ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN
TBMM GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMALAR
 
( 20 Eylül 1994 )

Değerli arkadaşlarım, bugün bu yasama döneminin önemli bir günüdür. Bildiğiniz gibi, biz çok uzun zamandan beri, Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu ağır sorunların, bu Koalisyonla, kendi içerisinde bile uyum sağlayamayan, üç seneden beri, bırakın Türkiye’nin sorunlarını çözmeyi, Türkiye’nin sorunlarını giderek daha da ağırlaştıran, sadece günü kurtarmaya yönelik icraatı başarı diye topluma yutturmaya çalışan bu Koalisyon Hükümetiyle daha fazla gidemeyeceğini ifade ediyoruz.

Aslında, özellikle son yaşadığımız gelişmeler, Türkiye’nin bu darboğazı aşabilmesinin, ancak millet idaresini yeniden ortaya koyacak bir erken seçimle mümkün olduğunu daha açık biçimde göstermiştir. Buna rağmen, Hükümet, Hükümeti oluşturan siyasi partiler, bir erken seçime gitmektense, hem milletin yeniden iradesini ortaya koymasına imkan sağlayacak hem de Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu sorunları çözebilmesi için milletten yetki alacak bir Hükümete, gerekli süreyi sağlayacak olan bir seçime gitmektense, bir Anayasal zorunluluk olan ara seçime gitme tercihini yapmışlardır.

Hemen ifade edeyim ki, bu tercih, Türkiye açısından doğru bir tercih değildir. Bu tercih, bu Koalisyon Hükümetinin her ne pahasına olursa olsun, sadece iktidarını sürdürmek, sadece işbaşında biraz daha kalabilmek için başvurabileceği son çaredir. Ve, hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, bu ara seçimlerden, bu hükümet, daha da yıpranmış olarak çıkacaktır. Bu hükümetin millet nezdinde kaybettiği itibarın, kaybettiği gücün, bu ara seçimler, bir anlamda tescilli olacaktır.

Değerli arkadaşlarım, sadece şu son bir hafta içerisinde, son grup toplantımızdan bugüne kadar, Türkiye’de yaşadığımız, izlediğimiz, şahit olduğumuz, basından, televizyonlardan takip ettiğimiz olaylar dahi, bu Hükümetin artık Türkiye’yi yönetmeye hakkı olmadığını ortaya koyacak niteliktedir.

Şimdi, sadece sizlere hatırlatmak için bazı olayları zikredeceğim.

Geçtiğimiz hafta içerisinde, bu Hükümetin Milli Savunma Bakanı, öğretmenlerimizi yönelik eşkıyanın cinayetleri karşısında bir tedbir olarak, öğretmenlere silah dağıtılmasını önermiştir. Milli Savunma Bakanının bu konudaki beyanı, bu hükümetin, bu meseleye ne kada çarpık baktığının da bir belgesi niteliğindedir. Milli Savunma Bakanı aynen şöyle demiştir: “ Bütün öğretmenlere, - Doğu’daki ve Güneydoğu’dakini kastediyor herhalde- orada görev yapan bütün öğretmenlere silah dağıtalım. Böylece kendilerini savunsunlar. Ölseler bile, hiç olmazsa terörist öldürürler. “ Bunu, bu hükümetin Milli Savunma Bakanı söylemektedir.

Bir kere bunu söyleyen bir bakan mili olamaz.

Değerli arkadaşlarım, dünyanın birçok memleketinde, dünyanın birçok yöresinde terör olayları yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Muhtemelen bundan sonra da yaşanacaktır. Ama, herhalde terörle mücadele konusunda, terörü önleme konusunda devletin en asli görevlilerinden birisini, sivil vatandaşlarına, oradaki çocuklarına eğitim vermek için görev yapan öğretmenlere silah dağıtarak önlemeyi düşünen ilk sivri akıllı, bizim Savunma Bakanımızdır.

Yine Milli Savunma Bakanı, geçtiğimiz hafta içerisinde, askerlik süresinin yeniden 18 aya çıkarılmasını öngören bir kanun tasarısına Hükümet tarafından hazırlandığını ve yakında Meclise gönderileceğini ifade etmiştir. Meclise geldi mi bilmiyorum; ama, Savunma Bakanı, bu konuda, Bakanlık olarak hazırlıklarını tamamladıklarını ve askerlik süresinin yeniden 18 aya çıkarılacağını ifade etmiştir.

Türkiye’de askerlik süresi 18 aydan 15 aya indirileli zannediyorum daha birbuçuk sene oldu. Biz o yasa çıktığı zaman sorduk, hesabınızı kitabınızı iyi yaptınız mı dedik. Sayın Demirel Başbakandı, dedi ki, biz hatta bunu 12 aya indireceğiz, 12 aya indirilmesi için de Hükümete yetki verildi o kanunda.

Tıpkı erken emeklilik gibi, tıpkı diğer bütün icraatları gibi, bu Hükümet, sadece seçmene şirin gözükmek için, sadece popülist düşünceyle getirdiği bir düzenlemede birbuçuk sene sona geri adım atmaktadır. Askerlik süresini daha da azaltacağını ifade ettiği halde, askerlik süresini gene eskiden olduğu gibi 18 aya çıkarma hususunda yasal hazırlık yapmaktadır.

Zaten, bu iki dönemden beri, askerlik yapan gençlerimiz, dört ay fazla askerlik yapmışlardır; yani, uzatmalı olarak askerlik yapmışlardır. Şimdi bu durum, tekrar yasal hale getirilmektedir. Ama, burada önemli olan sadece Hükümetin tutarsızlığı, hesap kitap bilmezliği, ileriyi görmedeki yetersizliği değildir. Milli Savunma Bakanının bir beyanı daha var, diyor ki: “ Şu anda terör meselesinde, askerlik süresini 15 aya indirdiğimiz durumda değiliz. Onun için uzatıyoruz. “ Sayın Başbakanın, terörle mücadelede ne kadar başarılı olduklarını, her gün tekrarlayan beyanlarını hatırlayınız, onun yanın Milli Savunma Bakanının bu beyanı ve Meclise getirilen askerlik süresinin uzatılmasıyla ilgili bu yasa tasarısını koyunuz. O zaman bu Hükümete ne kadar güvenileceğini de görmüş olursunuz.

Başbakanı ayrı telden çalmaktadır. Savunma bakanı ayrı telden çalmaktadır ve işin doğrusu, maalesef, terör meselesinde bugün, birbuçuk sene öncesinden de, üç sene öncesinden de çok daha kötü bir durumda olduğumuzdur.

