ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM GRUP KONUŞMASI

26 Ekim 1996

Değerli arkadaşlarım; yeni yasama yılının bu ilk Grup toplantısında hepinizi sevgiyle selamlıyorum. Bu Yasama yılının Partimize, Meclisimize ve milletimize hayırlı olmasını diliyorum.

Biliyorsunuz, 1991 yılına kadar burası bizim Grup salonumuzdu, 5 yıllık bir aradan sonra, bundan sonra Grup toplantılarımızı yine aynı salonda yapacağız. Meclisteki tadilat nedeniyle partilere tahsis edilen Grup salonlarının düzenlemesinde bizim Çarşamba günü saat 12.30-14-30 arasında Grup toplantımızı burada yapmamız zarureti doğdu. Onun için, bundan sonraki Grup toplantımızı, bugün olduğu gibi, Çarşamba günleri saat 12.30’da bu salonda yapacağız. Eğer olağanüstü Grup toplantısı yapmamız gerekirse, o zaman Grup başkan yardımcısı arkadaşlarımız sizlere ayrıca duyuruda bulunacaklar, olağanüstü Grup toplantılarımızı da belirlenen saatlerde yine burada yapacağız.

Değerli arkadaşlarım, biliyorsunuz dün Diyarbakır’da bölücü eşkıya 4 öğretmenimizi daha menfur şekilde katletmiştir. Böylece, güneydoğuda eşkıyanın katliamına uğrayarak hayatını kaybeden öğretmenlerin sayısı sanıyorum 131’e ulaşmış. Ben, bu son olayda şehit olan öğretmenlerimize Allah’tan rahmet diliyorum ve bu olayın son olmasını diliyorum. Ama, aynı zamanda masum vatandaşlarımızı öldüren, öğretmenlerimizi, askerlerimizi, polislerimizi şehit eden bölücü eşkıyayı İstiklal savaşçısı ilan eden, Türklerin Kürtleri katlettiğini söylemek cüretini gösteren, Türk Hükümetini temsilen ülkesini ziyaret eden bakanları kabul etmeyen Libya Lideri Kaddafi’nin ayağına gitmek üzere bugün resmi bir geziye çıkan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanını da buradan açıkça kınıyorum. (Alkışlar)

Arkadaşlarım hatırlayacaklardır, bundan bir süre önce, o zamanki Sayın Başbakan, şimdiki Sayın Dışişleri Bakanı, Dışişleri Bakanlığının resmi programında olmadığı halde, Fat’ta katıldığı bir uluslararası toplantıda Libya’dan gelen bir işaret üzerine programını değiştirmiş ve Libya’da iş yapan müteahhitlerimizin bu ülkeden alacaklarının tahsiline yardımcı olmak üzere çöldeki çadırında Kaddafi’yi ziyaret etmişti. Ben o zaman bunun yanlış olduğunu ve sonuç vermeyeceğini Grup toplantısında ifade etmiştim. O tarihten bu yana, müteahhitlerimizin Libya’dan alacaklarının ödenmesinde hiçbir gelişme olmamıştır. İki yıla yakın bir süre geçmiştir, müteahhitlerimizin Libya’da yapmış olduğu işlerden mütevellit 300 milyon dolar civarındaki alacakları hala tahsil edilememiştir. Bizim Hükümetimiz zamanında bu konuda yapılan girişimler de sonuç vermemiştir. Bu girişimin de sonuç vereceğini zannetmiyorum.

Libya, uluslararası terör hareketlerine destek veren bir ülkedir. Hatta 1988 yılında düşürülen Pan American Uçağında hayatını kaybeden 100 küsür insanın sorumlusu olarak belirlenen kişilerin Libya tarafından barındırıldığı, himaye edildiği konusunda Amerika Birleşik Devletlerinin resmi açıklaması vardır. Bu da dün Amerikan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü tarafından Sayın Erbakan’ın ziyareti dolayısıyla bir defa daha tekrarlanmıştır. Bu iddialara karşı, Libya’nın ortaya koyduğu kendisini aklayacak sağlam bir argüman bugüne kadar söz konusu olmamıştır. Bu nedenle, Libya, Suriye ve İran ile birlikte Amerika Birleşik Devletlerinin teröre destek veren ülkeler listesindedir, kara listesindedir. Tabii ki Türkiye’nin Libya ile olan özel ilişkileri, özellikle ekonomik alandaki ilişkileri, Amerika Birleşik Devletlerinin Libya konusundaki bu tutumuna tam bir bağlılık göstermesini gerektirmez.

