ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN
TBMM GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA
 
25 Ocak 1995

Değerli arkadaşlarım, bu grup toplantımızda başka illerden de teşkilat mensubu arkadaşlarım katılmışlardır. Sanıyorum İzmir’den, Çorum’dan ve Samsun’dan gelen arkadaşlarım var; onun dışında başka illerden gelen arkadaşlarım da varsa, hepsine sizler adına hoşgeldiniz diyorum.

Değerli arkadaşlarım, hepinizin bildiği gibi, Türkiye, yaklaşık 10 yıllık bir zamandan sonra, 1985’ten 1994’e kadar, demek ki 9 sene sonra, maalesef yeniden ekonomik istikrarını yakalayabilmek için IMF’ ye muhtaç hale gelmiştir. Türkiye, 1970’li yılların sonunda ekonomik istikrarını kaybedince, yüksek enflasyonla birlikte ekonomik krize sürüklenen ülkelerin yaptığı gibi, IMF’nin kapısını çalmıştır. IMF’nin denetimi altında istikrar programları uygulamaya koyulmuştur. Hepinizin bildiği gibi, 1980 24 Ocağına kadar, Türkiye’de uygulanmak istenen ekonomik istikrar programları başarılı olamamıştır. 24 Ocak 1980’de başarılı bir program ortaya konmuştur, bu program IMF ile yapılan stand by anlaşmalarıyla, yani IMF’nin destek verdiği bir program olarak uygulanmıştır ve bu programı daha sonra 1983 yılından itibaren ilk defa olarak seçimle işbaşına gelmiş bir siyasi iktidarın yapısal değişim programına dönüştürmek Anavatan Partisine nasip olmuştur.

1985 yılında Türkiye artık IMF’ye muhtaç olmadan, IMF ile yıllık anlaşmalar yapma mecburiyeti duymadan, kendi başına yoluna devam edecek hale gelmiştir ve 1985 Temmuzunda IMF’ye artık yeni bir stand by anlaşmasına ihtiyacımız olmadığı bildirilmiştir. 1985 ‘den geçtiğimiz yıla kadar, 1994 ortasına kadar, Türkiye’nin IMF ile bir ilişkisi olmamıştır. Yani, Türk hükümetleri, kendi ekonomik politikalarını uygularken, programlarını hazırlarken, gidip bunu IMF’ye teyit ettirmek, ondan icazet almak durumunda olmamışlardır. IMF ile herhangi bir kredi ilişkimiz de söz konusu olmamıştır; çünkü, Türkiye bütün bu Anavatan iktidarının işbaşında olduğu dönem zarfında, bütün uluslararası bankalardan, yabancı bankalardan, yabancı devletlerden, yabancı finans piyasalarından doğrudan doğruya borçlanma imkanını sağlayacak bir itibara sahip bulunuyordu.

1991 Kasımından itibaren Türkiye’de işbaşına gelen koalisyon Hükümet, bizim özellikle dış ödemeler alanında sağladığımız bu duruma maalesef çok kısa bir sürede, fevkalade bilinçsiz, sorumsuz bir şekilde tüketmiş, bizim yaptığımız bütün uyarılara rağmen, Türkiye’yi 1994 yılında yeniden IMF’ye muhtaç hale getirmiştir. Geçtiğimiz seneden itibaren Türkiye, 9 yıllık bir aradan sonra, yeniden IMF ile anlaşma yapmaya, IMF’den yeşil ışık beklemeye mahkum bir ülke haline gelmiştir. Ama, Türkiye’nin gerçeğine bakın ki, bir ülkenin ekonomik yönetimini IMF ile paylaşmak, onun icazetine bağlamak zorunda kalması gibi acı bir durum dahi, bugünkü iktidar tarafından millete neredeyse bir başarı gibi takdim edilmeye çalışılmıştır. “ IMF bizi çok beğeniyor, IMF bizim programımızı tasvip ediyor, benimsiyor, destekliyor...” diye bu dahi bir propaganda vesilesi yapılmıştır. Ama, maalesef bu propagandanın da şimdi sonuna gelinmiştir, çünkü geçen sene 5 Nisan da açıklanan ekonomik program geçen sene haziran ayında IMF ile yapılan bir antlaşmaya bağlanmıştır, bir standy by antlaşmasına bağlanmıştır. IMF’ye tekrarlanmıştır. Denmiştir ki, 1994 yılında biz şu politikaları takip edeceğiz, bunun sonunda işte hedefimiz döviz kurunu şöyle tutmaktır, enflasyonu böyle tutmaktır, bütçe açığını şurda tutmaktır; IMF’ye niyet mektuplarıyla bazı taahhütlerde bulunulmuştur. Şimdi, 1994 yılı bitmiştir ve bu arada IMF’den iki defa kredi alınmıştır.

Yani IMF’nin Türkiye’ye vereceği o 700 milyon dolar civarındaki kredinin ilk iki taksidi de alınmıştır. Sonra sene sonunda rakamlar oraya çıkmıştır, görülmüştür ki bu Koalisyon Hükümeti IMF’ye verdiği taahhütleri yerine getirememiştir. O alının ek vergilere rağmen, net aktif vergisine, bütçe açığı taahhüt edilenin çok üzerinde olmuştur. Şimdi IMF bu antlaşmayı devam ettirmek için yeni bir program açıklamaya, yeni bir paket getirmeye ve kendisine yeni taahhütler vermeye zorlamaktadır. Geçtiğimiz günlerde IMF ile görüşme yapan..... bu temasları sırasında IMF tarafından açıkça terslenmiştir. Kendisine, Türk Hükümetinin uyguladığı programa IMF’nin güvenmediği söylenmiştir. Şubat ayında yeni bir niyet mektubu vermesi istenmiştir. Şimdi, Hükümet bu mektubu hazırlamaktadır.

Bu mektup ne demektir; bu mektup halkımıza yeni zam demektir, yeni vergi demektir. Bugün halkımızın yeni zamları taşıyacak hali yoktur. Ama, IMF bu konuda çok katıdır, çok insafsızdır. Eğer yeni paket açıklanmazsa, eğer IMF’ye yeni niyet mektubu verilmezse, IMF Türkiye’ye yeşil ışık vermeyecektir. Türkiye’ye yeşil vermemesi demek, Türkiye’nin bu sene hiçbir yerden dış borç alamaması demektir. Türkiye hiçbir yerden dış borç alamazsa, bu seneki 12-13 milyar dolarlık dış ödemesini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Çünkü, Hükümetin hesabına göre, Türkiye’nin bu sene asgari 4-5 milyar dolar dışarıdan yeniden borçlanması lazım. Yani, bu seneki ödemelerini yapabilmesi için, bunun yarısı kadar dışarıdan borçlanma ihtiyacı vardır. Bu da, IMF’nin Türkiye’nin uyguladığı ekonomik programa yeşil ışık yakmasına bağlıdır. Yani, “ Türk Hükümeti, bu programı bize taahhüt ettiği gibi uyguluyor, bir mali disiplin içinde yürütüyor” demesi lazımdır.

