BAŞBAKAN A. MESUT YILMAZ'IN TBMM ANAP GRUP KONUŞMASI

21.05.1996

 

            Değerli arkadaşlarım; Sayın Cumhurbaşkanı ile saat 13:00’de bir görüşmem olacak. Onun için bazı şeyleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

            Bir tanesi, bu geçtiğimiz bir hafta içerisinde, özellikle dış politikamız açısından önem taşıyan bazı gelişmelere ilişkindir. Biliyorsunuz, geçtiğimiz hafta Almanya’ya bir ziyaret yaptım. Bu ziyaret sırasında, Alman yönetiminin en üst kademesiyle gayet geniş görüşme yapma imkanım oldu. Alman Cumhurbaşkanı ile görüştüm, Başbakanla 3 saati bulan bir görüşmemiz oldu. Dışişleri Bakanı ile görüştüm; Başbakanla görüşmemizin bir bölümüne Alman İçişleri Bakanı da katıldı. Ayrıca, bu ziyaret sırasında Alman medyasına, kamuoyuna geniş ölçüde ülkemizle ilgili bazı mesajları iletme imkanım oldu.

            Takdir edersiniz ki, bu ziyaretten bir iki gün önce, Anayasa Mahkemesinin güven oylamasına ilişkin kararının açıklanması, orada bu temasları yürütürken, bizim için önemli bir hadise teşkil etmiştir. Ama, buna mukabil gördüğüm hadise, Alman yönetiminin her kademede Türkiye’deki gelişmeleri çok yakından izlediğidir. Hatta Almanları iyi tanımama rağmen, benim de tahmin etmediğim ölçüde inceliklere girerek, detaylara girerek bizdeki gelişmeleri takip ettiklerini gördüm. Tabii ki Türkiye’de siyasi istikrar konusu, Alman yönetiminin de çok fazla önem verdiği, yakından izlediği bir konudur. Ayrıca, onlara göre Kürt meselesi, bize göre Güneydoğu Sorunu denen mesele ile ilgili olarak, ilgililerinin kendi iç düzenlerinde meydana gelen, kamu düzenlerinde meydana gelen rahatsızlıkların sonucunda daha da artmış olduğunu müşahade ettim.

            Bu arada, benim açımdan, Türkiye açısından bu ziyarette en fazla önem taşıyan husus, Türkiye ile AB arasında son zamanlarda yaşanan tıkanıklığın aşılmasında Almanya’nın desteğini kazanmaktı. Burada daha önce de çok defalar dile getirdim. Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinde, hakikaten Türkiye’ye karşı büyük haksızlık yapıldığı inancındayız. Çünkü, Türkiye Avrupa Birliği ile daha henüz 1950’lerde Ortak Pazar adı altında 6 ülkenin oluşturduğu bir birlik iken temasa geçen ilk ülkelerden biridir. 1963’ten bugüne kadar da, demek ki 30 küsur senedir devam eden bir ortaklık ilişkimiz söz konusudur. Ayrıca, bu sene başından itibaren ekonomik durumu hiç elverişli olmamasına rağmen, gümrük birliğini gerçekleştirmek suretiyle çok riskli ve çok cesur bir adım atmıştır. Ama buna mukabil, Avrupa Birliği, bu uzun ilişkilere, bu köklü ilişkilere çelişki olacak biçimde Türkiye’yi, birliğin bundan sonraki genişleme stratejisinin dışında tutmaya çok özel bir önem göstermektedir. Bundan önce yapılan Avrupa Birliğinin genişlemesine ilişkin toplantılara, daha düne kadar doğu bloku içerisinde yer alan Doğu Avrupa ülkeleri davet edilirken, Türkiye bu toplantılara davet edilmemiştir.

            Ben, bu temaslarımda, Alman muhataplarıma gayet açık bir biçimde, Türk kamuoyunda bu işin faturasının birinci derecede Almanya’ya çıkarıldığını ifade ettim. Her ne kadar görünüşte Yunanistan bu işi engelliyor görünse bile, Yunanistan’ın vetosu nedeniyle bu durumun ortaya çıktığı ifade edilse bile, Yunanistan’ın tek başına bunu gerçekleştirecek güçte bir ülke olmadığını, eğer Almanya bu konuda ağırlığını koyarsa Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerindeki bu haksızlığın giderilmesinin mümkün olacağı görüşümü ifade ettim. Diğer ülkelerin de -Fransa gibi, bazı Benelüks ülkeleri gibi- aslında bize gayri resmi konuşmalarda ayrı argümanı dile getirdiklerini ifade ettim.

            Tabii, bu tür görüşmelerde çok kısa zamanda, anında birtakım önemli sonuçlar beklememek lazım; ama, zannediyorum ki önümüzdeki kısa dönemde, kısa dönem derken birkaç hafta içerisinde, Almanya’nın bu tavrındaki değişikliği yansıtan bazı beyanları hep birlikte göreceğiz. Özellikle Haziran ayı içerisinde iki tane önemli -bizim açımızdan- gelişme söz konusudur. Bir tanesi, 11-12 Haziran tarihlerinde Torino’da Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları toplantısıdır, diğeri de zannediyorum 28-29 Haziran’da Fransa’da yapılacak olan Avrupa Birliği zirvesidir. Bu iki toplantıya da Türkiye’nin davet edilmesi konusunda, Türkiye’nin de bu toplantılara uygun bir şekilde iştirakinin sağlanması konusunda Alman yönetimi her türlü desteği vereceğini bana ifade etti.

            Bunun dışında, Almanya’nın Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu güçlüklerin, Avrupa Birliği ve Almanya açısından da doğurabileceği olumsuz gelişmeler konusunda oldukça bilinçli olduğunu gözledim. Bu konuda daha geniş bir pencereden olaylara baktıklarını, artık iki Almanya’nın birleşmesi nedeniyle bir süre yaşanan kendi kabuğuna çekilme, dünyadaki gelişmeleri nispeten tali bir önemle izleme zaafından kurtulduklarını, Türkiye ile çok daha yakın bir ilişki içerisinde olma arzularını tespit ettim. Bunun bazı somut göstergeleri de söz konusudur. Türkiye’de bir Almanca tedrisat yapan üniversitenin kuruluşu söz konusu idi, bunu Almanların da 200 milyon marklık bir katkı sağlamaları söz konusu idi, o işlemleri çabuklaştıracaklarını ifade ettiler. Zannediyorum Eylül ayında bu konuda inşaatı başlatma aşamasına geleceğiz.

