ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN ANAVATAN PARTİSİ TBMM GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA

25.10.1994

Değerli Arkadaşlarım evvela partimizin düzenlediği bu eğitim seminerine katılan ve tamamlayan bütün  partili arkadaşlarıma hayırlı olsun diyorum; bu programı düzenleyen, başta Sayın Avni Akyol olmak üzere, bu programda göre alan bütün arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

Bizim bu eğitim programındaki en önemli amacımız, Anavatan Partisi olarak yurt sathında aynı dili konuşan, aynı fikirleri savunan, aynı hedefe yönelen bir eğitim ordusu kurmaktı. Uzun bir süre böyle bir programı başlatmak için bir hazırlık çalışması yaptık. Bu hazırlık çalışmasının en önemli yönü de, arkadaşlarımıza bu programda vereceğimiz, Türkiye’nin önümüzdeki dönemine ilişkin program konusunda partimizin ortak görüşlerini, ortak ilkelerini belirleme aşaması oluşturdu. Hepinizin bildiği gibi, yaklaşık bir ay kadar önce, Eylül ayının 25-28 tarihleri arasında partimizin en yüksek karar organı olan Merkez Karar Yönetim Kurulu ve partimizin Meclis Grubunun bütün üyelerinin katılımıyla Bolu’da üç gün süren bir toplantı yaptık ve o toplantıda, “2000’e 5 Kala Türkiye’nin Hedefleri” adlı altında Anavatan Partisinin 2000 yılına kadar Türkiye’de hangi politikaların izlenmesi gerektiği konusunda partimizin ortak görüşlerini ortaya koyduk. O toplantıdan sonra, çeşitli vesilelerle kamuoyuna açıkladığımızı bu programın geniş halk kitlelerine duyurulması, benimsetilmesi, parti olarak çok yaygın bir çalışması gerektiriyordu. Bu çalışmayı sadece medya aracılığıyla yürütebilmemiz mümkün değildi.

Bugün Türkiye’de yazılı basının toplam tirajı ancak 3-3,5 milyon civarındadır. Halbuki Türkiye’de bugün 32 milyon seçmen var. Son seçimlerde Anavatan Partisi olara, biz bir gerçeği bir defa daha tespit ettik. Anavatan Partisi olarak, iktidara ulaşmamızın yolu, ancak programda faaliyetlerimizi, kendi görüşlerimizi tanıtma çalışmalarımızı, sadece şehir merkezlerine ha bir çalışma olmaktan çıkarıp, kırsal kesime, köylere, kasabalara, hatta büyük şehirlerin varoşlarına, gecekondu semtlerine taşıya bilmemizle mümkündü. Son 27 Mart seçimlerinde, tabiî o günkü özel şartların da etkisiyle aldığımız sonuçları tahlil ettiğimiz zaman, Anavatan Partisinin belediye nüfusu olan yerlerde, şehir merkezlerinde yüzde 24 oy oranıyla birinci parti durumunda olduğunu, fakat belediye dışında kalan karsal kesimde oy oranımızın yüzde 16’ya kadar düştüğünü tespit ettik. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, şimdi bir ay sonraki ara seçimler de dahi, bundan sonra gireceğimiz bütün seçim mücadelelerinde asıl ağırlığı, zaafımız olan, parti olarak genel oy oranımızı aşağıya çeken kırsal kesimde yoğunlaştırmamız gerektiğini gördük.

Şimdi, bu eğitim programımız, sadece bir başlangıçtır. Bundan sonra her ay bu programları Genel Merkezin koordinasyonunda devam ettireceğiz. Bu programda ara seçim yapılacak olan illere öncelik tanıdık. Bu programa katılan 180 arkadaşımızın sanıyorum tamamı ara seçim yapılacak olan illerden seçilmiştir. Bu seçimlere kadar, önümüzdeki 5 haftalık devre içerisinde, yine Genel Merkezimizin Eğitim Başkanlığı koordinasyonunda bu programı tamamlayan, bu semineri bitiren arkadaşlarımızın katkılarıyla ayın programları ara seçim yapılacak olan illerde tekrarlamayı planlıyoruz. Böylece, kısa bir sürede 180’in birkaç katı eğitim verebilecek arkadaşlarımızdan oluşum bir eğitim ordusunu harekete geçirmeyi amaçlıyoruz. Ama, 4 Aralık seçimlerinden sonra ayın programı yurt sathında yürüteceğiz ve inanıyorum ki, önümüzdeki genel seçimlere kadar Anavatan Partisi çok daha büyük sayıda, anavatanın programını, fikirlerini, felsefelerini benimsemiş, aynı zamanda bilhassa son seçimlerde yine tespit ettiğimiz bir başka zaafımızın, seçim mevzuatıyla ilgili sandık başında yapılması gereken işlemlerle ilgili yeterli bilgilerle donatılmış kişilerden oluşan geniş bir kadroya sahip hale gelecektir. Bu eğitim programını tamamlamış olan arkadaşlarımın önümüzdeki dönemde başarılı olmasının en önemli unsurlarından birisi olacaktır.

Anavatan Partisi olarak bizim Türkiye’deki siyasî mücadeledeki durumumuz., konumumuz. Diğer bütün partilerden daha zordur. Çünkü biz, bazı partiler gibi, birtakım sloganların arkasında saklanıp, topluma birtakım sihirli, ama içinde ne olduğu belli olmayan  çözümler sunup, vatandaşın bilinçli bir şekilde desteğini kazanmaktansa, vatandaşı sadece heyecanlandırıp, vatandaşın gözünü boyayıp veyahut da vatandaşa başka türlü birtakım hayali hedefler gösterip oyunu alma peşinden olan bir parti değiliz. Biz, Anavatan Partisi olarak kolayı değil zoru seçmiş bir partiyiz Biz vatandaşlarımıza gerektiğinde, onların hoşuna gitmese bile, kısa vadede onların fedakârlıklarını gerektirse bile, doğruları söylemeyi, vatandaşa doğruları, gerçekleri söyleyip, vatandaşın bilinçli oyunu almayı kendisine hedef edinmiş bir partiyiz. Bu açıdan arkadaşlarımızın bu çalışmalarda karşılaşa bilecekleri güçlükleri de peşinen biliyoruz. Ama arkadaşlarıma tavsiyem, hiçbir zaman bu ilkeden bu davranış biçiminden taviz vermemeleridir, sapmamalarıdır. İşin kolaylığına sapmamalarıdır.