IMF şimdi bunu diyebilmek için, yeni vergi yeni zam şartı koşmaktadır. Yeniden kemerlerin sıkılması şartını koşmaktadır. Ama ne var ki, Türkiye’de halkın kemer sıkacak hali kalmamıştır. Mevcut durumda dahi, insanlarımız burnundan solumaktadır. Memurlarımız sokaktadır, işçilerimiz sokaktadır, emeklilerimiz perişandır, esnafımız şikayetçidir. Kısacası, halkımızın artık yapacağı bir fedakarlık kalmamıştır. Bakın, geçen sene, 5 Nisanda bu ekonomik program uygulanmaya başlandığı zaman, Sayın Çiller çıkıp millete, “ Sizden bir defalık fedakarlık istiyorum “ dedi. O ek vergileri getirdi. 100 trilyon liralık ek vergi getirdi. Sadece onunla kalmadı, 300 trilyon liralık da zam getirdi, KİT ürünlerine de 300 trilyon lira zam yapıldı. “ Sizden bir defalık fedakarlık istiyorum” dedi. “ Bana altı ay süre verin” dedi. Şimdi, altı ay değil, dokuz ay geçti; o fedakarlıkların hepsi ödendi, o ek vergilerin hepsi ödendi, o zamların hepsi sineye çekildi. Hatta söz verildiği halde, yıl sonuna kadar başka zam olmayacak dendiği halde, tekrar tekrar getirilen bütün zamların da bedeli ödendi, halkımız ödedi. Ama sonunda, dokuz ay sonra geldiğimiz noktada, Türkiye’de istikrara yaklaşmadık, istikrardan daha uzaklaştık.

Bugün enflasyon, 5 Nisan 1994’ten daha fazla, yüzde 150 üstelik, ekonomi küçüldü. Yani, büyüme yerine, kalkınma yerine, Türkiye bir yıl içerisinde milli geliri yüze6, belki yüzde7- önümüzdeki ay belli olacak- küçülen bir ülke oldu. Biz Türkiye’de ne yapmak istiyorduk; 1980 yılında 24 Ocak kararlarıyla, ondan sonra 1983’te Anavatan iktidarıyla bizim Türkiye’de yapmak istediğimiz ekonomide gerçekleştirmek istediğimiz yapısal değişim neydi? Biz, ekonomiyi büyütmek, devleti o büyüyen ekonomi içerisinde küçültmek istiyorduk. Bunların yaptıkları nedir? Bunlar, ekonomiyi küçülttüler, devleti büyüttüler. Üç sene zarfında 450 bin yeni memur aldılar devlete, Böyle devlet küçülür mü? 250 bin yeni memur aldılar, 200 bine yakın da erken emeklilikten istifa eden memur var; 400 ila 450 bin arasında yeni memur aldılar devlete, maalesef aldıkları memurların çoğu da, onların dar kadroculuk anlayışıyla devlete yerleştirilmiş insanlardır.

Devletin hizmet için ihtiyaç duyduğu insanlar olduğunda, birçoğunun büyük bölümünün gerçekten devletin ihtiyaç duyduğu insanlar olduğunda da büyük şüphemiz var. Ama önemli olan şu: Ekonomi küçülüyor, Türkiye fakirleşiyor. 1991 Kasımında bizim onlara devrettiğimiz Türkiye’de fert başına, dolar cinsinden olan milli gelir, üç sene sonra, bugün 1 dolar artmadığı gibi aşağıya gitmiştir. Üç sene zarfında Türkiye’de fert başına gelir azalmıştır, dola cinsinden azalmıştır. Yani, üç senede bütün bu yaptığımız fedakarlıklar, çektiğimiz sıkıntılar, hepsi havaya gitmiştir. Bütün bunların karşılığında geleceğimizi aydınlatacak büyük yatırım filan yapılmadı, üç seneden beri GAP yatırımı duruyor. Bir tane elektrik santralı yapmadılar, bir tek termik santral, bir tane baraj yapmadılar. Ama üç senede bizim bıraktığımız 80 trilyon lirayı bulmayan, 78 trilyon liralık iç borcu, bugün 850 trilyona çıkardılar. Bu sadece ayakta kalmak için yaptılar, memurlara maaş ödemek için yaptılar. Sadece devletin borcunu ödemek için yaptılar. Yani ayakta, kalabilmek için değil, 2000’li yılların güçlü Türkiye’sini kurmak için değil, insanların refahını artırmak için değil, durumu idare etmek için yaptılar ve bunun bütün sıkıntısını milletimiz çekti.

Geçen hafta Perşembe günü Ankara Ticaret Odasının en çok vergi ödeyenlere düzenlediği ödül törenine katıldım, orada dedim ki: “ Sizi tebrik ederim, çok vergi ödemişsiniz, şimdi plaket alacaksınız” ama unutmayın ki, asıl bu ödülü hak eden halktır, asıl ödülü hak eden esnaftır, asıl ödülü hak eden işçidir, memurdur. Çünkü, bizim orada ödül verdiğimiz o insanlar, ticaret odası üyeleri, sanayiciler, evet onlar çok değerli insanlar, bu memleketi ileriye götüren insanlar, müteşebbis insanlar, ama onlar aynı zamanda bu enflasyondan en az zarar gören insanlar.

Çünkü, ürettikleri malın fiyatını enflasyona göre artırma imkanına sahipler. Ama, bu imkana hiç sahip olmayanlar var, sabit gelirle geçinmek zorunda olanla var; işçiler var, memurlar var, emekliler var ve bakın, devletin vergileri iki kaynaktan geliyor; ya kazançtan geliyor, servetten geliyor, yani kazanandan alıyorsunuz. Harcama üzerinden aldığınız vergiler, yani dolaylı vergi dediğimiz vergileri herkesten alıyorsunuz. Benzin alan şoförden alıyorsunuz, peynir alan işçiden alıyorsunuz, ekmek alan vatandaştan alıyorsunuz, herkesten alıyorsunuz o vergileri. 1991 sonunda biz Türkiye’yi devrettiğimiz zaman, bu gelirden alınan, servetten alınan vergilerin toplam vergiler içerisindeki payı yüzde 52 imiş. Harcamadan alınan vergiler de yüzde 48. Bugün bu tablo tam tersine dönmüş, üç senede tam tersine dönmüş, geçen sen yüzde 52 dolaylı vergi alınmış, gelirden alınan vergiler 48’ e düşmüş.