Millete unutturulmak istenen bir tablo var. Biz bunlara iktidarı devrettiğimiz zaman, Türkiye, terör açısından güllük gülistanlık değildi. Türkiye’nin ufak bir köşesinde, bir üçgeninde terör olayları vardı, kırsal arazide terör, maalesef vatandaşlarımızı tehdit ediyordu, can alıyordu, ama, hadise sadece Türkiye’nin küçük bir üçgeniyle sınırlıydı. Bugün Türkiye’de terörün coğrafyası Türkiye’nin yarısını kaplamaktadır. Hatta büyük şehirleri de katarsanız, Türkiye’nin her tarafına yayılmıştır. Ama terör, Türkiye’de sadece coğrafyasını genişletmekle kalmamıştır, Türkiye’de terör, çok daha fazla can almaya başlamıştır. Geçtiğimiz günlerde, basına, bizim zamanımızdaki kadar gürültülü yansımaması, bu olayların olmadığı anlamına gelmez. Maalesef her gün, 10,20,30 masum vatandaşımız, bunların arasında öğretmenlerimiz, güvenlik görevlilerimiz, teröre kurban düşmüşlerdir.

Sayın başbakan, bugün yine grup toplantısında konuşmuş, Terörle mücadelede söylediği tek başarı göstergesi, öldürülen terörist sayısıdır. Terörle mücadelede başarıyı, öldürülen terörist sayısıyla açıklamak, en ilkel terörle mücadele yöntemidir. Çünkü, daha önce de bu kürsüden söyledim, siz devletsiniz, siz isterseniz, eğer masum insanları da öldürmeyi göze alırsanız, binlerce, onbinlerce insan öldürebilirsiniz; ama, bu sizin terörle mücadelede etkinliğinizi ortaya koymaz. Maalesef bugün, terörle mücadele, sadece öldürülen terörist sayısıyla topluma ölçtürülmeye çalışılmaktadır. Halbuki burada gözden kaçan bir şey var, Anavatan İktidarı döneminde biz bütün imkansızlıklara rağmen, bütün zorluklarını bilerek terörle mücadeleyi sadece askeri yöntemlerle yürütmedik. Oradaki ekonomik aktiviteyi, oradaki eğitim faaliyetlerini bütün zorluklara rağmen sürdürdük.

Çünkü biliyorduk ki orada eğer, ekonomik faaliyetler durursa bu terörü besleyen en önemli kaynak olur. Nitekim, korktuğumuz bu Hükümetin zamanında başımıza gelmiştir. Türkiye’nin başına gelmiştir. 1500 tane köy boşaltmışlardır. Köy boşaltma olayının ne kadar yerinde olduğunu, ne kadar isabetli olduğunu tartışacak durumda değiliz. Bunun hangi mülahazaya dayandığını bilmiyoruz; yani, güvenlik mülahazalarının ne kadar haklı olduğunu bilmiyoruz; ama, bir tek şey biliyoruz. Vatandaşının nesiller boyunca yaşadığı köyünden güvenlik nedeniyle, eşkiyayla olan mücadelesinin gereği olarak boşaltan devlet o vatandaşını başıboş bırakamaz, aç, sefil bırakamaz.

Bakın, bizim dönemimizde, sanıyorum geçen hafta da söyledim, bizim dönemimizde biz 20-30 tane köy boşalttık, o boşaltılan köylerden ayrılan bütün vatandaşlarımızın hepsini evlere yerleştirdik. Daha önce Muş’ta yapılan deprem evlerini onlara tahsis ettik. Hiç kimseyi açıkta bırakmadık. Şimdi, bunlar bize gelen rakama göre, 1500 tane köy boşalttılar. Bu 1500 tane köyde yaşayan insanlar, bir kısmına Sosyal Dayanışma Fonundan 500 bin lira yardım yapmışlar aile başına herhalde taşıma masraflarını karşılamak için, şimdi bütün bu köylerden göç eden insanlar Batman’ın, Diyarbakır’ın, Merzifon’un, Şanlıurfa’nın ve diğer büyük şehirlerimizin varoşlarında yaşıyorlar. Ben Adana’da bunların hangi şartlar altında yaşadıklarını gördüm. Sizi temin ederim ki, bunların şu anda yaşadıkları şartlar terörü besleyen en önemli kaynaktır. Aç, sefil orada hayat mücadelesi veren insanlar yarın terörün en önemli kaynağı olacaktır. Belki olmaya başlamıştır. Şimdi, rakam veriyorlar 19 bin kişiyi etkisiz hale getirmişler, “ 19 bin teröristin şu kadarını öldürdük “ diyorlar “ şu kadarını da yakaladık, etkisiz hale getirdik” bizim zamanımızda 19 bin terörist yoktu. Bunların yaptıkları bir tarafta terörist üretmek, öbür tarafta kendi ürettikleri teröristi askere öldürtmek. Böyle terör mücadelesi olmaz... Böyle terör mücadelesi olmaz...

Devletin orada hiçbir zaman vazgeçemeyeceği en ağır koşullarda bile vazgeçemeyeceği yükümlülükler var. Orada bir kere mutlaka eğitim hizmetlerini sağlamanız lazım. Geçen sene Türkiye’de 4 bin tane, yüzde 90’ı o bölgede, 4 bin tane okul kapalı kalmıştı. Bunun 2 bin küsuru güvenlik nedeniyledir. Ayrıca, bölgedeki ekonomik faaliyet biz bıraktığımızdan beri tamamen durmuş durumdadır. Teşvik edilen bütün yatırımlar özel sektör yatırımları, devlet yatırımları, altyapı yatırımları hepsi durmuş durumdadır. Bu sadece küçük yatırımlar için sözkonusu değil, özel yatırımlar için değil, Türkiye’nin, bölgenin kaderini değiştirecek dev projeler durmuş durumdadır. Urfa sulaması, Harran Ovasının sulaması eğer biz iktidarda olsaydık, 1993 yılının nisanında tamamlanmış olacaktı. Şimdi 1,5 sene gecikmeyle bu sene Cumhuriyet Bayramında tamamlamayı başarı diye yutturmaya çalışıyorlar. 1,5 senelik gecikme Türkiye’nin bu en önemli projesindeki 1,5 senelik gecikme tamamen bu Hükümetin vebalidir; ama, Sayın Başbakan bu konulara o kadar uzaktır ki, Şanlıurfa sulama kanallarının tamamlanmasıyla sulama tünellerinin ve kanallarının tamamlanmasıyla Dicle’nin Harran ovasıyla buluşacağını söylemektedir. Harran’la buluşanın Dicle değil, Fırat olduğunun bile farkında değildir.

Değerli arkadaşlarım, şimdi Türkiye açısından bugün Türk Siyaseti açısında en önemli eksiklik bugün ülkeyi yöneten Hükümetin milletin güvenini kaybetmiş olmasıdır; ama, bu en fazla o bölge için geçerlidir. O bölgeye önce Sayın Demirel, Sayın İnönü ile beraber gitmiştir. Orada söylediği bütün sözler, yaptığı vaatler hepsi havada kalmıştır. Arkasından, Sayın Çiller Başbakan olduktan sonra tekrar gitmiştir, her gittiği ilde yatırım paketleri açıklamıştır, bir sene boyunca bölgede hiçbir yatırım yapılmamıştır. Mevcut yatırımların hepsi durmuştur. Şimdi, bir süre önce tekrar gidip bu sefer daha büyük paketler açıklamıştır artık, vatandaşın gözünde bu iş için en küçük bir inandırıcılığı yoktur. Bilmiyorum, siz izlediniz mi, bir özel televizyonda ben izledim, bir vatandaş, bu paketler hakkında ne düşündüğünü kendisine sorulduğunda “ Bu Başbakan yalancı “ demiştir. Vatandaşın şu anda bu Başbakan, Bu hükümet konusundaki güveni işte bu noktaya gelmiştir. Geçtiğimiz hafta içerisinde yine, birlikte şahit olduğumuz bir olay bu hükümetin devlet ciddiyetini ne ölçüde düşürdüğünü, devletin yönetme anlayışını ne kadar yozlaştırdığını ortaya koyacak niteliktedir.