            Ayrıca, Türkiye ile Yunanistan ilişkilerinde bizim 24 Mart’ta yaptığımız barış çağrısının Almanlar üzerinde çok etkili olduğunu gördüm. Zaten ilk defa olarak bize bu konuda destek veren Alman Hükümeti olmuştu. Konuştuğum bütün muhataplarım da bu konuda Türkiye’nin haklı olduğunu, bu tür anlaşmazlıkların çözümü için müzakere yolundan başka şu anda geçerli hiçbir yöntemin olmadığını, Türkiye’yi bu konuda tam olarak desteklediklerini bana ifade ettiler.

            Bunun dışında, Almanya’da biliyorsunuz son zamanlarda kamu düzenini tehdit eden bir PKK olayı yaşanmaktadır. Bu konuda Almanlar aşırı derecede duyarlıdır. Özellikle Başbakanla görüşmemizin bir bölümüne katılan İçişleri Bakanı, bu konuda Türkiye ile daha yakın işbirliği içerisinde olma arzularını ifade etti. Geçen sene Mart ayında aramızda imzalanan bir anlaşma var, anlaşma değil, aslında İçişleri Bakanlarının karşılıklı mektup teatisi suretiyle sağlanan bir mutabakat var. Bu mutabakata göre, Almanya, ülkesinde kamu düzenini bozan PKK mensuplarını Türkiye’ye iade etmeyi taahhüt ediyor. Bizim İçişleri Bakanlığımız da, Türkiye’ye sınırdışı edilen bu kişiler hakkında, onlara kötü muamele yapılmayacağını, işkence edilmeyeceğini, ölüm cezalarına hiçbir şekilde çarptırılmayacağı konusunda güvence vermiş Almanya’ya. Bu mutabakat tam olarak işlememiş, şimdiye kadar sadece 1 kişiyi iade etmiş Almanlar. Zannediyorum onu da bu mutabakata Türkiye’nin uyup uymadığının denetlenmesi için bir test amacıyla vermişler.

            Şimdi, Almanların bu anlaşmayı daha genel uygulama, genelleştirme yönünde bir eğilimleri vardı. Sadece PKK mensuplarıyla değil, orada her türlü, kamu düzenini bozan kişileri Türkiye’ye iade etme şeklinde bir tasarıları var. Biz bunun mümkün olmadığını söyledik; çünkü, aramızda zaten bir suçluların iadesi anlaşması geçerlidir. Bu kişiler eğer suçlu ise, Alman makamları tarafından yargılanıp cezaya çarptırılırsa, ondan sonra cezalarının bir bölümünü Türkiye’de çekmek üzere bu anlaşmalardan istifade edebilirler; ama, Almanya’nın bunu bir bahane halinde getirip, ülkesinde rahatsız olduğu bütün Türkleri, 30 bin kişiden bahsediliyor, Türkiye’ye iade etmesinin bizim açımızdan kabul edilemeyeceğini, her birinin durumlarının araştırılmasının da bizim için büyük bir yük oluşturacağını ifade ettim. Bunun, sadece PKK’lılarla Türkiye’de suç işlemiş kişilerle sınırlı tutulması, daha önce mutabık kalındığı şekilde işletilmesi görüşünde olduğumu söyledim.

            Bunun dışında, çifte vatandaşlık konusu, Almanya ile bizim aramızda bir farklı yaklaştığımız bir konudur, bir anlaşmazlık konusudur. Biz Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olarak çifte vatandaşlığı destekliyoruz. Yani, vatandaşlarımızın, aynı zamanda başka bir ülkenin de vatandaşlığını, özellikle Almanya gibi bir ülkenin vatandaşlığını da kazanmaları bizim teşvik ettiğimiz bir uygulamadır. Almanların ise, karşı çıktıkları, engellemek istedikleri bir uygulamadır. Almanlar, çifte vatandaşlık uygulamasını, sadece Türkiye için değil, Avrupa Birliği dışındaki bütün ülkeler için engellemeye çalışıyorlar. Yani, kendi vatandaşlığından çıkmadıkça, bir şahsı Alman vatandaşlığına kabul etmiyorlar.

            Biz, bu durumun Almanya’da yaşayan ve Alman vatandaşlığını da iktisab edecek şartlara haiz olan, Alman vatandaşlığını da Türk vatandaşlığının yanında elde etmek isteyen vatandaşlarımıza yardımcı olmak için, Türk vatandaşlığından çıkışı kolaylaştırdık. Ve bu vatandaşlarımızın eskiden askerlik yapmaları mecburiyeti varken, yani askerlik yapmadığı takdirde biz bunların Türk vatandaşlığından çıkmasına müsaade etmezken, geçen sene Vatandaşlık Kanununda yapılan bir değişiklikle, askerlik hizmetini tamamlamayan vatandaşlarımızın da Türk vatandaşlığından çıkmasını mümkün hale getirdik.

            Ayrıca, uygulamada bir teşvik daha getirdik, Alman vatandaşlığına geçip, Alman vatandaşlığı almış olan eski vatandaşlarımızı, süratle yeniden Türk vatandaşlığına aldık. Böylece, fiilen çifte vatandaşlık uygulamasını hayata geçirmiş olduk. Almanlar bu görüşmelerimizde, bu durumun aslında çok aşırı boyutlara vardığını, bir anlamda bir hakkın istismarı olduğunu ve kendilerini çok rahatsız eden bir düzeye geldiğini söylediler. Geçen ay zarfında, sadece 1 ayda 17 bin vatandaşımız Alman vatandaşlığına geçmek için bu şekilde müracaat etmişler. Bunun kendileri açısından büyük yük getirdiğini, sıkıntı yarattığını, onun için bu uygulamanın Türkiye tarafından daha kontrollü bir şekilde, eskiden olduğu gibi, normal prosedürün işletilmesi suretiyle yürütülmesini istediklerini ifade ettiler. Bu konuda vatandaşlıktan çıkma da değil, ama Alman vatandaşlığına geçmiş olan vatandaşlarımızın tekrar Türk vatandaşlığına dönmesinde daha uygun bir prosedürü işleteceğimizi söyledim. Belki bu durumda Almanların bu uygulamayı tamamen engellemesi yerine, ayda makul sayıda, belki birkaç bin vatandaşımızın Alman vatandaşlığına geçmesini sağlayacak bir sonucu elde etme imkanı olacak.