Ama bu sene, 1995 yılında kendi açıkladıkları rakamlara göre, dolaylı vergilerin payı yüzde 60, gelirden ve servetten alınan dolaysız vergilerin oranı yüzde 40’a düşecek. Yüzde 60’ ı halktan alınacak, harcamalardan alınacak. Bu tablonun söylediği bir şey var, bu tablonun söylediği: vergi adaletsizliğidir. Vergiyi artık kazanandan almıyoruz, servetten almıyoruz, vergiyi herkesten alıyoruz, halktan alıyoruz demektir. Ve bakın, şimdiye kadar ilk defa şirketlerin ödediği Kurumlar Vergisini geçmiş. Devletin üçüncü büyük vergisi olmuş, 1994 yılında olmuş, akaryakıttan alınan vergi, şirketlerin ödediği Kurumlar Vergisini geçmiş. Devletin üçüncü büyük vergisi olmuş Akaryakıt vergisi. Birinci Gelir Vergisi, İkinci Katma Değer, şimdiye kadar her Kurumlar Vergisi üçüncü imiş, şimdi Kurumlar Vergisinden fazla Akaryakıt Vergisi alıyor devlet. Halkın ödediği Katma Değer Vergisi Geliri geçecek, üçüncü vergi de Akaryakıt Vergisi. Bu tablo adaletsiz bir tablo. Bu tabloyla Türkiye’nin yoluna devam etmesi mümkün değildir. Türkiye’de hiçbir dönemde gelir adaletsizliği, gelir dağılımındaki adaletsizlik bugünkü kadar çok olmamıştır, hiçbir dönemde olmamıştır. Ne bizim dönemimizde ne bizden önceki dönemde olmamıştır. Bu işin şerefi de sosyal demokratların üzerindedir.

Bakın, bugün Türkiye’de yaşayan bütün nüfusun, yüzde 20’ si, ülkenin gelirinin yüzde 80’ ini alıyor. Yaşayan nüfusun yüzde 80’i de geri kalan yüzde 20’ yi paylaşıyor. Bu tabloyu uzun zaman devam ettiremezsiniz. Bu tablo, Türkiye’ye yakışan bir tablo değildir. Ve bunun yürümeyeceği artık ayan beyan meydandadır; sokaklardır, meydanlardadır. İnsanlar bu tabloya isyan ediyorlar, insanlar bu tablonun değişmesini istiyorlar ve hiç kimse Türk Halkının kendisinden istenen bu fedakarlıklara karşı kayıtsız kaldığını söyleyemez. Halkımız fazlasıyla fedakarlık yapmıştır, yapmaktadır; ama, eğer siz uyguladığınız politikaların bilincinde değilseniz, bu politikaların Türkiye’yi nereye götüreceğini bilmiyorsanız, eğer kafanızda üç sene beş sene sonraki hedefler değil de, sadece üç ay sonraki hedefler varsa, bütün bu emekler, bütün bu fedakarlıklar boşa gitmeye mahkumdur. Maalesef Türkiye’de yaşadığımız budur.

Şimdi bir yandan Türkiye’nin daha fazla vergiye ihtiyacı var, daha fazla gelire ihtiyacı var; ama, bir yandan da bu gelirin mutlaka toplumda daha adil bir gelir dağılımın sağlayacak şekilde kullanmamız lazım. Türk ekonomisinin en önemli derdi- Abant’ta da tespit ettik- toplam milli gelirimizin üçte birinden fazla, bir tahmine göre yarısına yaklaşan bir kayıt dışı ekonomisinin olmasıdır. Hiç kayda girmeyen, belgesi olmayan bir ekonomi, toplam milli gelirimizin neredeyse yarısına ulaşmaktadır. Bu ekonominin parasal değeri 1 katrilyon liradır, toplan Türkiye bütçesini işte 1,5 katrilyon kabul ederseniz, üçte ikisi kadar bir kayıt dışı ekonomi vardır. Bundan dolayı hesap edilen vergi kaybı 200 trilyon liradır. Yani, Türkiye kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına aldığı zaman, vergi gelirin yüzde 25 artırma imkanını sağlayacaktır, ilk aşamada sağlayacak; ama, Türkiye’nin derdi sadece vergi reformu değildir.

Türkiye’nin bugün en önemli derdi, vergi gelirinin düşük olması, ama vergi oranlarının yüksek olmasıdır. Çünkü Türkiye’de ödemesinden fazla vergi ödeyen insanlar var; ama, bir de hiç vergi ödemeyen insanlar var. Gelir elde edip, en yüksek düzeyde tüketim yapan, ama vergi ödemeyen bir kesim var. Türkiye’de kayıt dışı ekonomiyi bertaraf etmeden, kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına almadan, bu vergi açığını gidermeden, Türkiye’nin ekonomik sorunlarına kalıcı çözüm getirmek mümkün değildir.

Değerli arkadaşlarım, maalesef geçen sefer de söylediğim gibi, her zaman söylediğim gibi, bugün içinde bulunduğumuz durumdan çıkış, bugün karşı karşıya olduğumuz sorunları aşmanın yolu, bütün bu ekonomik sorunları aşmanın yolu, bütün bunların çözümü siyasidir. Çünkü, bütün bunlar ekonomik şartlardan kaynaklanan zorluklar değildir. Yani, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu birtakım imkansızlıklardan, bir takım afetlerden, dünya konjonktüründe Türkiye’nin aleyhine gelişen şartlardan kaynaklanan şeyler değildir. Tam tersine, bunlar dünyada yeniden bir ekonomik genişlemenin yaşandığı, dünyada bizim dışımızdaki ülkelerin ekonomik kalkınmasının hızlandığı bir dönemde yaşanmaktadır Türkiye de. O zaman bunun bir tek sebebi vardır; tek sebep, kötü yönetimdir.