Muğla’nın bir hanım valisi var, bizim atadığımız bir vali, Anavatan Hükümeti zamanında atanmış bir vali Cumhuriyet tarihinin ilk kadın valisi. Anlaşılan, geçen seçimlerde, bu vali, orada devlet imkanlarının Doğru Yol Partisinin seçim şansını artırmak için kullanmasında bir ölçüde direnç göstermiş. Milletvekilleri bu valinin alınması için Başbakana müracaat etmişler. Milletvekillerinin bu konuda ortaya koyabildikleri devletin valisinin yaptığı hiçbir hata, kusur söz konusu değil; yeni, devletin valisine izafe edilebilecek, görevden alınmayı gerektirecek hiçbir fiil söz konusu değil. Milletvekilleri açıkça kendi siyasi emellerine engel olduğu için valinin alınması gerektiğini ifade etmektedirler, en azından ima etmektedirler.

Sayın Başbakan kendi İstanbul’daki seçim bölgesinden seçim şansı kalmadığın anladığı için başka bir seçim bölgesine kaçmanın hazırlığı için de olduğu için, muhtemelen Muğla’dan aday olmayı düşündüğü için milletvekillerinin hiçbir şekilde devlet teamülüne, devlet geleneğine, devlet terbiyesine yakışmayacak bu taleplerine “ şimdi alırsak valiyi yanlış olur, bir ay bekleyin, bir ay sabredin, bir ay sonra yeni Vali Kararnamesi çıktığı zaman içine alacağız” diye cevap vermiştir. Bunu ben söylemiyorum, bunu ertesi gün bu milletvekilleri söylüyor. Muğla’lı Doğru Yol Partili milletvekilleri söylüyor. Sayın Başbakan bize “ bir ay sabredin, bir ay sonra kararnameyle birlikte bu valiyi alacağım dedi” diyorlar ve milletvekilleri bu basın toplantısını yapalı 4 gün geçiyor, Başbakandan hiçbir açıklama yok. Başbakanlıktan bu konuda yapılmış hiçbir açıklama yok. Bu Başbakanlık Basın Merkezi, Başbakanın kaybolan gözlüğü için açıklama yapmış, devletin valisi için açıklama yapmıyorlar. Onun için, biz bu milletvekillerinin ifade ettikleri Başbakanın ağzından söylenmiş bu sözlerin doğruluğuna itibar etmek zorundayız. Bunların doğru olması bu Başbakanın devlet yönetme anlayışını sergileyen yeni bir örnektir. Bu hükümetin, devletin valileri dahil, devletin bütün kurumlarını, devletin bütün makamlarını nasıl tahrip ettiğinin yeni bir örneğidir ve bunlar milletin gözü önünde olmaktadır. Herkesin gözü önünde olmaktadır.

Yine, bu Hükümetin Milli Eğitim Bakanıyla bir iktidar partisi milletvekili birbirlerini basında karşılıklı sahtekarlıkla suçlamışlardır. Bir milletvekili, Milli Eğitim Bakanına “ sahtekar” demiştir, Milli Eğitim Bakanı da aynı milletvekilini sahtekarlıkla itham etmiştir. Yeni bu hükümet zamanında hem de geçtiğimiz hafta yaşadığımız yeni bir garabet örneği, bu hükümetin ortak sorumluluk taşıyan bir bakanı, Dışişleri Bakanı- ki kendisi hala, bir gazetede köşe yazarlığını devam ettirmektedir - orada yazdığı bir makalede, bugünkü Anayasaya göre özelleştirme yapmanın mümkün olmadığını, bu politikaya artık son verilmesi gerektiğini ve Hükümetin özelleştirme yerine, bu KİT’lere yeni yatırım yaparak, onları ıslah etmesi gerektiği görüşünü dile getirmiştir.

Şimdi bu görüş, bundan önceki Hükümet Programında da, Hükümet uygulamalarında da, Hükümetin buraya getirdiği, geçirdiği kanun hükmünde kararnamelere de, en son hazırlanan kanun tasarısına da taban tabana zıt bir görüştür. Ama bu görüşü dile getiren, Hükümetin Dışişleri Bakanıdır.

Ertesi gün Anayasa Mahkemesi, şimdiye kadar benim hiç örneğine rastaladığım, hatırlamadığım bir açıklama yapmıştır. Aslında Anayasa profesörü olan Dışişleri Bakanının, Anayasa Mahkemesi kararını anlamadığını, yanlış yorumladığını, Anayasa Mahkemesinin o kararının, o gerekçeli kararının, bu Anayasaya göre özelleştirme yapılamaz anlamına gelemeyeceğini ifade etmiştir.

Şimdi, devletin bir kurumuyla, en yüksek yargı kurumuyla Hükümetin bi bakanı arasında, kamuoyunda, hem de Hükümet politikasına aykırı bir diyaloğa şahit oluyoruz. Aynı Dışişleri Bakanı, geçtiğimiz günlerde, Türkiye’nin, kendisine vize uygulayan bütün ülkelere vize uygulayacağı kararını açıklamıştır.

Arkasından, Başbakan, böyle bir konunun Bakanlar Kurulunda görüşülmediğini, Dışişleri Bakanının kendi başına bu şekilde dış politika uygulamaları konusunda, açıklama yapmasından rahatsız olduğunu söylemiştir. Bir gün sonra Cumhurbaşkanı, daha ileri gidip, vize uygulamasına karşı olduğunu söylemiştir. Hükümetin bir bakanıyla Başbakanı ve Cumhurbaşkanı arasındaki ilişki bu durumdadır.

Koalisyon ortakları içerisindeki ilişki meselesi var. Biliyorsunuz, geçtiğimiz hafta, sizlere de ifade ettim, Anavatan Partisi olarak bizim bugün en acil sorumluluğumuz, en önemli sorumluluğumuz, ülkeyi daha da karanlığı götürdüğünden tereddüdümüz olmayan bu Koalisyon Hükümetinden kurtarmaktır. Bu Koalisyon Hükümetinden bir an önce kurtarmak için, Anavatan Partisi olarak, bizim her türlü fedakarlığa hazır olduğumuzu da dile getirdim.

