işçi
de, emekli de, çiftçi de, esnaf da, aslında herşeyi bildiğini zanneden, ama en
iddialı olduğu konuda bile ne kadar bilgisiz olduğu belli olan, bilgiç bir
Başbakanın ehil olmayan bir kadroyla yürüttüğü uygulamaların kurbanlarıdır.
Şimdi Sayın Başbakan, her zaman yaptığı
gibi, bu beceriksizliğini, bu başarısızlığını örtebilmek için, halkın
gözünden kaçırabilmek için, Türkiye’nin gündemini değiştirme telaşı
içerisindedir. Geçmişte bunu terör meselesiyle yapmıştır. İşte “ekonomide
hedefimize ulaşamadık ama, bakın terörde çok başarılıyız, çok kararlıyız, çok
da mesafe alıyoruz” demiştir. Terörde ne ölçüde başarılı olduğu apayrı bir
tartışma konusudur. Türkiye bugün Güneydoğu Anadolu Bölgesine 200 binden fazla
asker yığmıştır. Elbette ki bu kadar büyük bir güçle oraya gittiğiniz zaman,
orada ağırlığınızın artması, daha müessir olmanız kaçınılmazdır.
Ama rakamları hangi tabloda, hangi bazda
yaptığınız önemlidir. Tekrar söylüyorum; Türk Devletinin terörle mücadelede,
eşkıya ile mücadeledeki kayıpları, vatandaş olarak, güvenlik görevlisi olarak,
geçmişteki hiçbir yılla karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. Yani, kayıp
açısından bakarsanız, terörle mücadelede bir başarıdan değil, tam tersine, daha
fazla kayıp olan bir başarısızlıktan söz etmek lazımdır. Eğer insan hakları
açısından bakarsanız, orada yaşayan ve bu olaylara karışmayan insanların zarar
görüp görmediği açısından bakarsanız, maalesef uygulama geçmişe göre daha
parlak değildir.
Sayın Başbakan, başarı olarak “işte
PKK’nın terörist bir örgüt olduğunu Amerika’ya, Avrupa’ya kabul ettirdik.
Oradaki çabamızın terörle mücadele olduğunu” demiştir. Şimdi bakın, peşi sıra
bununla çelişen gelişmeler yaşanmaktadır. Avrupa Parlamentosu, açıkça
Türkiye’yi kınayan bir karar almıştır. Bir devletin parlamentosunun başka bir
devletin iç meselesine müdahalesinin bundan daha çarpıcı bir örneği yoktur. Ve
nihayet, Sayın Başbakanı yalanlarcasına, Amerikan Kongresinin Senatosu, Türkiye’ye
yapılan yardımı insan hakları ve Kıbrıs’taki ilerlemeler şartına bağlayan bir
karar almıştır. Bütün bu gelişmeler, Sayın Başbakanın daha önce Türk kamuoyuna
başarı diye yutturmaya çalıştığı Güneydoğu meselesini dış platformlardaki
tanıtma başarısını yalanlayan gelişmelerdir.
Ha, Sayın Başbakanın ve onun sözcülerinin
sık sık tekrarladıkları bir başka tablo var: Terör olaylarında eşkıyaya verilen
zarar; şu kadar eşkıya öldürdük... Bir kere Sayın Cumhurbaşkanı çıkıyor: “O
ölen insanlar da bu memleketin evlatlarıdır.” diyor. Onun için bunları
değerlendirmede, yani öldürülen eşkıyalara bakış açısından, Sayın
Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında çok büyük bir farklılık söz konusu, ama,
Sayın Başbakanın bu yaklaşım tarzını benimsemek mümkün değildir. Yani,
öldürülen terörist sayısını bir başarı olarak takdir edebilmek mümkün
değildir. Siz devletsiniz, sizin ordunuz var, sizin uçaklarınız, sizin bombalarınız
var. Siz isterseniz, eğer insan haklarını göz ardı edeceksiniz, oradaki masum
insanları ayırma duyarlılığından vazgeçeceksiniz, siz isterseniz 100 bin kişi
öldürürsünüz, 1 milyon kişi de öldürürsünüz. Ama bu hiçbir zaman başarı
ölçüsü olmaz. Bu, ancak devlet olmaktan ne kadar uzaklaştığınızın ölçüsü
olur.(Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, terör meselesinin artık
Hükümetin ekonomik başarısızlığını ölçmede başvurabilecek geçerli bir araç
olmaktan uzaklaşması üzerine, Sayın Başbakan şimdi de demokratikleşmeye sarılmış
görünmektedir. Anayasa değişikliği konusunda bir yeni inisiyatif almak ve Anayasa
değişikliği konusunda bir yeni Hükümet olarak, bir Başbakan olarak ekonomik alandaki
başarısızlığı halktan gizlemenin çabası içindedir.