Çünkü, siyaset zaten kendisi inişli çıkışlı bir müadeledir. Zaman zaman siyasi konjonktür bizim için elverişli olmayabilir. Bazen şartlar bizim aleyhimize gelişebilir,; ama, biz tutarlılığımızı koruyabilirsek, eğer biz doğru bir çizgide, değişen şartlara rağmen, aynı ilkeleri, aynı tutarlılıkla savunursak, eninde sonunda vatandaşımızın büyük çoğunluğunun güveni yanımızda olacaktır, desteği arkamızda olacaktır. Onun için, siyasette birtakım dolambaçlı yollardan, kolaycı yollardan, kısa vadeli hedeflere yönelmek yerine, her zaman tutarlılıkla, dürüstlükle orta ve uzun vadeli hedeflere yönelmenin partimiz açısından daha doğru olacağına inanıyorum.

Önümüzdeki 4 Aralık tarihinde yapılacak olan ara seçimler, ara seçim kararı alındığı zaman da ifade ettiğim gibi, maalesef Türkiye’nin bugün ihtiyaç duyduğu siyasî istikrara ulaşmasına yeterli ölçüde katkı sağlayabilecek seçimler değildir. Bu seçimle, ancak böyle bir süreci hızlandırabilecek olan seçimlerdir. Gönül isterdi ki, böyle bir ara seçim yerine, iki aşamalı bir istikrar arayışı yerine, Türkiye makul bir sürede, mesele önümüzdeki ilkbaharda bir erken seçim yoluyla bugün vatandaş iradesinde önemli ölçüde farklılık gösteren Meclis kompozisyonunu yenileyecek bir erken seçim yapabilmiş olsun.  Sanıyorum iki ara seçimler, ülkenin bu hedefe biraz daha yaklaşmasını sağlayacaktır. Vatandaşımızın 3 yıllık Koalisyon iktidarı konusundaki değerlendirmesini, bu iktidarın icraatına olan tepkisini ortaya koymasına yarayacaktır. Ama, netice itibariyle Türkiye’yi ihtiyaç duyduğu, muhtaç olduğu siyasî istikrarı sağlamaya yeterli olmayacaktır.

Geçen Eylül ayının sonunda Abant’ta kabul ettiğimiz, parti olarak benimsediğimiz 2000’e 5 Kala Programımızı önümüzdeki seçimlere kadar Türkiye’nin her tarafından, her kesimden vatandaşlarımıza parti olarak anlatma yükümlülüğü ile karşı karşıyayız. Bu yükümlülük hepimiz için geçerlidir; Genel Başkan olarak benim için de geçerlidir, milletvekili arkadaşlarım için de geçerlidir, bu eğitim programını tamamlayan değerli partili arkadaşlarım için de geçerlidir. Ben, bu hafta Cuma günü Antalya’da Türk Genç İşadamları Derneklerinin bur kongresine katılacağım, bütün Türkiye’den gelen TÜGİAD mensubu genç işadamı arkadaşlarımıza Anavatan Partisinin bu programıyla ilgili bir konferans vereceğim.

Gene bu hafta perşembe günü İstanbul’da İstanbul Örgütümüzün düzenlediği “kamu bankalarının özelleştirilmesi” konulu bir panel yapılacak, o toplantıya katılacağım, o toplantıda da o konuyla ilgili olarak programımızı izah edeceğim.

Önümüzdeki haftadan itibaren bir aylık çalışmalarımızı tümüyle ara seçimlere teksif edeceğiz. 4 Aralık tarihinden itibaren, ümit ediyorum ki 4 Aralık seçim sonuçlarının bize kazandıracağı ivmenin de yardımıyla her vesileyle toplumun her  kesimindeki derneklere, kuruluşlara, gruplara Anavatan Partisinin programını, bugün Türkiye’nin karış karşıya olduğu sorunlar ve bu sorunlara ilişkin olarak bizim programımız doğrultusunda önerdiğimiz çözümleri her fırsattan yararlanarak anlatmaya çalışacağız.

Değerli arkadaşlarım, bizim programımızda da önemli bir yer tutan, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ekonomik zorlukları aşmasında önemli bir araç olarak gördüğümüz özelleştirme konusu bugün içinde bulunduğu ekonomik zorlukları aşmasında önemli bir araç olarak gördüğümüz özeleştirme konusu, bugün Türkiye’nin ve TBMM’nin gündeminde ön sıraya çıkmış bulunmaktadır. Geçtiğimiz hafta Hükümet tarafından Plan ve Bütçe Komisyonuna gönderilen özelleştirme tasarısı, Plan ve Bütçe Komisyonunda bizim yaptığımız değişiklik önergeleri doğrultusunda kabul edilmiştir ve yarın muhtemelen Meclis Genel Kurulunda ele alınacaktır. Geçen hafta da ifade ettiğim gibi, bu kanun tasarısının Palan ve Bütçe Komisyonundan geçmiş olan şeklini arkadaşlarımızın da arzuları doğrultusunda, Grubumuzun kapalı bir toplantısında ele almayı kararlaştırdık ve şimdi, biraz sonra Grubumuzun sadece milletvekili ve parti yöneticisi arkadaşlarımız kanun tasarısının son şekliyle ilgili Grubumuza bilgi verecekler, daha sonra bir genel müzakere açacağız. Bu konuda geçen hafta da söylediğim gibi, bütün arkadaşlarımın görüşlerin en açık biçimde ortaya koymalarını bekliyorum. Çünkü, bildiğiniz gibi bu kanun yarın Meclis Genel Kuruluna gelecektir. Meclis Genel Kurulundaki görüşmelerde Anavatan Partisi olarak bu kanunla ilgili kendi programımız doğrultusunda, birlikte kabul ettiğimiz program doğrultusunda ortak bir tavır sergilemenin partimiz açısından büyük öne taşıdığına inanıyorum.