Bunun üzerine, Sayın Başbakanın bir yakınına, aslında eşini atfen, bir büyük gazetemizde bir haber çıktı; Sayın Başbakanın bizimle bir Koalisyon yapmak istediği, SHP ile olan Koalisyonu bozmak istediği, ancak bizimle koalisyon konusunda bizim diğer bütün şartlarımızı kabul etmekle birlikte, seçim tarihi konusunu, bizimle müzakere etmek istediğini ilişkin haberler çıktı. Bu aslında, bize bir tuzaktı; çünkü, benim anlayışıma göre, bu konuda söyleyecek sözü olan kişilerin, bunu bizzat kendileri seslendirmeleri gerekir. Öyle hiçbir sorumluk taşımayan yakınları vasıtasıyla bu şekilde sondaj yapma usulü, benim siyasette alışık olduğum veya kabul edebileceğim bir usul değildir.

Onun üzerine ben dedim ki, eğer bir teklifi varsa, Sayın Başbakan dile getirsin, bizim bu konudaki görüşlerimiz açık, bunlarda da herhangi bir değişiklik düşünmüyoruz. Yani biz, hiç bir partiyle böyle uzun vadeli veya orta vadeli bir icraat Hükümetinde yer almayı düşünmüyoruz. Bizim hedefimiz, Türkiye’yi bu Koalisyondan seçime götürmek suretiyle kurtarmaktır. Seçime götürmek için düşünülebilecek formülleri görüşürüz; ama, bunun dışındaki formüller, bizim için müzakere konusu değil.

Sayın Başbakanın bir yakınına atfen yapılan bu ifadeden sonra, Koalisyon Ortağı Partinin Genel Sekreteri, yani ikinci adamı, Sayın Başbakanı ahlaksızlıkla suçladı. Ve şimdi, bu Hükümet, birbirini ahlaksızlıkla suçlayan iki ortağın uyumuyla devam edecektir. Böyle bir şeye, yani bunların bundan sonra uyum halinde çalışabileceklerine, Türkiye’nin bugün bu ağırlığa gelmiş olan sorunlarını çözebileceklerini inanan varsa, o saftır. Bu Hükümetle Türkiye’nin kazanacak hiçbir şeyi yoktur. Bu hükümetle Türkiye’nin çözülebilecek hiçbir sorunu yoktur. Bu Hükümet, Türkiye’ye ancak sorun üretebilir.

Bu Hükümetle, Türkiye’nin mevcut sorunları ancak daha da ağırlaşır. Çünkü, bu Hükümetin kendisi bir sorun haline gelmiştir. Şu ana kadar yapılan, işte dün yapılan, bugün yapılacak olan, bugün muhtemelen Genel Kurulda yeniden şahit olacağımız hadiselerin hepsi, bu Hükümetin kendi içi uyumunu sağlamak içindir, bu Hükümetin devamını sağlamak içindir. Kendi içindeki çelişkileri bastırabilmek, kendi içindeki uyuşmazlıkları gizleyebilmek içindir.

Ama bir Hükümet, sadece kendi zaaflarını gidermek amacıyla yola çıkamaz. Öyle bir Hükümetten ülkeye hayır gelmez. Ülkenin hiçbir sorunu konusunda, hiçbir temel sorunu konusunda, bu Hükümetin bir anlayış birliği, bir görüş birliği söz konusu değildir. Şimdi şu manzaraya bakın, iki parti ortaklık yapıyorlar, Koalisyon Hükümeti sürdürüyorlar, birisine göre Türkiye’nin en önemli önceliği özelleştirmedir; özelleştirmeyi sağlayabilmek için kendi ortağından ümidi yok, bizden destek arıyor. Diğer Koalisyon ortağının en önemli önceliği demokratikleşmedir; demokratikleşmeyi sağlayabilmek için kendi ortağından destek göremiyor, onun da ümidi bizdedir.

Yani, Anavatan Partisi olmasa, bu Hükümetin her iki ortağının da kendi önceliklerini gerçekleştirmeleri, Hükümette bulunma sebeplerini gerçekleştirmeleri mümkün olmayacak, böyle bir hükümetin devam etmesindense, etmemesi; Türkiye için evladır.

Bu hükümet, ne kadar erken çözülürse, Türkiye’nin sorunlarının çözümü yolunda da, o kadar mesafe alınmış olacaktır, o kadar erken davranılmış olacaktır.

Şimdi, Sayın Başbakan bugün kendi grubunda konuşma yapmış sabahleyin, bir müjde vermiş, bu sene bütçe açığı 140 trilyon lira olacaktır. Sayın Başbakanın bu müjdeyi verirken tekrarladığı bir husus var, diyor ki, eğer özelleştirme engellenmeseydi, özelleştirme yapabilseydik, bu 140 trilyonluk açık, 30 trilyon eksik olacaktı. Ben şaştım kaldım, biz bir aydan beri boşuna konuşuyoruz, bir duvara konuşuyoruz!.. biz, diyoruz ki, özelleştirme bütçe açığını azaltmak için yapılamaz, özelleştirmeden elde edilen gelir, eğer bütçeye yama yapmak için kullanılacaksa, biz bu özelleştirmeye destek vermeyeceğiz diyorum. Başbakan kalkıyor diyor ki, “ Özelleştirmeyi yapsaydım bütçe açığı daha az olacaktı”. Yani özelleştirmede bize destek olursanız, biz özelleştirme yasasını çıkarırsak, bunu yine bütçe açığını azaltmak için kullanacağız diyor.

Eğer o bütçe açığı, yatırımların artmasından dolayı meydana gelmiş olsa, biz bunu bile düşünürüz. Ama Türkiye, şu anda, yatırım yapmayan bir ülkedir. Türkiye şu anda, sadece alacaklısına, yani borçlar karşılığında alacaklı olan kişilere, kurumlara, para yetiştiren, sadece memuruna, emeklisine para veren bir devlet bütçesine sahiptir. Böyle bir bütçeyi, satılacak karlı kuruluşların gelirleriyle finanse etmek, bize göre özelleştirmenin sonu olur. Daha önce her vesileyle söylediğim gibi, bu anlayışlak arlı kuruluşlarınızı satarsınız, PTT’nizi satarsınız, PETKİM’inizi satarsınız, altı ay daha bütçe açıklarınızı kapatırsınız; ama, ondan sonra asıl zarar eden kuruluşlarınızla baş başa kalırsınız. Toplam KİT zararının 1993’te 70 trilyonsa, bu sefer 1994’te 150 trilyon olur.

Bu anlayışla, asıl özelleştirmenin nedeni olan KİT kamburlarından kurtulamazsınız, o kamburları daha büyütürsünüz. Çünkü, netice itibarıyla KİT’lerin konsolide zararı, zarar eden KİT’lerin zararlarından kar eden KİT’lerin karlarının çıkarılması suretiyle bulunur. Siz şimdi kar eden KİT’leri sattığınızda, aslında KİT zararlarınız, toplam KİT zararlarınız daha da artmış olur. Halbuki, özelleştirmeyi gerektiren mantık bunun tam tersidir. Yani özelleştirmeyi KİT kamburundan kurtulmak için yapıyorsunuz, KİT’lerin zararından devleti kurtarmak için yapıyorsunuz.

