ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN
ANAVATAN PARTİSİ TBMM GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA

04 Ekim 1994

Değerli arkadaşlarım, ben de evvela geçtiğimiz hafta menfur bir suikaste kurban giden eski bakan ve milletvekili arkadaşımız Mehmet Topaç’ı rahmetle anıyoruz, kendisine Allah’tan rahmet diliyorum.

Şimdi, Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunların, geçmişini bilmeyen, bu sorunların hangi nedenlerden kaynaklandığını, hangi boyutlarda olduğunu bilmeyen bir yabancı, mesela dün akşam Türkiye’ye gelmiş olsa, dün akşam televizyonlarda Sayın Başkanın “ Ulusal Sesleniş” konuşmasını seyretmiş olsa, sonra da gelip bu sabah burada bizim Gurubumuza katılmış olsa, tahmin ediyorum ki kafası allak bullak olurdu. Çünkü, biraz önce konuşan Cem Kozlu arkadaşım, Şırnak’ta insanlarımızın Bangladeş koşullarında yaşadıklarını anlattı.

Demokratikleşmeyi getirme iddiasında olan Koalisyon Hükümetinin Şırnak’ta yapılacak olan ara seçimlerde demokrasiyi katletmek için ne gibi tertipler içerisinde olduğunu gözlemlediğini anlattı. Arkasından, Orhan Ergüder arkadaşım, Türkiye’nin en gelişmiş en büyük kentinde insanlarımızın bir damla suya hasret kaldıklarını anlattı, tabi bu arada Fenerbahçe’nin de derdini anlattı, ama Sayın Başbakan dün televizyonda yaptığı konuşmada, bütün bu sorunların, aslında uzun yılların birikimi olduğunu, bugünkü Hükümetin canla başla bu sorunların üstesinden gelmek için çalıştığını ve bu alanda önemli mesafeler katledildiğini, hatta son günlerde yeniden Türkiye’nin gündemini işgal eden yolsuzluk, hırsızlık olaylarını önleyebilmek için, Hükümetin ne gibi hazırlıklar içerisinde, ne gibi çabalar içerisinde olduğunu anlattı.

Bu iki resim birbirinin tam tersidir; ama, bakın ben size bir şey söyleyeyim: biraz önce bu kürsüde anlatılanlar dahi, bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu bataklığın tam tasvirine yetmez. Sayın Başbakanın dün televizyondan yaptığı konuşmanın kanuni mesnedi, TRT Kanununun bir maddesidir. TRT Yasası, o maddeyi Hükümete yaptığı icraatı anlatmak için, Hükümetin aczini anlatmak için o imkanı kullanmak mümkün değildir. Sayın Başbakan dün orada, kendilerinin hangi tasarrufları hangi sebeplerle gerçekleştiremediğinin hikayesinin anlatmıştır. Niyetlerinin ne kadar temiz, ne kadar iyi, ama engellerinin ne kadar büyük olduğunu anlatmıştır. Yani, çözüm yerinde olduğu halde, çare yerinde olduğu halde, çaresizliğin nedenini millete anlatmak için, o programı bir ağlama duvarı olarak kullanmıştır.

Değerli arkadaşlarım, geçen hafta da burada söyledim, yolsuzluklarla mücadele konusunda ne zaman bu konu Türkiye’nin gündeminde öne çıkarsa, ne zaman kamuoyunun dikkati bu konuda yoğunlaşırsa, Sayın Başbakan bu konuyu da bir istismar vesilesi yapmaktan kaçınmamaktadır. Geçtiğimiz sene 25 Ağustos Sayın Başbakan yine çıkmış televizyonlara, yolsuzluklarla mücadele konusunda Hükümetin ne gibi tedbirler alacağı konusunda millete taahhütte bulunmuş. Şimdi, aradan bir seneden fazla zaman geçmiş, 1 sene, 1 ay, 1 hafta geçmiş ve Sayın Başbakan yine çıkıyor televizyona, 1 sene 25 Ağustosta, Hükümet tarafından öngörülen 7 kalem tedbir sıralanmıştır.

İhale suçlarıyla ilgili ceza hükümlerini değiştirmeyi, mal bildirimine ilişkin yasal düzenlemede değişiklikler yapmayı, para cezalarını artırmaya, kamu kuruluşlarında saydamlık sağlamak için gerekli düzenlemeleri yapmayı, kamu kurumlarına eleman almada tarafsız ve kuralları önceden belli bir sistem getirmeyi ve rüşvet verenlerin pişmanlığı halinde onlara af veya cezalarını indirecek bir düzenleme yapmayı vaat etmiş.

Aradan 1 sene, 1 ay, 1 hafta zarfında, sadece memurların ve diğer kamu görevlilerinin bazı kovuşturulması usulü hakkında bir kanun tasarısı vermişler Meclise; ama, bunu da ne zaman vermişler, 13 Eylül 1994’te vermişler, yani üç hafta önce vermişler. Bunu dışında, Sayın Başbakanın dün akşam sıraladığı, Devlet İhale Kanununda değişiklik yapan tasarı, 13 Mayıs 1992’de verilmiştir. Bugün 1994, 2,5 sene geçmiş, bu zaman zarfında ihale kanununda değişiklik yapan tasarıyı Meclisten çıkaramamışlar. Meclisten çıkmasının sebebi, iki koalisyon ortağının bu konuda anlaşamamaları. Ama daha önemli bir şey var, bu değişiklik ihale yolsuzluklarını önlemeye yönelik bir değişiklik değil. Bu değişiklik, sadece ihalelere davet edilecek müteahhitlerin asgari sayısını artıran ve ilan süresini uzatan bir değişiklik. Yoksa ihalelerde davet edilecek müteahhitlerin asgari sayısını artıran ve ilan süresini uzatan bir değişiklik. Yoksa ihalelerde yolsuzluğu önleyici bir değişiklik değil.

Şimdi, Sayın Başbakan dün çıkıyor bir kere yanlış bilgi veriyor ulusa. Mal bildirimi, rüşvet ve yolsuzluklarla mücadele konusunda tasarısını verdik diyor, verdiği kanun tasarısı filan değil, 1992’de milletvekillerinin verdiği bir değişiklik teklifi var sadece. O da Haziran 1992’den beri Meclis gündeminde bekliyor ve Sayın Başbakan aslında kendi Hükümetinin vermediği bu kanunların çıkmamasını, Meclisin çalışmasının yetersizliğine bağlıyor ve burada da dolaylı olarak getiriyor, sorumluluğu bizim üstümüze atmaya çalışıyor.