Değerli arkadaşlarım, bu vesileyle çok kısa da olsa, bu konudaki fikirlerimi özetlemek istiyorum. Özelleştirme, Türkiye’de yanlış biçimde âdeta bir tılsımlı çözüm gibi tanıtılmaya çalışılmaktadır. Sanki özelleştirme yasası çıktığı anda Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu büyük ekonomik sorunlar kendiliğinden aşılabilecektir.  Özelleştirme böyle sihirli bir çözüm filan değildir. Özelleştirme yasasının çıkması da, özelleştirme açısından çok önemli bir aşama filan değildir. Daha önce de söylediğim gibi, Anavatan Partisi 1984 yılında ilk defa Türkiye’de KİT’lerin özelleştirilmesine imkân sağlayacak yasal düzenlemeyi yapmıştır. Daha sonraki yıllarda çeşitli yasal düzenlemelerle bunu pekiştirmiştir. Aslında bugün özelleştirme yapılabilmesi için yasal bir engel söz konusu değildir.

Bugün yapılmak istenen hadise, bizim de yapılmasında fayda gördüğümüz hadise, özelleştirmenin daha genel anlamda bir çerçeve yasasına kavuşturulması hadisesidir. Ama, burada altını çizmek istediğim en önemli nokta şudur: Özelleştirme yasasının çıkması demek, başarılı bir özelleştirmenin güvencesi demek, değildir. Asıl önemli olan, o yasanın hangi iktidar tarafından,hangi motiflerle ve nasıl uygulanacağı meselesidir. Yani, esas mesele kanun uygulaması meselesidir. Türkiye, özelleştirme açısından 10 seneyi boşa geçirmiştir, 10 seneyi Kaybetmiştir. Bizim iktidarımız döneminde, biz Türkiye’de özelleştirmeyi tek başımıza savunurken, bugün o bize gazetelerde methü sena yazan yazarların hiçbirisi 1984 yılında, 1985 yılında özelleştirmede bizim yanımızda değillerdi. Bugün özelleştirmeyi kendisine prim sağlamak için savunan Sayın Başbakanın partisi, o zaman özelleştirmeyi engellemek için idare mahkemesine gitmişti. Dü8nyadaki gelişmelerden bu kadar habersiz olarak, bu kadar bilinçsiz olarak zamanında özelleştirmeyi baltalayanları, bugün özelleştirmeyi Türkiye'’in tek kurtuluş reçetesi olarak topluma sunmaları aslında bir çelişkidir.

İşte bu nedenlerle, bizim iktidarımız döneminde, arzuladığımız ölçüde mesafe kat edemediğimiz, bizim programımızın, bizim savunduğumuzun felsefenin serbest Pazar ekonomisinin en önemli araçlarından birisi olduğu halde, bizim dönemimizde yeteri kadar gerçekleştiremediğimiz özelleştirme konusunda Türkiye, bizim iktidarımızdan sonra, bugüne kadar bir 3 yıl ı daha boşa harcamıştır. Evvela TÖYÖK diye, yani KİT’lerin özelleştirilmesini değil de, kamu yönetiminde, devletin yönetiminde rehabilite edilmesini, iyileştirilmesini öngören ve dünyada artık tümüyle terk edilmiş olan bir politika ile iki yıl boşa harcanmıştır. Bir yıldan beri de Anayasaya rağmen ve Mecliste ve toplumda bir uzlaşma arayışına ihtiyaç duymadan, kendi kafası doğrultusunda bir özelleştirme uygulamaya çalışan bir iktidar Türkiye’ye bir yıl daha vakit kaybettirmiştir.

İki ay önce, Meclisin açılmasıyla birlikte; özelleştirme konusunda, artık  üzerinde uzlaşabileceğimiz, konuşabileceğimiz, tartışabileceğimiz bir zeminin oluştuğunu tespit ettik. Ben Meclis açıldığı zaman da söyledim, artık bunca  yanlıştan sonra, üç defa kafasının Anayasa Mahkemesinin duvarına çarptıktan sonra, bu İktidar özelleştirmenin bizimle uzlaşmadan, Mecliste bütün partilerin katılımıyla bir yasa şeklinde düzenlenmeden yapılamayacağı noktasına gelmiştir. Bu özeleştirme için sıfır noktasıdır, başlangıç noktasıdır. Ve hatırlarsanız dedim ki: Artık bu noktada bize düşen görev özelleştirme konusunda kendi ilkelerimizi açıkça ortaya koymak ve bu oluşuma katkıda bulunmaktır.

Biz iktidar değiliz, kanunu çıkaracak olan biz değiliz, kanunu çıkaracak olan siyasî iktidardır. Tasarıyı getiren hükümettir, tasarıyı uygulayacak olan da hükümettir. Ve özelleştirme yasası, tıpkı bütçe kanunu gibi bir uygulama yasasıdır, bir temel yasadır. Burada Anavatan Partisi olarak, anamuhalefet partisi olarak bize düşen görev, bu yasanın sakıncalarından arıtılarak, iyileştirilerek çıkarılmasına katkıda bulunmaktır. Evvela kanunun şekline karşı çıktık. Böyle bir kanun, arkasında Hükümet olmadan çıkarılmaz diye. “Öyle bir bakan imzalamadı diye, üç tane milletvekilinin imzasıyla kanun teklifi olarak Meclise gelen bir özelleştirmenin biz den destek bulabilmesi mümkün değildir.” Dedik. Daha sonra bu yanlış da giderildi ve kanun bir tasarı şekilde Meclise geldi. O zaman tasarıyı inceledik, dedik ki “Bizim savunduğumuz ilkeler bu tasarıda yeterince gözetilmemiştir.”