Türkiye, İran ile olduğu gibi, Libya ile de özel ekonomik ilişkilerini geliştirebilmek için daha yakın ilişki kurabilir. Hatta bu konuda Amerika’nın bu ülkelere yapacağı, fakat diplomatik ilişkisi bulunmaması dolayısıyla yapamadığı bazı telkinlere aracılık edebilir, sözcülük edebilir. Ama, Türkiye açısından durumun farklılığını gerektirecek şartlar söz konusudur. Bizim bu ülkelerden, Amerika Birleşik Devletlerinin klasmanına göre terörist sayılan bu ülkelerden, özellikle Suriye ile çok büyük sorunumuz söz konusudur. Suriye’nin bölücü eşkıyanın başını kendi topraklarında barındırdığı bilinmektedir. Ona eğitim imkanı sağladığı bilinmektedir. Türkiye’nin Suriye nezdinde bugüne kadar yaptığı diplomatik girişimler, maalesef bu desteğin sona erdirilmesi açısından sonuçsuz kalmıştır.

Türkiye, bu konuda Amerika Birleşik Devletlerinden Suriye Nezdinde daha müdahil olmasını, daha aktif yardımcı olmasını beklemektedir. Artık bundan sonra Sayın Erbakan’ın adeta Amerika’ya meydan okurcasına, önce İran’a sonra Libya’ya yaptığı bu gezilerden sonra, Türkiye’nin bu desteği beklemesi mümkün değildir. Ama, biraz önce söylediğim gibi, bundan çok daha ağırlıklı bir gerekçemiz vardır bu ziyarete karşı çıkmak için, bundan kısa bir süre önce bu Hükümetin iki bakanı, Libya hükümeti ile görüşmeler yapmak üzere bu ülkeye gitmişlerdir, Kaddafi ile görüşmek için müracaatta bulunmuşlardır. 4 gün bekletilmişlerdir ve sonunda kabul edilmemişlerdir. Bu bakanlar orada iken Kaddafi bir beyanat vermiştir, Türklerin eskiden Arapları, şimdi de Kürtleri soykırıma tabi tuttuğunu iddia etmiştir. Türk Devleti ile ilgili yapılan bu ağır hakaretin, bu iftiranın cevabı, iki hafta içinde Türk Başbakanının orayı ziyareti olamaz. Tam tersine, bu beyan Sayın Kaddafi tarafından yalanlanmadıkça, tekzip edilmedikçe veyahut da Türk Devletinden, Türk Milletinden kendisi çıkıp resmen özür dilemedikçe, sadece bugünkü Başbakanın değil, bundan sonra hiçbir Başbakanın Libya’ya gitmemesi gerekir. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bugün bu Hükümetin işbaşına gelmesinden buyana üç ayı birkaç gün geçmiştir. Zannediyorum iki üç güne kadar da bu Hükümetin görevdeki 100 ncü günü tamamlanmış olacaktır. Şimdi, bu Hükümeti oluşturan, bu Hükümetin hangi şartlarda oluştuğunu hepimiz biliyoruz. Bu Hükümet içerisindeki dengeleri de hepimiz biliyoruz. Sadece biz bilmiyoruz, sokaktaki vatandaşımız da biliyor. Bu Hükümetin ağırlıklı ortağının kim olduğunu, bu Hükümetin tabi ortağının kim olduğunu, Doğru Yol Partisinin bu Hükümet içerisinde ne kadar söz hakkı olduğunu, Doğru Yol Partisinin bu Hükümet içerisinde söz hakkı olmamasının hangi sebepten kaynaklandığını hepimiz biliyoruz. Bu Hükümetin hakim ortağı durumunda olan Refah Partisinin ve onun Sayın Liderinin, yıllar boyu Türkiye’ye tanıttığı üç tane öcü vardı. Bu öcülerden bir tanesi, faizdi; ikincisi IMF idi; üçüncüsü de İsrail idi.

Şimdi, bu Hükümetin üç aylık icraatına baktığımız zaman, bu üç öcünün üçü de kurtarıcı olmuşlardır. Faiz, artık dünyanın en büyük kötülüğü olmaktan çıkmış, Sayın Erbakan’ın kaynak paketindeki kurtarıcı tedbirlerden birisi olmuştur. Sayın Erbakan’ın Temmuz ayı sonunda açıkladığı birinci kaynak paketinde öngörülen 10 tedbirden bir tanesi, bütün KİT’lerin mevduatının bir havuzda toplanması ve bunlara en fazla faizi verecek olan bankaya yatırılmasıdır. Yani, 30 yıldan beri bütün kötülüklerin kaynağı ilan edilen faiz, şimdi ekonomiyi kurtarabilmek için bir çare olarak, hem de Erbakan’ın ağzından takdim edilmektedir.