Bakınız, şimdi gündemde, sanıyorum yarın
Genel Kurula gelecek olan 4 tane Anayasa değişikliği teklifi var. Hükümetin iki
ortağı oturmuşlar, 4 tane Anayasa değişikliği konusunda anlaşmışlar. Bu Anayasa
değişikliği, mesleki kuruluşların, derneklerin, siyaset yapamama yasağını
kaldırmayı, seçme ve seçilme yaşını indirmeyi, partilerin gençlik ve kadın
örgütü kurabilmesini sağlayan, hepsine bizim de katıldığımız, hakikaten
Türkiye’nin katılımcı demokrasi alanında ilerleme yapmasını sağlayacak olan
değişikliklerdir.
Bu değişikliklerin bir kısmı, 1990 yılında
istişari mahiyette bizim Hükümetimiz tarafından bugünkü iktidar partilerine, o
zamanki muhalefet partilerine götürülmüştür, o zamanki muhalefet bugünkü iktidar
partilerinin bize verdikleri cevap aynen şu olmuştur; “Biz, sizin iktidarınızda bir
Anayasa değişikliğine hiçbir şekilde destek vermeyiz.” Yani, götürdüğümüz
değişikliklerin içeriğine bile bakmamışlardır. Bunların Türkiye’nin yararına
olup olmadığına bakmamışlardır; “Siz iktidarda olduğunuz için, biz Anayasa
değişikliğine destek olmayız” demişlerdir. 15 maddelik bir değişikliği
götürmüşüz, hiç bakmamışlar bile, geri çevirmişlerdir.
Ben, 1991 Ağustos’unda Başbakan iken erken
seçim konusunda parti liderlerini ziyaret ettim, Sayın Demirel ve Sayın İnönü ile
görüştüm, erken seçimle ilgili düşüncelerini alırken, kendilerine, kendilerinin
de öteden beri savundukları bir iki konuda Anayasa değişikliği teklifini götürdüm.
Bunlardan bir tanesi, işte şimdi önünüze gelecek olan seçmen yaşının indirilmesi
meselesi idi, 18 yaşından itibaren gençlere de seçme hakkı verilmesiyle ilgili
değişiklikti. Bir değeri de, Meclisin 450 milletvekilinden 600 milletvekiline
çıkarılmasına ilişkin değişiklikti. Dedim ki: “Siz daha önce bunlara taraftar
olduğunuzu açıkladınız. Biz de iktidar partisi olarak bunları benimsiyoruz. Gelin bu
seçime gitmeden önce bu Anayasa değişikliğini de gerçekleştirelim.” Sayın
Demirel’in o zaman bana verdiği cevap şu olmuştur. “Evet, biz bu değişiklikleri
savunuyoruz, savunduk, ama bu şekilde tek taraflı bir uzlaşma söz konusu olmaz.
Yani, sizin getirdiğiniz teklifler üzerinde bir
uzlaşma söz konusu olamaz. Eğer bunun için muhalefet olarak bizim oyumuz da
gerekiyorsa, o zaman bunun daha geniş bir uzlaşma içerisinde ele alınması gerekir.