Bunların en önemlilerini hatırlarsanız şöyle özetledim: Bizim birinci savunduğumuz temel ilke, özelleştirmeden elde edilecek gelirlerin, gene özelleştirme için kullanılmasıdır. Yani, satılacak KİT’lerin gelirlerinin siyasî amaçlarla israf edilmemesidir. Bütçe açıklarını kapatmak için, seçim ekonomisi uygulayabilmek için, hepimizin ortak malı olan, Türkiye’nin 10 yıllar, bazıları 50 yılı aşkın bir süreye yaygın birikiminin sonucu olan bu kuruluşların satış gelirleri, öyle günlük amaçlar için heba edilmemelidir. Getirilen tasarıda bu yeterince gözetilmemiştir. Bunun üzerine, arkadaşlarımız hükümet yetkilileriyle, hükümetin Doğru Yol Partisi yetkilileriyle temas ettiler, bakanla temas ettiler  ve özelleştirme gelirlerinin bütçeye aktarılmasına, bütçe harcamaları için kullanılmasına imkan veren gedikler kapatıldı.

Sadece bu değil, aynı zamanda özelleştirme fonunda toplanacak olan gelirlerin başka bir fona aktarılmasının da yolu kapatıldı. Burada Plan ve Bütçe Komisyonundan geçen şekliyle hâlâ bir gedik vardır; fonlar arası aktarma yetkisinden kamu Ortaklığı Fonuna aktarma yapılabilmesi, şu anki tasarının Plan ve Bütçe Komisyonundan geçmiş şekliyle dahi mümkün olmaktadır. Arkadaşlarımız bu konuda Sayın Kaya Erdem, zannediyorum özelleştirme idaresi başkanıyla bu sabah bir görüşme yaptı, bu hususun Genel Kurulda düzeltilmesi konusunda bir mutabakata vardı. Ben daha önce de buradan söyledim, bu bizim hiçbir şekilde taviz veremeyeceğimiz bir konudur.

Yani, eğer özelleştirme gelirleri, şu veya bu yoldan başka alanlara aktarılabilirse, transfer edilebilirse, bu böyle bir iktidarın elinde, işte bildiğiniz gibi mahallî seçimlerde kamu bankalarını, Merkez Bankasının döviz rezervlerini bile siyasî amaçlarla en geniş ölçüde kullanmaktan çekinmeyen bir iktidarın elinde çok büyük bir istismar silahı olur, kötü kullanıma yol açar. Onun için bu yolu kapatmak bizim bu kanuna destek vermemizin birinci şartıdır, önşartıdır. Bu yol açık olduğu takdirde, bizim kanun tümüne karşı çıkmamız tabiidir ve bunu daha önce de kamuoyuna deklere etmişizdir. Sanıyorum Genel Kurulda bu değişiklik yapılırsa, bu konuda gerekli her türlü güvence kanunda yer almış olacaktır.

İkinci önem verdiğimiz husus şeffaflık meselesidir. Yani, yapılan satış işlemlerinin, özelleştirmeyle ilgili işlemlerin açık olmasıdır, aleni yapılmasıdır. Kapalı kapılar ardında bu tesislerin, hepimizin ortak olduğu bu tesislerin birtakım insanlara peşkeş çekilmemesidir. Bu konuda da bizim önerdiğimiz  bütün değişiklikler kanunda yer almıştır. Şu anda şeffaflık açısından, ilgili arkadaşlarımız da biraz sonra bilgi vereceklerdir, biz yeterli güvenceye sahip olduğumuzu değerlendiriyoruz.

Üçüncü önemli bir husus, özelleştirmeyi yürütecek olan idarenin ve kurulun, yapısıyla ilgilidir. Özelleştirme, yapısı itibariyle geçici bir işlemdir, sürekli bir işlem değildir. Getirilen kanun tasarısında, sanki Devlet Planlama Teşkilatı gibi, 50 sene, 100 sene devam edecek olan bir teşkilat yapısı öngörülmektedir. Biz, özelleştirmenin geçici bir işlem olduğundan hareketle bu örgüt yapısının daha esnek hale getirilmesi hem daha daraltılması hem de daha esnek hale getirilmesi konusunda ısrarlı olduk.

Şu anda Kamu Ortaklığı İdaresinden yeni kurulan özelleştirme idaresine intikal eden zannediyorum 210-220 civarında bir eleman var. Kanunda buna ilaveten 420 tane daha kadro ihdas ediyorlar, Yani, getirilen teşkilat 600 küsur kişilik bir teşkilat, Yaptığımız değişiklikle bunu yarıya indirdik. 200-250 kişilik Kamu Ortaklığından intikal eden kadroya ilaveten, 100 civarında bir yeni kadro imkânı verilmiştir. Böylece toplam 320 kişilik bir idare kurulmaktadır, bunun 220’si zaten şu anda Kamu Ortaklığında istihdam edilen elemanlardır. Dolayısıyla kadronun daraltılması açısından hedefimize ulaştık. 20 daire başkanlığı öngörmüşlerdi, bunu 5’e indirdik. Elemanların statüsüyle ilgili birtakım düzenlemeler yaptık, sözleşmeli eleman istihdamı imkânın genişlettik. Dolayısıyla idarenin küçültülmesi, daha esnek hale getirilmesi konusundaki önerilerimiz dikkate alınmıştır.

Şimdi, Genel Kurulda da gündeme gelecek olan önemli bir konu, özelleştirmenin gelecekteki uygulamasıyla ilgilidir. Şimdi, bu özelleştirme idaresinin üzerinde bir özelleştirme yüksek kurulu var. Bu yüksek kurul, Başbakanın başkanlığında 5 tane Bakandan oluşuyor. Kanun tasarısında SHP’nin baskısıyla bu kurulun ancak oy birliğiyle karar alabileceği ifade edilmiştir. Bunun bizim devlet geleneğimizde, devlet yapımızda emsali yok. Yani, Başbakanın başkanlığındaki bu kurulun oy birliğiyle karar alabileceği, bu şekilde zikredilmiş olmasının bir örneği yok. Bunun buraya konulmuş olması, tamamen bir maksada matuftur. Bildiğiniz gibi, SHP iki aydan beri koalisyonun diğer ortağı olan DYP ile özelleştirme konusunu pazarlık malzemesi haline getirmiştir ve bunu açıkça da söylemektedirler. Biz özelleştirmeden yana değiliz, ama siz terörle mücadele yasasında ve diğer demokratikleşme ile ilgili yasalarda bizim istediklerimizi kabul ederseniz, biz de özelleştirmeye destek veririz diye bu pazarlığı kamuoyu önünde açık biçimde yapmaktadırlar.