            Genel olarak bu görüşmelerimde, Almanların, gerek ekonomik konularda gerekse Güneydoğu Sorununa ilişkin konularda Türkiye’de artık yapısal birtakım değişikliklerin, birtakım köklü reformların yapılması beklentisi içinde olduklarını gördüm. Bunun hem kendilerindeki, kendi iç düzenleri açısından birtakım rahatlatıcı sonuçlar getireceğini umuyorlar hem de bu konunun Türkiye açısından tek çıkış noktası olduğuna inanıyorlar.

            Terörle mücadele konusunda yürüttüğümüz çalışmalara, gayretlere hiçbir itirazları söz konusu değildir. En azından hükümet yetkililerinin bu konuda herhangi bir itirazları söz konusu değildir. Terörle mücadelenin, her devlet gibi, Türkiye’nin de en doğal hakkı olduğunu teslim ediyorlar. Fakat, bu mücadelenin diğer tedbirlerden Türkiye’yi alıkoymaması gerektiğini ifade ediyorlar. Esasen bizim görüşümüzün de bu olduğunu ben bir süreden beri dile getirmekte idim. Onlara bu vesileyle daha açık izah etme imkanını buldum.

            Almanya’daki Türk toplumu, bildiğiniz gibi, nüfusu milyonu aşan, bizim de çok önem verdiğimiz bir toplumdur. Bu toplumun, gerek Türkiye ile gerek Almanya ile çözüm bekleyen birtakım sorunları söz konusudur. Almanya’daki 700 kadar Türk derneğinin temsilcisi ile Almanya’da bir toplantı yaptık, ilgili bakan arkadaşlarımız, bazı milletvekili arkadaşlarımız da o toplantıya katıldılar. Orada dernek temsilcilerini, Almanya’daki Türk toplumunun sözcülerini dinledik. Daha sonra ben kendilerine, Hükümetimizin bugüne kadar gerçekleştirdiği ve bundan sonra tasarladığı bazı kendilerini ilgilendiren uygulamalar konusunda bilgi verdim.

            Almanya’daki resmi rakam olarak 2 milyon 7 bin yaşayan vatandaşımızdan, sadece 750 bini şu anda işçi statüsündedir. Buna mukabil, onların içerisinde yeni bir kesim ortaya çıkmıştır. 40 bine yakın, 37-38 bin Türk vatandaşı şu anda işveren konumuna geçmiştir, yani işletme sahibidir, yanında işçi istihdam etmektedir ve bunlar aynı zamanda önemli ölçüde bir sermaye birikimini de gerçekleştirmişlerdir. Almanya’daki yaşayan vatandaşlarımızın, bütün aşağı yukarı konuşan temsilcilerin dile getirdikleri en temel sorunlarının çocuklarının eğitimi sorunu olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü, 700 bine yakın eğitim çağında Türk çocuğu var. Ama bunların sadece 400 bini eğitim görüyor. Bunların da eğitimlerinde birtakım eksikliklerin, birtakım sorunların olduğu anlaşılıyor. Maalesef 1991 yılında biz Hükümetten ayrıldıktan sonra, Almanya’daki Türklerin ilgisi giderek aşağıya doğru gitmiş. Mesela, biz Hükümetten ayrıldığımızda Almanya’da devletten maaş alan kadrolu diyelim 750-760 kadar öğretmen varken, bugün bu rakam 200 eksilmiş, 500 küsura düşmüş. Halbuki, Almanya’daki Türk nüfusu devamlı artış gösteren bir nüfus. Bir yandan Türkiye ile aile birleşmesi yolunda her sene 60 bin kişi oraya gidiyor. Bir yandan oradaki doğumlarla her sene 30-40 bin kişi artış gösteriyor. Her sene Türkiye’ye kesin dönüş yapanlara rağmen, oradaki nüfus devamlı olarak her sene 50-60 bin artış sağlıyor. Bu artışa mütenasip olarak oraya daha fazla öğretmen, daha fazla din görevlisi göndermek gerekirken, 1991 yılından itibaren bu rakamlar hep aşağıya doğru gitmiş. Acil öğretmen ihtiyacı var, acil din görevlisi ihtiyacı var. Bunların devlet tarafından karşılanmaması, birtakım bazıları devlete karşı faaliyet gösteren gruplar tarafından organize edilmesi sonucunu doğuruyor. Bu da Türkiye için birtakım istenmeyen durumlara yol açabiliyor. Bu konularda Hükümet olarak gereken ilgiyi göstereceğimizi ifade ettim. İlk planda da 100 tane din görevlisini Diyanet İşlerinden göndereceğiz.

            Ayrıca, pasaport sürelerinin uzatılması gibi talepler var, bu da makul bir taleptir. Biz şu anda en fazla 5 sene için pasaport veriyoruz. Bunu 10 seneye çıkarmayı planlıyoruz, o da yakında Meclise gelecek Pasaport Kanunu ile birlikte.

            Harçlarda biraz indirim yapmamız gerekiyor. İşte, normal noter tasdiki yerine geçen konsolosluk kağıtlarında anormal yüksek paralar alıyoruz 100 DM gibi, onlarda bir miktar ayarlamalara gideceğiz.

            Bir de, bu bedelsiz askerlikten istifade eden gençlerimiz 20 bin DM öderken, biz daha önce 10 bin DM’ye düşürmüştük, şimdi 10 bin DM’nin de aşağıya indirilmesini talep ediyorlar. Bu 10 bin DM’yi belki birden çok askerlik çağında çocuğu olan aileler için istisnai olarak yapabileceğimizi, bunun dışında bunu düşünmediğimizi söyledim. Çünkü, orada elde edilen gelirler Savunma Sanayii Fonuna gider, doğrudan doğruya askeri ihtiyaçlar için kullanılır.