Değerli arkadaşlarım, evvela bir şeyde anlaşmamız lazım. Meclisi çalıştırmak iktidarın görevidir, iktidarın en önemli görevlerinden birisidir. Onun içindir ki, demokratik sistemde iktidarın arkasından Meclis çoğunluğu olması aranır. Meclis çoğunluğu aranmasının sebebi, Meclisin yasa yapma, yasama görevinin yapabilmesini sağlamak içindir. Meclis çoğunluğunun aranması, Meclisin denetim görevinin engellenmesi için değildir. Ama bugün Türkiye’de olan tam tersidir. Başbakanın gerekli olduğunu yasaları çıkarmak için Mecliste iktidarın çoğunluğu yoktur, ama iktidarın icraatının denetlenmesi söz konusu olduğu zaman, o çoğunluk hemen sağlanıvermektedir. Meclisin bugün en önemli çelişkisi budur. Hükümet - Meclis ilişkisinin en önemli zaafı budur.

Şimdi, bir şeyde daha anlaşmamız lazım, herkesin çok iyi bilmesi lazım; Eğer Türkiye’de bir yolsuzluk varsa, bu yolsuzluğun ortaya çıkarılmasından esas görev Hükümete düşer. İdaresiyle polisiyle o yolsuzlukları ortaya çıkarmak, idarenin görevidir. Ama bu hükümetin başka bir özelliği daha var, bu Hükümet, yolsuzluklar konusunda millete taahhütte bulunmuştur, hesap soracağı taahhüdünde bulunmuştur. elinde Koskotas dosyaları olduğunu söyleyerek seçim propagandası yapmıştır. Dolayısıyla bu Hükümet için, yolsuzlukları meydana çıkarmak, sadece ahlaki değil, aynı zamanda siyasi bir vecibedir.

Sayın Başbakan dün akşam, yargının yavaş işletmesinden şikayet etmiştir. Yani, yolsuzluk olaylarının gerektiği şekilde tecziye edilememesinin, cezalandırılamamasının nedeninin, yargının yeterli süratte işlememesiyle izah etmiştir. Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de yargının yavaş işlediği bir gerçektir. Bu gerçeği inkar etmek mümkün değil.

Abant toplantımızda Türkiye’de adalet mekanizmasının daha hızlı çalıştırılabilmesi için hangi tedbirlerin getirilmesi gerektiğini uzun uzun tartıştık. Bu konuda somut bazı sonuçlara vardık. Ama, bir hususun altını çizmek istiyorum. Türkiye’de yolsuzluklarla mücadelede adalet mekanizmasının yavaş işlemesinden daha önemli bir unsur var, bu da Türkiye’de yargının bağımsız olmaması gerçeğidir. Türkiye’de bugün yargı bağımsız değildir. Bunu ben söylemiyorum, bunu İSKİ soruşturmasını Fatih Savcısı iki gün önce gazeteye verdiği beyanatta söylüyor. “ Ben İtalya’daki Savcı Di pietro ile karşılaştıramazsınız; o savcıdır, ben devlet memuruyum” diyor. Bu nüansı hepimizin dikkatine geçiriyorum. Bunu söyleyen savcı, İSKİ skandalını yürüten savcıdır. Orada savcı ile devlet memuru arasında getirdiği nüansa hepimizin dikkatini çekiyorum. İSKİ Araştırma Komisyonundaki arkadaşlarım, aradaki bu farkı çok daha yakından gözleme imkanı bulmuşlardır.

Yani savcıların adalet mekanizmasının elinin kolunun siyasi otorite tarafından nasıl bağlandığını yakından görme imkanı bulmuşlardır. Türkiye’de adalet mekanizmasının siyasi otorite tarafından nasıl bağlandığını yakından görme imkanı bulmuşlardır. Türkiye’de adalet mekanizmasının siyasi otoritenin tasallutundan kurtarmadıkça, toplum vicdanını rahatsız eden bu olayların açığa çıkabilmesi mümkün değildir. Eğer Hükümet, eğer Başbakan, yolsuzluklarla mücadele konusunda, gerçekten samimi ise, eğer gerçekten bu konuda İtalya’da gibi bir temiz eller operasyonu başlatmak istiyorsa, eğer bu meseleyi sadece ucuz bir siyasi propaganda malzemesi olarak kullanmak niyetinde değilse, o zaman bu işe evvela buradan başlamak durumundadır. Yani, yargıda gerçek anlamda, bu olaylara el koyacak hiçbir endişe taşımadan, siyasi otoritenin baskısıyla muhatap olmadan, nereye uzanırsa uzansın, olayları gerçek boyutlarıyla ortaya çıkarabilmesine imkan sağlayacak bir düzenlemeyi getirmek zorundadır.

Bugünkü Adalet Bakanı ile bugünkü hükümetin adalet anlayışıyla bu yolsuzlukların ortaya çıkarılması mümkün değildir. Sonunda işte, İSKİ olayında olduğu gibi, trilyonlarca liralık yoksuzluk, neticede iki insanın sırtına yüklenir, o insanlara gözdağı verilip konuşmaları engellenir ve asıl suçlular serbest kalmaya devam ederler.

Yolsuzluk, sadece devletin parasını, halkın parasını suistimal etmek değildir. Yolsuzluğun çok çeşitli şekilleri vardır. Eğer bu hükümet yolsuzluklarla mücadele konusunda zerre kadar samimi olsa, üç günden beri, dört günden beri bir özel televizyonda, devletin bir valisi, aslında Türkiye’yi sarsması gereken ifşaatlarda bulunuyor. Eski Şırnak Valisi, şimdiki merkez valisi Mustafa Malay’dan bahsediyorum, onun Interstar televizyonunda üç gün arka arkaya yayınlanan ifşaatlarını söylüyorum. Diyor ki: “ Ben Şırnak’ta vali iken, oradaki iktidar ortağı partilerin teşkilatları, olağanüstü hal kadrolarını parayla sattılar”. Bunu ben söylemiyorum, bunu devletin valisi söylüyor. Aynı vali diyor ki: “ Giren kişiler arasında PKK’nın adamları var. Yani, devlet kadrolarına PKK’nın adamları alındı.” Aynı vali diyor ki: “ Eğer kanunlar uygulansaydı, eğer vali olarak bana kanunun tanıdığı yetki kullandırılsaydı, bu yanlışlıkların hiçbiri olmazdı, ama tepeden Bayındırlık ve İskan Bakanlığından bana emir geldi, liste geldi. “Şu adamları işe alacaksınız”diye. Şimdi değerli arkadaşlarım, bunu söyleyen devletin valisidir. Devletin valisinin bunları söylediği bir ülkede, bir Başbakanın çıkıp da yolsuzluklarla mücadele konusunda samimi olduğuna milleti ikna edebilmesi mümkün değil.