Bir kere temelde, Anavatan Partisi’nin anlayışına göre, ne özelleştirme ne de demokratikleşme, böyle pazarlık konusu yapılacak meseleler değildir. Bunlar, her ikisi de kendi şartlarına göre, kendi başlarına değerlendirilmesi gereken konulardır. Anavatan Partisi, ne özelleştirmeye ne de demokratikleşmeye bu şekilde bir pazarlık meselesi olarak yaklaşmamaktadır. Biz bu meselelere bir ilke meselesi olarak yaklaşıyoruz ve bu meseleleri birbirleriyle irtibatlandırmanın, iki konu arasında bu şekilde bir bağ kurmanın yanlış olduğuna inanıyoruz. Hepimizin her akşam televizyonda, her saban gazetelerde izlediğiniz gibi, iki aydan beri bütün Türkiye bu pazarlığı her halde siyasetten biraz daha soğuyarak takip etmektedir.

Şimdi, bugün gelinen noktada, bu pazarlık karşılıklı tavizlerle aşılmış gibi gözükmektedir, geçici de olsa. Ve SHP’li Bakanlar özelleştirme tasarısını imzalamışlar, o tasarı da Meclis’e gelmiştir. Bunun karşılığındaki Terörle Mücadele Yasası’nda yapılacak değişiklik, Hükümetin Doğru Yol kanadına mensup Bakanlar tarafından veyahut da DYP Grubu tarafından henüz kabul edilmemiştir. Bu konuda Doğru Yol Grubunda ciddi itirazlar, direnmeler söz konusudur. Ama bizim asıl karşı çıktığımız husus şudur: Eğer özelleştirme yasası, Plan ve Bütçe Komisyonu’ndan geçtiği şekilde Genel Kurul’dan da geçerse, iki aydan beri bizi rahatsız eden, milletimizi rahatsız eden bu pazarlık, sürekli hale getirilmektedir.

Şöyle ki, bu Özelleştirme Yüksek Kurulu, her kuruluşla ilgili özelleştirme kararını alacak olan, özelleştirme kararını aldıktan sonra, işlemler tekemmül edince, o kuruluşun satışına karar verecek olan kuruldur. Yani, her kuruluşla ilgili işlem o kurulda kararlaştırılacaktır. Şimdi böyle bir oybirliği şartı eğer kanunda muhafaza edilirse, bu kanun konusunda iki aydan beri pazarlık eden SHP, herhangi bir Bakanı aracılığıyla her işletme ile ilgili özelleştirme kararını pazarlık konusu haline getirebilecektir. O üst kurulda yer alan bir SHP’li Bakan, eğer Bakan bu konuda –örnek olarak söylüyorum- bilmem neredeki Vali istedikleri kişi değilse veya görevden alınmasını istedikleri bir vali görevden alınmamışsa, o özelleştirme işlemini sabote edebilecek. Bunun özelleştirmeyi sürekli sabote edebilecek bir tuzak olarak değerlendiriyorum.

Ve özelleştirme kanunun, bu tuzaktan mutlaka kurtarılması, arındırılması gerektiğine inanıyoruz. Bunu arkadaşlarımız Doğru Yol Partisi ilgilileriyle yaptıkları görüşmelerde dile getirmişlerdir. Doğru Yol Partisi yetkilileri, bu düzenlemenin, yani Kurulun sadece oy birliğiyle çalışabileceği esasının SHP’nin bir pazarlık şartı olarak kanuna girdiğini ifade etmişlerdir. Bunun Plan ve Bütçe Komisyonunda değiştirilmesinin mümkün olmayacağını, ancak Genel Kurulda bir değişiklik önergesiyle bu konuyu getirdiğimiz takdir de destek vereceklerini ifade etmişlerdir. Şimdi yapacağımız iş budur. Genel Kurulda pazarlık konusu haline getirecek olan, uygulamaları sabote edebilecek olan bu tuzağı ortadan kaldırmaktır.

Yine üzerinde durduğumuz bir husus, biz diyoruz ki: Bu özelleştirme kanunu çıktığı zaman, mademki bu konuda derli-toplu bir genel yasa çıkarıyoruz, bir çerçeve yasası çıkarıyoruz, özelleştirme konusunda da bu bir dönüm noktası olmalıdır ve bu tarihten itibaren bir yandan özelleştirme yapılırken, bir yandan da kamuya ait yeni kuruluşların ortaya çıkması kanunla engellenmelidir. Şu anda, mesele mahalli seçimlerden bu yana belediyelerin kurdukları özel şirketlerin sayısında sürekli artış vardır. Sanıyorum sadece Konya Belediyesi Mart ayından bu yana 10 tane yeni şirket kurmuştur. Bir yandan özelleştirme yapmaya çalışıyoruz, kaynakların daha verimli kullanılmasını teminen özelleştirmeye gidiyoruz, öbür yanda kamunun yeni yeni şirketler kurarak büyümesinin yolunu açıyoruz.

Bu çelişkiyi izah etmek mümkün değildir. Onun için dedik ki: Bu kanunun içine bir hüküm koyalım, bundan sonra kamuya ait ekonomik teşebbüslerin yeni ortaklıklar kurmaları veyahut da belediyelerin, il özel idarelerinin yeni şirketler kurmaları yasaklansın veyahut da Bakanlar Kurulunun iznine bağlansın. Yasaklamayı çok radikal buldular, hukuka uygunluğu açısından tartışmaya açık gördüler, Bakanlar Kurulunun iznine bağlanmasına bir şey diyemediler; çünkü, bugün Türkiye’de mahalli idareler üzerindeki vesayet o ölçüdedir ki, bir eleman alacak olan bir belediye veyahut da bir makam arabası alacak olan belediye, Bakanlar Kurulu kararnamesi çıkmadıkça bu tasarrufu gerçekleştirememektedir.