Bizim de teklif edeceğimiz başka değişiklikler olabilir. O zaman bu uzlaşmadan
çıkan değişiklikleri hep birlikte yapabiliriz. Ama sizin getirdiğiniz herhangi bir
değişiklik teklifine bizim destek vermemiz söz konusu olmaz. Otururuz hep birlikte
Anayasa değişikliklerini konuşuruz” demiştir. Sonra erken seçim meselesi gündeme
gelince, Anayasa değişikliği de gündemden çıkmıştır.
Biz muhalefete geçtikten sonra, 1992 başında
zannediyorum, parti olarak bu Meclisin bu yasama dönemindeki ilk Anayasa değişikliği
teklifini verdik. Biliyorsunuz partiler adına milletvekilleri olarak ancak Anayasa
değişikliği verebiliyor. Anavatan Partili milletvekilleri olarak, seçmen yaşının
18’e, seçilme yaşının 25’e indirilmesini öngören Anayasa teklifini ilk defa biz
verdik, bizim arkadaşlarımız verdi.
1992 yılı Haziran ayında, o güne kadar ki
Anayasa değişikliği çalışmalarının sonuç vermemesi üzerine, Meclis Başkanının
girişimiyle bir liderler toplantısı yapıldı ve Anayasa değişikliklerinin bundan
sonra partilerarası ortak bir komisyon tarafından yürütülmesi esası benimsendi.
Yani, partiler münferit anayasa değişikliklerini yapmayacaklar, bütün Meclisteki
partilerin katılacağı özel bir Anayasa çalışma grubu oluşturulacak ve o grupta
mutabık kalınan madde değişiklikleri Genel Kurula getirilecekti.
Bu çalışma grubu çalışmaya başladı, bizden
de arkadaşlarımız oraya iştirak ettiler, o ortak çalışma grubunda hiçbir anayasa
değişikliği üzerinde mutabakat sağlanamadı. Mutabakat sağlanamamasının nedeni,
iktidar ile muhalefet partileri arasındaki görüş ayrılıkları değildi. Mutabakat
sağlanamamasının nedeni, koalisyona dahil olan iki iktidar partisinin kendi arasındaki
görüş ayrılıkları idi ve nitekim kendileri de bu durumu tespit ettiler, kabul
ettiler, dediler ki: Bu çalışmaları askıya alalım, biz iktidar partileri olarak
kendi aramızda bir çalışma başlatalım, biz kendi aramızda anlaşmaya vardıktan
sonra, bu ortak çalışma grubunu yeniden hayata geçirelim, yani yeniden buraya
getirelim. Geçen sene Sayın Çiller Hükümeti kurduğu zaman durum budur.
Bugüne kadar da Anayasa değişikliği konusunda
sağlanan tek ilerleme, Anayasanın 133. maddesinde yapılan değişikliktir. Onu hepiniz
hatırlıyorsunuz, bizim katkımızla hatta bizim öncülüğümüzle sağlanan bir
değişikliktir. Biz dedik ki: “Bu ortak çalışmalardan hiçbir şey çıkmıyor, siz
kendi aranızda da anlaşamıyorsunuz. Bizim parti olarak bir prensibimiz var, biz böyle
cımbızla tek tek Anayasa değişikliğine destek vermeyeceğiz. Bu ortak partilerarası
grupta, Anayasanın bütünlüğünü gözeten, bütünlüğünü de dikkate alarak
mutabık kalınan maddelere destek vermeye hazırız.”
Ama o çalışmalardan bir şey çıkmayınca,
artık toplum açısından acil bir ihtiyaç haline gelen, bir zaruret haline gelen özel
radyo ve televizyonların çalışmasıyla ilgili düzenlemenin istisnai olarak Anayasada
değişiklik yapılmak suretiyle yürürlüğe konulmasını kabul ettik. Bunun için
özel bir protokol yaptık, Meclis Başkanı da o protokolü imza etti, parti grup
başkanvekilleri imza ettiler, 133. Maddeyle ilgili değişiklik o şekilde gerçekleşti.