Başbakan, bir aydan beri bizim söylediklerimizi hiç anlamamış, sanki hiç duymamış ve bir ekonomi profesörüne hiç yakışmayacak biçimde, dünyadaki özelleştirme uzmanlarının, Türkiye’ye ye de gelmiş olan özelleştirmenin en sayılı uzmanlarının eleştirdikleri bir mantıkla, hala açığını kapatmak için özelleştirmeden söz etmektedir.

Sayın Başbakan, yine bugün grup toplantısında, ekonomideki büyük başarısını anlatırken, yıl sonu itibarıyla enflasyonun yüzde 20 olacağını söylemiş. Sanıyorum burada artık Başbakanın çok sık tekrarlanan bir dil sürçmesi söz konusudur. Ya 100’ü unutmuştur, 120 olacaktır veyahut da Sayın Başbakanın kastettiği, bundan sonraki yıl sonuna kadar enflasyonu yüzde 20’de tutmaktır. Ama yıl sonu itibarıyla enflasyon yüzde 20 olacaktır demek, eğer grubun bu konularda hiç bilgisiz olduğunu düşünmüyorsa, o zaman hakikaten vahim bir hatadır.

Kaldı ki, son alınan tedbirler, yani ara seçim gündeme geldikten sonra alınmış olan tedbirler, enflasyonun sene sonuna kadar dahi bu ölçülerde tutulamayacağını ortaya koymaktadır. Dün ayçiçeği taban fiyatında bin lira artış yapmışlardır, 8500’ den 9500’ e çıkmışlardır. Öte yandan gübre üreticilerine yüzde 20 sübvansiyon uygulamayı kararlaştırmışlardır.

Sanıyorum önümüzdeki günlerde, seçim yaklaştıkça buna benzer birtakım tedbirler daha da sıklaşacaktır. Bütün bunların gösterdiği, ortaya koyduğu bir tek gerçek vardır: Bu Hükümet artık istikrar programını filan düşünmemektedir, bu hükümetin kafasına bir ur gibi saplanan tek şey, seçimdir.

Yerel seçimler için, Mart seçimleri için nasıl ekonomiyi perişan ettilerse, kamu bankalarının sırtına nasıl o büyük yükleri yükledilerse, bu seçim için de, buna benzer her türlü şeye hazırlıklı olmamız lazımdır.

Sayın Başbakan, bugün konuşmasında, yıl sonundaki dolar kurunu da açıklamış, yıl sonunda dolar 38 bin lira olacakmış. Değerli arkadaşlarım, eğer bir ülkede, bir Başbakan üç ay sonraki döviz kurunu bugünden söylüyorsa, o ülkede serbest piyasa ekonomisi yok demektir. Eğer bir ülkede serbest piyasa ekonomisi uygulanıyorsa, eğer orada piyasa mekanizması çalışıyorsa, o ülkede bir Başbakan, üç ay sonraki değil, on gün sonraki kuru dahi söyleyemez. Kaldı ki, bu Hükümet, döviz kurunu tahmin etmede sabıkalıdır. Bu Hükümetin kendi bütçesine, 1994 yılı programına koyduğu 1994 yılı için döviz kuru hedefi, şu anda ikiye katlanmış durumdadır.

Ama, ekonomideki asıl sıkıntı, 1994 yılının... Geçen hafta da söylediğim gibi, Türk ekonomisinin sorunlarına kalıcı çözüm getirecek, dengeleri temelli biçimde iyileştirecek hiç bir yapısal tedbir alınmamış olmasındandır. Alınan bütün tedbirler, krizi ertelemek, iki ay sonraya, üç ay sonraya ertelemek amacına yöneliktir. Türkiye, günü birlik politikalarla gelebileceği en son noktaya gelmek üzeredir.

Şimdi bakın, 100 trilyon lira para topladılar, ek vergi çıkardılar. İkinci Dünya Savaşından beri ilk defa olağanüstü vergiyle, Servet Vergisi olağan dışı bir yöntemiyle, Servet Vergisiyle 100 trilyon lira para topladılar. Geçen sene imzaladıkları toplu sözleşmede- Ben dün yine, işçi sendikaları konfederasyonlarını ziyaret ettim- geçen sene işçi konfederasyonları, bilhassa kamu kesiminde ağırlıklı olan Türk-İş, Başbakanla görüşürken, demişler ki, sabit oran koyun, enflasyona bağlamayın. Sayın Başbakan, o kadar kendisinden emin ki, kendisi talep etmiş, demiş ki, üçüncü ve dördüncü dilimleri enflasyon oranına endeksleyelim. Yani, bu senenin ilk altı ayı ve ikinci altı ayı- tabii değişiyor toplu sözleşmelere göre- ama iki yıllık toplu sözleşme döneminin ikinci yılında, birinci ve ikinci altı aylık ücret artışlarını enflasyona bağlamış. Bunu isteyen Türk-İş değil, bunu isteyen Başbakan.

Ama ondan sonra biliyorsunuz Nisan ayından itibaren enflasyon tırmanınca, şimdi altı aylık yüzde 70, - gene değişiyor aylar itibarıyla- ama ortalama altı aylık yüzde 70 ücret farkı ödemeleri lazım. Yüzde 70 altı aylık ücret farkı, 54 trilyon lira tutuyor. Yani brüt olarak, vergisiyle şeyiyle 54 trilyon lira tutuyor. Bu 54 trilyon lira, tamamen Başbakanın hesap hatasından, yaptığı toplu sözleşmede bir sene sonrasının görmemesinden, Türk-İş’in talebine rağmen - Türk- İş demiş ki,” biz bunu 25’e bağlayalım” - hayır demiş, enflasyona bağlayacağız. Altı aylık enflasyonun yüzde 25’in altında olacağını hesaplıyor. Yüzde 25, Türk-İş’in talebini kabul etmek yerine, enflasyona bağladıkları için, şimdi altı aylık yüzde 70 ödüyorlar. Ödeyemiyorlar, paraları yok. Tutuyorlar, gelecek sene Mayısa kadar bono veriyorlar. Yani, bu ücret artışlarının başladığı dönemden itibaren ödenmesi gereken farkları, bitiminden altı ay sonra ödüyorlar. Ortalama, 9 aylık bir gecikme söz konusu. Buna da faiz uygulamıyorlar.

Şimdi bakın, Türkiye’de 50 tane Hükümet geldi geçti. Türkiye’de herhalde bu 50 Hükümetten, 20-25 tanesi zamanında toplu sözleşmeler yapıldı. Daha, şimdiye kadar Türkiye’de, çalışma hayatında böyle bir skandal yaşanmadı. Yani, kamu kesiminde çalışan işçilerle, altında Başbakanın imzası olan bir toplu sözleşmeyi, devlet tek taraflı olarak yerine getirmezlik etmedi, uygulamazlık etmedi. İlk defa oluyor.