Yani, belediyelere kadro ve araç tahsisi, ancak Bakanlar Kurulunun izniyle mümkün olabilmektedir. Bir otomobil alabilmek için Bakanlar Kurulunun iznine tabi olan belediyenin –örnek olarak söylüyorum-trilyon lira ile bir şirket kurmasının tamamen serbest olmasını anlayabilmek mümkün değildir. Özelleştirme konusunda bugün Türkiye’de hakim olan genel anlayışla bağdaştırabilmek mümkün değildir. Çünkü, netice itibariyle o şirkete yatırılan sermaye kanunun parasıdır ve biz inanıyoruz ki, ne belediyelerin elinde ne devletin elinde o kaynakların etkin kullanımı ve verimli şekilde kullanımı mümkün değildir. Onun için, Genel Kurulda vereceğimiz diğer önemli bir değişiklik önergesi de, kamu iktisadi teşebbüslerini, yeni ortaklıklar kurmalarını ve mahalli idarelerin, belediyelerin geniş şirketler, ortaklıklar kurmalarını Bakanlar Kurulunun iznine bağlayan bir düzenleme olacaktır.

Bu iki değişiklik önergemiz Genel Kurulda kabul edilirse, bizim açımızdan ve biraz önce söylediğim, sabahleyin Kaya Beyin mutabık kaldığı Kamu Ortaklığı Fonuna aktarmayı çok sınırlandıran pratik bir takım zorunlulukları var, o zorunluluklar açıkça tashih ederek, bunun dışında fonlar arası aktarımı kapayan düzenleme Genel Kurulda yapılırsa, bizim öne sürdüğümüz ilkeler, kanunda tümüne yakın ölçüde göz önüne alınmış olacaktır.

Kamu bankalarının öncelikli olarak özelleştirilmesi konusunu kanun tasarısına koymuşlardı. Biz onunla yetinmedik, dedik ki: Bu bir ilke olarak konuyor, öncelikli özelleştirmenin bağlayıcılığı konusunda biz bu şekilde tatmin olamayız. Geçici bir maddeyle kamu bankalarının en geç iki yıl içerisinde özelleştirileceğini de bağlayıcı bir hüküm olarak kanuna koyduk. Plan ve Bütçe Komisyonundaki arkadaşlarımızın verdikleri, sanıyorum 50’ye yakın değişiklik önergesinin 35 tanesi kanun tasarısına girmiştir.

Bunu söylemekteki kastım, öyle bu kanun bizim kanunumuzdur, biz damgamızı vurdur, falan anlamında değildir, bunu söylemekteki kastım, Anavatan Partisi olarak bu kanunun iyileştirilebilmesi için, uygulamada ortaya çıkabilecek bazı sakatlıkların, yanlışlıkların önceden önlenebilmesi için üzerimize düşen görevi tam olarak yaptığımıza inanıyorum. Elbette ki en mükemmel bir kanun dahi, eğer iyi bir idarenin elinde uygulanmazsa kendisinden beklenen sonucu, faydayı sağlayamaz. Özelleştirme Kanunun bu Hükümetin elinde öyle pazarlıklarla yoluna devam eden, pamuk ipliğiyle ayakta duran bir Hükümetin elinde, kendisinden beklenen faydayı sağlayabileceğinin düşünmek saflık olur; ama, daha önce de söyledim: Özelleştirme kanunu bir temel yasadır. Yani, bu Hükümetin ömrüyle sınırlı bir kanun değildir. Muhtemelen bundan sonraki hükümetin asıl ağırlıklı olarak uygulayacağı bir kanundur. Dolayısıyla Anavatan Partisi olarak bu açıdan da bizim bu kanuna gerektiği şekilde müdahil olmamız, bu kanunun yanlışlarının düzeltilmesi, eksiklerinin kapatılması konusunda aktif olmamız zorunluluğu vardır.

Biraz sonra bu konuyu en geniş şekilde aramızda tartışacağımız için, bunun üzerinde daha fazla durmuyorum. Biliyorsunuz kanun yarın görüşülecektir. Eğer bugün saat 14.00’e kadar bu görüşmeler tamamlanmazsa, akşam saat 21.00’den itibaren de bu görüşmeye burada devam edeceğiz.

Değerli arkadaşlar; çok kısa, son olarak değinmek istediğim konu, hemen her hafta burada dikkatinize getirdiğim Güneydoğu Anadolu Bölgesinde ara seçim yapılacak olan illerde Hükümetin Doğru Yol Partisi kanadının giriştiği birtakım oyunlarla ilgilidir. Bizim Şırnak ile ilgili olarak otaya attığımız iddialar kamuoyunda geniş ölçüde yankı bulmuştur. Hemen ifade edeyim ki, birtakım medyanın, bazı basın organlarının bu konudaki duyarlılığını büyük memnunlukla karşılıyoruz, bu konuda kendilerine teşekkür ediyoruz. Çünkü, netice itibariyle bu konu bizim için sadece öyle oy kaygısıyla milletvekili kazanmak, milletvekili kaybetmek kaygısıyla yaklaşılacak bir konu değildir. Bu konu bizim için çok temel bir konudur.

Bir yanda demokratikleşmeyi savunan, Türkiye’yi yetir kadar demokratik bulmayan, daha demokratik hale getirmeyi vaat eden bir iktidarın, öbür yandan mevcut demokrasiyi, hem de 50 seneden beri Türkiye’de devamlı daha gelişmiş, daha olgunlaşmış olarak yürütülen bir demokrasiyi nasıl katletmeye hazırlandığının bir örneğidir. 1946 yılından beri Türkiye’de mevzi olaylar dışında şaibeli seçim yaşanmamıştır. Hele seçimlerin hakim teminatında yapıldığı 1960’tan bu yana, daha bunun hiç örneği yoktur. Anavatan iktidarında Türkiye’de 3 defa genel seçim yaptık, bizim yaptığımız seçimlerin üzerinde en küçük bir şaibe en küçük bir gölge yoktu.