            Aslında, oradaki vatandaşlarımızın en önemli meselesi, bu dediğim eğitim ve din hizmetleri dışında can güvenliği meselesidir. Şu anda biraz yatışmış gibi gözüküyor, ama, Almanya’da zaman zaman ırkçı eğilimlerin azmasıyla bunun en fazla rahatsız ettiği zümrenin Türk toplumu olduğu sizlerin de malumudur. Bu konuda Alman yetkililerden de gerekli tedbirlerin alınmasını istedim.

            Özet olarak, benim açımdan son derece olumlu bir gezi oldu. Tabii, bunun sonuçlarını izlememiz lazım. Özellikle Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde getireceği birtakım olumlu gelişmelerin gerçekleşmesi, bizim bunları takip etmemize bağlıdır. Ama, gerek ikili ilişkilerimiz açısından gerekse Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri açısından, bu temasın çok yararlı olduğunu düşünüyorum.

            Yine, dış politika ile ilgili önemli bir gelişme; dün Birleşmiş Milletler ile Irak Hükümeti arasında varılan bir mutabakata ilişkindir. Bu mutabakatla, ilk defa olarak birleşmiş Milletler Irak’ın 2 milyar dolar değerinde petrol satışına izin vermiştir. Bu petrolün büyük kısmı Kerkük-Yumurtalık Boru hattından ihraç edilecektir. Küçük bir kısmı da güneydeki El Bakır Terminalinden ihraç edilecektir. Bu 2 milyar dolar tutarındaki bu petrolden bizim boru hattından geçen petrolün karşılığında, bunun taşıma ücreti Türkiye’ye petrol olarak ödenecektir. Yani, taşıma ücreti ne kadarsa o kadar fazla petrolü, Irak, Türkiye’nin ihtiyacı için bu borudan akıtacaktır. Bu da bizim için aşağı yukarı 4-5 seneden beri atıl durumda olan boru hattının ilk defa olarak faal hale gelmesi ve bir miktar petrol ihtiyacımızın buradan karşılanması anlamına gelmektedir.

            Bu arada, bu ücretin tespiti ve boru hattının yeniden faaliyete geçirilmesi için yapılması gereken masraflar da Birleşmiş Milletler Irak’ı denetleyen Koordinasyon Komisyonu tarafından tespit edilip uygulanacaktır. Bu, Türkiye açısından olumlu bir gelişmedir. Gerçi, Birleşmiş Milletler yetkilileri de, Amerika, İngiltere gibi ülkelerin temsilcileri de, bunun ambargonun kaldırılması yolunda bir adım olmayacağını, sadece insani amaçlarla alınmış bir tedbir olduğunu hemen ifade etmişlerdir. Gerçekten de bu petrol ihtiyacından karşılanacak döviz veya gelir, münhasıran Irak Halkının gıda ve ilaç ihtiyacı için kullanımına Irak Hükümeti kendisi karar verecektir. Kuzeyde, Irak Hükümetinin kontrolü dışında kalan Kuzey Irak’taki kullanımına ise, demin söylediğim Birleşmiş Milletlerin Komisyonu karar verecektir.

            Her ne kadar ambargonun kalkması veya gevşemesi anlamına gelmiyorsa da, geçici bir insani tedbir olarak uygulamaya konmuş olsa da, Türkiye açısından, dediğim gibi, ilk defa olarak bu boru hattının kullanılması ve bir miktar da akaryakıt sağlamaya imkan verecek olumlu bir adımdır. Bunun zamanla daha da ileri aşamalara vardırılması, tabii ki bizim hem hedefimizdir hem de dileğimizdir.

            Bu arada, son zamanlarda dış politikamızda önemli ölçüde sorun yaratan bir gelişme, Türkiye ile İsrail arasında yapılan askeri eğitim anlaşmasıdır. Bu anlaşma bizim Hükümetimizden önce imzalanmıştır, Şubat ayında imzalanmıştır. Bu anlaşma, aslında, sadece askeri eğitim amaçlı -adında da anlaşılacağı gibi- İsrail uçaklarının Türkiye’de eğitim yapmasına imkan sağlayan bir anlaşmadır. Ama, bu anlaşma, özellikle Arap ülkeleri tarafından ve başta İran olmak üzere, komşu ülkeler tarafından, bundan çok daha geniş anlamlı olarak yorumlanmaktadır. Ve Türkiye ile bu ülkelerin arasında şu anda ciddi bir sorun haline gelmiştir. Önce İran Dışişleri Bakanı, daha sonra Mısır Dışişleri Bakanı, sadece bu amaçla Türkiye’ye geldiler. Ben ikisiyle de görüştüm, ikisi de Türkiye ile İsrail arasındaki bu anlaşmanın doğrudan doğruya kendilerine karşı, Arap dünyasına karşı bir anlaşma olduğunu, bunun Türkiye ile bu ülkelerin arasını da ciddi suretle açabilecek bir gelişme olduğunu ifade ettiler. Tabii, biz de her ikisini de, bunun netice itibariyle bir eğitim anlaşması olduğunu, Türkiye’nin bu anlaşmanın komşularının aleyhine işletilmesine müsaade etmeyeceğini, bu konuda her türlü tedbiri alacağımızı ifade ettik. Tatmin olduklarını sanmıyorum, bu konudaki endişeleri, rezervleri devam etmektedir.

            Bizim açımızdan bakıldığı zaman da, bu anlaşmanın götürüsünün getirisinden daha fazla olma riski mevcut. Onun için, imzalanmasında bir dahlimiz olmamakla, hatta bilgimiz olmamakla birlikte, bu anlaşmanın uygulanmasına geniş ölçüde müdahil olma zaruretimiz var. Bu konuda da Genelkurmayla devamlı yakın işbirliği halindeyiz.