İkinci öcü İsrail idi; en büyük düşmandı, bütün kötülüklerin kaynağı idi. Bu Hükümet zamanında, bu Hükümetin ilk üç ayında Türkiye ile İsrail arasında iki tane anlaşma imzalanmıştır. Bir anlaşma askeri işbirliği ile ilgilidir, bizim Hükümetimizden önceki Hükümet tarafından yapılan anlaşmanın bir devamı niteliğindedir. Onu daha geliştiren, kapsamını daha da genişleten bir anlaşmadır. İkinci anlaşma, bu pek kamuoyuna yansımamıştır, sanayi ve ticaret alanında işbirliğinin geliştirilmesi anlaşmasıdır. Yani, Sayın Erbakan’ın Başbakan olduğu Hükümet, İsrail ile iki tane anlaşma imzalamıştır.

Değerli arkadaşlarım, bu anlaşmalardan, özellikle Askeri İşbirliği Anlaşmasının kapsamını bilmediğimiz için, bu anlaşmayı değerlendirebilecek durumda değiliz. Türkiye açısından bu anlaşmanın yararlı olup olmadığını değerlendirebilecek durumda değiliz; ama, birinci olarak karşı çıkmamız gereken husus, muhalefette iken hep açıklığı savunan, şeffaflığı savunan, her şeyin milletin gözü önünde olması gerektiğini savunan Sayın Erbakan’ın, bu anlaşmaları kamuoyundan gizleme arzusudur. Bu anlaşmaların ikisi de kamuoyundan gizlenmiştir. Bu konuda gazetelere yansıyan bilgiler Hükemet tarafından tekzip edilmemiştir; ama, bu Hükümet zamanında İsrail ile iki anlaşma yapıldığı, bu Hükümet tarafından kamuoyundan gizlenmeye çalışılmıştır.

Bu Hükümetin hakim ortağı olan Refah Partisinin ve onun Liderinin, öteden beri devamlı dile getirdikleri, Türkiye’nin en büyük öcülerinden bir tanesi de IMF idi. Bundan önceki hükümetleri devamlı IMF’nin emrine girmekle, IMF’den emir almakla, IMF’nin uydusu olmakla suçlamışlardı. Şu anda bu Hükümetin bir bakanı, IMF ile anlaşma yapabilmek için IMF’nin kapısındadır. Bugün ekonomiyi getirdikleri noktada IMF ile anlaşma yapmadan, IMF’nin desteğini almadan, artık daha fazla yola devam edemeyeceklerinin bilincindedirler. Şu anda IMF ile bunun şartlarını pazarlık etmektedirler.

Burada önemli olan şudur: Türkiye geçmişte zaman zaman IMF ile anlaşma yapmıştır. Nitekim, bizim iktidarımız döneminden önce de IMF ile yapılmış olan bir anlaşma vardı. Daha sonra bizim iktidarımız döneminde bu anlaşmanın şartları geniş ölçüde yerine getirilmiş ve IMF ile Stand-By anlaşması yürürlükten kaldırılmıştı. Bizden önce de IMF ile yapılmış anlaşmalar vardı; ama, Türkiye Cumhuriyet tarihinde ilk defa olarak, Türk Hükümeti IMF ile iki yıl arayla yeniden anlaşma yapmaya muhtaç hale getirilmiştir.

1994 yılında Sayın Çiller’in uyguladığı politikalar sonucu Türkiye’nin içine düştüğü ekonomik krizden çıkabilmesi için, IMF ile anlaşma yapılmıştır. IMF’ye bir program verilmiştir, paket verilmiştir, 5 nisan paketi. Orada birtakım istikrar tedbirleri yanında, yapısal tedbirlerin hiçbirisi alınmamıştır ve iki sene sonra bugün Türkiye yeniden IMF ile anlaşma yapmaya muhtaç hale getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bundan önceki hükümetler zamanında uygulanan istikrar paketlerinin hiçbirisi iki sene içerisinde Türkiye’yi yeniden IMF ile anlaşmaya muhtaç duruma düşürmemiştir. Sayın Çiller’in buna rağmen 1994’te aldıkları tedbirlerin başarılı olduğunu söyleyebilmesi, doğrudan doğruya bir aldatmacadan ibarettir. Eğer bu tedbirler başarılı olsaydı, Türkiye bugün IMF ile yeniden anlaşma yapmaya muhtaç duruma düşmezdi.