Aynı şekilde yaşadığımız bir başka taze olay var. Bayındırlık ve İskan Bakanı, geçen hafta da söyledim, cumhuriyet kurulalı ilk defa, devletin bir bakanı, kendi partisinden kaynaklanan yolsuzluk taleplerine alet olmak istemediği için görevinden ayrılmıştır. Sanıyorum evvelsi akşam bir televizyon kanalında o bakanla diğer bakanların televizyondaki tartışmasını bazılarınız işlemişsinizdir. Bakanların çıkıp da, yeni görevdeki ve müstafi bakanların çıkıp ta televizyonda milletin önünde birbirlerini yolsuzluklara alet olmakla suçladıkları herhalde dünyadaki nadir ülkelerden biridir. Yani, böyle hesaplaşmalar milletin önünde, demokratik ülkelerde televizyonda yapılmaz, bunlar ancak mahkemede yapılır.

Şimdi bakın, Bayındırlık ve İskan Bakanı diyor ki: “Bu bakanlıkta üç seneden beri birtakım yolsuzluk olayları teamül haline gelmiş, insanlar buna alışmış, milletvekilleri, partililer, parti teşkilatından adamlar, il başkanları bana geldiler, ihalelerle ilgili taleplerde bulundular. Ben bunları yerine getiremedim, ben dürüst adamım, onun için istifa ettim.” Biz anamuhalefet partisi olarak, bu meseleyle ilgili araştırma önergesi veriyoruz, dikkat edin soruşturma vermiyoruz, gensoru vermiyoruz, yani bu olayın Meclis tarafından el konulup açığa çıkarılmasını hedefleyen bir araştırma önergesi veriyoruz. Sanıyorum SHP’nin de bir önergesi var, olayın muhatabı SHP. Aslında SHP’nin bu işi bize bırakmaması lazım. Kendisini tezyif eden bir olayda SHP’nin çıkıp, “ Evet, bu araştırmayı ben istiyorum ” demesi lazım. Ama SHP ne yapıyor: Tıpkı Başbakanın Amerika’daki mal varlığıyla ilgili önergede olduğu gibi, 1983 yılından beri Bayındırlık ve İskan Bakanlığında yapılan bütün ihalelerin araştırılmasını isteyen bir önerge veriyor.

Şimdi bakın, Başbakanın mal varlığı hikayesinde ne oldu; Meclise bu konuda verdiğimiz araştırma önergesini reddettiler, yerine kendileri bir araştırma önergesi verdiler. 1983’ten beri kurulan bütün partilerin bakanlığını, çocuklarını, analarını, babalarını araştırma kapsamına aldılar. Sonra komisyon teşekkül ettikten sonra Meclis Başkanlığına sordu, “ 1983’ ten beri kaç parti kurulmuş? ” diye, 56 tane parti kurulmuş. Bir kere 56 partinin başkanları araştırma kapsamına girdi, içlerinde Sayın Uğur Aksöz de var, 56 partinin başkanlarının mal varlığı araştırılacak. Ama onunla bitmiyor, onların çocuklarının, eşlerinin, ana babalarının da mal varlığı araştırılacak. Sanıyorum ortaya 1000 kişilik bir liste çıkar. Bunun adı aslında araştırma değildir, bunun adı araştırmamadır, bunun adı karıştırmadır. Yani komisyon her gün çalışsa kaç ayda çıkarır.

Şimdi, somut meseleleri, kendisini ilgilendiren meseleleri, bugün Türkiye’de yaşanan hırsızlıkları bu şekilde gizlemeye çalışan, bu şekilde sulandırmaya çalışan bir Hükümetin, yolsuzluklarla mücadele konusundaki samimiyetine inanabilmek mümkün değildir.

Sayın Başbakan, dünkü konuşmasında diyor ki: “ Kamu bankaları, yatırım teşvikleri, çiftçiye ödenen tarım sübvansiyonları, aslında bir Başkana bir Hükümet güç verir.” Ama sonra çok büyük bir feragat örneği gösteriyor, diyor ki : “ Ben Başbakan olarak bu gücü istemiyorum, bunların kaldırılmasını istiyorum”. Şimdi birisinin çıkıp Başbakana sorması lazım; “ Yahu bugün bunları kaldırması için ne engel var? Bunların kanunla ne ilgisi var. “ Yani, Hükümet yatırım teşviklerini kaldırmak için çıkarması mı lazım?

Hükümetin tarım sübvansiyonunu kaldırması için kanun çıkarması mı lazım? Hatta kamu bankalarının özelleştirilmesi için kanun lazım mı? Şu anda şirket statüsündeki hiçbir KİT’in özelleştirilmesi için özel bir kanuna filan ihtiyaç yoktur. Anavatan İktidarı döneminde çıkarılan yasalarla Türkiye’de özelleştirme yapılabilir. Yeni bir özelleştirme yasası çıkarmanın amacı, orada çalışan işsiz kalabilecek olan işçilere birtakım ek haklar sağlamaktır, ek sosyal haklar sağlamaktır. Özelleştirmeyle ilgili yeni bir idari düzenleme yapmaktır. Ama bütün bunlar, mesela kamu bankalarının özelleştirilmesi için gerekli değildir; çünkü, kamu bankalarının zaten özel sandıkları vardır. Yani, orada çalışanların sosyal güvenliklerini ayrıca bir yasal güvenceye alma zorunluluğu, öbür KİT’lerdeki kadar ağırlıklı değildir. İşte bunlar “1992’de Denizcilik Bankasını özelleştireceğiz” diye karar çıkardılar Yüksek Planlama Kurulundan, ondan sonra vazgeçtiler, Denizcilik Bankasını başka bir kamu bankasının sırtına yüklediler. Başbakanın söylediği bu şeyler, sadece ve sadece hamasetten ibarettir, sadece milletin gözünü boyamak için, milleti kandırmak için yapılmış beyanlardır. Hiçbirisi için kanun filan gerekli değildir. Sadece irade lazımdır.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Başbakan, geçtiğimiz hafta kendi grubunda yaptığı konuşmada bir olaya dayanarak bana bir suçlamada bulunmuş. Bizim zamanımızda atanmış bir bürokrat, daha sonra mahkum olmuş. Sayın Başbakan herhalde konuşmaya çıkmadan eline tutuşturulan veyahut kulağına fısıldanan bu olaya dayanarak, bana soruyor: “ Bu mu senin temiz ellerin?” diye. Şimdi bir kere, Emlak Konut diye, Emlak Bankasının bu konut işleriyle ilgili şirketin başına getirilen o şahıs, biz hükümetten ayrılmadan bir ay önce gelmiş oraya. Olay bizim hükümetimiz zamanında geçmiyor, olay Sayın Başbakanın Devlet Bakanı olduğu zaman, Emlak Bankası ve Emlak Konut, kendisine bağlı olduğu dönemde cereyan ediyor.