O protokol fikri, o protokolde yer alan esaslar veya bu protokolün kanunun -Anayasa
değişikliğinden sonra çıkacak olan kanunun- esasları üçerinde önceden bir
mutabakat sağlanması şartı, hep bizim önerdiğimiz hususlardır.
Yani, 133. Maddeyle ilgili olarak eğer bizim bu
girişimlerimiz olmasaydı, o maddenin dahi değişmesi mümkün değildi. Ama hepiniz
gördünüz ki, Sayın Başbakanın, 133. Maddeyle ilgili Anayasa değişikliği
gerçekleştikten sonra, hatta daha gerçekleşmesini beklemeden, çıktı ve bunu kendisi
için, partisi için bir istismar konusu yaptı. Söylediği ifade: “Anayasayı
değiştireceğim. Radyolara özgürlük getireceğim.” Bunun üzerine arkadaşlarım
haklı olarak tepki gösterdiler, ilk oylamada reddedildi, Sayın Başbakan da boyunun
ölçüsünü almış oldu, ikinci turda biz de destek verdik, Anayasa değişikliğini
gerçekleştirdik.
Şimdi, anlaşılan Sayın Başbakan bu
tecrübeden hiç ders almamışçasına, bizim önümüze aynı yöntemle gelmektedir.
Daha önce bizim teklif ettiğimiz, hala komisyonlarda bizim arkadaşlarımızın
imzasıyla bekleyen bir Anayasa değişikliğinin de içinde olduğu 4 maddelik bir
değişiklik teklifini getirmiş ve bunu, bizim eğer daha önce ortaya koyduğumuz
prensiplere bağlı kalarak, daha önceki ortaya koyduğumuz prensiplerle tutarlı olarak,
benimsememiz, buna destek vermemiz halinde, bunu istismar edeceğini, bizi kamuoyuna
şikayet edeceğini şimdiden ilan etmiştir. Bu, bir siyasi şantajdır.
Beni evvelsi gün aramış, dün için randevu
istemiş, ben de “Zonguldak’ta olmam lazım, Pazartesi günü görüşmem” dedim.
Onun üzerine bugüne bir randevu tespit etmişler, bugün görüşeceğiz. Ama diğer
muhalefet partileriyle dünkü görüşmelerine bakıyorum, özellikle Refah Partisi
Başkanı Sayın Erbakan ile olan görüşmelerinden sonraki açıklamalara bakıyorum,
Sayın Başbakan, bu görüşmelerini de, sadece böyle bir istismara zemin hazırlamak
için yapıyor.
Şimdi değerli arkadaşlarım, bu konuda sayın
Başbakan ile Sayın Meclis Başkanı arasında da bir yarış var. Sayın Başbakan,
benden bugün 16.30’a randevu alıyor, Sayın Meclis Başkanı da arkasından saat
14.00’te Anayasa değişikliği konusunda toplantıya çağırıyor. Ama Meclis
Başkanının bu davet yazısındaki bazı ifadeleri dikkatinize sunacağım. Aslında
yazı kısa olduğu için hepsini size bazı şeyleri de vurgulayarak okumak istiyorum.
“Meclisimizin 19. Dönem çalışmalarında
Anayasa değişiklikleri önemli bir ağırlık kazanmıştır. Daha önce kurduğumuz
Partilerarası Komisyonun tartışmaları ve aldığı sonuçlar kısa bir süre önce
bilginize sunulmuştur. Anayasa Komisyonumuzda kabul görmüş bazı değişiklik
önerileri de geriye çekilmiş ve beklemeye alınmıştır.
Diğer yandan, çeşitli Anayasa değişiklik
önerileri de gerekli imzayı sağlamış veya sağlama aşamasındadır. Bu oluş,
Anayasa değişikliği alanında elde edilen ilerlemenin bir uzlaşmayı ve
sonuçlandırmayı gerekli ve zorunlu hale getirmiştir. Benzer uygulama 133. Maddenin
kabulünde başarı sağlamıştır.