Bizim üç seneden beri ısrarla yaptığımız uyarılara kulak asmayan, yanlışlarında ısrar eden bu kötü yönetimin, bu beceriksiz koalisyonun üç senelik bir zaman sonunda Türkiye’ye getirdiği noktayı yaşıyoruz, bu noktadan çıkış, herşeyden önce bir siyasi çözümü gerektiriyor. Siyasi çözümü ne olması gerektiğinde bizim sorumluluğumuz, en az başkaları kadardır. Biz bu çözümün bulunmasına katkıda bulunmak zorundayız. Bu katkıyı eğer gerekiyorsa, tek başımıza yönetim sorumluluğunu üstelenerek dahi yerine getirebiliriz. Eğer gerekiyorsa başka türlü katkıda bulunabiliriz; ama bizim sağlayacağımız bu katkının Türkiye’de artık neredeyse umutsuzluğa sürüklenen insanlarımıza iyimserlik verebilecek bir katkı olması lazımdır. Bizim katkımızla ortaya çıkacak olan yeni siyasi çözümün Türkiye’yi düzlüğe çıkaracak bir çözüm olması lazımdır.

Eğer üç senedir yaşanan bu olayları tahlil etmeden, bu nerede yanlış yaptığımızı, hangi yanlışların sonucunda bu batağa saplandığımızı doğru teşhis etmeden, biz de onların yaptıkları gibi, iktidar olalım, iktidarın nimetlerinden faydalanalım düşüncesiyle bu çözüme katkıda bulunmaya kalkarsak, milletimizi daha büyük düş kırıklığına uğratırız. Bizim bunun dışında herhangi bir şahsi düşüncemiz, herhangi bir parti düşüncemiz, bizim bunun dışında bir önşartımız söz konusu olamaz. Biz diyoruz ki: Türkiye bugün, bütün cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik şartlarındadır. Bu, sadece ekonomik durumla da sınırlı değildir.

Maalesef dış politika da da Türkiye bugün, belki bütün cumhuriyet döneminin en yalnız olduğu bir dönemeci yaşamaktadır. Ama bütün bunların üzerinde bir de Türkiye, kendi ulusal bütünlüğünü, ülkesinin bölünmezliğini koruma konusunda her zamankinden daha fazla tehdit altındadır. Bu kadar kritik bir ortamda, bütün siyasi kadrolara düşen, ülkenin yönetiminde sorumluluk taşıyan herkese düşen ortak görev, en başta gerçekçi olmaktır. Bu duruma Türkiye hangi yanlışların sonucunda gelmişse, yeni çözüm de o yanlışlardan arınmış olmalıdır. Bizim bu konuda daha önce ortaya koyduğumuz düşüncelerimizde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir.

Biz açıkça diyoruz ki: Bugün Türkiye’nin geldiği noktada, seçime kadar, önümüzdeki 1-1,5 senelik süre zarfında, hangi iktidar işbaşına olursa olsun, ister biz ister başkası, ister ortak iktidarlar, isten en geniş tabanlı hükümet, 1,5 senede bütün bu sorunların üstesinden gelmek mümkün değil. Çünkü, mesele sadece ekonomik göstergelerin daha olumlu hale getirilmesinden ibaret değil. Toplumda büyük bir sosyal bir rahatsızlık var, sosyal gerginlik var. Bunu patlamaya dönüşmeden, sosyal birtakım rahatsızlıklara da yol açmadan ekonomiyi istikrara kavuşturmak lazım.

İşte bunun için, siyasi takvimi bile dikkate aldığımızda, Türkiye’nin önünde mutlaka üç dört sene zamanı olan, ama arkasında da milletin taze gücü olan, güveni olan bir iktidara ihtiyaç var. Bu iktidar biz de olabiliriz, başkası da olabilir. Ama, Türkiye’nin böyle bir iktidara ihtiyacı var. Biz, Türkiye’nin düzlüğe çıkabilmesi için, bugün içinde bulunduğu ve maalesef önümüzdeki aylarda daha da artamaya, daha da ağırlaşmaya aday olan bütün bu güçlükleri yenebilmesi için, evvela böyle bir iktidara, böyle bir hükümete ihtiyaç duyduğunu söylüyoruz; bu düşüncemizden vazgeçmiş değiliz. Türkiye’nin erken seçime ihtiyacını bunun için söylüyoruz.

Böyle bir iktidarın oluşumuna imkan vermesi için söylüyoruz. Ama, seçim tek başına çare olmayabilir. Bugünkü seçim kanunu ile yapılacak bir seçim, tek başına çare olmayabilir, onun için diyoruz ki, aynı zamanda seçim kanununu değiştirmemiz lazım. Seçim kanununu seçimden beklenen faydayı sağlayacak şekilde değiştirmemiz lazım. O konuda da önerimiz var. Nasıl bir değişiklik istediğimizi de söyleyeyim; maalesef burada. Bizim söylediklerimize karşı alternatif çözüm söyleyen, bu çözümün yöntemlerini söyleyen muhatabımız yok. Mesela Doğru Yol Partisi Seçim Kanunu ile ilgili ne düşünüyor belli değildir. Seçim Kanununda nasıl bir değişiklik yapmak istedikleri belli değildir.

Sayın Başbakan geçen günü televizyonda 1995 yılında yapılacak bir seçimin Türkiye için felaket olacağını söylüyor. Ekonomik krizi daha da artıracağını söylüyor ve arkasından itiraf ediyor “ Seçim varsa seçim ekonomisi olacaktır” Türkiye’nin seçim ekonomisi filan uygulayacak hali yok. Eğer bir Başbakan, bir Hükümet, Türkiye’de bu şartlar altında seçim ekonomisi uygulamayı düşünüyorsa, o zaman o Başbakandan, o hükümetten Türkiye’yi kurtarmak lazımdır.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de şimdiye kadar 1946’ dan beri, hiçbir devrede, üstelik 1982 anayasası açıkça imkan tanıdığı halde, 4 seneyi aşan bir hükümet devresi olmadı. 1995 yılında, içinde bulunduğumuz yıl, bu koalisyon hükümetinin işbaşına gelmesinden bu yana 4 üncü yılın son yılıdır. 1995 yılı seçim yılı olmalıdır. 1995 yılını seçim yılı yapabilmek, sadece bizim gücümüzle, bizim arzumuzla mümkün değildir. Ama, hepimizin izlediği gibi, yakın zamana kadar bir erken seçimin Türkiye için çözüm olmayacağını savunanlar dahi, yazarlar dahi, artık 1995 yılında kaçınılmaz olarak bir erken seçim yapılması gerektiği noktasında birleşmiştirler.

Bugün kamuoyunda bu konuda ortak bir beklenti vardır. Eğer bu Hükümet, eğer bu hükümetin bir ortağı, sadece kendi iktidar süresini uzatabilmek için, ülkenin sorunlarını çözemediği halde, bu sorunları çözecek bir hükümet yapısı oluşturamadığı halde, siyasi bir inatlaşmayla Türkiye’yi 1996 yılının Ekimine kadar seçimsiz yönetmeye kalkarsa, bunun bütün sorumluluğunu da üstlenmiş olacaktır. Ben, 1996 yılının Ekimine kadar Türkiye’nin bugünkü sorunlarıyla, üstelik bugünkünden daha zayıf bir hükümet yapısıyla yoluna devam edeceğine ihtimal vermiyorum. Bizim Anavatan Partisi olarak, 1995 yılında milletimize yeniden bu sorunların üstesinden gelebilecek bir hükümet yaratma imkanı sağlayacak, kısacası sandığı millete götürecek bir çözüme yardımcı olmanız lazımdır. Bu konuda gerekirse kendimizi aşmamız lazım, parti düşüncemizi dahi aşmamız lazım.

Değerli arkadaşlarım, geçtiğimiz günlerde Sayın Başbakan Türkiye’nin ağırlaşan ekonomik sorunlarına bir iyileştirme getiremeyince, üstelik bu sorunlarına giderek daha fazla vatandaşımızı rahatsız etmesi gerçeği karşısında, belki gündem değiştirmek için, belki de artık dayanılmaz hale gelen İstanbul’un sorunlarıyla ilgili Hükümetin insiyatif alma ihtiyacından hareket ederek, İstanbul’un sorunlarına el koyacağını ilan etti. Bu hükümetin bir huyu var, bu hükümet hangi konu kamuoyunda bugün güncel ise, bugün bir güncel sorun haline gelmişse, kamuoyunun dikkatini tamamen o soruna yönlendiriyor, birtakım sloganlarla o konuyu kendi gündemindeki en önemli konu haline getiriyor ama ondan sonra, bakıyorsunuz üç ay sonra o konuda verilen sözler, o konuda atılan adımlar unutulup gidiyor ve bir hükümetin bunu devamlı yapabilmesi için, milletin hafıza zayıflığına güvenmesi lazım. Maalesef Türkiye’de kamuoyunun hafızasının kuvvetli olduğunu söyleyemeyiz.

Değerli arkadaşlarım, bakın biraz hafızanızı zorlarsanız, hatırlayacaksınız, 1993 yılının ortasında İstanbul’da Ümraniye çöplüğünde bir facia yaşandı. Oradaki çöplükte patlama oldu, birçok insanımız hayatını kaybetti. Bugünkü Başbakan o zaman Devlet Bakanı idi, İstanbul Milletvekili idi, bir genel başkan adayı idi, bir yurt dışı seyahatinden geldi, ayağının tozuyla gitti Ümraniye’ye çöplükte basın toplantısı yaptı, dedi ki: “ Ben hazineden sorumlu bakan olarak söz veriyorum, devletin bütün imkanlarıyla buraya girilecektir” 10 milyar lirada söz verdi. Bakın aradan iki sene geçti, o sözü veren bakan, 1,5 seneden beri Başbakan. Ümraniye’de o çöplüğün altından daha cesetlerin hepsi çıkmadı. Hala o çöplüğün altında insanların cesetleri yatıyor. Ama aynı kişi Başbakan olarak bu sefer Halkalı çöplüğüne gidiyor, şimdi de Halkalı çöplüğüne el koyduğunu söylüyor. Ve Allah için kalkıp da bir tane gazeteci, “ Yahu sen iki sene önce bu sözü verdin? “ diye sormuyor.

Değerli arkadaşlarım, bir söz vardır: bazı insanları bir kere aldatabilirsiniz, bazı insanları her zaman aldatabilirsiniz; ama herkesi her zaman aldatamazsınız. Bu hükümet, milleti kandırma avansını kullanmıştır. Bundan sonra artık kandırması mümkün değildir. Bundan sonra ne söz verirse versin, inandırıcı olabilmesi mümkün değildir. Ne ekonomi konusunda, ne dış politikada....Dış politikanın hali perişan durumda, onu da söyleyeyim. Yani, bakın kamuoyumuz o kadar böyle kamu işleriyle filan meşgul ediliyor ki, 20 senelik Kıbrıs Meselesinin en önemli aşamasındayız şu anda. Sayın Denktaş diyor ki: “ Ben Birleşmiş Milletlerim güven artırıcı önlemlerini kabul ettim, bir geçici yönetim kuralım. Kıbrıs Rum tarafından Cumhurbaşkanı ile ben eşbaşkan olalım, ikimizin başkanlığında bir geçici yönetim kuralım.” Rumlar bunu reddediyorlar. Biz, şu anda en avantajlı durumdayız, Birleşmiş milletlerin yaptığı teklifi kabul etmişiz; bunun için somut öneri getirmiş Sayın Denktaş ve Rum tarafı kaçıyor, ama, bunu uluslararası forumlarda savunacak, Türk tarafının haklılığını, bu güçlü durumunu tescil edecek bir Dışişleri Bakanımız yok. O, Denizli’de, Erzurum’ da delege avlıyor.

Çeçenistan’ da bizim soydaşlarımız, bir ayı aşkın süreden beri Kızılorduya karşı direniyorlar. Televizyonlarda seyrediyorsunuz, eline tüfeğini kapmış, 70 yaşında ihtiyar Kızılordunun tankıyla savaşıyor, 1,5 aydan beri teslim olmadılar. Rusya’nın kendi halkının yüzde 80’i Rus Hükümetinin Çeçenistan’a müdahalesine karşı çıkıyor. Türkiye’den ses yok. Dışişleri Bakanlığının bir kuru açıklamasından başka Türkiye’nin bir tavrı yok. Avrupa Topluluğu Rusya’ya karşı tedbir alıyor. Çeçenistan’a müdahale ettiği için. AGİK Heyet yolluyor. Bakın, AGİK Antlaşması yapıldığından beri, hiçbir ülkenin, o antlaşmaya imza koyan hiçbir ülkenin “ bu mesele artık benim iç meselemdir.