Ama bakın olayın aslı ne: 1990 yılında şimdi Rahmetli olan bir gazete patronu, Emlak Konuta arsa satmak vaadiyle Emlak Konuttan avans alıyor 13 milyar lira, ama aradan birbuçuk iki sene bir zaman geçiyor, arsayı tapuda Emlak Konuta devredemiyor. O sırada biz Hükümetten ayrılıyoruz. Biz hükümetten ayrıldıktan sonra, bizim atadığımız o Emlak Konutun Müdürü, bu zata ödenen avansı geri alabilmek için dava açıyor. Ama o zata Tütünbank diye bir bankanın verdiği bir teminat var ve bu orada Emlak Bankasının da Genel Müdürü değiştirmişler, yeni getirdikleri Genel Müdür de Tütünbank’ın Genel Müdür Yardımcılığından geliyor, Emlak Konutun alacağını tahsili için açtığı bu davaya, muhalefet ediyor, zorluk çıkarıyor. Yani bu paranın geri tahsil edilmesini zorlaştırmak istiyor.

Şimdi, Emlak Konutun başındaki arkadaşımız, Genel Müdürün bu tavrı karşısında, Emlak Bankasının avukatlarını değil, özel olarak anlaştığı bir avukata dava ediyor, neticede dava bitiyor, 13 milyar liralık alacak gecikme faiziyle birlikte 25 milyar lira olarak o kişiden tahsil ediliyor. Daha sonra Emlak Bankasının Genel Müdürü, Emlak Konut Genel Müdürünü mahkemeye veriyor, dışarıdan avukat tuttuğu için mahkemeye veriyor ve mahkeme Emlak Konutun Genel Müdürünü bir sene hapis cezasına çarptırıyor, sonra da cezayı tecil ediyor.

Şimdi buradaki olay, aslında devletin hakkın korumak için bir bürokratın yanlış yapması olayıdır. Yanlış bir yolsuzluk için değildir, bir şahsi menfaati için değildir, suistimal için değildir, tersine, devletin aksi takdirde muhtemelen hiç tahsil edemeyeceği bir parayı, devlet adına tahsil etmek için yapılmış. Ama hadisenin bizim dönemimizle ilgisi yok. Yani, o avukatı tuttuğu zaman, benim ona siyasi otorite olarak müdahale edecek konumum yok, ben o zaman muhalefetteyim. Tam tersine, burada eğer bir siyasi sorumluluk varsa, eğer siyasi otoritenin hatasından kaynaklanan bir sorumluluk varsa, bu sorumluluğun sahibi Sayın Çiller’dir. Devlet bakanı olarak bu olay onun döneminde cereyan etmiştir. Buna göre ortada bir suç da yoktur. Hadise, aslında biraz önce dediğim gibi, devleti zarara sokmamak için yapılan belki usulüne aykırı, ama kötü niyetli olmayan bir işlemdir, şekli bir suçtur. Kötü niyet değil, tam tersine burada iyi niyet söz konusudur, devleti zarara uğratmama söz konusudur.

Şimdi, böyle bir olayı Sayın Başbakan, Hint kumaşı bulmuş gibi alıyor eline, “ İşte bak yakaladım, Mesut Yılmaz’ın getirdiği bürokrat ” Şimdi, bir kere temelde şu yanlışlık var: Benim getirdiğim bugün bürokratların icraatından benim sorumlu olmam için, benim o icraatlarla ilgili herhangi bir tasarrufumun olması lazım, bir onayımın olması lazım. Burada öyle bir şey söz konusu değil, bana sorulmamış. Kaldı ki sorulması mümkün değil, çünkü ben o tarihte hükümet değilim. Avukatlık sözleşmesi Aralık 1991’ de yapılmış, ben Kasım 1991’de Hükümetten ayrılmışım, benim yerime Sayın Çiller Devlet Bakanı, onların yaptığı düzenlemede o banka ve şirket de kendisine bağlamış, şimdi böyle bir olayı televizyonda çıkıyor, 60 milyonun önünde bana yöneltilecek bir suçlama olarak kullanmaya çalışıyor. Şimdi böyle bir Başbakanın ciddiyetinden, böyle bir Başbakanın bu meseledeki samimiyetinden emin olmak mümkün mü? Tam tersine, ben diyorum ki: “ Eğer Sayın Başbakan bu konuda samimiyetini ispat etmek istiyorsa, o Meclis grubunda söylediği gibi, evvela kendi mal varlığının, işte her gün gazetelerde spekülasyonu konusu olan, artık tefrika konusu olan, her gün bir yenisi ortaya atılan - Bugün Cumhuriyet Gazetesinde yine yeni bazı iddialar var - bu iddialardan kendisiyle ilgili olanları bu meselede öncelikle araştırmasını kabul etmesi lazım. Gurubunda efelik yapıyor, “ benden başlayın” diyor, ama sonra komisyona gönderdiği arkadaşlar, bunu kabul etmiyorlar.