Ama, daha önemlisi, bu karşılıklı oturarak yapılmıyor; yani sendikalarla oturup, konfederasyonla oturup, “ bizim ödemeyi imkanımız yok, işte şöyle bir formülde anlaşalım “ diye toplu sözleşmeyi.... Toplu sözleşme netice itibarıyla bir karşılıklı akit, ikili bir akit, tek taraflı onu değiştiremezsiniz. Başbakanlık bir genelge yapıyor, o genelgede diyor ki, “ ben bunları böyle ödeyeceğim” iki tane muhatap konfederasyon var. Türk-İş bunu kabul ediyor. Hak - İş mahkemeye gideceğini söylüyor ve mahkemeye giderse kesin kazanacaktır. Çünkü ortada karşılıklı idare sonucu yapılmış bir akit söz konusudur. Hükümet, tek taraflı olarak, Başbakanlık genelgesiyle şimdi bu akti uygulamıyor, toplu sözleşmeyi uygulamıyor.

Dokuz ay sonraya, Mayıs ayına bono veriyorlar ve o bonolara, herhangi bir faiz farkı koymuyorlar. Yani, işçinin dokuz ay önce hak ettiği ödemeyi, dokuz ay sonra ona, hiçbir faiz farkı olmadan ödeyecekler.

Aslında bu, o alacağın herhalde yüzde 50 iskonto edilmesidir, işçiye alacağını yüzde 50 eksik ödemek demektir. Sayın Başbakan, hep saadet zincirinden bahsediyor, saadet zincirini kırmaktan bahsediyor. Ben daha önce de söyledim, sadece Türkiye’de, sadece şimdiye kadar değil, herhalde şimdiye kadar dünyada hiçbir dönemde, Sayın Çiller Hükümetindeki kadar karlı bir saadet zinciri olmamıştır. Geçen sefer anlattım, bunlar Mayıs ayında, 25 Mayıs’ ta bono çıkardılar, üç aylık net yüzde 50 uyguladılar. Üç ay içerisinde döviz kuru değişmedi. Neticede bunlar üç ayda, döviz olarak, dolar olarak, yüzde 50 net ödediler. Bu parayı bizim cebimizden ödediler. Başbakan hep söylemiyor mu, “ Halkın parası “ diye... bizim paramızla ödediler, halkın parasıyla ödediler. Bizim paramızla, bir avuç spekülatöre - öyle vatandaşa falan da satılmadı bunlar, sadece bankayla paylaştılar - bir avuç bankere, üç ayda döviz bazında yüzde 50 ödediler. Yani, bu kadar açık bir gerçek varken, Başbakan şimdi hala çıkıp da, hiç bu konudan bahsetmese anlarım; yani, mahcubiyetini o zaman anlarım, o zaman belki anlayış da gösteririm. Ama bunu yapan, halkın parasından döviz bazında yüzde 50 net faiz ödeyen bir Başkanın, çıkıp da “ Ben halkın parasını halkın parası yaptım” demesini anlamak mümkün değildir. Yani bir insan, gerçekleri bu kadar çarpıtırsa, onunla diyalog kurmak mümkün değildir.

Şimdi, böyle bir saadet zincirini, bir avuç banker için, bir avuç spekülatör için halkın parasıyla işleten bir Hükümet, işçiye geldiği zaman, hak ettiği parayı enflasyona karşı korumuyor. Müteahhit alacaklarının hepsine dövize endeksli bono verdiler, onların döviz karşısında hiçbir kaybı olmadı. Onun için müteahhitlerin bir sıkıntısı yok. Paralarını altı ay geç alıyorlar, dokuz ay geç alıyorlar; ama, dövize endeksli alıyorlar. Yani aldıkları tarihte döviz neyse, o kurdan alıyorlar.

İşte onun için dedim ki, bu Hükümet, işçi düşmanı bir Hükümettir. Şimdi kalkmış, işçi çok para alıyor, işçiye göre memur daha az alıyor... Devletin, kendi iç ücret dengesinin çarpık olduğu doğru; ama, o fazla alan işçiyle toplu sözleşmeyi yapan kendisi. O toplu sözleşmeyi müzakere eden, altına imza atan kendisi ve üstelik dediğim gibi, adamlar diyorlar ki “ yüzde 25 koyalım” hayır diyor, “ enflasyona bağlayalım” şimdi, enflasyon altı aylık yüzde 70 çıkınca, ödemem diyor. Böyle devlet yönetilir mi, böyle devlet olur mu, böyle Hükümet olur mu?

Değerli Arkadaşlarım, bugün geldiğimiz noktada, ekonomi artık tıkanmıştır. Ara seçime gitme nedenlerinin en başında bu gelir. Bizim öyle üstü kapalı ortaklık aramalarının en önemli nedeni budur. Artık bu gemiyi yürütemeyeceklerinin farkına varmışlardır.

Bakın, bu sene, Türkiye’de, ilk defa sene sonu itibarıyla milli gelir yüzde 5 azalacak. Ben söylüyorum, isterseniz yazın bir yere. Bunlar evvela yüzde 4,5 artış planlamışlardı. Ondan sonra -1 büyüme hesap ettiler. Şimdi yeniden revize ediyorlar. Onların revize hesapları ne olursa olsun, sene sonu itibarıyla Türkiye’de milli gelir yüzde 5 azalmış olacaktır. Yüzde 5 azalmaya, Türkiye’nin yüzde 2,17 nüfus artışını da hesap ederseniz, Türkiye bu sene yüzde 7’nin üstünde bir refah kaybıyla karşı karşıyadır. Bu, cumhuriyetin başından beri hiç olmamış bir olaydır veyahut da şöyle söyleyeyim: bu istatistiklerin tutulmaya başladığı dönemden beri hiç olmamış bir olaydır.

1980 yılı Türkiye’de çok sıkıntılı bir yıldı, 24 Ocak Kararları uygulanmıştı. 1980 yılında Türkiye’nin ekonomik kalkınması, 1.4’tür. bu sene onun beş misli, altı misli bir küçülmeye karşı karşıyayız. Bu ekonomik küçülme, 1995 yılında devletin gelirlerinin de azalması sonucunu doğuracaktır, vergi gelirleri düşecektir. Kaldı ki, bu sene olduğu gibi, 100 trilyonluk ek vergiyi bir daha alma imkanı da yoktur. Yani, bir daha millete öyle dükkanını sattırıp, traktörünü sattırıp ek vergi alma imkanı da yoktur. Dolayısıyla, devlet gelirlerinde önemli azalma söz konusu olacaktır. Buna mukabil, devletin giderlerinde, büyük bir tırmanma olacaktır. Çünkü bu sene memura verdikleri yüzde 50’nin altındadır, enflasyon yüzde 120,130 olacaktır. Bu kaybı, memur haklı olarak telafi etmek isteyecektir. Memurlara yılbaşında yüklü bir artış yapma zorunluluğu vardır, emeklilere artış yapma zorunluluğu vardır. Yeni toplu sözleşmeler yapılacaktır, toplu sözleşme dönemi dolmuştur, kamu kesiminde yeni toplu sözleşmeler yapılacaktır. Dolayısıyla, devletin cari giderlerinde, büyük bir artış söz konusu olacaktır.