Değerli arkadaşlarım, bu Hükümet işbaşına geldikten sonra Sayın Erbakan’ın hemen bir hafta sonra Muş ve Bingöl’de yaptığı konuşmalarda açık bir taahhüdü olmuştur. Ziraat Bankasına ve Tarım Kredi Kooperatiflerine olan çiftçi borçlarının faizlerinin affedileceğini vaat etmiştir. Şimdi aradan üç ay geçmiştir, Sayın Erbakan’ın bu vaadi yerine gelmediği gibi, çiftçilere bundan 2,5 ay önce Toprak Mahsulleri Ofisine teslim ettikleri malların bedelleri dahi tümüyle ödenmemiştir. Birliklere verilen ürünlerin bedelleri ödenmemiştir, gübre iadeleri ödenmemiştir, zirai ilaç iadeleri ödenmemiştir, süt iadeleri ödenmemiştir ve neticede Ziraat Bankası bu üç ay içerisinde çiftçiden 50 trilyon lira tahsilat yapması gerekirken, Başbakanın sözüne inanan çiftçilerin Ziraat Bankasına bu borçlarını ödememeleri dolayısıyla sadece 2 trilyon liralık tahsilat yapabilmiştir. Bu Hükümetten zarara uğrayan çeşitli kesimler söz konusudur.

Belki bundan sonra uğrayacak daha geniş kesimler söz konusudur. Mesela bedelsiz ithalatla ilgili olarak öngörülen tedbirler Sayın Cumhurbaşkanının veto ettiği kararname yeniden yürürlüğe sokulursa veya tebliğ şeklinde yürürlüğe sokulursa, aslında bundan zarar görecek olan, zannedildiği gibi, öyle büyük otomotiv fabrikaları filan değildir; bundan asıl zarar görecek olan, onlara yan sanayi olarak hizmet veren KOBİ’lerdir; küçük ve orta ölçekli işletmelerdir. Dolayısıyla daha bu Hükümetin şu anda tasarı niteliğinde olan uygulamalarından zarar görecek başka kesimler de söz konusudur; ama, şü ana kadarki icraatlarından en fazla zarar görecek kesim çiftçi kesimi olmuştur. Hem kendisine yapılan vaatler gerçekleşmemiştir hem ürün bedelini tahsil edememiştir, iadelerini alamamıştır; ama, buna mukabil kullandığı girdilerde üç ay içerisinde yüzde 50’yi aşan artışlar söz konusudur.

Üç ay önce 32 bin lira olarak bıraktığımız mazot, şu anda 48 bin liradır, üç ayda mazot artışı yüzde 50’dir. Aşağı yukarı bütün girdilerde aynı oranda artış söz konusudur. Şu anda çiftçi büyük sıkıntı içerisindedir. Bizden sonra açıklanan ürün bedelleri, bizim dönemimizden farklı olarak, enflasyonun altında tespit edilmiştir. Tespit edilen ürün bedelleri de ilan edildiği şekilde ödenmemiştir. Fındıkta 2 dolar açıklanmıştır, şu andaki fındığın satış fiyatı 1,5 dolardır. Birlikler mal almadığı için, ofis mal almadığı için çiftçi malını tüccara satmak zorunda kalmaktadır. Ofis mal almadığı için de tüccar bunları düşük fiyatla kapatmaktadır. Çiftçinin bu kadar ihmal edildiği, çiftçi sorunlarına bu kadar duyarsız kalındığı hiçbir dönem söz konusu değildir.

Ve maalesef, çiftçinin sorunları konusunda medya da duyarsızdır. Biraz sonra da söyleyeceğim, bizim bu konuları gündeme getirebilmemiz için, maalesef, çiftçinin ayağına gitmekten, kırsal kesimi dolaşmaktan başka çaremiz yoktur. Ben geçen hafta iki günlük bir yurt gezisi yaptım, Kırıkkale, Çorum, Amasya ve Samsun’a gittim. Çiftçi kesiminin çok büyük bir infial içinde olduğunu gördüm. Benimle beraber olan milletvekili arkadaşlarım da gördüler. Medyaya yansıdığından, Ankara’da duyulduğundan çok daha fazla çiftçi tepki içerisindedir. Bir yandan borçlarının faizlerinin affedileceği vaadi yerine gelmemiştir, bir yandan da borçlarına faiz yürütülmektedir. Mal bedelini tahsil edememektedir. Binaenaleyh çiftçi, adeta mengene gibi iki baskı arasında ezilen bir kesim konumundadır.

Değerli arkadaşlarım, bu Hükümetin üç aylık icraat dönemindeki çelişkilerine, tutarsızlıklarına, uyumsuzluklarına, yanlışlarına birçok örnek verilebilir. Bu örneklerin hepsi de halkımızın haklı tepkisini çeken örnekler olabilir; ama, bugün geldiğimiz noktada Anavatan Partisi olarak, sadece bu haklı şikayetleri dile getirmenin, sadece bugünkü hükümetin tutarsız icraatlarını, çelişkili icraatlarını teşhir etmenin muhalefet görevini yerine getirme addedilemeyeceğini bütün arkadaşlarımın bildiğine inanıyorum. Bugün bize düşen sorumluluk bunun çok daha ötesindedir ve Uludağ’da da söyledim, dün de söyledim, benim gördüğüm, üç ay içerisinde bu Hükümetten umudunu kesen halkımızın şu anda Anavatan Partisinden başka hiçbir umudu yoktur. (Alkışlar)

Sayın Erbakan, işbaşına geldikten sonra yaptığı ilk basın toplantısında, halka çok açık bir söz vermiştir, çiftçilere borçlarının affedileceğini vaat ettiği gibi, bütün millete de çok açık bir vaatte bulunmuştur: Zam yapılmayacağını, vergi artışı yapılmayacağını, tam tersine, her hafta millete bir müjde vereceğini vaat etmiştir. Bunu herhalde hepiniz hatırlıyorsunuz. Sayın Erbakan’ın her hafta millete verdiği müjde zam müjdesi olmuştur. (Alkışlar) Geçmiş bütün hükümetlerin sicillerine bakın; ilk üç ayında akaryakıta üç defa, elektriğe üç defa, posta ücretlerine iki defa zam yapan başka hiçbir hükümet yoktur. Hükümetlerin zam yapması çoğu zaman zaruretlerin sonucu olabilir; bizim Hükümetimiz zamanında da biz zamlar yaptık; ama, bu Hükümetin diğer bütün hükümetlerden bir farklılığı var. Bu Hükümetin Başbakanı çıkmış:”Ben, şartlar ne olursa olsun zam yapmayacağım” demiş. Ve bunu diyen Başbakanın Hükümeti, şimdiye kadar hiçbir Hükümetin yapmadığı şekilde, 3 ayda zam rekorunu kırmıştır.

Değerli arkadaşlarım; bu Hükümetin ekonomi politikası alanındaki icraatlarının, bu Hükümetin iç politikadaki icraatlarının halkımıza ne kadar sıkıntı verdiğini, mevcut sıkıntıları ne kadar artırdığını, ne kadar ağırlaştırdığını ve ne kadar tepki yarattığını hep beraber gözlüyoruz. Ama, bana göre bu hükümetin icraatları içerisinde bizi en fazla endişeye sevk etmesi gereken dış politikada yaşanan gelişmelerdir. Çünkü, dış politikada yaşanan gelişmelerin diğer alanlardan farklı olarak zaman içerisinde belli fedakarlıklarla yanlış politikaların, doğru politikalarla ikame edilmesi suretiyle telafisi mümkün olmayabilir.

Bakın, içinde yaşadığımız1996 senesi Türkiye açısından en fazla Avrupa Birliği ile gerçekleştirilen gümrük birliğinin oturtulması, düzenlenmesi Avrupa gümrük birliğine uyum sağlanması açısından önem taşımaktadır. Biz, zamanında yüksek sesle söyledik Türkiye’nin Avrupa ile bütünleşmesini en fazla arzulayan, bu konuda en fazla katkıda bulunan parti olmamıza rağmen gümrük birliği antlaşmasının Türkiye’nin menfaatlerini yeterince korunmadan aceleye getirildiğini, bu şartlar altında yapılacak bir gümrük birliğinin Türk ekonomisini çok ciddi sıkıntılara sokacağını açık açık söyledik; Söylediğimiz hususların hepsi, maalesef, şu anda tamamen gerçekleşmiştir. Hatta, söylediklerimizin fazlasının değil, eksiği olduğu anlaşılmaktadır. Uludağ’da bir araya geldik, arkadaşlarımız ekonomideki son gelişmeleri sizlere ifade ettiler. Orada da ortaya konuldu ki, bu sene Türkiye Cumhuriyetinde bütün zamanların dışticaret açığı ve cari işlem açığı rekoru kırılacaktır. Dışticaret açığının sene sonu itibariyle 22-23 milyar dolar olacağı tahmin ediliyor; cari işlem açığının 7-8 milyar dolar olacağı tahmin ediliyor. Türkiye’nin o kadar ağır kriz yaşadığı 1994 öncesinde, yani 1993 yılı sonunda Türkiye’de dışticaret açığı da, cari işlem açığı da bunun önemli ölçüde altınında idi.

Binaenaleyh zanet bu Hükümetin yanlış uygulamalarını, Türkiye’nin sorunlarına çözüm teşkil etmeyen tedbirlerden oluşan yanlış uygulamalarına, bir de gümrük birliğinin yükü ilave olunca, Türkiye bugün dışticaret alanında tarihinin en zor dönemini yaşamaktadır ve bunun tüm ekonomiye yansıması da maalesef önümüzdeki aylarda çok acil tedbirler alınmadığı takdirde kaçınılmaz görünmektedir.

Şimdi, bir yanda ekonomide böyle bir gelişmeye süratle sürüklenen Türkiye, bir yanda Avrupa Birliğinin Gümrük Birliği Antlaşmasında ifade edilen ve bize göre yetersiz olan o mütevazı yardımları bile askıya alan son kararı, Amerika Birleşik Devletlerinin muhtemelen bu ziyaretlerden sonra Türkiye’ye karşı daha da olumsuz yönde gelişecek olan tutumu dikkate alındığında, Türkiye yine cumhuriyet tarihinde hiçbir dönemde olmadık ölçüde bir yalnızlığa doğru itilmektedir.

Değerli arkadaşlarım, Avrupa Parlementosu, bundan iki hafta kadar önce bir karar aldı. Önce Türkiye ile ilgili bir görüşme yaptı, ondan sonra da bir karar tasarısını kabul etti. Avrupa Parlamentosunda Türkiye konusunda yapılan o müzakerelerin tercüme edilmiş metnini önümüzdeki Grup toplantısına kadar sizlere dağıtacağız. Bakın, bugün iddialı şeyler söylediğimin farkındayım, hep “tarihte ilk defa” diyorum; ama, bir defa daha şunu tekrarlayacağım, inanmayan arkadaşlarım tahkik etsinler, Avrupa Parlamentosu tarihinde şimdiye kadar hiçbir dönemde bir Hükümet yetkilisi, bir eski Başbakan, bir devlet adamı, doğrudan doğruya hedef alınarak, onun şahsında bir ülkeyle ilgili bu kadar ağır bir karar alınmamıştır.

Biz bunu geçen sene söylediğimiz zaman, medya basın, kamuoyu bunu bizim Sayın Çiller ile olan kişisel rekabetimize bağlamışlardı. Bizim kişisel olarak kendisini yıpratmak için işi abarttığımızı iddiya etmişlerdi. Bizim o zaman söylediğimiz şeylerin, maalesef daha ağırı, hiç yaşanmamışı, bir insanın Türkiye’ye verebileceği en büyük zarar, işte şimdi gözler önündedir. O zabıtları okumanızı rica ediyorum. Koskoca Avrupa Parlamentosu, yani 20 filan karşı oya karşı, bütün grupların işbirliğiyle geleneksel olarak bize destek olan muhafazakar grubun da işbirliğiyle neredeyse ittifakla Türkiye’ye Gümrük Birliği Antlaşması çerçevesinde yapılan bütün yardımların askıya alınmasını kararlaştırmıştır. Şimdi, hükümetler işte müsteşar düzeyinde filan bu kararın yanlış olduğunu söylüyorlar. Bütün onlar, sadece züğürt tesellisidir. Hükümetlerin gizli onayı olmadan Avrupa Parlamentosundan böyle bir karar çıkmaz, en azından bu çoğunlukla çıkmaz. Ve tabii, bunun sonucu olarak, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Almanya’da Başbakan tarafından kabul edilmiyor, kabul edilmediği için de başka bir gerekçeyle seyahatini iptal ediyor.

Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileri, Türkiye’nin Amerika ile ilişkileri, hiçbir zaman olmadığı kadar kötü bir noktaya gelmiştir, kritik bir noktaya gelmiştir. Ve bakın, Sayın Erbakan’ın izlediği, Sayın Erbakan’ın tercihine göre şekillenen dış politikamız, bir yanda batı dünyasını bizden uzaklaştırırken, zannedildiği gibi, İslam dünyasını filan bize yaklaştırıyor değildir. Bir kere, bu üç ay içerisinde Türk dünyası ile ilgili bu Hükümetin hiçbir girişimi olmamıştır. Türk dünyası, adeta bu Hükümet için yoktur. Terörist İslami ülkelere bu kadar önem veren Sayın Erbakan, Türk cumhuriyetleriyle ilgili hiçbir beyanda bulunmamıştır, bu ülkeleri ziyaret etmeyi hiç düşünmemiştir, bu ülkelerle ilgili hiçbir inisiyatif söz konusu değildir.

Ama, Sayın Erbakan’ın yönlendirdiği dış politika bizi İslam dünyası ile de yaklaştırmamaktadır. İşte, İslam dünyasında şimdiye kadar en iyi ilişkilere sahip olduğumuz Tunus ile aramız bozulmak üzeredir. Mısır ile Sayın Mübarek’in ziyareti sırasında yaşanan olaylar belki şimdi onu tamir etmek için gidiyor Mısır’a yine geleneksel olarak iyi ilişkiye sahip olduğumuz İslam dünyasının bu en önemli ülkesiyle de ilişkilerimizi tehlikeye sokmuştu. Sayın Erbakan’ın, adeta devletten gizlercesine akşamleyin evinde yabancı devletlerin büyükelçilerini kabul etmesi, hiç tutanaksız görüşmeler yapması, Türkiye’yi ileriye dönük olarak hangi taahhütlerin altına, hangi vecibelerin altına sokmaktadır, hiçbirimizin bu konuda bilgisi yoktur. Bizim olmadığı gibi, devletin bilgisi yoktur.

Değerli arkadaşlarım, bu Hükümetin bu uygulamalarına daha birçok misal verilebilir, bu çok daha zenginleştirilebilir; ama, dediğim gibi, bunları teşhir ettiğimiz zaman, bunları kürsüye getirdiğimiz zaman, vatandaşın bu konudaki tepkisine tercüman olduğumuz zaman, Anavatan Partisi olarak görevimizi yerine getirmiş sayılmayız. Bizim yapmamız gereken, şu yaşadığımız olayların, şu üç aylık Hükümetin Türkiye’yi bugün getirdiği noktada ve muhtemelen önümüzdeki aylarda Türkiye’yi sürükleyebileceği tehlikelere karşı ön almaktır. Burada Uludağ toplantısından sonra da söyledim, en önemli ilkemiz, bu mücadeleyi demokrasi içinde yapmak olmalıdır.

Ben daha Sayın Erbakan ile koalisyon konusunda müzakere ederken söyledim, bugün değil, bundan altı ay önce, Sayın Erbakan ile yaptığımız müzakerelerde söyledim: Refah Partisi ile bugünkü anlayışıyla bugünkü kadrosuyla kuracağımız bir Hükümetin başarılı olamayacağını, Sayın Erbakan’ın kafasıyla Türkiye’nin yönetilemeyeceğini, böyle bir Hükümetin, Refah Partisinin ağırlıkta olduğu bir Hükümetin, Türkiye için çok büyük riskler doğuracağını söyledim. Bu, benim sezgimdi, o görüşmelerde, kendisiyle yaptığımız o 30 küsur saatlik görüşmelerde kendisinin iktidar konusunda ne kadar hazırlıksız olduğunu gördüm, kendisini hayalci olarak niteleyenlerin ne kadar haklı olduğunu gördüm. Kafasındaki şeylerin Türkiye’de gerçekleştirilemeyeceğini, Türkiye’ye vakit kaybettireceğini, Türkiye’yi dünyadan koparacağını gördüm. Böyle bir sorumluluğun içinde olamayacağımız kanaatine vardım.

Refah Partisi ile bugünkü kadrosuyla Sayın Erbakan’ın yönetiminde kuracağımız bir koalisyonun refah Partisi ile Türkiye ile birlikte bizi de batıracağını gördüm. O zaman bu kanaatime katılmayan arkadaşlarım oldu. Kamuoyunda bizi bu konuda işbirliğine yöneltmek isteyen çevreler oldu. Ama, işte bugün manzara ortadadır. Bu Hükümetin icraatından dolayı, daha doğrusu icraatsızlığından dolayı Refah Partisinin kabul edilebilir hiçbir mazereti yoktur. Yani, Refah Partisi ortağından dolayı filan uygulamayı yapamadığını millete söyleyemez: “Benim şu somut projem var, benim yapmak istediğim şöyle bir proje var, ben bunu Doğru Yol Partisi nedeniyle, onunla ortaklığım nedeniyle yerine getiremedim” diyemez.

Çünkü, başta söyledim, hepimiz biliyoruz, bu memlekette yaşayan herkes biliyor ki, Doğru Yol Partisinin bu Hükümet içerisinde hiçbir söz hakkı yoktur.; Refah Partisi ne isterse o olacaktır. Doğru Yol Partisinin yapabileceği, dün Meclisin Genel Kurulunda yaptıkları gibi, Sayın Cumhurbaşkanı gelip de laiklik nutku atınca, onu alkışlamaktan ibarettir. Yapabilecekleri budur, bu da günah çıkarmaktan ibarettir. Bu Hükümetin ne kadar icraatı varsa, hepsinin esas sorumlusu Refah Partisidir. Doğru Yol Partisinin çok önemli bir mazereti vardır, Doğru Yol Partisini hoş görmek zorundayız. Doğru Yol Partisi, bu Hükümetin içerisinde rehinedir. Doğru Yol Partisinin söz hakkı yoktur.

Bu durumun bilincine varan, bunu içine sindiremeyen, yani partisinin menfaati için,Genel Başkanını kurtarmak için bu Hükümetin yanlışlarına ortak olamayan kişiler, zaman içerisinde birer birer gemiyi terk edeceklerdir; bunu hep beraber göreceksiniz. (Alkışlar) Bugün bunun işaretleri ortaya çıkmıştır. Sorumluluk duygusu ağır basanlar, zaman zaman çeşitli vesilelerle artık bu sorumluluğu taşıyamayacaklarını ortaya koymaya başlamışlardır.

Değerli arkadaşlarım, 5 nci Olağan Kongremizden sonra Anavatan Partisi olarak Türkiye’nin bugün içinde yaşadığı konjonktürde taşıdığımız sorumluluğu yerine getirebilmek için parti bünyesinde bir yeniden yapılanmaya gittik. Bu yeniden yapılanmanın en önemli hedefi, Genel Merkezimiz ile teşkilatlarımız arasında ve teşkilatlarımızla tabanımız arasındaki kopukluğu ortadan kaldırmaktır, bu açığı gidermektir. Bunu nasıl yapabileceğimiz konusunda arkadaşlarımla çok uzun istişareler yaptık, değerlendirmeler yaptık. Şu ana kadar bazı tedbirleri yürürlüğe koyduk. Önümüzdeki haftalar içerisinde de birer birer alacağımız bazı önemli tedbirler söz konusudur.

Şu ana kadar uygulamaya koyduğumuz tedbirlerden bir tanesi, teşkilatlarımızla ilgili olarak Genel Merkezde bölgeler itibariyle yeni bir görevlendirmeye gitmektir. Biliyorsunuz, bizim Başkanlık Divanımızda Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yapan arkadaşlarımızın her birinin tüzükte belirtilen görevleri söz konusudur. Bu görevler devam etmekle birlikte, benim şimdiye kadar müşahade ettiğim husus, teşkilat başkanlığı görevinin bir arkadaşımız tarafından yürütülmesinin hiçbir zaman istenilen sonucu vermediğidir. Türkiye gibi 79 ili, 2.000’e yakın ilçesi olan bir ülkede, bu kadar teşkilatı olan bir ülkede, ne kadar yetenekli, ne kadar çalışkan, ne kadar istekli de olsa, bir teşkilat başkanının her tarafa yetişebilmesi, mümkün değildir.

Benim Genel Başkanlığım dönemimde görev yapan 5 teşkilat başkanı arkadaşım oldu. Bunlar hepsi tecrübeli, bilgili ve fevkalade çalışkan arkadaşlarımdı; ama, hepsinin döneminde bu şikayetler devam etti. Teşkilatlar, Genel Merkezin kendileriyle yeterince ilgilenmediğini, sorunlarına Genel Merkezin yeterince eğilmediğini, kendilerinin dışlandıklarını devamlı şikayet olarak dile getirdiler.

Şimdi, bu açığı kapatmak için arkadaşlarımızın uhdesindeki görevler baki kalmak kaydıyla yeni bir görevlendirmeye gittik. Genel Başkan Yardımcılarımızdan 6’sının bölgeler itibariyle teşkilatların bütün sorunlarıyla ilgilenmekle görevlendirdik. Bu, tüzükte olmayan bir görevlendirmedir; ama, teşkilatlarımızın bu konudaki şikayetlerini önleyebilmek için bu 6 Genel Başkan Yardımcısı arkadaşımızı ayrı ayrı bölgelerden sorumlu yaptık. Bir arkadaşımız Ege Bölgesinden sorumludur, bir arkadaşımız iç Anadolu’da belirlediğimiz illerden, bir arkadaşımız Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da, birisi Karadeniz de vesaire.....

Şimdi, bu arkadaşlarımız sürekli olarak o illeri ziyaret edeceklerdir. Burada oldukları zaman da o illerden gelecek heyetleri burada kabul edeceklerdir ve o illerdeki teşkilatlarımızla birebir ilişki kuracaklardır. Kendi çözebilecekleri sorunları kendileri çözeceklerdir, çözemeyecekleri sorunları Gruba getireceklerdir, bana getireceklerdir, Başkanlık Divanına getireceklerdir; ama, Anavatan Partisi olarak bundan sonra teşkilatlarımızla çok daha yakın ilişki kuracağımız yeni bir örgütlenme modelini bu büyük kongreden sonra uygulamaya koymuş bulunuyoruz.

Şimdi, benim bundan sonra söyleyeceklerim sadece parti ve meclis çalışmaları ile ilgilidir. Onun için, uygun görürseniz, basına teşekkür edelim...