Değerli arkadaşlarım, gerek Hükümetin gerekse Sayın Başbakan yolsuzluklarla mücadele konusundaki tavrı samimiyetten uzaktır. Çünkü, geçen hafta da söyledim, çok iyi biliyorlar ki, eğer Türkiye’ de gerçek anlamda bir temiz eller operasyonu yapılırsa, ne bu hükümetin ne de bu Başbakanın göreve devam etmesi mümkün değildir. Aslında bana göre, öyle palyatif düzenlemelerle ne bu olayların üzerindeki sis perdesini kaldırmak mümkündür, ne de sorumluları ortaya çıkarıp cezalandırabilmek mümkündür. Bir özel düzenlemeye ihtiyacımız var. Olağanüstü bir düzenlemeye ihtiyacımız var. Tıpkı İtalya’da yapıldığı gibi, mafya ile ilgili yapılan yasal düzenleme gibi, çıkarılan kanun gibi, Türkiye’de de yolsuzluklarla ilgili özel bir yasa çıkarmamız lazım. Bunu hukuk sistemimizin içine, Anayasanın çerçevesine nasıl yerleştiririz, onu şu anda bilmiyorum. Ama bildiğim bir tek şey var:

Türkiye’de bu olayları kovuşturacak savcılara, ne Adalet Bakanlığından, ne Başbakandan, hiç kimseden çekinmeyecek ölçüde yasal güvence sağlamadıkça, onlara cesaretle, demin dediğim gibi, nereye kadar uzanırsa uzansın, her olayın üzerine gitme yetkisi vermedikçe, bu olayların ortaya çıkabilmesi, gelecekte bu olayların caydırılabilmesi, geçmişteki olayların cezalandırılabilmesi mümkün değildir. Onun için, bu konuda hem yargının bağımsızlığını sağlayacak hem özel yargılama usulü getirecek, yani yargıya hız kazandıracak olağanüstü bir düzenlemenin gerekli olduğuna inanıyorum. Önümüzdeki günlerde bu konuda parti olarak, böyle bir düzenleme, yani hem Anayasaya uygun hem hukuk sistemimiz içerisinde gerçekten işlerlik kazanabilecek bir düzenlemeyi parti olarak hazırlanıp Meclis Başkanına vermemiz lazım.

Bu konuda Sayın Başbakanın söylediği o 1992 yılından gelen kanun teklifleri, geçen hafta da söylediğim gibi, geçen sene kurulan bir Meclis Komisyonunda, partiler arası ortak bir komisyonda beklemeye alınmıştır, bir seneden beri beklemektedir. Şimdi belki bu olayların gündemi işgal etmesi dolayısıyla meselenin ısınmış olması dolayısıyla göz boyamak için bazı ufak tefek düzenlemeler yapılacaktır; ama, bunlarla Türkiye’de demin söylediğim iki temel engelin aşılabilmesi mümkün değildir. Yani, yargının bağımlılığı ve yargının yavaş işlemesi engellerinin aşılabilmesi mümkün değildir. Olağanüstü bir düzenleme, olağanüstü yetkileri içeren, nasıl terör konusunu olağanüstü bir konu kabul ettik terörle ilgili olağanüstü bir hukuki düzenlemeye gitmemiz lazım.

Bu meseleyi abarttığımı düşünenler varsa, ben onlarla aynı görüşü paylaşmıyorum. Bu mesel o boyuta varmıştır ki Türkiye’de, Meclis dahil, Hükümet dahil, bütün siyasi partiler dahil, sisteme olan güveni ortadan kaldırmak üzeredir. Vatandaşın gözünde, çalanın çaldığı yanına kar kalmaktadır. Sistem, bütün bu kurumlar, bu yanlışları, bu yolsuzlukları, bu hırsızlıkları ortaya çıkaramamaktadır. Hatta daha ileri giderek söylüyorum, sokaktaki vatandaşın göz önünde, bunların ortaya çıkarılması, bazı kişilerin işine gelmediği için bunları ütüldüğü düşüncesi vardır. Bunların üzerine gidecek cesarette, artı temizlikte insanların bu kurumlarda olmadığı için bu olayların ortaya çıkmadığı görüşü hakimdir. Bu görüş, sistemi yıkar. Bakın, Türkiye’de sistemi ne şu parti, ne bu parti yıkamaz. Türkiye’de sistemi ancak bu yıkar. Yani, sistemin vatandaşı böylesine rahatsız eden, böylesine onu soğutan olayları dahi önlemede yetersiz kaldığı inancı Türkiye’de yayılırsa, hakim olursa ondan sonra bir daha sistemi çalıştırmak mümkün olmaz.

Sistem, önce sadece şikli bir sisteme dönüşür, bir süre sonra da daha kötü gelişmelere zemin hazırlar. Onun için, bu meseleye en fazla sahip çıkması gereken biziz, meclistir, siyasi partilerdir, siyasilerdir. Çünkü, Türkiye’de bu mesele siyasilerin hayati bir meselesidir. Eğer toplumun güveni yoksa, eğer toplumun desteği yoksa, ne siyasi partilerin ne de diğer siyasi kurumların yaşaması mümkün değil. Onları yaşatan, onlara beslenen güvendir. Onlara beslenen güvenin temelinde, onların bu meseleleri çözecekleri inancı yatmaktadır. Yolsuzluk meselesinde Türkiye’de bütün bu kurumlar sınıfta başlamışlardır. Aylardan beri değil, yıllardan beri değil, on yıllardan beri sınıfta kalmışlardır. Eğer kamu vicdanında yargılanan, hüküm giyen birtakım olaylar, sistem içerisinde ortaya çıkarılamıyor, ondan sonra sistemi durduran askerler kendi kurdukları mahkemelerde bu olayları cezalandırıyorsa, orada sistemin işleyebilmesi çok ciddi engellere maruz demektir. Bugün en fazla hissedildiği bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla en fazla bu dönemde harekete geçmek zorunda olduğumuza inanıyorum. Bu konuda Anavatan Partisi olarak, inisiyatifi bizim almamız gerektiğine inanıyorum. Nasıl Başbakana kendi mal varlığıyla ilgili Mecliste, hiç olmazsa meseleyi sulandıracak böyle bir komisyon kurmaya zorladıysak, ve İskan Bakanlığının işlemleriyle ilgili nasıl böyle bir inisiyatif bizden geldiyse ve iktidar tarafından sulandırılmasına rağmen bir ölçüde harekete geçirilebildiyse, şimdi kamuoyunun gündeminde olan bütün konularda da inisiyatifin bizden gelmesi lazım.