Şimdi, daha bugünden, ara seçimlerde Güneydoğu Anadolu Bölgesinde hak ettikleri hizmetten kurtulmak için, Doğru Yol Partisi, devleti kullanarak, devletin imkanlarını kullanarak, devletin parasını kullanarak, devlet güçlerinin baskısını kullanarak seçmen iradesini yönlendirmenin arayışı içerisindedir. Evvelsi gün İçişleri Bakanı televizyona çıkıyor ve bizim iddialarımızın kaydı mücerret olduğunu söylüyor. Yani, delillendirilmemiş, somutlaştırılmamış olduğunu söylüyor. Şimdi değerli arkadaşlarım, biz somut şeyler söyledik, biz dedik ki: Şırnak’ta 7 tane belediye başkanı 4’ü Anavatan Partili, 2’si Sosyal Demokrat Halkçı Partili, kendi koalisyon ortağının belediye başkanı, 1 tanesi de MHP’li olmak üzere son iki hafta içerisinde partilerinden ayrılıp Doğru Yol Partisine geçmişlerdir.

Diyebilirsiniz ki: Belediye başkanları şu veya bu nedenle siyasi tercihlerini değiştirdiler, nasıl milletvekilleri partiden partiye geçebiliyorsa, belediye başkanları da hür iradeleriyle partilerinden Doğru Yol Partisine geçmeye karar vermiş olabilirler. Ama bakın, 7 tane belediye başkanının anı zamanda böyle bir kararı vermeleri herhalde bir tesadüf olamaz. Ama daha önemlisi, bu belediye  başkanları 7 ay önce göreve seçilmişler, 7 aydan beri bu belediye başkanlarına hiçbir bakanlıktan 5 kuruş devlet yardımı yapılmamış. Ne Bayındırlık Bakanlığından, ne Maliye Bakanlığından, ne İçişleri Bakanlığından. Şimdi bunlar parti değiştirdikten sonra, her ilçe belediyesine 3 milyar lira, Şırnak Belediyesine de 5 milyar lira Maliye Bakanlığından karşılıksız yardım gönderilmiş. Ve bunların parti değiştirmeleri öyle kendi başlarına verdikleri bir karar değil. Vali bunları çağırıyor, diyor ki: “Burada iki parti var; birisi devletin partisi, birisi APO’nun partisi. Eğer yörenize hizmet etmek istiyorsanız, sizin de devletin yanında yer almanız lazım.” Bunu bize bu belediye başkanları söylüyorlar. Ve şimdi bugün, o Vali orada görev yaptıkça, orada dürüst seçim yapılamayacağını sadece Anavatan Partisi söylemiyor, Koalisyon ortağı SHP aynı şeyi söylüyor, Refah Partisi aynı şeyi söylüyor, Cumhuriyet Halk Partisi aynı şeyi söylüyor.

Arkadaşlarımız geçen hafta Grup Toplantısından sonra İçişleri Bakanını ziyaret ettiler, Vali hakkında suç duyurusu yaptılar, Valinin görevden alınmasını istediler. İçişleri Bakanı da “ben bu işi inceleyeceğim” dedi. Evvelsi akşam televizyonda, “inceledim bir şey yok” dedi, sonra nasıl incelediğini de söyledi: Açmış telefonu Valiye sormuş: “Sen bunları yaptın mı?” Vali de “Yapmadım” demiş. Şimdi, biz üç arkadaşımızı Şırnak’a yolladık, şu anda Şırnak’talar, dün Vali ile görüştüler. Dün bugün ve yarın Şırnak’ın bütün ilçelerini dolaşacaklar. Hasan Çakır, Yücel Seçkiner ve İlker Tuncay arkadaşımız dün Valiyi ziyaret ettiler, Valinin onlarla yaptığı görüşme, Valinin televizyondaki programlarda telefonla bağlantı kurarak yaptığı bütün beyanlar, aslında söylediğimiz şeylerin doğru olduğunun bir ispatıdır. Vali, her beyanında suçunu ikrar etmiştir. Vali, seçimlerde taraf olup olmadığını, belediye başkanlarının Doğru Yol Partisine transferinde oradaki korucu başlarının Doğru Yol Partisi için çalışmasında rolü olup olmadığına ilişkin suallere kendisinin görevinin bölgede devlete hizmet olduğunu, devleti eşkıyaya karşı hakim kılmak olduğunu ifade ederek cevap vermiştir.

Değerli arkadaşlarım; eşkıya ile mücadelede, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünün korunması konusunda Anavatan Partisinden daha duyarlı hiçbir parti yoktur. Ama, eğer oradaki vatandaşımız, işte Eyüp Aşık arkadaşımın da geçen gün söylediği gibi, kendisine bir Filipin demokrasinin reva gördüğünü, eğer oradaki korucunun baskısıyla, oradaki jandarmanın baskısıyla, oradaki Valinin baskısıyla serbest hür iradesini ortaya koyabilecek, demokratik hakkını kullanabilecek imkandan mahrum olduğunu hissederse, onun bu devletle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile en hayati bağlarından birisi kopmuş demektir.

Vatandaşı devlete bağlamanın en önemli yollarından birisi, vatandaşın hakkına hür biçimde, özgür biçimde ortaya koyabilmesine imkan sağlamaktır. Oradaki Valinin görevi Doğru Yol Partisine uşaklık yapmak değildir, oradaki... Valinin görevi, vatandaşın bu hakkını kullanmasına imkan sağlamaktır, seçim güvenliğini sağlamaktır. Eşkıyanın vatandaşın iradesini engellemesine mani olmaktır.

Maalesef bölgede başka bazı devlet görevlilerinin de benzer şekilde davrandıklarına ilişkin elimizde birtakım duyumlar, birtakım ihbarlar vardır. Bunların hepsini yetkili yerlere ulaştırıyoruz. Yetkili kişilere ulaştırıyoruz. Bu ara seçimlerde, orada hangi partinin hangi ilde hangi milletvekilliğini kazanacağından çok daha önemli olan olay, 1994 Türkiye’sinde artık demokratik bir seçimin, hiçbir kuşkuya mahal bırakmayacağı şekilde yapılabilmesine iman sağlamaktır. Yine ara seçim yapılacak illerle ilgili çok önemli bir olay, boşaltılan köylerle ilgilidir.