            Önümüzdeki günlerde Türkiye’nin dış politikası açısından da önem taşıyan, sizin de önünüze gelecek olan bir gelişme, Çekiç Güç’ün süresiyle ilgilidir. Bu konuda Dışişleri Bakanımız dün Amerika’da Amerika Birleşik Devletleri yetkilileriyle görüşmeler yaptı, o gitmeden önce bu konuda bir ilgili bakan arkadaşlarımla Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı ile bir koordinasyon toplantısı yaptık. Bu konuda Hükümetin tutumunu belirledik. Kendisine bazı alternatifleri verdik. Sanıyorum bu akşam kendisi Amerika’dan gelecek, ondan ilk yaptığı temasların sonuçlarını aldıktan sonra, Milli Savunma Bakanımız önümüzdeki hafta Amerika’ya gidecek. Her halükarda Hükümetimizin Meclise yapmış olduğu bir taahhüt söz konusudur, benim ağzımdan yaptığımız bir taahhüt söz konusudur. Çekiç Güç’ün bugüne kadar ki statüsüyle süresinin uzatılması söz konusu değildir. Ya bu statüde çok önemli değişiklikler yapılacaktır, Türkiye’nin endişelerini giderecek, Çekiç Güç’ün konumundan kaynaklanan endişelerini giderecek birtakım tedbirler alınacaktır veya Çekiç Güç’ün lağvedilmesi gündeme gelecektir. Çekiç Güç’ün operasyonlarına ilişkin, yani askerlerin “Angajman Kuralları” dedikleri Çekiç Güç’ün uygulamadaki düzenlemesine ilişkin bazı değişiklikler de bu çerçevede yapılacaktır. Yine bizim müttefik ülkelerden, koalisyona dahil olan ülkelerden endişelerimizi giderecek yönde istediğimiz bazı güvencelerin alınması söz konusudur.

            Ayrıca, Kuzey Irak’ta Zaho’da faaliyet gösteren bu Askeri Koordinasyon Merkezinin, özellikle oradaki INJ adı altında, yani Hükümet dışı sivil toplum örgütleri adı altında faaliyet gösteren birtakım kuruluşları daha sıkı denetlemesi ve bu denetimde Türkiye’nin daha fazla yer alması meselesi bizim açımızdan önemlidir. Önümüzdeki Haziran ayının, zannediyorum Meclisi en fazla ilgilendiren gelişmelerinden birisi de, Çekiç Güç ile ilgili bu yeni düzenleme olacak.

            Olağanüstü halin uzatılması, aynı şekilde Haziran ayındaki Meclis gündeminin önemli bir konusudur. Bu konuda Hükümet olarak biz hazırlıklarımızı son aşamasına getirdik. Bu uzatma kararından önce Meclisin önüne İl İdaresi Kanunundaki değişiklik tasarısı gelecektir. Biliyorsunuz, daha önce olağanüstü halin kademeli olarak kaldırılacağını Hükümet Programımıza koymuştuk. Aslında, bizim hedefimiz, olağanüstü hali bu düzenleme ile tümüyle kaldırmaktır. Ancak, olabilir ki, şu anda teröre karşı hakikaten çok başarılı bir mücadele veren Silahlı Kuvvetler, sınır güvenliği açısından üç dört ilde daha olağanüstü halin bir süre daha uzatılmasını isteyebilirler. Bunu da değerlendireceğiz; hem Hükümette değerlendireceğiz hem Mecliste değerlendirilecek. Ama, daha önce de dediğim gibi, olağanüstü halin bugün uygulandığı gibi, 9 vilayette daha aynı süreyle uzatılması söz konusu olmayacaktır. Her halükarda ya kapsamında önemli ölçüde bir daraltılma yapılacaktır veyahut da, gerekli ikame edici yasal düzenlemenin yapılmasıyla tamamıyla kaldırılacaktır.

            Değerli arkadaşlarım, şimdi Hükümetin çalışmasıyla ilgili kamuoyunda bazı eleştiriler var. Basında birtakım eleştiriler var. Bir kere, hemen söyleyeyim, bu Hükümet güvenoyu almasında bu yana zannediyorum daha iki ay yeni dolmuştur, 60-65 gün olmuştur. bu iki aylık süre içerisinde, Hükümetin kendisinden beklenen birtakım icraatı gerçekleştirmesi zaten mümkün değildir; bunu daha önce de söyledim. Bu konuda birçok konularda, yasal düzenlemeler gerekliydi. Bu yasal düzenlemeler Hükümetin şu anda birinci önceliğini oluşturmakta idi. Birtakım aşırı beklentilerle, birtakım sabırsızca beklentilerle bu konularda yanlış yapılırsa, bunun ileriye dönük çok önemli sakıncaları ortaya çıkabilirdi. Onun için, bu yasal düzenlemelerin çok dikkatli yapılması gerekiyordu.

            Yine geçen hafta sizlere koalisyon ortağı iki parti arasındaki siyasi polemiğin, hükümet icraatını olumsuz yönde etkilemediğini, Hükümet icraatı açısından herhangi bir olumsuzluğun söz konusu olmadığını ifade etmiştim. Şimdi, aradan geçen süre içerisinde, bir hafta içerisinde, bu yönde bazı olumsuz emareler ortaya çıkmıştır. Bunları da sizinle paylaşma ihtiyacını duyuyorum; ama, benim sizinle paylaştığım her şeyi sizin basınla paylaşmanız şart değildir.

            Şimdi, özellikle bu örtülü ödenek meselesi ortaya çıktıktan sonra, Doğru Yol Partili bakanların tavırlarında bazı farklılıklar seziyorum. Bazı bakanlar, bizim yaptığımız gibi, bu siyasi ihtilaf konusunu, bakanlık icraatına, Hükümetteki sorumluluklarına karıştırmamaya özen gösteriyorlar, ki çoğunluğu böyledir. Ama, birkaç bakan, zaten onların kim olduğunu gazetelerdeki beyanlarından da kestirmeniz mümkündür, maalesef bu tutumlarını, Hükümet icraatına da yansıtma eğilimindedirler. Bakan arkadaşlarımın, daha önce mutabık kaldığımız şekilde, kendilerinden rica ettiğim şekilde, yasal düzenlemeleri süratle tamamlama noktasına gelmişlerdir. Maliye Bakanı arkadaşımız, özel tüketim vergisi tasarısını, bütçe uygulamasına ilişkin kanun tasarısını, Katma Değer Vergisinde değişiklik yapın kararnameyi Bakanlar Kuruluna getirmiştir. Hepsi şimdi bir iki bakanın imzası yüzünden beklenmektedir.