Bu olayların bizim zamanımızda cereyan etmesi hiçbir şey değiştirmez. Çünkü, ben bilmiyorum kaçıncı defa bu kürsüden tekrarlıyorum, bizim için bu Hükümetin döneminde veya bizim Hükümet dönemimizde yapılan yolsuzlukların hiçbir farkı yok. O yolsuzluklara karışmış insanların, bizim bünyemizde yeri olmadığını defalarca tekrarladım. Yine bütün bu beyanlarımıza rağmen, herhalde bir partinin bu konuda alabileceği en açık tutuma rağmen, şimdi geçmişte cereyan eden birtakım olayları bize bağlama gayretleri var, bize bulaştırma gayretleri var. Şimdi, herkesin bu meseleyle ilgili, Anavatan Partisinin suçlanmasını anlayışla karşılayan veya bu suçlamaları yapan veya bu suçlamalara şahit olan herkese bir defa daha açıkça söylüyorum: Bizim dönemimizde cereyan eden bütün olaylarla ilgili her türlü araştırmaya, soruşturmaya deste olmaya hazırız. Gerçeklerin ortaya çıkarılması için, bizim yapmamız gereken ne varsa yapmaya hazırız. Hiç çekindiğimiz yok. Bu konuda elbette karar merci biz değiliz, kararı verecek olan yargıdır; ama, yargı kararıyla sorumluluğu ortaya çıkmış olan hiç kimseye de sahip çıkmamayı baştan taahhüt ediyoruz.

Sekiz yıl ülkeyi idare etmiş, binlerce bürokratla çalışmış bir siyasi iktidarın devamı olarak, onun mirasçısı olarak, bu konuda yapabileceğimiz daha başka bir şey varsa onu da yapmaya hazırız. Ama, hiçbir siyasi bağlantı ortaya konulmadan, hiçbir siyasi arkadaşımızın bu konuda sorumluluğu ortaya çıkmadan, siyasi sorumluluk taşımayan birtakım insanlar her dönemde olabilecek birtakım yolsuzluklara karıştılar diye, bundan dolayı bizi suçlamak, sadece haksızlık değil, aynı zamanda bu meselenin bir siyasi istismar vesilesidir.

Değerli arkadaşlarım, güneydoğuda yapılacak olan ara seçimlerle ilgili Hükümetin bu seçimleri maniple etmek, bu seçimlerde seçmen iradesini saptırmak için giriştiği faaliyetler, sadece Cem Kozlu arkadaşımın bizzat gözlediklerinden ibaret değildir. Bakın, evvela belediyelerle ilgili bu Hükümetin tavrı, bana göre siyası değil, ahlaki değil, aynı zamanda hukuki sorumluluk gerektiren bir tavırdır. İller Bankası, biliyorsunuz Bayındırlık ve İskan Bakanlığına bağlıdır. İller Bankasının 27 Mart seçimlerinden bugüne kadar belediyelere yaptığı toplam acil yardım miktarı 60 milyar dolayındadır, 59 milyar 370 milyon liradır. Acil yardım dediğim, 20 sene vadeli ve fevkalade düşük faizli kredidir. Yani, bir anlamda hibedir. Şimdi İller Bankası bu kaynaktan 27 Mart seçimlerinden bu yana 60 milyara yakın tahsis yapmış, bundan yararlanan belediyelerin 185 tanesi SHP’li belediyedir. Aldıkları toplam miktar da 45 milyar 630 milyondur. Yararlanan toplam ANAP’ıl belediye sayısı 25’tir, aldıkları para da 3 milyar 870 milyon liradır. Yani, ANAP’lı belediyelere ödenen toplam yardımın 15 misli SHP’li belediyelere ödenmiştir. Halbuki ANAP’lı belediyelerin sayısı SHP’li belediyelerin üç katına yakındır.

İller Bankası, SHP’li bir bakanın bünyesinde olduğu için, bu tablo ortaya çıkmıştır, SHP belediyeleri kayrılmıştır. Maliye Bakanlığı DYP’li olduğu için, Maliye Bakanlığının elindeki belediyelere karşılıksız yardım fonunun adet tümüyle DYP’li belediyelere tahsis edildiğini biliyoruz, ama bu konuda bu şekilde istatistiki bilgi alma imkanımız dahi yoktur. Çünkü, müteahhit taleplerimize rağmen, Meclise yaptığımız başvurulara, verdiğimiz soru önergelerine rağmen, Maliye Bakanı bu konuda bize bilgi dahi vermemektedir. Bürokrasiden yaptığımız araştırmalarda öğrendik ki, Maliye Bakanı bu fonu babasının malı gibi, bakkal defterinde takip etmektedir, kendi özel defterinde takip etmektedir. Maliye Bakanlığında bunun denetimine kaçık, aleni kaydı yoktur.

Şimdi, bu ayırımın, önümüzdeki ara seçimlere doğru sadece bir parti ayırımı olmanın ötesinde, ara seçim yapılacak olan beldelere özel siyasi amaçlı olarak daha da artırılacaktır. Nitekim, Şırnak’taki 4 ilçe belediyesi, bize ait olan 4 ilçe belediyesinin başkanları, Cem Kozlu arkadaşımızın dediği gibi Vali tarafından Şırnak’a davet edilmiştir, devletin bakanlarıyla Doğru Yol Partisinin teşkilat başkanıyla bir araya getirilmiştir, onlara para yardımı dışında, ara seçim vesilesiyle geçici olarak işletmeye açılan Şırnak kömür ocaklarında kadro tahsisi vaat edilmiştir, 1700 işçinin tümüyle onların tarafından işe alınacakları, onların verecekleri listeye göre işe alınacakları vaat edilmiştir.

Bununla da yetinilmemiştir, Doğru Yol Partisinin Şırnak İl Başkan görevden alınmış, İl Başkanlığı bizim belediye başkanlarından bir tanesinin ağabeyisine verilmiştir. Ayrıca belediyelere yüklü miktarda para yardımı vaat edilmiştir. Sanıyorum ki önümüzdeki günlerde Şırnak’ta yaşanan bu olaylar, güneydoğu da seçim yapılacak olan diğer bütün illerde de aynıyla tekrarlanacaktır. Şu anda devletin bazı bakanları, tıpkı Fatih, Beykoz seçimlerinde olduğu gibi, işlerini güçlerini bırakmışlardır, sadece bölgede cirit atmaktadırlar. Bir seneden beri, Çiller Hükümetinin kurulduğu bir küsür yıldan beri oraya hiç uğramazlarken, birdenbire güneydoğu aşkıyla yanıp tutuşmaya başlamışlardır. Günlerdir, haftalardır Ankara’ya gelmeden orada dolaşan bakanlar vardır. Bütün çalışmaları, bütün amaçları, orada üç yıldan beri ezilen, köyleri yakılan, evlerinden sürülen insanları, şimdi menfaatle, baskıyla seçimde kendi partileri doğrultusunda yönlendirmektir. Devletin bakanlarının bu kadar kirli işlere, bu kadar çamur işlere alet oldukları bir ülkede demokrasinin sağlıklı işlediğini söyleyebilmek mümkün değildir. Türkiye’de demokrasinin her zaman bazı güçlükleri, zorlukları olmuştur; ama, hiçbir dönemde demokrasi Türkiye’de Hükümet eliyle bu kadar katledilmemiştir.