Ama, devleti artık daha fazla yatırımsız bırakmak da mümkün değildir. Yatırımları daha fazla durdurmak da mümkün değildir. Kaldı ki, kendilerinin de açıkladıkları Güneydoğu’ daki, Doğu’daki o trilyonluk yatırım paketleri var. Bugün yine anlatmışlar, işte acil yatırım projeleri vesaire.... kendi ifadelerine gör sadece Güneydoğu’da 38 trilyon liralık yatırım yapacaklarmış.

Bir yandan artan cari harcamalar, devletin giderlerini artırırken, devlet gelirlerinde azalma söz konusudur.

Şimdi, bunu önleyebilmek için, 1995 yılında, dış kaynak veya yabancı sermaye girişlerine de bel bağlamak mümkün değildir. Türkiye’nin bugünkü uluslararası itibarı, uluslararası kredi notu Türkiye’ye yabancı kaynak gelmesini de mümkün kılmaktadır. Bence, Türkiye’ye dış kaynak, ancak 1995 yılı performansına göre, 1996 yılında mümkün olacaktır. 1995 yılında dışarıdan herhangi bir kaynak gireceğini hesap etmemek lazım.

Dolayısıyla 1995 yılı, Başbakanın bugüne kadar ki beyanlarının tam tersine, Türkiye için 1994’ten çok daha zor, çok daha ağır bir yıl olacaktır. Bu sene, Türkiye, altı milyar dolar dış borç ödemiştir. 1995 yılında ödenecek dış borç, 9 milyar dolardır.

Türkiye, hakikaten çok kritik bir yıla, ekonomisinin bütün dengeleri bozulmuş olarak, tarihindeki en yüksek enflasyonla, en düşük kalkınmayı birleştirerek gitmektedir.

Şimdi, böyle bir ortamda, bu Hükümetin iç uyumsuzluğu, iç anlaşmazlıkları dikkate alındığında, ülkesini düşünün, bu sorunlardan Türkiye’nin bir an önce kurtulmasını isteyen herkesin bir erken seçim şeyinde birleşmesi lazım. Onun için, biz bu konuda da Hükümete, her türlü yardım yaptık, her türlü öneriyi götürdük. Maalesef, gördüğünüz gibi, Hükümet, ülke menfaatini düşünmediği için, sadece kendi geleceğini, kendi ömrünü uzatmayı düşündüğü için, şimdi karşımıza bir ara seçimle gelmektedir.

Ara seçim, Anayasal bir zorunluluktur. Anayasal zorunluluğu, Hükümetin, istese dahi değiştirebilmesi mümkün değildir, gücü yeterli değildir. Onun için ara seçimi, erteyebilmesi mümkün değildir. Ama, eğer bugün Hükümetin isteği doğrultusunda - Kasım ayı sonunda zannediyorum- bir ara seçim yapılması doğrultusunda Meclisin karar alması halinde, bu ara seçim, bu hükümetin siyasi tabanının ne kadar zayıfladığını daha net biçimde ortaya koyacaktır. Ondan sonra artık bu hükümetin daha fazla devam etmesi mümkün olmayacaktır. Arkasından mutlaka 1995 yılında erken seçim gelecektir. Türkiye, üç ay arayla, altı ay arayla iki tane seçimi kaldırabilecek durumda değildir. Eğer bunlarda zerre kadar ülke sevgisi olsa, eğer bunlarda zerre kadar ülke menfaati için fedakarlık yapabilme düşüncesi olsaydı, ara seçim yerine erken seçim kararını getirirlerdi.

Maalesef bu ara seçim, Türkiye’yi erken seçime daha da yaklaştırmaktan başka hiçbir yarar sağlamayacaktır. Bugünkü hükümetin siyasi zaafını ortaya koymaktan başka hiç bir fayda sağlamayacaktır. Göreceksiniz, bütün devlet imkanları seferber edilecektir, mahalli seçimler, devletin buna takati olmadığı halde, ekonominin buna gücü olmadığı halde, bütün imkanlar kullanılacaktır, bilhassa seçim yapılacak yerlerin özellikleri dikkate alınarak, oradaki insanların iradelerini saptırmak için her türlü imkan kullanılacaktır; ama yine göreceksiniz ki, sonuç alınamayacaktır.

Bu hükümetin, her iki ortağının da, bu ara seçimlerde, ne birinci parti, ne ikinci parti olabilmesi mümkün değildir. İki ortağının da, birinci ikinci parti olamadığı bir koalisyonun da, devam etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, bugünkü ara seçim konusunda Hükümetin kamuoyuna açıkladığı muhtemelen Meclise de getireceği öneriyi, Türkiye yi bugünkü sıkıntılardan kurtaracak, yetersiz bir adım olarak değerlendiriyoruz. Elbet deste vereceğiz, destek vermememiz mümkün değildir; ama, Hükümet bununla, Türkiye için en iyi, en doğru tercihi yapmış olmamaktadır. Hükümet bununla belki kendisi açısından en zorunlu tercihi yapmıştır; ama bu tercih Türkiye(ye zaman kaybettirecektir. Kaldı ki, Türk ekonomisinin demin tasvir ettiğim şartlar içerisinde, arka arkaya iki seçimi taşıyabilmesi, bizden önce bu Hükümetin dikkate alması gereken bir husustur. Bunu dikkate almamışlardır.

İster istemez bu ara seçimler, bir genel seçim atmosferinde cereyan edecektir ve bu ara seçimlerden sonra, hemen ertesi gün, Türkiye’nin gündeminin birinci konusu erken seçim olacaktır. Eğer bu ara seçimler, bu senaryoyu değiştirecek bir şekilde sonuç verirse, o zaman ben siyasi tahminlerimden çok büyük yanılgıya düşüyorum demektir.

Şimdi, ara seçimle ilgili olarak, bugünkü Meclis Genel Kurulunda bu yönde bir karar alınırsa, veya bu yönde bir Hükümet önerisi gelirse, Türkiye, bir süreden beri fiilen yaşadığı seçim sürecini, hukuken de başlatmış olacaktır.

Ara seçimlere kadar, önümüzdeki iki ayı biraz aşkın bir süre, - 10 haftalık falan bir süre veya daha az- söz konusudur. Bu süreyi, hiç zaman kaybettirmeden, hiç zaman kaybetmeden, en iyi şekilde değerlendirmek zorundayız. Sanıyorum, 13 tane il söz konusu olacaktır ara seçim için. Bilmiyorum kaç tane seçim bölgesi var. Bütün arkadaşlarımız, Meclis Grubundaki bütün arkadaşlarımızı, o seçim bölgelerine dağıtacağız. Yani, Gruptaki her arkadaşımız, bir seçim bölgesinde, ayrı bir seçim bölgesindeki çalışma grubumuza dahil olacaktır. Böylece, bu ara seçimleri, parti olarak, iyi bir koordinasyonla ve mutlaka çok yoğun bir çalışmayla geçirmemiz lazım.