Bilindiği gibi, Anayasa değişikliği konusunda
Hükümet tasarısı hazırlanması mümkün değildir. Bu hak, milletvekillerinin ortak
iradelerine bağlanmıştır. Üstelik, tekliflerin Anayasa değişikliği sonucuna
kavuşması veya halk oylamasından arındırılması, Yüce Meclisin nitelikli bir
çoğunlukla teklifleri kabulüne bağlıdır.
Bu nedenle Anayasa değişikliği konusunda bir
metot ve öncelik araştırması yapılması Başkanlığımızca gerekli
görülmektedir...” diyor ve işte siyasi partilerin genel başkan veya yetkili
temsilcilerinin Salı günü 14.00’te toplanmalarını istiyor.
Şimdi, Meclis Başkanının bu yazısıyla
Başbakanın tavrı arasında çok önemli bir uçurum vardır, fark değil uçurum
vardır. Sayın Başbakan, böyle önceden bir uzlaşma aramadan, bize gelip de, kendi
düşündüğü Anayasa değişiklikleri konusunda bizim fikrimizi sormadan veya böyle
bir uzlaşmaya konu olabilecek başka anayasa değişiklikleri tekliflerimi olup
olmadığını dahi araştırmaya gerek görmeden, kamuoyuna 4 maddeyi ilan etmiştir; bu
maddelerin, bizim de karşı çıkmayacağımız, destek vermekten kaçınmayacağımız
maddeler olduğunu düşünmüştür. Şimdi, aklı sıra bizi köşeye
sıkıştırmaktadır. Eğer biz bunlara karşı çıkarsak, bizi gidip: “Gençlik
düşmanı, kadın düşmanı, sendika düşmanı, dernek düşmanı” olarak ilan
edecektir.
Bir kere, meselenin hukuki olarak şu anda
tartışılmaya muhtaç bir yönü var. Biraz önce Mehmet Keçeciler arkadaşımın da
buradan söylediği gibi, Anayasa Komisyonunda yapılan tartışmalarda bu yön ortaya
çıkmıştır. Sadece 69. Maddenin ikinci fıkrasında, işte sendikalar, dernekler
bilmem ne siyaset yapamaz diye bir hüküm var. Şimdi getirdiği değişiklik bu
fıkrayı kaldırıyor. Bu fıkra olmayınca, sendikalar, dernekler, meslek kuruluşları
siyaset yapabileceklermiş izlenimini yaratmak istiyor.
Bu sadece aslında göstermelik bir
değişikliktir, bir aldatmacadır. Çünkü, Keçeciler arkadaşımın da söylediği
gibi, Anayasanın özel olarak derneklerin, meslek kuruluşlarının sendikaların
çalışmalarını düzenleyen diğer maddelerinde hiçbir şekilde siyaset
yapamayacakları, siyasi partilerle bağlantı kuramayacakları hükümleri saklı
kalmaktadır. O hükümler değişmedikçe, burada yapılan bu değişiklik sadece bir
göz boyamadır, aldatmacadır, göstermedir. Fiilen demokratikleşme alanında,
katılımcı demokrasinin güçlendirilmesi alanında sağlayacağı hiçbir katkı
yoktur. Sadece bir makyaj malzemesidir.
Eğer hakikaten sendikaların siyaset yapması
isteniyorsa, derneklerin siyasi partilerle organik bağ kurabilmesi isteniyorsa, ki o
ayrı bir tercih konusudur, ama eğer hakikaten bu değişiklikten murat bu ise, buna mani
olan Anayasada özel hükümler var. Dolayısıyla böyle anlamsız bir değişikliğe
bizim destek verebilmemiz hukuken sakıncalıdır, siyasi demiyorum.
Ama bizim asıl karşı çıktığımız,
Başbakanın izlediği yöntemdir. Yani, benim uzlaşma metnim budur, ya bununla
uzlaşırsınız ya karşı çıkarsınız tavrı, bizim kabul edebileceğimiz, boyun
eğebileceğimiz bir tavır değildir.