Değerli arkadaşlarım, bütün bu zorluklara rağmen, Anavatan Partisi olarak, Türkiye’nin ara seçim yapılacak olan bütün yörelerinde seçime katılacağız. Alacağımız sonuç ne olursa olsun, bütün gayretlerimizle en iyi sonucu alabilmek için, halkımıza doğruları anlatabilmek için mücadele edeceğiz. Netice itibarıyla yaptığımız mücadelenin, sadece bir iktidar mücadelesi olduğuna inanmıyorum. Yaptığımız mücadele, aynı zamanda bir demokrasi mücadelesidir. Yaptığımız mücadele, bunun dışında, aynı zamanda fazilet mücadelesidir. Bir Doğru Yol Partisi Genel Başkan Yardımcısının, bizim bir arkadaşımızın bana naklettiği bir beyanı olmuş diyor ki: “ Biz sizin gibi öyle ilimizdeki iktidarı kolay kolay bırakmayız. Biz bu iktidarı bırakmamak için her yolu deneriz”. Ben de diyorum ki: Her yolu denemesinler; belki ara seçimlerde orada bu yollarla birkaç mebus daha almaları mümkündür, ama bu yollardan orada kazanacakları birkaç milletvekili, onların iktidardaki ömürlerini birkaç ay daha kısaltacaktır.

Bu Hükümetin artık devam etmeyeceğini, bizzat Hükümetin bakanları söylemektedir. Bu Hükümetin 1995’i aşıp da, Başbakanın iddia ettiği gibi, Türkiye’yi 1996’ya kadar taşıyabilmesi, herhalde Sayın Başbakanın da gerçekte hiçbir zaman inanamayacağı bir..... Ama bu Hükümetin, giderek kısalan, belki de haftalara inen önümüzdeki döneminde, Türkiye’ye şimdiye kadar verdiği zarardan daha büyük zarar vermesi de kesindir. Bu tehlikeye karşı parti olarak uyanık olmamız lazım. Sadece uyanık olmamız değil, kamuoyunu uyandırmamız lazım, uyarmamız lazım. Ellerindeki bütün imkanları kullanacaklardır. Devletin tepesinde, millet enflasyondan yanarken, işsizlikten yanarken, terör almış başını giderken, özelleştirmeyle demokratikleşmenin pazarlığını yürütüyorlar.

Bu sabah aldığım habere göre, Hükümetin Dışişleri Bakanı, SHP’nin gizli başkanı Sayın Sosyal, özelleştirme kanununu imzalayacağını, ama bunu imzalamasının bu kanunu benimsediği anlamına gelmediğini, demokratikleşmeyle bunun eşzamanlı olarak çıkarılması konusunda ısrarlı olduğunu söylemiş. Aslında bu ifade, kendisinin aylardan beri özelleştirme konusunda yaptığı müdahalelerin, sadece bir pazarlık kozu elde edebilmeye yönelik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu anlayışla devlet yönetmek mümkün değildir. Bu anlayışla ne özelleştirmeyi yapmak mümkündür, ne demokratikleşmeyi yapmak mümkündür. Zaten Türkiye’nin en büyük çelişkilerinden bir tanesi, bir yanda Hükümet özelleştirmeden bahsederken, öbür yanda birtakım özel bankaların batması yoluyla kamulaştırılması gerçeğinin yaşanması, bir yanda Hükümetin demokratikleşmeden bahsederken, öte yanda güneydoğuda demokrasiyi katletmeye hazırlanmasıdır. Bu çelişkiler, maalesef bugün Türkiye’nin birer gerçeği haline gelmiştir.

Ve bütün bunlar yaşanırken, Türkiye bütün bu sıkıntılardan bunalırken, dünyanın tepesinde, belki dünyada en fazla bizi ilgilendiren bir pazarlık yürütülmekte, ne bizim kamuoyumuzun , ne meclisimizin, ne basınımızın bundan haberi bile olmamaktadır. Rusya Devlet Başkanı Yeltsin, geçtiğimiz hafta gidiyor, Amerikan Başkanı Clinton ile oturuyorlar, bir anlamda ikinci Yalta Görüşmesi yapıyorlar. Yani, dünyanın Amerikan ve Rusya arasında nasıl bir nüfus bölgesi ayırımına gideceği konusunu tartışıyorlar ve bunu dünyanın gözü önünde yapıyorlar. Rusya’nın savunduğu o yakın çevre teorisine göre, Rusya Amerika’dan kendi yakın çevresi olan, aslında bizi de içine alan, bir alanda kendi hakimiyetini tanımasını istiyor, kendi nüfus sahası olarak Amerika tarafından tanınmasını istiyor ve bunu ne zaman yapıyor; Amerikanın yakın çevresi olan Haiti Adasına Amerikan askerlerinin çıkışından hemen sonra yapıyor.

Yani, demiyor ki: Amerika kendi yakın çevresini belirlesin, Rusya kendi yakın çevresini belirlesin ve her ikisinin de kendi yakın çevresindeki hakimiyetini karşılıklı olarak tanısınlar. Bu pazarlığın dünyada en fazla ilgilendirmesi gereken, en fazla düşündürmesi gereken ülkelerin başında biz geliyoruz. Soğuk savaş sayesinde 50 yıl Rusya’ya karşı, Sovyetler Birliğine karşı koruduğumuz bağımsızlığımız, bugün her döneminkinden daha fazla tehlikededir. Ve hemen bu buluşmanın ertesinde, Azerbaycan’da imzalanmış olan Petrol Anlaşmasına tepki olarak yorumlanan iki suikast olayı yaşandı. Bu suikastlerin yakın gelecekte daha başka olaylarla da sürmesi ihtimali fevkalade kuvvetlidir. Neticede, Rusya’nın Kafkasya’da, bizim de içinde olduğumuz geniş bir alanda yeniden nüfus sahibi olma hedefini görmemek bir gaflettir. Bunu en başta görmesi gereken de ülkenin Meclisidir, Hükümetidir. Ama Hükümet şu anda bunları göremeyecek kadar mahmurdur. Dışişleri Bakanı göreve başlayalı üç ay olmuştur, daha Meclise gelip bir defa olarak Meclise bilgi verecektir.

Biz dış politika konularıyla ilgili bir genel görüşme önergesi verdik, onu da bugüne kadar kabul etmediler. Şimdi, Bakan vereceği bilgiden sonra, bu konuda genel görüşme açılacaktır. Bizim bu konudaki görüşlerimizi Sayın İnan Meclis kürsüsünde dile getirecek, ama bence Türkiye’nin dış politikası, bugün, hiçbir zaman olmadığı kadar sahipsizdir. Sayın Başbakan, dış politika konularının kendisi için, kendisine danışılmayan birer sürpriz niteliğinde olduğunu zaten gazetelere söylemiştir. Yani, “ Bana haber vermeden Dışişleri Bakanı, Hükümeti bağlayıcı beyanlar yapıyor” diye gazetelere yakınmada bulunmuştur. Dolayısıyla Başbakan devrede değildir. Cumhurbaşkanı, Dışişleri Bakanının açıkladığı, mesela vize kararını o tesis açış merasimlerinde cevap vermektedir. Dış politikası bugün böyle bir kaos yaşamaktadır. Başbakan devre dışındadır, Cumhurbaşkanı devre dışındadır, Hükümette dış politika konuşulmamaktadır. O zaman dış politikayı kim yapacaktır? Dışişleri Bakanının yapması gerekir; ama, Dışişleri Bakanı da parti başkanlığının peşindedir. Özelleştirme kanununu peşindedir, demokratikleşmenin peşindedir. Dolayısıyla Türkiye’de dış politikanın sahibi yok.

Tekrar söylüyorum, Türkiye için soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, bugün belki de son 50 yılın en kritik dönemini yaşıyoruz dış politika açısından. Bugün artık arkamızı yaslayacağımız güçlü bir ittifakın üyesi değiliz. Bugün NATO eski hüviyetinin çok uzağındadır. Rusya yeni arayışlar içerisindedir. Yani, Sovyetler Birliğinin konumu, bugünkü yeni yapısı içerisinde yeniden yakalamanın peşindedir ve bu konuda herhalde en fazla yakalamanın peşindedir ve bu konuda herhalde en fazla ilgileneceği ülkelerden birisi de Türkiye’dir. Batı ile ilişkilerimizdeki sorunları, sürtüşmeleri gerek Avrupa Topluluğu ile olan ilişkimizi, gerek Kıbrıs meselesini, gerek Güneydoğu meselesinden kaynaklanan sorunlarımızı da bunun üstüne koyarsanız, Batı ile ilişkilerimizdeki bu sorunları da bu tabloya ilave ederseniz, Türk dış politikasının bugün ne kadar büyük tehditlerle karşı karşıya olduğu daha iyi ortaya çıkar. Maalesef, böyle bir tablo karşısında, böyle bir konjonktür içinde, Türkiye bu meseleleri görüşecek, gerekli adımları atacak, gerekli tedbirleri alacak bir Hükümetten yoksundur. Bu meseleleri müzakere eden bir Meclise sahip değildir. Dolayısıyla Türkiye’nin bu açıdan da, sadece iç güvenlik açısından değil, sadece ekonomi açısından değil, aynı zamanda dış politika açısından da, fevkalade kritik bir dönemde yaşadığını gözden kaçırmamak zorundayız. Bu alanda da dikkatli olmak dikkatimizi teksif etmek zorundayız.

Kısacası, geçtiğimiz hafta da söylediğim gibi, muhtemelen ara seçimlere kadar yaşayacağımız dönem, şimdiye kadar yaşayacağımız dönem, şimdiye kadar ki yasama döneminin en yoğun devresi, dönemi olacaktır. Hem Meclis faaliyetlerini hem kamuoyuna yönelik faaliyetlerimizi hem de seçime yönelik faaliyetlerimizi bir arada yürütmemiz gereken bir dönem olacaktır. Bu nedenle arkadaşlarımın bu dönemin özelliklerini dikkate alarak bu çalışmalara katkıda bulunmalarını rica ediyorum. Daha önce de söylediğim gibi, geçtiğimiz hafta içerisinde, ara seçim yapılacak bölgelerdeki sorumlu arkadaşlarımızı belirledik. O arkadaşlarımız, eski ve yeni milletvekili arkadaşlarımızla temas kurup, her seçim bölgesi için seçim komiteleri oluşturacaklardır. O seçim komitelerinde önümüzdeki iki aya yakın süre içerisinde daha önce ara seçimlerde yaptığımız gibi, iyi koordine edilmiş bir seçim çalışması yürütürsek, bu seçimlerden birinci parti olarak çıkacağımıza inanıyorum.

Milletvekili dağılımında bazı farklılıklar olabilir; çünkü, fevkalade eşitsiz bir tablo söz konusudur. Şırnak’ta seçime iştirak olarak, yani 27 Marttaki iştiraki esas alırsanız 80 bin seçmenden 55 bin seçmen iştirak etmiştir. 55 bin seçmen iki milletvekili seçerken İstanbul’da 1 milyon 200 bin seçmen, iki milletvekili seçecektir. Bu kadar büyük bir farklılık söz konusudur. Ama bizim bu seçimlerle ilgili esas hedefimiz, seçimlerde oy oranı olarak birinci parti çıkmaktır. Dolayısıyla biz gücümüzü sadece böyle az seçmeni olan milletvekili sayısı bakımından daha avantajlı olan bölgelere teklif etmeyeceğiz, bütün seçim bölgelerinde aynı şekilde faaliyet göstereceğiz ve önümüzdeki bu iki aylık dönem içerisinde seçime yönelik propaganda faaliyetlerimizi, sadece seçim bölgelerinde değil, Mecliste, kamuoyunda, her yerde devam ettireceğiz.

Ben, bu ayın ortasından itibaren ara seçim yapılacak bölgeler öncelikli olmak üzere, yurt gezilerine tekrar başlayacağım, yurt gezilerini devam ettireceğim. O zaman kadar bu ortak çalışmalar, planlanan hedeflerimiz inşallah 4 Aralık’ta bu Hükümetin icraatının karşılığı olan ve bizim için de Türkiye’yi yeniden bir seçime götürmek için çaba sarfetmemiz gereken bir dönem olacaktır.

Hepinize saygılar sunuyorum.