Bu ara seçimlerin, aynı zamanda bundan sonraki erken seçimleri de yönlendirici, hatta belirleyici bir önem taşıdığını hatırdan çıkarmamamız lazım. Bizim, daha önceki mahalli seçimlerde, bu seçim yapılan yerlerde elde ettiğimiz sonuçlar bellidir. Bunların mutlaka üzerine çıkmak ve bu ara seçimlerden, Anavatan Partisi olarak, birinci parti çıkmak hedefiyle yola başlayacağız.

Bu hafta, daha önceden kararlaştırılmış olan toplantımızı yapacağız. Abant toplantımızı yapacağız. O toplantıya özellikle bu seçim takviminin işlemeye başlaması dikkate alındığında daha fazla önem atfediyoruz. Ama, hemen ertesinde, Abant toplantısının hemen ertesinde, seçimle ilgili hazırlık çalışmalarımıza başlayacağız ve bütün arkadaşlarımın da, bu çalışmalarda, en aktif şekilde yer almalarını rica ediyorum.

Yine bugün Genel Kurulda, bizim verdiğimiz bir gensoru önergesi görüşülecektir. Gensoru önergemizin çok açık bir gerekçesi vardır. Bu gerekçe, biz bu hükümetin Adalet Bakanına güvenmiyoruz, Adalet Bakanı, bir hükümetten, en fazla güven vermesi gereken kişidir. Neticede, hele bu yapılan son düzenlemelerden sonra, toplumun en büyük güvencesi olan, en büyük teminatı olan adalet kurumunun saygınlığını sağlamakla yükümlü olan kişidir. Toplumda adalet mekanizmasının iyi işlemesini temin etmekle görevli olan kişidir. Şimdi, bu kadar önemli bir Bakanlığa, İSKİ skandalına adı karışmış, ama aklanmamış, Meclis Başkanının tamamen usule ilişkin bir tasarrufuyla takibattan kurtarılmış bir kişi getirilmektedir. Böyle bir durumu, bizim içimize sindirmemiz, kabul etmemiz mümkün değildir. Ama, bugünkü gensoru önergemiz, asıl iktidar gurubu milletvekilleri açısından bir sınav niteliğindedir. Eğer onlar, böyle bir adalet bakanını içlerine sindiriyorlarsa, eğer onunla ilgili verdiğimiz gensoru önergesine aleyhte oy vereceklere, bundan sonra hiçbirisinin, hiçbir bahaneyle bu Hükümetin herhangi bir tasarrufa karşı çıkma hakkı yoktur.

Kaldı ki, arkadaşlarımız İSKİ Komisyonunda görev yapan arkadaşlarımız, bu İSKİ rezaletiyle ilgili çalışmaları sırasında, Adalet bakanıyla ilgili, onunla irtibatlı, fevkalade ilginç bazı bulguları ortaya çıkarmışlardır. Bugün, grubumuz adına konuşacak olan Sabri Öztürk arkadaşımız, Meclis kürsüsünden bunları dile getirecektir, belgeleri dayanarak dile getirecekitr. Bugünkü adalet bakanının, çalışma bakanıyken yaptığı ve aslında kendi yetki sınırın aşan biçimde, geçmişte benzer bir konumda olan, geçmişte Çalışma Bakanlığı yapan bir kişinin Yüce Divanda yargılanmasına ve mahkum olmasına neden olan bazı fiilleri, kendi Çalışma Bakanlığı sırasında aynen tekrarladığına ilişkin elimizde belgeler vardır. Bu belgeleri arkadaşlarımız açıklayacaklardır.

Bu Adalet Bakanıyla, biz anavatan partisi olarak, mutabık olmadığımızı daha hükümet açıklandığı gün söyledik. Bu adalet bakanına güvenmediğimizi söyledik. Gensoru önergemizle şimdi iktidar partilerinin milletvekillerine kendilerinin böyle bir adalet bakanını içlerine sindirip sindiremediklerini sormuş oluyoruz.

Dolayısıyla bu oylama, bizim için değil, asıl onlar için önem taşımaktadır.

Siyasetin, çok kızışacağı bir döneme giriyoruz.

Muhtemelen, bundan sonra her gün beklenmedik yeni şaşırtıcı birtakım gelişmelere hazırlıklı olmalıyız. Bu gelişmeler karşısında, Anavatan Partisi olarak, kendimize, partimize, savunduğumuz fikirlere olan güvenimizi kaybetmememiz en önemli husustur.

Bizim üstümüzde bu kadar oyunlar oynanmıştır, kendi içimizdeki arkadaşlarımız bu oyunlara alet edilmek istenmiştir. Ben, bütün bu oyunların, kamuoyunda en fazla gündemde olduğu günlerde dahi, Türkiye’nin geleceğinin Anavatan Partisinde, bizde olduğuna olan inancımı, hiçbir zaman kaybetmedim. Ve, ben isterim ki, yarın milletimizin bu kadar yalan dolandan sonra, bu kadar oyundan sonra, menfaat ortaklıklarının pazarladığı bunca tezgahtan sonra, yine bizim sırtımıza vereceği bu memleketi düzlüğe çıkarma sorumluluğunu, bu güç dönemde beraber olduğumuz bütün arkadaşlarımla, hiç eksiksiz, hepsiyle beraber sırtlayalım.

En zor dönemi geride bıraktık. Bizim üzerimizdeki oyunların, devlet güdümlü olarak sahneye konduğu en zor dönemi artık geride bıraktık. Siyaset, bir iniş çıkışlar mesleğidir. İniş çıkışlar işidir. Bundan sonraki dönem bizim için çıkış dönemi, onlar için iniş dönemi olacaktır. Ara seçimler de, bu yönde yeni bir aşama olacaktır. Ama, sadece kendimize olan güvenimizi korumamız, sadece savunduğumuz düşüncelere olan inancımızı korumamız yeterli değildir. Buna ilaveten birliğimizi korumamız lazımdır. Sadece birliğimizi korumamız da yeterli değildir. Buna ilaveten, herkesin yapabileceği, gösterebileceği her türlü katkıyı mutlaka ortaya koyması lazımdır.

10 Temmuz da yapılan seçimler, yani İstanbul’un ilçelerinde yapılan seçimler, bizim için çok daha elverişsiz bir konjonktürdür de, çok zor şartlar altında yapılan seçimlerdi. Ama, birçok arkadaşımın, çok özverili katkılarıyla, çok içten çalışmalarıyla, bizim başarısız olacağımızı bekleyenleri hüsrana uğrattık. Bu ara seçimlerde, daha uygun bir konjonktürde, milletimizin özellikle, 5 Nisan kararlarıyla daha fazla ezildiği, bu hükümetin yetersizliklerinin milletin gözünde daha net anlaşıldığı bir konjonktürde, daha fazla arkadaşımın daha fazla katkısıyla ara seçimlerden de zaferle çıkacağımıza inanıyorum ve bu zor dönemde, bu günden itibaren başlayacak olan, Türkiye açısından zor olan bu dönemde, bütün arkadaşlarımı, ellerinden gelen her türlü gayretle ortak başarımız için çalışmaya davet ediyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum.