ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM GRUP KONUŞMASI

09 Ekim 1996

Değerli Arkadaşlarım;

Anavatan Partisi olarak hükümet sorumluluğunu bıraktığımız günden bu yana 100 gün geçmiştir. Bir diğer ifade ile Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi arasında kurulan koalisyon hükümeti, ilk 100 gününü tamamlamıştır. Koalisyon hükümetinin ilk 100 günü sonundaki tablo yüz kızartıcı bir tablodur. Bu hükümet, bu 100 gün içerisinde birtakım sıfatlara hak kazanmıştır. Bunlar bizim yakıştırdığımız sıfatlar değildir, bunlar bu hükümetin icraatıyla elde ettiği, yani bileğinin hakkı ile elde ettiği sıfatlardır.

Bakın, bu hükümetin büyük ortağı olan, hakim ortağı olan Refah Partisinin, geçmişte bizi en fazla eleştirdiği hususlardan birisi, bizim hükümetimize yönelttiği bizden önceki hükümetlere yönelttiği en yoğun eleştirilerden bir tanesi, zam eleştirisi idi. Nitekim, Sayın Erbakan, Başbakan olduktan sonra millete açık bir taahhütte bulunmuştur. Koalisyon hükümetinin zam yapmayacağını, tersine, her hafta millete bir müjde vereceklerini vaat etmiştir. Şimdi, ben 100 günün sonunda söylüyorum: Bu hükümet, şimdiye kadar gelmiş bütün hükümetlerin, yani 1982 Anayasası ile görev yapan bütün hükümetlerin zam şampiyonudur. En fazla zam yapan hükümet bu hükümettir. (Alkışlar) 100 gün içerisinde, 3 defa akaryakıta zam yapmışlardır, 3 defa elektriğe zam yapmışlardır, 3 defa tüp gaza zam yapmışlardır, 3 defa uçak ücretlerine zam yapmışlardır, daha evvelsi gün şekere zam yapmışlardır, bugün tekrar demire zam yapmışlardır. Binaenaleyh, bu hükümet sadece Sayın Erbakan’ın daha önceki vaadini yerine getiremeyen bir hükümet değil, zam konusunda, halkı enflasyona karşı en fazla ezecek maddelere zam konusunda kendisinden önceki bütün hükümetleri sollayan bir hükümet olmuştur.

Yine bu hükümetin ikinci bir özelliği, en çok para basan Hükümettir. Bunlar benim subjektif değerlendirmelerim değil, açar rakamları bakarsanız, 200 gün içerisinde bu kadar para basan, emisyonu bu kadar genişleten başka hiç bir Hükümet yoktur.

Ve nihayet üçüncü özelliği, bu hükümet Türkiye’yi en ağır borç yükü altına sokan Hükümettir. 100 gün içerisinde ağır borç yükü altına sokan Hükümettir. 100 gün içerisinde bu Hükümetin yaptığı borçlanma, oran olarak, bundan önceki bütün Hükümetlerin üzerindedir. Daha dün bir hazine ihalesi yapılmıştır. Bu hazine ihalesinde 8 ay vadeli bono satmıştır. Bu bonolara Devletin ödeyeceği faiz % 130’dur. Devlet, % 130 faiz ödeyerek 8 aylık borçlanmaya gitmiştir. Geçtiğimiz günlerde DİE tarafından Eylül ayının enflasyon rakamları açıklanmıştır. İster tüketici fiyatlarıyla olsun, ister toplam eşya fiyatlarıyla olsun, Türkiye’de geriye doğru 12 aylık enflasyon Eylül ayı sonu itibariyle % 80’dir. Birisi 79.6’dır; ortalama ikisi de % 80’dir. Yani, ister toptan eşya fiyatlarıyla bakın, isterseniz tüketici fiyatlarıyla bakın, Türkiye’de yıllık enflasyon şu anda % 80’dir.

Şimdi, enflasyonun % 80 olduğu bir ortamda Devlet garantisiyle çıkarılan hazine bonoları % 130 faizle satılıyorsa, bunu alan kişiler % 50 reel faiz elde ediyorlar demektir. Yani, enflasyonun üzerinde % 50 enflasyonu aşan bir faiz oranı elde ediyorlar demektir, reel faiz diyoruz. Bu da, aynı zamanda bütün zamanların rekorudur. Yani, 1994 yılında Tansu ÇİLLER’in çaresizlikten çıkardığı o üç aylık bonoları hesaba katmazsanız, şimdiye kadar ne bizim iktidarımızda, ne bizden sonraki iktidarlarda hiçbir zaman Devlet % 50 reel faizle, enflasyonun üzerinde % 50 faizle bono satmamıştır. Sayın Erbakan, muhalefette iken Türkiye’nin bir rantiyeciler cenneti olduğunu ifade ediyordu.

Kendileri geldiği zaman rantiye gelirlerini ortadan kaldıracaklarını ifade ediyordu. Sayın Erbakan’ın Başbakanlığının 100 gününde Türkiye rantiyeciler açısından altın çağını yaşamaktadır. Rantiyeciler, karşılıksız para elde edenler, Devlete borç verip çalışmadan gelir elde edenler, hiçbir dönemde Erbakan’ın şu 100 günlük dönemde Başbakanlığındaki kadar gelir elde etmemişlerdir ve bu gelişmelerin sonunda, önümüzdeki hafta İMF heyeti Türkiye’ye gelecektir. İMF’yi buraya getirebilmek için, önce bu Hükümetin Başbakan Yardımcısı, arkasından Devlet Bakanı, İMF’nin kapısında yalvar yakar olmuşlardır. Onlara daha önce kabul etmedikleri her türlü taahhüdü yerine getirmeye hazır olduklarını ifade etmişlerdir. Şimdi, gelecek hafta IMF Türkiye’ye gelecektir, Türkiye’ye o iki haftalık temasları sonucunda bir reçete yazacaktır. Eğer bu Hükümet o reçeteyi uygulamayı kabul ederse, Türkiye IMF ile yeniden anlaşma yapacaktır. Yıllardan beri Türkiye’ye IMF’yi öcü gibi gösteren, IMF’nin Türkiye’yi sömürmedeki bir araç olduğunu ifade eden Refah Partisinin iktidarında Türkiye yeniden Anavatan döneminde kurtulduğu IMF boyunduruğuna girmek zorunda kalacaktır.

Değerli arkadaşlarım, bu tabloyu çok daha zenginleştirmek mümkündür. Bu Hükümetin 100 günlük döneminde olumlu icraat olarak kendimizi ne kadar objektif olmaya zorlarsak zorlayalım, bulabileceğimiz tek bir icraat yoktur. Yani, bu hükümetini çıkıp da “Ben 100 günde işte memleketin geleceği için şunu yaptım, şu sorunu çözmek için, şu tedbiri aldım” diye örnek gösterebileceği hiçbir uygulaması yoktur. Ama, tersine her alanda ister sosyal politikada olsun, ister ekonomi politikasında olsun, ister dış politikada olsun, ülkenin geleceğini daha ağır ipotek altına sokan, ülkenin geleceği açısından çok daha ağır yükler doğuracak olan birçok örnekleri sıralamak mümkündür. Bunlar zaten her gün kamuoyunda tartışılmaktadır. Arkadaşlarım bu konudaki gelişmeleri

yakından izlemektedirler. Burada bunların detayına girmeyeceğim; ama, hepinizi bir hususta dikkatli olmaya çağıracağım. Ekonomide bu kadar perişan duruma düşen, Türkiye’nin daha önce yakındığı sorunlarını çözmede bu kadar başarısız, bu kadar beceriksiz, bu kadar hazırlıksız olduğunu ortaya koyan Refah Partisi, şimdi Türkiye’nin gündemini değiştirmenin peşindedir. Gündeme suni birtakım konular çıkarıp, asıl başarısızlığını, asıl beceriksizliğini milletten gizlemenin peşindedir. Bunun için el attıkları konulardan birisi de dış politikadır.

Şimdi bakın, şu 100 gün içerisinde yaşadığımız dış politikadaki gelişmeleri anlamakta, değerlendirmekte, bunun Hükümetin hangi esaslara dayalı olarak belirleyip uyguladığı bir politika olduğunu değerlendirmekte güçlük çeken arkadaşlarım olabilir. Ama ben onlara yardımcı olmak için size bazı hususları hatırlatmak ihtiyacını duyuyorum.

Biliyorsunuz, dünyada “G - Seven” diye bir milletler gruplaşması var, buna “Zenginler Kulübü” de diyorlar. Bu kulübün üyeleri Amerika Birleşik Devletleridir, Kanada’dır, İngiltere’dir, Almanya’dır, Fransa’dır, İtalya’dır, birde Japonya’dır. Yani “G7” denilen bu 7 ülke dünyanın en zengin olan ülkeleridir. Hem dünya ekonomisinde hen dünyadaki politik gelişmelerde en fazla söz sahibi olan ülkelerdir. Bu ülkelerin ortak özelliği, hepsinin demokrasiyle yönetilen ülkeler olmasıdır. Bu ülkeler belirli zamanlarda en yüksek düzeyde bir araya gelirler, Başkanlık sisteminin uygulandığı ülkelerde devlet başkanı temsil eder ülkelerini, parlamenter rejimlerde başbakanlar temsil eder, bu 7 ülkenin liderleri bir araya gelirler, hem kendi aralarındaki ilişkileri hem dünyanın genel gidişiyle ilgili birtakım değerlendirmeleri yaparlar, buna paralel birtakıım prensip kararları alırlar. İşte en üst zirvede alınan bu kararlar, daha sonra hem bu ülkelerin ikili ilişkileri yoluyla hem de içinde yer aldıkları uluslararası kuruluşların içerisindeki nüfuzları yoluyla uygulamaya konulur.

Bu tabii, dünyada böyle 7 tane dev ülkenin, dünyanın geleceği ile ilgili söz sahibi olmaları, bu 7 ülke dışındaki bütün ülkeler gibi, bizim de aslında haz duyacağımız bir durum değildir. Yani, bizim kaderimizi bizin dışımızdaki ülkelerin aralarında konuşuyor olması, bizimle ilgili birtakım ilke kararlarını almaları, bizi memnun edecek bir durum değildir; ama, ne var ki bu dünyanın bir realitesidir. Bu realiteye basiretsizce, düşüncesizce karşı çıkan Saddam’ın hali ortadadır. Ülkesine verdiği zarar ortadadır.

Onun için, Türkiye bu konuda geçmişten gelen önemli bir avantaja sahiptir. Türkiye 1946’dan beri çok partili demokrasiyi uygulayan bir ülkedir. Türkiye 1946’dan beri batı sistemi içerisinde, gelişmiş demokratik ülkelerin uluslararası teşekkülleri içerisinde yer almış olan bir ülkedir. Binaenaleyh, geçmişte uyguladığı politikalar itibariyle dünyada meydana gelen değişikliklerden kazanç sağlayabilecek olan bir ülkedir. Türkiye, Doğu Avrupa ülkeleri gibi, Rusya gibi, Çin gibi, daha düne kadar, inatla insan tabiatına aykırı olan, tarihin gidişine ters olan bir ideolojiyi uygulamaya çalışan, bunun için antidemokratik yönetimlere tahammül eden bir ülke değildir. Türkiye, rotasını doğru tespit etmiş olan bir ülkedir.

Cumhuriyetin başından beri izlediği dış politika, dünyada meydana gelen gelişmelerle doğrulanmış olan bir ülkedir ve 1990’ın başından itibaren, dünyada ideolojik savaş sona ermişse, artık hürriyetçi düzen, liberal ekonomi, demokratik ilkeler, totaliter yönetimlere karşı, komünist ideolojinin uygulanmasına karşı kesin bir üstünlük sağlamışlarsa, onu tasfiye etmişlerse, artık Rusya’da, Çin’de bile bu ekonomik değişim yaşanmakta ise, Türkiye bu tarihi rotasını değiştirmek değil, daha da güçlendirmek durumundadır. Öteden beri büyük zorluklara rağmen İslam aleminde tek ülke olarak koruduğu bu değerlere daha fazla sarılmak durumundadır. Dünyada öne geçebilmesi, dünyadaki yarışta ön alabilmesi buna bağlıdır. Maalesef, bugün Türkiye’de yaşanan hadise, Erbakan’ın Başbakan olmasıyla, Refah Partisinin bu koalisyonun büyük ortağı olmasıyla Türkiye’de yaşanan hadise bunun taban tabana zıttıdır. Türkiye, 50 yıldan beri, Cumhuriyetin başından beri takip ettiği rotayı, bu rota Türkiye’yi bugün dünyada avantajlı kılmasına rağmen, bu rota daha düne kadar bize karşı olan ülkelerin mağlubiyetini tescil etmiş olmasına rağmen, değiştirilmek istenmektedir.

Sayın Erbakan’ın zaman zaman kamuoyuna da söylediği, o koalisyon görüşmeleri sırasında bizzat bana söylediği bir fikri var: Sayın Erbakan bu G7’lerin karşısında İ7’leri kurmayı düşünüyor. Yani, İslam dünyasının zenginler kulübünü, İslam dünyasının büyük devletlerinden oluşan 7’li bir grup oluşturmayı düşünüyor. Bunun gerçekçi bir düşünce olmadığını, herhalde birçok arkadaşım paylaşır. Bunun geçerli bir düşünce olmamasının nedeni, sadece bu ülkelerin gelişme düzeyi bakımından diğer ülkelerle pazarlık konumunu elde etmiş güçlü ekonomilere sahip ülkeler olmayışından kaynaklanmıyor. Bunun gerçekçi olmaması, aynı zamanda bu ülkelerin kendi içerisindeki çelişkilerden kaynaklanıyor. İslam dünyası, maalesef, çağın gidişini doğru okuyan, o ülkelerin refahını artıran ortak yönetim ilkelerinde, ortak değer yargılarında birleşen bir dayanışmayı temsil etmiyor.

İşte, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi, işet İran ile Irak’ın boğaz boğaza birbiriyle yıllar boyu savaş yürütmesi, İslam dünyasında devamlı meydana gelen çelişkiler, İran’ın Türkiye’ye karşı bildiğiniz tutumu... Bütün bunlar, İslam dünyasında böyle bir dayanışmanın gerçekçi olmadığını, Sayın, Erbakan’ın böyle bir hayalle, böyle bir rüya ile Türk dış politikasını başka bir raya oturtmak istemesinin Türkiye açısından çok büyük bir risk olacağını gösteriyor, bir yanlış olacağını gösteriyor.

Sayın Erbakan, 100 gün içerisinde birtakım ülkelere ziyaretler yaptı. Bir Hükümetin Hükümet Başkanı düzeyinde hele parlamenter demokratik bir ülkede Başbakanın, yani o ülkede en fazla söz sahibi olan, icraatta en fazla sorumluluk taşıyan kişinin hangi ülkeleri ziyaret ettiği, hangi ülkelere dış gezilerinde öncelik verdiği, o ülkenin dış politikası açısından da bir ölçü teşkil eder, bir kriter teşkil eder. Bakın, ben de 110 gün Başbakanlık yaptım bundan önceki koalisyonda. Benim ziyaret ettiğim ülkeler, Azerbaycan’dır, Almanya’dır, Bosna-Hersek’tir, Fransa’daki uluslararası bir toplantıdır, İtalya’daki de uluslararası bir toplantıdır, bir de Belçika’dır, Avrupa Birliğidir. Çünkü, ben Türkiye’nin dış politika öncelikleri açısından bu ülkelerin tabii güncel değerlendirmeleri de dikkate aldığımızda daha önemli olduğunu, eğer Başbakan olarak bir dış gezi yapılacaksa bu ülkeleri ziyaret etmenin Türk dış politikası açısından daha uygun bir imaj vereceğini düşündüm.

Esasen bunu başbakanlar kendileri düşünmezler, bunu devlet adına düşünen kurumlar vardır. O kurumlar devletin sürekliliğini temsil eden kurumlardır. Türkiye’de Dışişleri Bakanlığı, hiçbir zaman bugünkü kadar yıpratılmamıştır, bugünkü kadar zaafa uğratılmamıştır.; ama, bugünkü haliyle bile, devletin dış politikasında partileri aşan, devletin sürekliliğini temsil eden bir kurumdur ve hangi partinin lideri Başbakan olursa olsun, hükümet hangi partilerden oluşursa oluşsun, Dışişleri Bakanlığı, devlet politikasındaki bu sürekliliği korumaya öncelik verir. Yani, Başbakana birtakım telkinlerde bulunur, der ki: “Dün izlenen politikanın gereği, şu ülkelere dış gezi yapmanız lazım” veya “Bugün Türkiye’nin öncelikleri itibariyle şu ülkelere gitmeniz doğru olur.”

Şimdi değerli arkadaşlarım, gözden kaçırılmaması gereken husus şudur: Sayın Erbakan, yaptığı dış gezilerle Türkiye’nin dış politikasını filan uyguluyor değildir. Sayın Erbakan, daha önce bana da söylediği, kafasındaki o ham hayallerin Türkiye’nin menfaatlerine hizmet etmek bir yana, Türkiye’ye zarar verecek olan o hayallerin gereğini yapmaktadır. Sayın Erbakan 100 günde nereye gitmiştir? Bakın, İran’a gitmiştir, Malezya’ya gitmiştir, Endonezya’ya gitmiştir, Mısır’a gitmiştir, Nijerya’ya gitmiştir, bu ülkeler hepsi Sayın Erbakan’ın İ7 diye düşündüğü, yani İslam dünyasının zenginler kulübü olan ülkelerdir. Türk Dışişleri Erbakan’a bu ülkelere gitmesini söylememiştir. Tersine, bu ülkelere öncelikli olarak gitmenin yanlış olacağını söylemiştir. Türk dış politikasında köklü bir değişimin sinyalini vereceğini, bunun Türkiye açısından doğru olmayacağını söylemiştir. Sayın Erbakan 100 gün içerisinde Türk Cumhuriyetleriyle ilgili hiçbir girişimde bulunmamıştır. Ne elçilerini kabul etmiştir, ne bu ülkeleri ziyaret etmiştir. Sayın Erbakan’ın gündeminde Türk dünyası yoktur, Türk cumhuriyetleri yoktur. (Alkışlar)

Sayın Erbakan’ın bu gezi programında, dış gezilerinde, dış temaslarında, Hükümet içerisinde tam bir konsensüsün, tam bir ortak anlayışın olduğu da söylenemez. Sayın Çiller’in her gün değişen, ne dediği belli olmayan açıklamalarını bir yana bırakırsanız, onun özel durumundan kaynaklanan, bu Hükümet içinde rehine olmasından kaynaklanan çelişkilerini, tutarsızlıklarını bir yana bırakırsanız, Doğru Yol Partisi adına yapılan, Doğru Yol Partili bakanlar tarafından yapılan açıklamalara, verilen beyanatlara bakarsanız, Doğru Yol’un bir dediği bir dediğini tutmamaktadır. Yani, bu gezilere karşı mıdır, değil midir Başbakanın arasında mıdır, yanında mıdır belli değildir; ama, bu Hükümetin bu dış politikasındaki kopukluğunu Hükümet ortaklarının birbirinden farklı yaklaşımlarını ortaya koyacak en çarpıcı örnek Libya ziyaretidir.

Değerli arkadaşlarım, Libya ziyaretinin bir özelliği var. Başbakanın gitmesinden 15 gün kadar önce Libya’nın milli kurtuluş günüdür. Libya’nın kurtuluş gününe, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Hükümet düzeyinde katılmayı kararlaştırmıştır. Buna bir diyeceğimiz yok, bu doğrudur, geçmişte de, bizim zamanımızda da hükümetler Libya’nın kurtuluş gününe bir bakan göndermişlerdir. Ha, bu Hükümet iki bakan göndermektedir; çünkü, birbirine güvenememektedirler. Bir Refah Partili, Bir Doğru Yol Partili iki bakan birden gitmiştir kurtuluş gününe. Herhalde Libyalılar da buna şaşırmışlardır: Niye iki bakan geliyor diye. Ama, bu Hükümetin adeti böyledir.

Geçen günü de suikastte öldürülen eski Bulgaristan Başbakanının cenaze törenine Hükümet yine iki bakanla katıldı. Yani, Refah Partili ve Doğru Yol Partili iki bakan gitti. Biliyorsunuz, ondan önce Irak ile temaslara da yine iki bakan gönderildi. Bu Hükümetin ortakları devamlı birbirlerini kollamak, birbirlerinin temaslarında ona gözcülük etmekle görevlidirler. Onun için, bu Hükümet Libya’nın kurtuluşuna da iki bakan göndermiştir. Bunu da anlayışla karşılıyoruz, yani bu Hükümetin ortakları arasındaki bu güven eksikliğinden kaynaklanan bu durumu da anlayışla karşılıyoruz; ama, Türkiye’yi temsil eden bu iki bakan, orada taleplerine rağmen, 4 gün bekletildikleri halde Libya Lideri tarafından kabul edilmemişlerdir. Ve bu bakanlarımızın orada olduğu süre içerisinde, Libya Lideri Kaddafi, Türkiye ile ilgili zehir zemberek ifadeleri içeren bir konuşma yapmıştır. Türkiye’nin geçmişte Arapları kestiği, bugün Kürtleri kestiğini, Türkiye’nin soykırım yapan bir devlet olduğunu söylemiştir.

Şimdi, bu uluslararası ilişkilerde her zaman rastlanan bir durum değildir. Yani, bir ülkenin en üst düzeyde, mutlak hakimi konumundaki bir kişinin başka bir ülkeyle ilgili hem de o ülkeyle yoğun ilişkiler içerisinde olan, iyi ilişkiler içerisinde olan bir ülkeye bu kadar ağır hakarette bulunması, öyle sık sık rastlanan bir durum değildir. Eğer bu kadar ağır hakarete maruz kaldığınız zaman, şu veya bu nedenle, isterse milyarlarca dolar olsun, sesinizi çıkarmazsanız, ondan sonra bütün ülkeler size aynı şeyi yaparlar, onların hepsine katlanmak zorundasınız. Bu ifadeler karşısında Hükümetten beklenen, en sert şekilde tepki göstermekti. Bu tepki gösterilmemiştir. Dışişleri Bakanlığı bu konuda Libya’dan bilgi istemiştir. Libya’dan verilen cevapta Kaddafi’nin bu sözleri tekzip edilmemiştir, yani bunların söylenmediği söylenmemiştir.

Bu durumda Türkiye adına, Türk Başbakanı olarak yapılabilecek en ağır hata, hiç affı mümkün olmayan, telafisi mümkün olmayan en ağır hata Türkiye’ye hakaret eden bu adamın ayağına gitmek olurdu. Sayın Erbakan bu en ağır hatayı yapmıştır. Neye rağmen yapmıştır, bakın, dikkat edin: Libya’daki Türk Devletinin Büyükelçisi, üç tane kripto göndermiştir: “Başbakanın Libya’ya gelmesi yanlış olur”diye. Bir büyükelçinin kendi Hükümet Başkanının o ülkeye yapacağı ziyaretin yapılmamasına ilişkin bir kripto göndermesi biraz cesaret ister. Benim bildiğim bunun örneği de yoktur. Yani, bunu diplomatik şekillerde Dışişleri mensupları zaman zaman ima ederler, telkin ederler, söylerler; ama, açık açık şu andaki Libya Büyükelçimizin yaptığı gibi, “ Bu ifadeler burada durdukça, Erbakan’ın, Sayın Başbakan’ın Libya’yı ziyaret etmesi yanlış olur, bundan Türkiye zarar görür. Bu ziyaret sırasında benzer tatsızlıkların da yaşanması muhtemeldir” diye uyarıları olmuştur. Erbakan bu uyarıları dikkate almamıştır.

Bizim tutumumuzu biliyorsunuz, biz baştan beri bu seyahate karşı çıktık. Bizden milletvekili istediler onu da vermedik. Sadece biz değil, diğer muhalefet partileri de karşı çıktılar, Koalisyon ortağı olan partinin lideri dahi, bu seyahatin zamansız olduğunu söyledi, en azından o kadarını söyleyebildi. Yani, rehine durumunda olmasına rağmen o kadarını söyleyebildi: “Bu seyahat zamansızdır “ dedi. Buna rağmen Sayın Erbakan gitmeye karar vermiştir. Devlet gitme diyor, Dışişleri gitme diyor, muhalefet gitme diyor, kamuoyu gitme diyor, Sayın Erbakan “Hayır , gideceğim” demiştir. Ha, bu başbakanın takdir hakkı içine girer mi? Girer; ama, bu takdir hakkını böyle kullanan Başbakan da, bunun riskini üstlenir. Bunun doğuracağı bütün sonuçlar da baştan kabullenmiş olur.

Değerli arkadaşlarım, bu gezi bitti. Sayın Erbakan Türkiye’ye geldi, dün akşam herhalde izlediniz. Ne dedi: “Türkiye’deki tepkilere çok hayret ediyorum. Ben buraya muzaffer Romalı bir komutan gibi geldim” Şimdi dikkat edin, bu Erbakan geçmişte ne diyordu: “Bunların hepsi batı taklitçileri” diyordu. Şimdi, batılı bir komutan gibi geldim diyor, Romalı bir komutan gibi geldim diyor. “Ben İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet gibi geldim” diyemiyor. (Alkışlar) Çünkü, belki Fatih’ten utanıyor.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Erbakan bir laf ebesidir. Yarın, Mecliste de bu konu tartışılacaktır. Dün havaalanında söylediğini, bugün herhalde basın toplantısında söyleyeceğini, yarın Mecliste de söyleyecektir. Ama, Erbakan’ın söylediklerinin büyük kısmı, maalesef hilafı hakikattir.

Şimdi bakın, bunu anlamak için sadece Hükümetin iki ortağının bu geziyle ilgili tutum ve davranışlarını, beyanlarını karşılaştırmak yeterlidir. Hiç bizim değerlendirmelerimizi bir tarafa bırakıyorum. Bu Hükümetin iki tane ortağı var; bir tanesinin başı Başbakan’dır, bir tanesinin başı Dışişleri Bakanı’dır. Şimdi bunlar ne dediler: Sayın Çiller üç gün önce kamuoyuna döndü dedi lki: “ İran, Suriye ve Libya bizim terörle mücadelemizde yanımızda değil, karşımızdadır ve maalesef Kaddafi PKK terör örgütüne destek olmaktadır” Bu, Dışişleri Bakanı’nın ifadesidir. Bu ifade gizli ifade değildir, bu ifade basının önünde yapılmıştır.

Şimdi, Sayın Erbakan’ın, aynı Hükümetin Başbakan’ının bu konuda ki değerlendirmesi nedir: Başbakan, İran’ın, Suriye’nin, Libya’nın PKK’ya destek olduğunu kabul etmekte midir? O zaman bu Hükümetin ortakları daha düşmanlarını tanımakta bile anlaşamamaktadırlar. Kimin dost, kimin düşman olduğunu dahi daha ayıramamaktadırlar. Bu kadar temel bir konuda farklı düşünen ortakların , Türkiye’nin menfaatini korumasını bekleyebilir misiniz ?

İkinci bir şey; Sayın Çiller bu kürsüye çıktı, kendi grubuna: “Bu gezi zamansız bir gezidir” Bu kadarını söyleyebildi. Ondan sonra baktım televizyonda Genelkurmay Başkanı ile yan yana dururken, “Ben söyledim ona, bu hatalı olmuştur “ diyor. Doğru mu değil mi? Yalanlamadı bilmiyorum ama, televizyonda dudağını okumuşlar öyle demiş.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Erbakan bu gezi için ne diyor: Bu gezi son derece başarılı olmuştur” Bir gezinin başarılı olup olmadığını değerlendirmekte dahi ayrılan ortakların uyumlu, Türkiye’nin menfaatlerini savunan bir politika izlemeleri mümkün mü?

Peki, en önemli şeyi söyleyeceğim: Bu gezi diyelim ki başarılı bir gezi, diyelim ki Sayın Erbakan’ın bütün dedikleri doğru. Aslında bütün dedikleri yanlış ama, bir an için düşünelim ki bütün dedikleri doğrudur, çok başarılı bir gezi olmuştur, müteahhitlerin orada ki alacakları tahsil edilmiştir, PKK’yı tanımayan Kaddafi’ye PKK tanıtılmıştır, Türkiye’nin menfaatleri sonuna kadar korunmuştur. Hem de Türkiye’deki bir takım çatlak seslere, yaygaralara rağmen,kahraman Erbakan, Romalı komutan, gitmiş Türkiye’nin bütün menfaatlerini korumuş, ekonomik menfaatlerini de korumuş, Türkiye’yi rencide eden beyanlarda bulunan kişiye de tarih dersi vermiş.

Peki, o zaman sormazlar mı? Büyükelçi niye geri çekildi? Bu kadar başarılı gezi olmuş, bu kadar iyi sonuçlar elde edilmiş, Başbakan gezinin başarılı olduğunu söylüyor. Niye büyükelçi geri çekildi?... İki gün önce Dışişleri Bakanlığının resmi açıklaması var, “Libya lideri Muammer Kaddafi’nin bizi son derece üzen, haksız, yersiz beyanları üzerine, Libya’daki büyükelçimizi geçici olarak geri çağırdık” diyor. Acaba büyükelçiyi geri çağırırlarken Başbakana sormamışlar mı? Acaba bu Hükümet iki ayrı devletin hükümeti mi? Acaba bu Hükümetin Başbakanı ile Dışişleri Bakanı, açıp birbiriyle konuşmazlar mı? Yani bunlar sadece başka devlet adamlarıyla mı konuşurlar? Birbirleriyle konuşmuyorlar mı?... Türkiye adına büyükelçiyi oradan geri çağırırken, yani Libya’nın tutumunu resmen protesto ederken, -en ağır protesto şeklidir bu büyükelçiyi geri çekmek-en ağır şekilde protesto ederken birbirlerine danışmıyorlar mı?

Değerli arkadaşlarım, Türk dış politikası zaman zaman güçlüklerle karşılaşmıştır. 1970’li yıllarda ambargoya maruz kaldık, dostlarımızla ilişkilerimizde çok ciddi sorunlar oldu. Ama, Türkiye, Cumhuriyetin başlangıcından bugüne kadar dış politikada hiç bu kadar ağır bir konjonktüre yakalanmamıştır. Türkiye dünyada hiç bu kadar yalnızlığa itilmemiştir. Bir yandan düşmanlarından, bir yandan dostlarından hiç bu kadar rencide edilmemiştir. Sayın Erbakan’ın Kaddafi ile yaptığı görüşme sırasında, daha doğrusu ondan önce Kaddafi’nin yaptığı açıklamada, hepinizin bildiği PKK ile ilgili bir takın şeyler var, Kürt devleti kurulsunmuş filan falan... Ama, konuşma bundan ibaret değil ki. Kaddafi aynı zamanda Türkiye Cumhuriyetini suçluyor, Cumhuriyet dönemiyle ilgili çok ağır suçlamalarda bulunuyor. Sayın Erbakan cevabi konuşmasında bunların hiçbirine cevap vermemiştir, Cumhuriyeti savunmamıştır, Cumhuriyetin Başbakanı gibi davranmamıştır. Çünkü, Kaddafi’nin söylediği o şeyler, PKK ile ilgili kısmını bir yana bırakırsanız, aslında Erbakan’ında savunduğu milli görüşün aynısıdır. (Alkışlar)

Erbakan geçmişte ne diyordu: Biz gelirsek garson devlet olacağız” Öyle mi? Meğerse, Erbakan’ın garson devletten anladığı neymiş?... Neymiş garson devlet?... Yüzüne tükürseler bile, hesabı tahsil etmek için “Yağmur yağdı” diyen garsonun devletiymiş. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Libya’da yaşanan rezaletin eşi, benzeri Türkiye’de yaşanmamıştır, Türkiye’nin başına gelmemiştir. Ben kendi tarih bilgimle, benden daha iyi tarihi bilen arkadaşlarım var burada, onlar belki bana yardımcı olurlar, benim tarih bilgime göre, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde değil, Türk tarihinde, Türk devletini temsil eden kişilere iki tane önemli hakaret vardır: Birincisini İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Osmanlı Devletinin Başbakanı Damat Ferit Paşa’ya yapmıştır. İkincisini de Libya’daki çöl bedevisi Kaddafi Erbakan’a yapmıştır. (Alkışlar) Benim bildiğim üçüncü bir örneği yoktur.

Şimdi, işin teknik yönüne fazla girmiyorum, orası ayrı bir rezalettir. Erbakan Libya’ya 250 kişiyle gitmiştir. Libya’daki görüşmeler 250 kişinin katılımıyla başlamıştır. Daha dünyada böyle bir şey yok. Yani bunu ancak Kaddafi ile Erbakan yaparlar. 250 kişi Türk tarafı masaya oturmuş, karşıda da Libya tarafı var, alacakları pazarlık ediyorlar. Ama sonunda öyle bir noktaya gelmişler ki, Kaddafi’nin o açıklamaları üzerine, ortak bildiri yapacaklar, ortak bildiriyi yazamıyorlar. Çünkü, Libya geri adım atmıyor, Erbakan “Ben nasıl Türkiye’ye dönerim” diyor. Zaten bakanları da söylediler. O görüşmelere Dışişleri Bakanlığının mensupları alınmamıştır, büyükelçiler alınmamıştır,onu sadece siyasiler yapmışlardır.

Erbakan ile beraber giden iki üç tane bakanla Libya’daki siyasiler oturmuşlar, ortak bildiriyi müzakere etmişlerdir. Bakın, şimdi Erbakan’ın söylediği hilafı hakikat beyanlardan birisi şudur: Libya o bildiride, “ Biz PKK’nın terör örgütü olduğunu kabul ediyoruz, bundan sonra bu terör örgütüyle mücadele edeceğiz” filan dememiştir. Ortak bildiride söylenen husus şudur: “ Türk tarafı, PKK’nın terörist bir örgüt olduğunu ifade etmiş, buna karşılık Libya tarafı da, bazı ulusların ve bu uluslara bağlı bazı kuruluşların terörist faaliyetleri konusunda Türkiye’ye bilgi vermiş”... Bu devletlerden kasıt Amerika Birleşik Devletleri ile İsrail’dir; kuruluşlardan kasıt da CIA ile MOSSAD’tır,yani bu iki devletin gizli istihbarat teşkilatlarıdır, ismi zikredilmeden söylenen budur....

Şimdi, diplomaside şöyle bir şey vardır: Eğer iki devlet bir konuda tam olarak anlaşmaya, uzlaşmaya varıyorlarsa, ortak bildiride bunu ortak görüş olarak dile getirirler. Eğer iki devletin görüşü arasında farklılık varsa, o zaman bu, ortak bildiride olduğu gibi, birbirlerine söylediklerini yazarlar, not alırlar. Yani, “Ben tutumumu devam ettiriyorum, o da tutumunu devam ettiriyor; ama, birbirimizle görüş teatisinde bulunduk, birbirimizin görüşünü öğrendik. O bana kendi görüşünü söyledi ben not aldım, ben kendi görüşümü söyledim o not aldı...” Ha, bu ortak bildiride bir adım ileri gidiliyor, deniliyor ki: “ Bu konuda önümüzdeki dönemde iki ülke işbirliği imkanlarını da müzakere edeceklerdir.”

Şimdi, neyin işbirliği?.. Libya bir takım terörist olaylara muhatapmış, bu terörist olaylar Amerika Birleşik Devletlerinden ve İsrail’den geliyor veya onların gizli kuruluşlarından geliyor. Biz Libya’nın maruz kaldığı bu terörist baskılardan kurtulması için Libya ile işbirliği yapacağız. Biz bu taahhüde giriyoruz, dikkat edin. Biz müttefikimiz olan Amerika Birleşik Devletlerinin terörist olduğunu kabul ediyoruz, İsrail’inde terörist olduğunu kabul ediyoruz. Ha, İsrail’in geçmişte yaptığı bazı uygulamaların terörizme ne kadar uyar, ne kadar uymaz, o ayrı bir tartışma konusudur. Ama, o zaman sormazlar mı Sayın Erbakan’a: İsrail terörist bir devletse, niye 100 günlük Başbakanlığında iki tane anlaşma imzaladın?” (Alkışlar)

Bakın, bilinmeyen, kamuoyuna yansımayan bir şey daha var: O Mısır seyahatinin rezaletini biliyorsunuz, bayrak çekilmemesi... Önce “Hava karardığı için” dediler, ondan sonra “böyle usulleri yokmuş” dediler. Şimdi, bugün Mısır büyükelçisi yeni bir açıklama yapmış, bugünkü gazetede var, diyor ki: “Bu resmi bir ziyaret değildi, onun için bayrağı asmadık.”

Şimdi, diyelim ki, tamam, Mısır tarafını geçtik. Yani, kendisine saygısı olmayan insanların, bayrağına saygısının olmasını bekleyemezsiniz, onu da...(Alkışlar) Onu da sineye çektiler, Mısır bölümü bitti. Bakın, şimdi Mısır seyahatinin son gününde Libya’da, Trablusgarp’ta Libya yönetiminin resmi organı olan gazetede -dikkat edin- aynen şöyle bir şey çıkıyor: “Biz Erbakan’ı Türkiye’nin Başbakanı olarak karşılamıyoruz, biz Erbakan’ı İslam’a Çağrı Cemiyetinin bir üyesi olarak karşılıyoruz. Bizim için Türkiye, hala Siyonist uşağı bir ülkedir” Şimdi, ben bunu iddia olarak atıyorum ortaya, bu doğru değilse yalanlarlar. Dışişleri Bakanlığı, Libya’daki resmi gazetenin bu beyanlarını Erbakan’a ulaştırıyor, Erbakan’ın bakanının eline veriyor ve buna rağmen Erbakan Libya’ya gidiyor.

Şimdi, Türk Devletinin vatandaşları bu Başbakana güvenebilirler mi? Bunun orada yaptığı baş başa görüşmelerde Türkiye’nin menfaatlerinin savunulduğuna inanabilirler mi? Ben açıkça buradan söylüyorum: Erbakan o görüşmelerde Türkiye’yi savunmamıştır. Türkiye’nin menfaatlerini düşünmemiştir. O, sadece kendi partisinin menfaatlerini, kendi hayallerinin gereği olan şeyleri görüşmüştür.

Değerli arkadaşlarım, bu para konusuna da bir açıklık getirelim. Bu konuda kamuoyunda yanlış biliniyor. Libya’dan Türk müteahhitlerinin öyle 160 milyon dolar falan değil, çok daha fazla alacakları var. Ama, bu alacaklardan, bütün işlemleri tekemmül etmiş olan, Hazine borcu sayılan, yani Libya hazinesinin kabul ettiği 160 Milyon Dolarlık bir kısım var; bunun ödenmesi lazım. Bu bugün ortaya çıkan bir durum değil, 4 sene önce ortaya çıkmış. Libya o zaman yılda 20 Milyar Dolar petrol geliri elde ediyor. Sonra bu Amerikan uçağına sabotaj yapan kişileri saklıyor diye, Amerika Libya’ya ambargo uygulamış. Libya’nın ticari ilişkilerini geniş ölçüde kısıtlamış, Libya’nın petrol gelirleri 20 Milyar Dolardan 7 Milyar Dolara düşmüş. Bunun üzerine Libya, diğer ülkelere olduğu gibi, Türkiye’ye de bu borçlarını ödeyemez duruma düşmüş. İki sene ödeyememiş,

1994 yılında Libya’da Karma Ekonomik Komisyon toplantısı yapılıyor, bu toplantıda bu konu görüşülmüş protokola bağlanmış. O protokola göre, belli bir miktarını, yüzde 40’ını peşin olarak ödeyecek Libya, geri kalan kısmı için de bir takvim yapılmış. Aradan bir yıl daha geçmiş, Libya ne o anlaşmada peşin olarak ödemeyi taahhüt ettiği kısmını ödemiş, ne de diğer takvime göre, o ödeme takvimini yerine getirmiş. Bunun üzerine, 1995 yılında Sayın Çiller Başbakan olarak Libya’ya gitmiş, resmi planlanan bir gezi değil. Fas’ta yapılan, sanıyorum İslam Ülkeleri Ekonomik Toplantısında, daha önceden planlanmadığı halde, orada Libya yetkilileri bizimkilere demişler ki: “Kaddafi, Sayın Başbakanı ülkesine davet ediyor. Eğer bu ziyaret yapılırsa, bu borçların ödenmesi konusunda kolaylık gösterilecek.” Bunun üzerine, işte Erbakan’ın yaptığı gibi, Çiller de o zaman Fas’tan önce Tunus’a gidiyor, oradan çölde bilmem ne kadar gidiyor, çadırda Kaddafi ile buluşuyor. O görüşmenin konusu sadece müteahhit alacaklarının tahsilidir. Orada Kaddafi tekrar söz veriyor. Buna rağmen sadece 10 Milyon Dolarlık kısmını ödüyor; yani, peşin ödemeyi taahhüt ettiği yüzde 40’ı dahi ödemiyor. Çiller’in o ziyaretinden sonra 10 Milyon Dolarlık bir kısım ödeniyor. Bu güne gelindiğinde hala buna ilave bir ödeme yapılmamış. Yani, 1994 yılındaki anlaşmanın hükümleri yerine getirilmemiş.

Şimdi, Erbakan dün akşam havaalanında diyor ki: “Paraları bağladık, hemen gelecek” Şu anda Erbakan’ın yaptığı anlaşma, 1994 yılında yapılan katma protokolden daha kötüdür. Yani, Karma Ekonomik Komisyon Protokolünde yapılan anlaşmadan daha kötüdür; çünkü, Türkiye o zaman alacak olarak Libya’nın ödemeyi taahhüt ettiği birtakım alacaklarından feragat etmiştir, bilmem ne kadarlık kısmı, Libya’da ödenecek vergi karşılığı diye, sigorta karşılığı diye bu miktardan düşülmüştür. Ondan sonra yüzde 40’ı Libya Dinarı olarak ödenmesi taahhüt edilmiştir, geri kalan kısmı da yılda 3 milyon dolar olmak üzere taksitlere bağlanmıştır. Yani, kaç yıl sürerse bilmiyorum, yılda 3 milyon dolarlık taksitlerle ödeyecektir.

Sayın Erbakan’ın “Çözdüm” dediği hadise, aslında 1994 yılında yapılan anlaşmadan daha kötüdür, daha geridir. Hiçbir peşin ödeme filan da yapılmamıştır, yüzde 40’ının Libya Dinarı olarak ödeneceği söz verilmiştir; o kadar. Ama, Libya’nın verdiği sözleri ne kadar yerine getirdiği geçmişten bellidir, 1994’te imzaladığı protokolü yerine getirmemiştir, 1995’te Çiller’e verdiği sözü yerine getirmemiştir. Ha, şimdi Erbakan’a verdiği sözü yerine getirir mi; onu göreceğiz. Ama, getirse dahi, bu Türkiye açısından bir iyileştirme değil, bir geri adımdır. Türkiye birtakım alacaklarından feragat etmiştir.

Değerli arkadaşlarım, Libya’dan alacaklı olan tek ülke Türkiye değil. Hatta Libya’nın borçlu olduğu ülkelerin listesine bakarsanız, Türkiye en sonlarda geliyor. Yani, Libya’dan en fazla alacaklı olan ülke, bizim alacağımızın 5-10 katı daha alacaklıdır. Ama, hiçbir zaman o ülkelerin başbakanları gidip de, bu alacak pazarlığını Libya ile yapmıyorlar. Çünkü, devlet dediğiniz hadise, Erbakan’ın düşündüğü gibi, garson devlet değil, devletin bir onuru var, devletin kuralları var, devletin kurumları var. O kurumlar müzakereler yapıyorlar, pazarlıklar yapıyorlar, uluslararası hukukun gerekli mekanizmalarını işletiyorlar. Elbette ki hiçbir devlet kendi alacağını başka bir devlete hibe etmeyi düşünmez. Hele Türkiye gibi, ekonomik sıkıntı içindeki bir ülkenin Libya’ya o kadar alacağını hibe etmesi düşünülemez. Ama, bir Başbakan, bütün siyasi, bütün ulusal onurumuzu rencide edecek argümanlara karşı, böyle bir riski alıyor, sırf o paraları alabilmek için bu seyahate gidiyorsa ve o paraların yerine Kaddafi’den bir dolu hakaret işitip nasihatini alıp geri dönüyorsa, ondan sonra ülkesine geldiğinde, “Ben bu meseleyi hallettim”diyorsa, yalan söylüyordur. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bir Başbakanın yaptığı bir dış gezinin Hükümeti memnun etmesi, tek başına yetmez. Asıl milleti memnun etmesi lazım. Erbakan’ın bundan sonraki bütün çabaları boşunadır. Millet durumun farkındadır, millet ayaktadır. Bu harareti Türk Milletine başarı olarak yutturmak, Erbakan’ın harcı değildir.

Sayın Çiller, bugüne kadar bildiğiniz nedenlerle, kendisini kurtarmak için, önce partisini feda etmiştir, böyle bir koalisyonun içine girmiştir. Dün verdiği bütün sözlerden dönmüştür, inanırlığını kaybetmiştir. Ama, Sayın Çiller’in kendisini kurtarmak için Türkiye Cumhuriyetinin ilkelerini feda etmeye hakkı yoktur. (Alkışlar)

Bu, Türkiye zayıf olduğu için filan da değildir, Türkiye güçsüz olduğu için de değildir. Bunların tek sebebi, bugün Türkiye’yi yönetenlerin bugün Türkiye’de sorumluluk taşıyanların, bu rezaletlere meydan verebilecek zayıf kişiler olmalarındandır. Ortaklarının da, maalesef, onları frenleyecek basirete, güce sahip olmamalarındandır. Ama, daha önce söylediğimi burada bir defa daha tekrar ediyorum: Yapılan hakaretler, yapılan aşağılamalar, Türk Milletine olamaz, bize olamaz. Yapılan hakaretler, sadece, buna meydan veren Sayın Erbakan’ın şahsınadır, onun partisinedir. (Alkışlar)

Şimdi Erbakan’ın sözcülerinin, Mecliste, şurada burada çıkıp da, kendi liderlerini savunmalarını anlıyorum, kendi partilerini savunmalarını da anlıyorum; ama, Refah Partili milletvekillerinin, Refah Partili bakanların dahi, kendi partilerini, kendi Liderlerini savunurken, Türkiye’yi savunmamaya hakları yoktur. (Alkışlar) Hepimizin, her şeyden önce, şahsımızdan, partimizden önce savunmamız gereken Türkiye’nin menfeatlarıdır, korumamız gereken Türkiye’nin onurudur, Türkiye’nin gururudur. Erbakan, bu gezisiyle, Türkiye’nin onurunu kırmıştır, Türkiye’nin gururuna, Türkiye’nin itibarına gölge düşürmüştür. Bunu yapan bir başbakanın, yapması gereken bir tek şey vardır. Zannediyorum Sayın Erbakan, dün akşam vakit geç olduğu için yapamamıştır. Havaalanında gitmesi gereken yer doğru Çankaya Köşküdür. (Alkışlar) Bugün, bu saatten sonra bile, bunu yapma imkanı vardır. Kendisini, Anavatan Partisi adına değil, Türkiye’nin menfaatlarına, Türkiye’nin onuruna, Türkiye’nin gururuna önem veren bütün Türk vatandaşları adına istifaya davet ediyorum. (Alkışlar)