            Enerji Bakanı arkadaşım, bu enerji açığının kapatılması için özel sektöre imkan sağlayacak çok önemli bir kararnameyi Bakanlar Kuruluna sevk etmiştir, onu da bir iki bakan şu anda bloke etmektedir. bunu anlamak mümkün değildir, bunu kamuoyunda savunmaları da mümkün değildir. Çünkü, şu anda Türkiye’nin karşı karşıya olduğu enerji açığının sorumluları kendileridir. Yani, zamanında yapılmayan yatırımlar yüzenden Türkiye bugün acil tedbir alma noktasına gelmiştir. Bu acil tedbirin ne olacağını, bütün yasal imkanları araştırarak en süratli şekilde netice verecek biçimde bir kararname olarak Bakanlar Kuruluna getirmişizdir, buna rağmen böyle bir engelleme ile karşı karşıyayız.

            Çalışma Bakanı arkadaşım 5 tane kanun tasarısı hazırlamıştır; SSK Kanununda, Bağ-Kur’da, yurt dışında yaşayan işçilerle ilgili yasada, Sendikalar Yasasında düzenleme yapan 5 tane ayrı kanun tasarısını hazırlamıştır.

            İçişleri Bakanı arkadaşımız, hem İller İdaresi Kanunundaki çalışmayı son safhaya getirmiştir, hem de Mahalli İdareler Yasasını Bakanlar Kuruluna vermiştir; çok önemli bir değişikliktir. Daha Hükümet kurulurken size söylemiştir, belki de Hükümetimizin süresi içinde gerçekleştireceği en önemli icraattır. Merkezi hükümetin birçok yetkilerini, birçok imkanlarını mahalli idarelere devreden bir düzenlemedir. Bu konuda ayrıca arkadaşlarımızın devam eden çalışmaları vardır. Türkiye’de 4 seneden beri, hatta daha uzun bir zamandan beri hep kayıt dışı ekonominin kayıtlı ekonomi haline getirilmesi slogan haline getirilmiştir, tekrarlanmıştır; ama, bu konuda ciddi yasal düzenlemeler maalesef gerçekleştirilememiştir. Maliye Bakanlığımız, şimdi birden çok kanunu ilgilendiren, Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu, sadece Vergi Usul Kanunu değil, diğer kanunları da ilgilendiren bir çerçeve yasayı hazırlamak üzeredir. Ama, dediğim gibi, maalesef Hükümet içerisinde böyle bir siyasi nedenlerden kaynaklanan bir yavaşlatma veyahut da daha giderek engelleme eğilimi ortaya çıkmıştır. Bu eğilim devam ettiği takdirde, buna karşı gerekli önlemleri alacağım gayet tabiidir. Ama, şu aşamada henüz daha koalisyon ortağımız içerisinde bu konuda bir görüş birliği olmadığını, bir hareket, tutum birliği olmadığını, bazı arkadaşlarımın münferit tutumları şeklinde bu durumun ortaya çıktığını görüyorum. Onun için, şu anda henüz daha böyle bir tedbir alma noktasına gelmiş değilim.

            Geçen hafta da değindiğim, biraz da kamuoyuna artık kabak tadı vermeye başlayan bu örtülü ödenek konusunu, o konudaki son gelişmeyi size aktarmak istiyorum. Dün akşam Erzurum’dan döndükten sonra Sayın Cumhurbaşkanı beni aradı kendisiyle görüştüm. Kendisi bana, Tansu Hanımla bu konuda bir görüşme yaptığını, Tansu Hanımın kendisine bu konuda şikayetlerde bulunduğunu söyledi. Koalisyon ortağının, yani bizim bu meseleyi kendisinin Başbakanlığını engellemek için bir komplo olarak ortaya attığımızı, aslında örtülü ödenekten yapılan harcamaların, sadece o benim sıraladığım Genelkurmay, MİT, Dışişleri gibi kuruluşlarla sınırlı olmadığını, kanunun diğer alanlarda da Türkiye’nin menfaati için oradan ödeme yapmasına imkan sağlamadığını kendisine söylediğini ifade etti.

            Ben Sayın Cumhurbaşkanına sordum: “Sayın Çiller harcamalar konusunda size bu konuda bilgi verdi mi?” Kendisi, “Hayır, bana bir bilgi vermedi, ama ben kendisine sana bilgi vermesini tavsiye ettim. Zannediyorum bugün yarın sizi arayacak ve size bu konuda bilgi verecek” dedi.

            Şimdi değerli arkadaşlarım, geçen hafta da söyledim; ben Sayın Çiller’den bu konuda bir açıklama yapmasını filan beklemiyorum. Yani, kamuoyunun önüne çıkıp da, “Ben bu parayı şuraya harcadım” demesini beklemiyorum. Harcanması söz konusu olan para, Hükümetin devrinden önceki 15 gün içerisinde 3-4 taksit halinde harcanan 450 milyar liradır. Bunun bir kısmı döviz olarak çekilmiştir bankadan, bir kısmı Türk parası olarak çekilmiştir, hepsi nakit olarak çekilmiştir. Bir kere, örtülü ödeneğin, benim bildiğim, böyle bir teamülü yoktur. Yani, böyle bir uygulaması yoktur. Örtülü ödeneğin parası bankadadır, oradan ne harcama yapılırsa Başbakan talimat verir, gerekli kişiler de bu ödemeyi yaparlar. Böyle bavullarla para konup da bankadan para çekildiği ilk defa olmaktadır. Bu üstelik, müstafi bir Başbakan tarafından yapılmaktadır ve Hükümet devrinden, işte gününe göre, üç gün önce, bir hafta önce, on gün önce yapılmaktadır. Bunun nereye gittiği, nereye ödendiği şu ana kadar meçhuldür. Devlet Muhasebe Kanunu, Başbakanların şahsi ve partisel ödeme yapmalarını yasaklamıştır, zannediyorum 77. maddesi, o madde diyor ki: Buradan şahsi ödeme yapamazlar, parti menfaati için, parti propagandası için de ödeme yapamazlar... Bu, Başbakanı bağlayıcıdır, beni de bağlayıcıdır, Sayın Çiller’i de bağlayıcıdır. Aynı kanun, Başbakanlara, devlet menfaati için takdir edecekleri ödemeleri yapmalarına imkan getirmektedir. Ama, şimdi burada Sayın Cumhurbaşkanının da ifade ettiği, Sayın Çiller’e de söylediği, benim de size söylediğim çok önemli bir incelik var. Eğer Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı, istifa ettiği halde, görevi devretmeden önce yarım trilyona yakın, devletin menfaati için bir ödeme yapmışsa, yapma zaruretini duymuşsa, burada yapması gereken asgari şey, bu harcamayla ilgili halefine bilgi vermektir. Bu bir nezaket gereği değildir, bu devletin işlemesinin gereğidir. Eğer devlet sürekli ise, o harcama doğru ise, o harcamayı benim devam ettirmem lazım. Eğer o harcama konusunda ben bilgi almazsam, benim devletin menfaati ile ilgili yapılmış bu kadar önemli bir ödemeyi bilmememden kaynaklanan yanlışlar söz konusu olabilir. Bu para az bir para değil, yarım trilyon lira para. Bu son 15 günlük para, daha öncekilerin ne olduğunu bilmiyorum. Ama, ben eğer bu konuda bilgi edinmezsem, benim doğru politika izlemem mümkün olmaz. Devletin hangi menfaati için bu ödemenin yapıldığını ben bilemezsem, o zaman benim yanlış yapmam kaçınılmaz hale gelir. Bunun sorumluluğu da, bu bilgiyi benden esirgeyen Sayın Çiller’e ait olur. Kaldı ki, ben Sayın Çiller’den bana gelip bilgi vermesini de istemedim, dedim ki: “Gitsin Cumhurbaşkanına bilgi versin” Dün ısrarla sordum, Sayın Cumhurbaşkanına bilgi vermemiş.

            Şimdi, bu meselenin kamuoyunda bir sakıza dönüşmüş olmasından elbette ki rahat değilim, hatta rahatsızım. Bu devletin sırlarının bu şekilde deşifre olması da beni rahatsız eder; ama, bundan daha önemli bir şey var; bu iş artık bu noktaya gelmişse, bu noktada devletin itibarının, Başbakanlığın itibarının, Sayın Çiller’in kendi itibarının kurtarılması ihtiyacı vardır. Daha açık nasıl söyleyeceğimi doğrusu kestiremiyorum. Gazeteciler sordular söyledim: “Evet, kamuoyunun önünde Sayın Çiller şaibe altındadır. Bu şaibeden kurtulmasının tek yolu da, devletin sırrını devletin sorumluluğunu taşıyanlarla paylaşmasıdır” Bunun ben olması şart değil, gider Sayın Cumhurbaşkanına bilgi verebilir. Yani, bana bu bilgiyi vermekten imtina ediyorsa, Sayın Cumhurbaşkanına versin, o bana verir. Benim öğrenme ihtiyacım var, onu söylüyorum; ama, Sayın Çiller bir aydan beri benimle görüşmekten imtina ediyor. Önce...

            BİR ÜYE...

            BAŞBAKAN A. MESUT YILMAZ - Hayır, doğrusu o da diyorum, ben bunu talep etmedim, bunu şart koşmadım, dedim ki: “İsterseniz Cumhurbaşkanına söyleyin, ben oradan alayım” Ama, her halükarda Sayın Çiller’in bu tutumu, devlet teamülüne aykırıdır, devlet adabına aykırıdır. Ama, iş artık o noktaya gelmiştir ki, burada artık bireysel ahlak meselesi tartışılır hale gelmiştir. Ve bunun şu şekilde bu şekilde örtülebilmesi mümkün değildir. Yani, bu devletin sırrıdır, ben söylersem suç işlemiş olurum, buna kargalar bile güler. Tersine, yarım trilyon parayı ödediğiniz zaman, bu sırrı kendinizde tutmanız suç olur bence. Yani, bu sırrı asıl bilmesi gereken kişilere vermemek suç olur.

            Şimdi, bugün Sayın Cumhurbaşkanı beni çağırdı, konuşacağım, belki bu konuyu da görüşeceğiz, bilmiyorum. Ama Sayın Çiller’den bana bu konuda herhangi bir bilgi vermek için randevu talebi gelmedi. Kamuoyunda gazetelerde yansıyan o anlamsız konuşmalarından başka, bu konuda benim bildiğim ve sizden gizlediğim hiçbir şey yoktur.

            BİR ÜYE...

            BAŞKAN - Sayın Başbakanım, Sayın Aktürk’ün de bir sorusu olacak galiba; fazla vaktinizi almayalım.

            YILDIRIM AKTÜRK...

            BAŞKAN - Buyurun Sayın Pakdemirli.

            EKREM PAKDEMİRLİ...

            BAŞBAKAN A. MESUT YILMAZ - Şimdi, geçen hafta söylemiştim, o 500 milyarlık hikaye, sadece Maliye Bakanlığından örtülü ödeneğe aktarılmasının belgesidir. Yani, 500 milyar lira örtülü ödenek hesabına yatmış. Sonra buradan 3-4 defa da para çekilmiş. Bu para keş çekilmiş; bir kısmı Türk Parası, bir kısmı döviz olarak çekilmiş. Bu paranın ucu belli değil, bu paranın nereye gittiği belli değil. Ve ben sonra gelmişim devir teslim yapılmış, aradaki fark 450 milyar. Şimdi, 450 milyarlık bir para söz konusu bu 15 gün içinde harcanan. Bunun nereye gittiği belli değil. Kanun diyor ki: Başbakanlar, ay sonunda maliye bakanları ile birlikte bu ibrayı yaparlar ve hangi belgelerin, hangi bilgilerin haleflerine intikal edeceğini takdir etmek başbakana aittir... Ben, Sayın eski Maliye Bakanının, şu anki Tarım Bakanının bu konuda bilgi sahibi olduğu kanısında değilim. Yani, Sayın Çiller’in çalışma tarzının, o şekilde olduğu kanaatinde değilim. Muhtemelen şimdi kendisi çıkıp bir şeyler söyleyecektir ama, bu konuya vakıf olduğunu sanmıyorum. Hatta aracılık yapan, çeken, o özel kalem müdürünün de bildiğini sanmıyorum. Burada bir Başbakan tasarrufu değil, burada bir padişah tasarrufu söz konusudur. Yani, kanun Başbakana çok geniş hakkı tanımıştır; fakat, bana göre demokratik hiçbir ülkede Başbakan o takdir hakkını o şekilde kullanamaz...

            BİR ÜYE...

            BAŞBAKAN A. MESUT YILMAZ - Kağıt üzerinde hepsi hesaplanmış gibi gözüküyor, ibralar var, imzalar var. Ben mahiyetini bildiği kanaatinde değil diyorum, tahminim.

            BİR ÜYE...

            BAŞBAKAN A. MESUT YILMAZ - Peki, sağol.

            Şimdi, Ekrem Beyin sualine cevap verdim, Yıldırım Beyin sualine tam cevap veremedim ve vermem... Şimdi şöyle düşünüyorum: Ben, dediğiniz gibi, resmen sorabilirim; ama, o da bana, biraz önce söylediğim kanunun maddelerine dayanarak, bu bilgiyi vermekten imtiha ettiğine dair bir cevap verebilir. Bu, netice itibariyle bir siyasi şeye dönüşür. Yani, hukuki olarak netice alma imkanım yok; ama, yapabiliriz onu.

            Ahad Beyin sorusuyla ilgili, yani bugün geldiğimiz noktada benim de şüphem iki noktada düğümlenmektedir. Ya devlet adabına uymayan, yani aslında Türkiye’nin menfaatleri gözetilerek yapılan, fakat devletin kurumlarını dışlayan, devletin adabına uymayan, belki birtakım siyasi şeyleri de içine alan bir tasarruf söz konusudur. Onun için açıklamaktan imtina edilmektedir. Belki de tamamen bunların dışında, bütün bunlar yapılmış olan keyfi, şahsi bir ödemenin kamuflajı olarak kullanılmaktadır. Bu iki ihtimalden başka bir ihtimal aklıma gelmiyor; çünkü, aksi takdirde bunun gizlenmesini anlayabilmek mümkün değildir. Yani, başbakanların yapacakları her harcamanın yüzde yüz verimli olması, amacını gerçekleştirmesi mümkün olmaz. Her ödemede mutlaka bir risk faktörü olur. Ama, bu o sırrın paylaşılmasına engel değildir. Burada olsa olsa, dediğim gibi, ya kanuna aykırı bir ödeme söz konusudur veyahut da usullere aykırı, devlet adabına aykırı bir ödeme söz konusudur.  

            KORKUT ÖZAL...

            BAŞBAKAN A. MESUT YILMAZ - Ben kamuoyunun algılamasında bir zorluğumuz olduğunu sanmıyorum.

            BAŞKAN - Buyurun Biltekin Bey.

            BİLTEKİN ÖZDEMİR...

            BAŞBAKAN A. MESUT YILMAZ - Peki Biltekin Bey, galiba DSP bir önerge vermiş Meclise, bu önerge işlem görebilir mi?

            BİLTEKİN ÖZDEMİR...

            BAŞKAN - Sayın Başbakanım, ben size o konuda bir bilgi arz edeyim. Biri aldım diyor, biri verdim diyor, 5,5 milyarlık kısım için. Ona istinaden vermeyi düşünüyor DSP efendim.

            BAŞBAKAN A. MESUT YILMAZ - Korkut Bey...

            KORKUT ÖZAL...

            BAŞBAKAN A. MESUT YILMAZ - Bu konuyu takip edeceğiz, peşini bırakmayacağız. Bu konuda eğer Meclis denetimi mümkünse ben memnun olurum şahsen.

            Şimdi, benim gitmem lazım; Cuma günü Bosna’ya gideceğim, Cumartesi günü Şanlıurfa’da Bakanlar Kurulu ile beraber bu Karkamış Barajının temelini atacağız, Birecek Barajını gezeceğiz. Pazar günü Diyarbakır’da Bakanlar Kurulunun toplantısını yapacağız. Pazartesi günü GAP Yüksek Kurulunun toplantısını yine Diyarbakır’da yapacağız. Güneydoğulu milletvekili arkadaşlarımı yarın saat 11:00’de Başbakanlıkta bekliyorum. Bu Güneydoğu gezisinden önce bir sohbet toplantısı yapacağız. Arkadaşlar ismen de bildirecekler.

            Bu arada, çok kritik bir dönemden geçiyoruz. Kamuoyunda çok çeşitli değerlendirmeler yapılıyor. Bazı arkadaşlarımızın moralleri de bozulabilir. Arkadaşlarımdan ricam, daha önce size söylemiştim, 2 Haziranda bir kere boyumuzu görelim, ondan sonra bir değerlendirme yaparız; ama, o zamana kadar böyle şeylerle vakit kaybetmeyelim. Üç kurum çalışmazsa bir netice alamayız: Birisi, parti, birisi, Hükümettir, birisi de Gruptur. Bu söylediklerimde bakın, koalisyon engelini aşıp buraya kanun tasarısı getirmeye çalışıyoruz. Eğer tasarıları buraya getirir de kendi grubumuz katılmadığı için Meclisten çıkaramazsak netice alamayız. Onun için, Grubun çalışması çok önemlidir.

            Hükümetin çalışmasının sorumluluğu bendedir.

            Parti olarak da arkadaşlarımız ellerinden geleni yapıyorlar. Şu 2 Hazirana kadar bir yandan Meclis, bir yandan ara seçimler konusunda, bütün arkadaşlarımdan azami gayreti göstermelerini rica ediyorum.

            Hepinize teşekkür ediyorum. (Alkışlar)