Burada, eğer bir samimi uzlaşma arayışı söz
konusu olsaydı, eğer Meclis Başkanının da önerdiği gibi, iki yıldan beri
iktidarın engellenmesi nedeniyle verimli çalışamayan, ortak çalışma grubuna,
Partilerarası Komisyona bu konuda önerilerini getirseler, bizim önerilerimizi
sorsalardı, biz böyle bir Anayasa değişikliğine bütün gücümüzle destek olmaktan
kaçınmazdık. Çünkü, bu Anayasadan rahatsızlığını ilk ortaya koyan parti biziz
ve biz bu rahatsızlığımızı bugün değil, muhalefette değil, iktidarda iken ortaya
koymuşuz. Kendi iktidarımızda bu Anayasa değişikliği için destek istemişiz, destek
bulamamışız, seçime giderken yine destek aramışız, o zaman da bulamamışız.
Bize karşı konulan tavırlar katiyen hukuki
argümanlara dayalı tavırlar değildir, tamamen siyasi tavırlardır. Muhalefete
geçince yine değişiklik önergesi vermişiz, ondan da netice alamamışız. Şimdi,
bugün Sayın Başbakanın ekonomideki başarısızlığını halktan gizlemek, gündemi
değiştirmek için böyle bir Anayasa oyununa bizim katılmamız yanlıştır.
Kaldı ki, Sayın Cindoruk’un mektubunda
söylendiği gibi, Sayın Başbakanın böyle bir Anayasa değişikliğine sözcülük
etmesi, Anayasanın ruhuna aykırıdır. Yani, “biz bu Anayasa değişikliğini
Hükümet olarak getiriyoruz” demesi yanlıştır. Sayın Başbakan bir parti başkanı
olarak bu konudaki düşüncesini söyleyebilir, bu değişiklik metinlerini
milletvekilleri komisyona, Genel Kurula getirebilir, ama Sayın Başbakanın Hükümet
olarak, “Biz ortağımızla anlaştık, Hükümet olarak bu Anayasa değişikliklerini
getiriyoruz, buna muhalefetten destek istiyoruz” demesi, Anayasanın ruhuna
aykırıdır, Başbakanın hukuk formasyonundaki eksikliğinin bir işaretidir.
Değerli arkadaşlarım, Anayasa değişikliği
konusundaki daha önceki tavrımız budur, daha önceki yaklaşımlarımız budur. Anayasa
Komisyonunda arkadaşlarımız daha önceki bu parti görüşümüze bağlı olarak, bu
değişikliklerin yöntemine karşı çıkmışlardır. Şimdi, sanıyorum yarın Genel
Kurula gelecektir, Genel Kurula gelmeden önce bugün, biraz sonra, Anayasa ve Adalet
Komisyonundaki arkadaşlarımızla, grup yöneticisi arkadaşlarımızla ve Başkanlık
Divanındaki arkadaşlarımızla bu değişikliklerle ilgili nihai bir değerlendirme
yapacağız. Eğer gerekiyorsa yarınki Genel Kurul toplantısından önce Grubu da bu
konuda bir toplantıya çağırabiliriz.
Bugünkü Meclis Genel kurulunda zannediyorum
olağanüstü halin uzatılmasıyla ilgili Hükümet tezkeresi görüşülecektir.
Olağanüstü halin uzatılması konusu, bu Hükümet zamanında her türlü ciddiyetten
uzak, fevkalade gayri ciddi bir uygulamaya dönüşmüştür. Her uzatmada Hükümet
çıkmıştır: “Biz bunu son defa istiyoruz. İller İdaresi Kanununda değişiklik
yapacağız. Bir daha bunun buraya gelmesine gerek olmayacaktır” demiştir, maalesef
1,5 yıldan beri uzatmalar hep aynı şekilde Hükümetin bu gayri ciddi tavrıyla
uzatılıp gitmektedir.