Bu konuda, geçen hafta da söyledim, başka arkadaşlarım da söyledi, iddiaları ortaya atan biz değiliz, muhalefet partisi değil, Hükümetin kendi içinde bir bakan. Hükümetin bir bakanı, devletin köyleri yaktığını söylüyor. Biz de muhalefet olarak diyoruz ki: Bunu devletin bir bakanı söylüyorsa, bunun araştırılması lazım. Meclise bir araştırma önergesi verdik. Gerçeğin ortaya çıkması lazım. Devlet adına bir takım insanlar köy yakıyorlarsa, o insanların en ağır şekilde cezalandırılması lazım. Ama daha önemli olan bir şey var; ister devlet güvenlik nedeniyle boşaltmış olsun, isterse eşkıya cezalandırma için yakmış olsun, o köylerden aç sefil, memleketin dört bir yanına göç etmek mecburiyetinde bırakılan, gittikleri yerlerde beş parasız, çoğu zaman büyük şehirlerin varoşlarında yaşam mücadelesi veren o yüzbinlerce insana kayıtsız kalan, onların derdini düşünmeyen, onların derdine çare bulamayan, çare aramayan, bununla kendisini yükümlü hissetmeyen bir devlet, ne demokrattır, ne sosyaldir, ne hukuk devletidir, ne de çağdaş bir devlettir. Böyle bir devlet olamaz.

1 milyon vatandaşı köylerini terk edip, şehirlerin kenarında bucağında, iki briketin arkasında, bir çadırın altında yaşam mücadelesi verirken, eğer burada bir Başbakan çıkıp da : Biz terörle mücadelede şöyle başarılıyız, böyle başarılıyız diyorsa, o memleketin hali harap temektir. Hani “terör ya bitecek ya bitecek”ti?... Terör filan bitmedi, ama memleketin köyleri bitti, Güneydoğu Anadolu’da köy kalmadı... Bakın, iki şey söylüyorum : Araştırma önergesi verdik-Danışma Kuruluna da götürdük-ümit ederim ki bu işi kapatmazlar, kabul ederler, Meclis araştırma Komisyonu kurulur ve araştırılır. Eğer hakikaten o köyleri devlet yakmışsa, devlet adına birtakım işgüzarlar yakmışsa o zaman bu Hükümetin istifa etmesi lazım... Eğer umduğumuz gibi, inandığımız gibi, temenni ettiğimiz gibi, devlet değil de eşkıya yakmışsa, o zaman o Bakanın istifa etmesi lazımdır.

Şimdi, bakın bir çelişki daha var; Sayın Başbakan diyor Ki:”Terör bitti, terörle mücadelede çok başarılı olduk” Ama aynı Başbakan, aynı Hükümet, aynı Hükümetin İçişleri Bakanı diyor ki: “Güneydoğu Anadolu’daki köyleri PKK yakıyor” Eğer PKK hakikaten Güneydoğu Anadolu’daki köylerin 2 bin köyden bahsediliyor-eğer eşkıya bugün hala 2 bir tane köyü yakabiliyorsa, o zaman terör bitmedi temektir, o zaman Başbakanın söylediği doğu değil demektir. Ve tersine, eğer devlet yakıyorsa, o zaman bu hükümetin orada oturmaya hakkı yok demektir.

Değerli arkadaşlarım; bize düşen en önemli görev demin dediğim gibi bir kere gerçeğin ortaya çıkmasına imkan sağlamaktır. İkincisi, bundan mağdur olan, bundan zarar gören insanların hakkına sahip çıkmaktır. 1 milyon insandan bahsediyoruz, o insanlar bizim vatandaşlarımızdır. Köyleri yakılmış; şu yakmış, bu yakmış. Oradan göç etmek zorunda kalmışlar, yüzlerce, binlerce, kilometre gitmişler, başka bir yerde çoluk çocuk, sersefil hayat mücadelesi veriyorlar. Ben onların hangi şartlarda yaşadıklarını Mersin’de gördüm, Adana’da gördüm. Buna arkamızı dönemeyiz, bunu yok sayamayız.

O köyler boşaldı da orada eşkıya ile mücadele için güvenlik bakımından daha iyi bir ortam doğdu diye, o insanlara gözümüzü kapatamayız. Gözümüzü kapatırsak ne olur? Bu insanlar hepsi terörist olur. Onun için, eğer biz Meclis isek, biz milletin temsilcisi isek ve bu Hükümet böyle kayıtsız ise, bu Hükümet kendi insanına bunu reva görüyorsa, bize düşen en önemli görev, tıpkı o Erzincan yasasına ilave ettiğimiz Şırnak ile ilgili hüküm gibi, köylerini şu veya bu sebeple terk etmek zorunda bırakılan bütün insanların bu mağduriyetinin devlet tarafından tazmini mümkün kılacak yasal bir düzenlemedir. Bu Meclis araştırmasının bir amacıda budur. Evvela gerçeği tespit etmek, zarara uğrayanları tespit etmek, ondan sonra da o zarara uğrayanların iskan edilmelerine, istihdam edilmelerine, zararlarının kısmen da olsa giderilmesine devlet tarafından tazmin edilmesine imkan sağlamaktır.

Bu Hükümet zamanında bunu sağlamak için, biz Anamuhalefet Partisi olarak elimizden geleni yapacağız. Şırnak Yasasındaki gibi, yine kanun teklifi vereceğiz., belki kabul etmeyecekler... Üniversite öğretim üyelerine bu kadar –işte dün televizyonda da gördüm- bir araştırma görevlisine bir kapıcı ile aynı maaşı veren, “bu kadar para bu öğretim üyelerine, bu profesörlere yeter” diyen Hükümet, belki bu kanun teklifimize de itibar etmeyecek; ama, bu Hükümet zamanında olmazsa, Anavatan iktidar olduktan sonra en öncelikli görevimiz,-buradan herkese söylüyorum, en başta o insanlara söylüyorum-öyle palavrayla değil, öyle bu Koalisyon Hükümetinin yaptığı gibi, kucaklama edebiyatı ile şununla-bununla değil, gerçekten o insanların bu zamanlarını tazmin edecek şekilde devleti harekete geçirmek olacaktır, onlara yardım etmek olacaktır.

Hepinize saygılar sunuyorum.