Ben bu meseleyi çözmek için, istersem insan haklarına uygun davranırım, istersem davranmam” deme hakkı yoktur. Kendi iç meselelerini çözerken bile, AGİK Antlaşmasını imza eden ülkeler, insan haklarına uygun davranmaya mecburdurlar, oradaki taahhütlerine uygun davranmaya mecburdurlar oradaki taahhütlerine uygun davranmaya mecburdurlar ama, biz o insanları soydaşı, dindaşı olduğumuz halde, o insanlar bu mücadelede kendi ifadelerini göre en çok bize güvendikleri halde, biz aynı zamanda AGİK’in üyesi olduğumuz halde, biz bunu dahi seslendirebilecek, savunabilecek durumda değiliz.

Şimdi, memleketin Dışişleri Bakanı yok diye, Dışişleri Bakanlığı kendi haline bırakılmış diye, Türkiye’nin dış politikası “ Ne hali varsa görsün” diyemeyiz. Bizim arkadaşlarımız gittiler Avrupa Konseyinde mücadelesini verdiler. Yoksa Ocak ayında bizi Avrupa Konseyinden çıkaracaklardı, oradaki üyelerimizin yetki belgelerini iptal edeceklerdi. Çünkü, ben yabancılara hep şunu anlatıyorum: Türkiye’nin bugün yaşadığı durum, öyle uzun sürecek bir durum değil, kalıcı bir durum değil, bu geçici bir durum. Öyle yapısal bir durum da değil, konjonktürel bir durum, bugünkü Hükümetle sınırlı. Çünkü, dışarıdan Türkiye’ ye baktıkları zaman... Bakın, ben söylemiyorum, yabancılar kendileri söylüyorlar: Anavatan İktidarı döneminde Türkiye’ye baktıkları zaman, güvenilir bir muhatap vardı. Bugün artık sadece güvenilmez bir muhatap olduğunu söylemiyorum, bugün Türkiye’de ciddiye alınmaz bir yönetim olduğunu söylüyorum. Bugünkü Hükümeti ciddiye almıyorlar.

Çünkü itiraf edelim ki, onların hafızaları bizden daha kuvvetli; çünkü, onların arşivleri kuvvetli, verilen sözleri unutmuyorlar, verilen sözleri takip ediyorlar. Verilen sözler vadesinde yerine gelmezse, bunun yarattığı güven erozyonunu onların gözünde yeniden kazanabilmek mümkün değil. Bu konuda bizim halkımız kadar cömert değiller. Bugünkü Hükümetin, bugün ne Amerika’da ne Avrupa’da ne dış dünyada en ufak bir kredibilitesi, en ufak bir güvenilirliği kalmamıştır. Onun için, bu hükümetin Türkiye’ nin sorunlarını çözebilmesi mümkün değildir. Çünkü, Türkiye’nin sorunları içe kapanarak, Anavatan Partisinin yaptığının tam tersine, Türkiye’yi dışa açmak yerine, dışa kapatarak çözümlenebilecek problemler değildir. Tam tersine, Türkiye dünyaya açılarak, dünya ile entegre olarak sorunlarını aşabilir. Türkiye’nin gelişen dünyadan daha fazla pay alabilmesinin tek yolu, dünyaya açılmaktır, dünyaya entegre olmaktır. Şimdi, yeni birtakım şeyler geliyor gündeme, Türk Parasını Koruma Kanunu değişecekmiş, yeni kısıtlamalar düşünüyorlarmış, teklif ediyorlarmış, neyse.... Bunu görmek için öyle ekonomi dahisi olmaya filan gerek yok. Eğer ekonomi hakikaten dış ödeme güçlüğüne düşerse, iç ödeme güçlüğüne düşerse, ister istemez bu tedbirler gündeme gelir. Önemli olan Türkiye’yi o noktaya getirmemektir.

Türkiye, bu güçlükleri arttıkça dünyadan koparacaktır. Türkiye’nin bu güçlükleri ağırlaştıkça, Türkiye dünyaya açılmak yerine, kendi içine kapanan bir toplum haline gelecektir. Türkiye’yi bu hale getirmemeliyiz.

Değerli Arkadaşlarım, bugün zannediyorum Anayasa Komisyonunda anayasa değişiklikleri görüşülecek. Anayasa değişiklikleri konusunda, geçen hafta da ifade ettim, bizim tavrımız bellidir. Biz bunun en geniş bir değişiklik paketinin, en geniş bir uzlaşmayla gerçekleşmesini arzuladık. Bunun için öncülük yaptık, gittik partileri harekete geçirmeye çalıştık. Maalesef mümkün olmadı, istediğimiz ölçüde bir değişiklik sağlayacak uzlaşmayı sağlayamadık. Onun için, sanıyorum şimdi 21 maddeden oluşan bir ilk paket Anayasa Komisyonunda bugün görüşülmeye başlayacak. Burada bazı maddelerde komisyonda değişiklikler olabilir, Genel Kurulda değişiklik olabilir.

Bizim arzumuz, bu değişikliklerin bizim verdiğimiz şekliyle, tümüyle geçmesidir. Ama bazı maddelerde arkadaşlarım farklı düşünebilirler, o konuda herkes zaten kendi iradesiyle karar verecektir. Yani, anayasa değişikliği oylaması biliyorsunuz gizli oyladır, bütün arkadaşlarım kendi vicdanlarına göre, bu konudaki oylarını kullanacaklardır. Burada, kamuoyunda, bana göre suni olarak yaratılan bir tartışma, milletvekili sayısının artırılmasıyla ilgilidir. Yani, Meclisin 450 milletvekilinden 600 milletvekiline çıkarılmasıyla ilgilidir. Maalesef, bu konuda yanlış yönlendirmelerle son derece olumsuz bir kamuoyu yaratılmaya çalışılmaktadır. Sanki, 450 milletvekilinden oluşan bu Meclis, ülkenin hiçbir sorununu çözemiyor, hiçbir sorunuyla ilgili değil, onun için milletvekili sayısının artırılması, devlete ve dolayısıyla millete yeniyük getirmekten başka hiçbir sonuç doğurmayacakmış gibi bir izlenim yaratılmaya çalışılmaktadır.