Şimdi, son olarak Milli Güvenlik Kurulunda
geçen ay yapılan toplantıda, olağanüstü halin yeniden 4 ay uzatılması Hükümete
önerilmiştir. Hükümet bugün o tezkereyi getirmektedir. Bizim bu konuda daha önce
uzatmalarda parti olarak takındığımız tavırla tutarlı olarak, aynı çizgide bir
tavır almamızın doğru olacağını düşünüyorum. Bizim olağanüstü halin
uzatılmasına vereceğimiz destek bu kadar önemli bir konuda, bu kadar çelişkili
davranan, zaman içerisindeki tutumlarıyla tutarsızlığa düşen ve bu meseleyi bir
siyasi istismar konusu yapmaktan, çeşitli uyarılarımıza rağmen vazgeçmeyen bu
Hükümete verilen bir destek anlamında yorumlanamaz.
Bizim vereceğimiz destek, doğrudan doğruya,
orada teröriste karşı devlet adına mücadeleyi yürüten devlet güçlerine verilmiş
bir destektir. Bu desteği verirken, Hükümetin bu konudaki çelişkilerini
tutarsızlığını da bu Hükümetin bu istismar çabasını da en sert biçimde dile
getirmek durumundayız. Sanıyorum, arkadaşlarımız bu konuda da hazırlık
yapmışlardır. Bu gün parti görüşmelerimizi dile getireceklerdir. Ama, oylama
konusunda karar meselesinde olağanüstü halin uzatılmasına karşı çıkmanın, bu
kadar zayıf bir Hükümetin iki buçuk seneden beri vaat ettiği değişiklikleri
gerçekleştiremeyen bir Hükümet gerçeği karşısında daha sakıncalı olacağına
inanıyoruz.
Çekiç Güç konusunda ise yeni bir durum söz
konusudur. Milli Güvenlik Kurulu, Çekiç Gücün görev süresinin uzatılmasıyla
-Çekiç Gücün süresi 30 Haziran’da dolacak- ilgili Milli Güvenlik Kurulundan
herhangi bir karar çıkmamıştır. İlk defa olarak Çekiç Gücün görev süresinin
uzatılmasına ilişkin Milli Güvenlik Kurulu herhangi bir karar almamıştır.
Hükümet, Milli Güvenlik Kurulunda karar alınmamış olmasına rağmen, kendi önerisi
olarak Çekiç Gücün görev süresinin uzatılmasını gerektirebilir.
Bizim Çekiç Güç konusunda daha önceki
tavrımız bellidir. Bizim ortaya koyduğumuz endişeler, daha önce ortaya koyduğumuz
tavır, zaman içerisindeki gelişmelerle doğruluğu daha net olarak ortaya çıkan bir
tavırdır. Dolayısıyla Hükümet bu konuda eğer yeni bir uzatma talebiyle gelirse,
belki ufak bir esneklik, yani meselenin tabiatından doğan uygulamadan doğan bir
esneklik payı ile mesela bir aylık bir uzatma önergesini biz getirmek kaydıyla ve bu
önergemizin kabul görmemesi halinde de uzatmaya karşı çıkmamız, hem daha önceki
davranışımızla daha önceki tutumumuzla tutarlı bir tutum olacaktır, hem de Çekiç
Güç konusunda, özellikle son zamanlarda ortaya çıkan gelişmelerin bize dikte ettiği
doğru bir tutum olacaktır.
Bu konuları biraz sonra arkadaşlarımla
görüşeceğiz. Bu konularda farklı görüşü olan milletvekili arkadaşlarımın da
görüşlerini değerlendirmek üzere bize iletmelerini rica ediyorum.
Bu haftaki görüşmeler, gerek olağanüstü
halin uzatılmasıyla ilgili olsun, gerek Anayasa değişikliği konusundaki görüşmeler
olsun, büyük önem taşıyan görüşmelerdir ve parti olarak bizim kilit konumunda
olduğumuz görüşmelerdir. O bakımdan arkadaşlarım bu hafta bu Meclis
çalışmalarına mutlaka katılmalarını rica eriyorum.
Hepinize saygılar sunuyorum.