Değerli arkadaşlarım, 1961 yılında, yani bundan 34 yıl önce, Türkiye’de senatör ve milletvekili olarak bu Meclisin 638 üyesi vardı. Yanı başımızda, bizim gibi parlamenter demokrasiyle idare edilen Yunanistan’ın nüfusu 10-11 milyondur. Orada 300 milletvekili var. Türkiye’nin nüfusu bugün 60 milyondan fazladır. Türkiye’nin 450 milletvekiliyle yönetilmesi, hiçbir uluslararası ölçeğe uygun değildir. 450 milletvekiliyle Türkiye’yi yönetmeye kalkarsanız, vatandaş milletvekili ilişkilerinin istenen düzeyde olabilmesi mümkün değildir. Buradaki komisyonların kendilerinden beklenen çalışmaları yürütebilmeleri mümkün değildir. Bu Meclisin denetim faaliyetlerini yeterince yürütebilmesi mümkün değildir.

Elbette ki 600’ e çıktığınız zaman bu söylediklerimin hepsi kendiliğinden sağlanmayacaktır. Bunu engelleyen başka faktörler vardır, maalesef bu iktidarın Meclise bakışından kaynaklanan faktörler vardır; ama, Türkiye’nin 450 milletvekilinden 600 milletvekiline çıkması, Türk demokrasisini zayıflatan değil, güçlendiren bir gelişme olur. Türkiye’de önemli olan, milletvekili sayısını sabit tutmak, azaltmak, artmasını önlemek filan değildir. Meclisin daha verimli çalışmasını sağlayacak diğer tedbirleri almaktır. Maalesef üç yıldan beri hala bir içtüzük değişikliğini gerçekleştiremedik. Onu behemehal yapmamız lazımdır. Yani, Meclis denetimini iktidarın keyfine bırakan bugünkü düzenlemeyi, mutlaka değiştirmemiz lazım. Bugün Mecliste 182 tane araştırma önergesi eğer bekliyorsa, bu Meclisin denetim yaptığı filan söylenemez.

Sözlü sorularımıza iki sene sonra cevap veriliyorsa, iki sene sonra cevap verildiği zaman, sorduğumuz soru artık güncelliğini kaybediyorsa, o zaman bu Meclisin iyi denetim yaptığı söylenemez. Sorun milletvekili sayısında değildir. 450 milletvekilliliği Türkiye’ye yeterli değildir. 600 milletvekilliği Türkiye için fazla değildir. Ama önemli olan, Meclisin verimli çalışmasını engelleyen diğer hususları ortadan kaldırmaktır. Ben hatırlıyorum, Engin Bey 2,5 sene önce Hükümete bir soru sordu, “ Boğazdan geçiş emniyetini, trafik emniyetini sağlamak için ne tedbir alıyorsunuz? ” hala cevap vermediler. Ama, bu arada Boğazda iki defa tanker kazası oldu. 750 sözlü soru var, 184 tane araştırma önergesi var. Böyle Meclis çalışması olmaz. Böyle çalışan bir Meclis, her türlü eleştiriyi de hak eder, onu söyleyeyim. Ama, benim kişisel düşüncem, 600 milletvekilinin Türkiye için fazla olmadığıdır, bu yöndeki Anayasa değişikliğinin de, belli birtakım odakların içinde bulunduğumuz konjonktürden de yararlanarak, kamuoyunda yaratmak istedikleri yönlendirmelerin tersine, doğru olduğudur, doğru olacağıdır.

Değerli arkadaşlarım, yarın partimizin Merkez Karar Yönetim Kurulu aylık toplantısı yapılacak. Daha önce de belirlediğimiz gibi, yarınki toplantımızda, şubat başından itibaren yeni kongre dönemini başlatma kararını alacağız. Bizim tüzüğümüze göre, kongre dönemi başladıktan sonra, ilk üç ay zarfında bütün teşkilatlara yeni üye yazımları için son bir süre tanıma mecburiyeti vardır. Bu süre zarfında bütün teşkilatlarımızın partimize üye olmak isteyen herkesi, tabii ki tüzükte belirtilen yasal sakıncaları olmayan herkesi, partiye kayıt mecburiyeti vardır. Biz, Başkanlık Divanı olarak, bu üç aylık süreye ilaveten, bir ay da bir itiraz süresi teklif edeceğiz Merkez Karara. Velhasıl, dört aylık süre zarfında, o teşkilatı hem ziyaret edecek hem çalışmalarını denetleyecek. Bu kayıt çalışmalarının usulüne uygun ve bizim arzuladığımız şekilde yürütülmesini tam yetkili olarak denetleyecek. Bu dört aylık süre bitiminde, demek ki haziran başında delege yoklamalarına geçeceğiz. Arkasından ilçe kongrelerini ve il kongrelerini yapacağız.

Şimdi, bu süreci başlatmadan önce, yani kongre dönemini başlatmadan önce, bütün teşkilatlarımızın durumlarını yeniden Başkanlık Divanındaki üç arkadaşımızın oluşturduğu bir komitede değerlendirdik. Daha önce münfesih olan, istifa eden bazı teşkilatlarımızın bu kongre sürecinden önce şubat ayı içerisinde olağanüstü kongreye gitmesini yarın görüşeceğiz ve bazı illerimizde olağanüstü kongre kararları alacağız. Yani, yarın Merkez Karar Yönetim Kurulunda belirlenecek illerimizde, daha önce münfesih olan veya müstafi olan bazı illerimizde, şubat ayı içerisinde olağanüstü kongre yapacağız ve olağanüstü kongreden çıkacak yeni yönetimlerle bu üç aylık kayıt dönemini geçireceğiz.

Önümüzdeki aylar içerisinde, burada Cengiz Bulut arkadaşım da söyledi, diğer arkadaşlarım da hem buradaki özel sohbetlerimizde bana ifade ediyorlar, önümüzdeki dönem içerisinde parti teşkilatlarımızı yeniden harekete geçirmeye, onları motive etmeye, bütün Türkiye’ye yaygın bir çalışmayı, sanki önümüzdeki mayıs ayında genel seçim olacakmış gibi, başlatmayı planlıyoruz.

Burada stratejimiz, Başkanlık Divanında tespit ettiğimiz yol, önümüzdeki bir aylık Ramazan ayı içerisinde mümkün olduğu kadar çok sayıda teşkilatımızı ziyaret ederek, teşkilat toplantıları yaparak, bu bir ayı partinin Genel Merkeziyle Grubuyla teşkilatları arasında bir bütünleşmeyi sağlama yönünde değerlendirmektir. Bayramla birlikte, mart ayı başıyla birlikte, doğrudan doğruya halka yönelik açık hava toplantılarına, meyan toplantılarına, kapalı salon toplantılarına başlamaktır. Bir yerde, önümüzdeki bir ayı, asıl martta başlatacağız. “ Bahar Taarruzu ” diyebileceğimiz, halka dönük çalışmalarımızı bir hazırlık dönemi olarak teşkilatlarımızı bu konuda hazırlayacağımız bir dönem olarak düşünüyoruz.

Bu illerde görevlendirilecek arkadaşlarımdan Ramazan ayı içerisinde mutlaka o ilde teşkilatlarımızın düzenleyecekleri bir iftar yemeğine katılmalarını, oradaki ilçe teşkilatlarımızı ilde bir araya toplamalarını, onlarla o ilin sorunları konusunda, teşkilatımızın ihtiyaçları konusunda toplantılar yapmalarını rica ediyorum. Ben, şubat ayının ilk haftasındaki bir dış toplantının dışında, Ramazan ayının üç haftası boyunca, gidebildiğim kadar çok sayıda ilde bu tür toplantılara katılacağım. Benimle de o ille ilgili arkadaşlarımın bilhassa gelmelerini rica ediyorum. Ama daha Ramazan ayı gelmeden, bu hafta içerisinde de birtakım faaliyetlerimiz olacak. Cuma günü Tekirdağ’da Trakya’daki il teşkilatlarımızın bir toplantısına, bir gecesine katılacağım. Cumartesi günü Balıkesir’de mitinge katılacağım. Haftaya Çarşamba günü de Manisa-Salihli’de bir mitingimiz olacak. Yani, bu bir hafta içerisinde böyle üç ile gideceğim. Ondan sonra, birkaç günlük bir dış seyahatim var, geldikten sonra ilk Eskişehir ile başlayıp, bütün bir şubat ayı boyunca da her gün değişik bir yerde bu tür toplantılara katılacağım. Hem iftar yemeklerine, hem teşkilata dönük toplantılara katılacağım. Arkadaşlarımdan da, kendilerine verilecek, kendileriyle görüşüp tespit edilecek iller listesinde sorumlu olacakları illerde, aynı faaliyetleri, hem Ramazan ayı içerisinde hem de ondan sonraki bu hazirana kadar geçecek dönemde yürütmelerini rica ediyorum.

Bizim, geçen sefer de söylediğim gibi, bu önümüzdeki dönem, partimiz açısından son derece önem taşıyan bir dönemdir. Kabul etmemiz lazım ki, uzun bir zamandan beri vatandaşımızın, milletimizin üzerine çöken karamsarlık, umutsuzluk, yılgınlık bizim teşkilatlarımızı da etkilemiştir. Şu anda teşkilatlarımızın yeniden bir silkinmeye ihtiyacı vardır, yeniden bir heyecana ihtiyacı vardır. Bunu sağlamak da en başta bizlerin, sizlerin görevidir. Bu çalışmalara ne kadar çok zaman ayırabilirsek, ne kadar çok teşkilatımıza ulaşabilirsek, bu teşkilatlarımızın bu motivasyona, bu heyecana kavuşturulması da o kadar kolay olacaktır. Unutmayalım ki, bugünkü siyasi ortamda Türkiye’nin umudu yeniden biziz, yeniden Anavatan Partisidir; ama, Anavatan Partisi olarak bu durum bize aynı zamanda büyük bir sorumluluğu da beraberinde yüklemektedir.

Vatandaşlarımıza sadece bugünkü durumun sebebini anlatmakla yetinemeyiz. Bu sorunları nasıl aşacağımızı, kısacası çözüm önerilerimizi de vatandaşlarımıza anlatmak zorundayız. Geçen sefer Abant’ta yaptığımız toplantının devamını, 10 Mart’ta Denizli’de yapacağız, onu daha önce biliyorsunuz tespit ettik. Denizli toplantımızı da hem Denizli öncesinde Uşak’ta hem toplantı sırasında Denizli’de hem toplantı sonrasında Aydın’da üç tane açık hava toplantısıyla birleştirmeyi planlıyoruz. Kısacası, önümüzdeki dönem, sanıyorum milletimizin de bizden beklediği şekilde çok aktif olmamız gereken, zamanımızın büyük kısmını vatandaşlarımızla iç içe geçirmemiz gereken, partimize yeni bir aktivite, Türkiye’ye yeni bir umut, milletimize yeni bir heyecan, bir güven kazandırmamız gereken bir dönem olacaktır. Bu dönemde parti olarak başarılı olmamız, bundan sonraki seçim şansımızın da en önemli unsurudur.

Unutmayın ki bugün Türkiye’de yaşanan siyasi havanın etkisiyle yapılan araştırmalara göre, bizim yaptırdığımız araştırmalara göre, yüzde 30 ile 40 arasında bir karasız kitle vardır. Bu kitle hangi siyasi kadroya, hangi partiye önümüzdeki dönemde yönelirse, Türkiye’de iktidar o parti olacaktır. Onun için bu kitlenin güvenini kazanmamız hem onun dertlerini iyi bilmemize, iyi dile getirmemize, ama aynı zamanda çözümleri konusunda da o kitleyi ikna etmemize bağlıdır. Bunun için de, bundan sonra iki misli çalışmaya, hem Meclis’te hem meydanlarda hem de vatandaşın arasında iki misli mesai harcamaya mecburuz. Eğer Anavatan Partisini yeniden başarıya götürmek istiyorsak, yeniden iktidar yapmak istiyorsak eğer, “ bu yükün altından ancak biz kalkarız” diyorsak, bunun başka yolu yoktur. Onun için, bütün arkadaşlardan, sadece milletvekili arkadaşlarımdan değil, biraz sonra görüşeceğimiz teşkilatlardan gelen arkadaşlarımdan ricam, bu çalışmalara bütün güçleriyle, bütün mesaileriyle, bütün imkanlarıyla katkıda bulunmalarıdır.

Önümüzdeki hafta Manisa’daki toplantımız sebebiyle eğer Meclis tatile girmezse Grup toplantımızı bir gün sonra yapmayı kararlaştırdık, Perşembe günü toplayacağız. Yine eğer Meclis ara vermezse, Meclis çalışmaları devam ederse, önümüzdeki hafta Perşembe günü, yani Grup yapmayacağımız günün akşamında da bütün eski ve yeni milletvekili arkadaşlarıma diğer parti meclisi arkadaşlarıma ben iftar yemeği vereceğim. Eğer Meclis çalışmalarına bugün veya yarın alınacak bir kararla ara verilirse, o zaman bu iftar yemeğini daha ileri bir tarihe alacağız. Tarihini sizlere bildireceğiz.

Hepinize saygılar sunarım.