ANAP GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ'IN ANAP TBMM GRUP KONUŞMASI

13 Kasım 1996

Değerli arkadaşlarım, biraz önce bu kürsüden konuşan değerli dostum Azerbaycanlı Devlet Adamı İsa Kamberof, Azerbaycan’daki ekonomik durumun hiç de yahşi olmadığını söyledi. Ama. Dün bu kürsüde konuşan Sayın Başbakanımızın ifadesine bakılırsa, Türkiye’deki durum Azerbaycan’dakinin tamamen tersidir. Bu hükümet sayesinde 1997 yıhında denk bütçemiz olacaktır. Bu denk bütçenin üzerine, Hükümetin açıkladığı kaynak paketleri sayesinde birinci 10 milyar dolarlık kaynak paketinin 8,2 milyar doları şu anda Hazineye girmiştir. İkinci ve üçüncü 10 milyar dolarlık paketlerin de kısa zamanda Hazineye girmesiyle birlikte, Türkiye kaynak sıkıntısı çeken bir ülke olmaktan çıkacak, kaynak bolluğu içinde yüzen bir ülke haline gelecektir.

Değerli arkadaşlarım, elbette ki, siyasette zaman zaman hayallerle masallarla toplumu avutmak, insanları belli bir süre için gerçeklerden uzaklaştırmak, insanları avutmak mümkündür. Maalesef, Türk siyasetinde  de geçmişte bu yöntemler çok sık kullanılmıştır. En başta bize karşı kullanılmıştır, Anavatana karşı kullanılmıştır. Ve bu yöntemler o kadar sorumsuzca kullanılmıştır ki, bugün geldiğimiz noktada bu nedenle Türk insanı, siyasetçiyi güvenilmez insan kabul etmeye başlamıştır. Sayın Erbakan’ın şimdi yaptığı, geçmişte denenmiş olan ve Türk insanına artık bıkkınlık veren bu yalanların, bu hayali vaatlerin, bu gerçek dışı iddiaların siyasi malzeme yapılmasından başka bir şey değildir.

Bakın, size bir olayı anlatacağım. Sayın  Erbakan bundan bir ay kadar önce Libya’yı ziyaret etti. Biz “ Gitme ” dedik. Gitti, bizim ikazlarımızı dikkate almadığı için orada, şimdiye kadar hiçbir Türk Başbakanının muhatap olmadığı hakaretimiz bir muameleye muhatap oldu. Ama, herhalde hatırlıyorsunuz, geldikten sonra Esenboğa Havaalanında basın toplantısı yaptı, dedi ki: “ Ben oraya, Türkiye’nin orada iş yapan müteahhitlerinin paralarını tahsil etmek için gittim ve bu paranın yüzde 40’ı şu anda hazineye gelmiştir ”  Daha döner dönmez, ayağının tozuyla bunu söyledi. Ben ondan sonra, bir hafta onbeş gün sonra, Libya’da İş Yapan Müteahhitler Derneğinin Başkanını,  temsilcilerini partiye davet ettim, dedim ki: “ Sayın Başbakanın böyle bir ifadesi var, herhalde paranızı aldınız ”   kendileri “ Hayır, hiç para almadık” dediler. Dün bu Dernek bir açıklama yapıyor ve Libya Hükümetinin bugüne kadar birikmiş müteahhit alacaklarına mahsuben 1 kuruşluk dahi ödeme yapmadığını açıklıyor.

Şimdi, düşünün ki, bir Başbakan, kendi halkına bu paranın ödendiğini söylüyor, aradan bir ay geçtikten sonra bu parayı tahsil etmesi gereken müteahhitler, Başbakanı yalanlıyorlar: “ Hayır, biz beş kuruş para almadık” diyorlar. Bu yalanın ortaya çıkması için sadece bir ay gerekmiştir. Sayın Erbakan’ın  denk bütçeyle ilgili, o, kaynak paketleriyle ilgili yalanlarının ortaya çıkması için ise, en azından bir yıl gerekecektir; ama, bir ayda olsa, bir yıl da olsa, bu süre Türkiye’nin kaybettiği bir süredir. Türkiye, böyle hayalci başbakanların, hayali bütçelerinin arkasından zaman kaybetmeye daha fazla tahammül edemez. Türkiye’nin artık bu ayağa düşmüş siyaset anlayışından kurtulması lazım. Türkiye’nin silkinmesi lazım. Bu olay, sadece siyasetle sınırlı değil, her akşam televizyonlarda izliyorsunuz, Anavatan İktidarı döneminde 8 senede Türkiye’de hiç yaşamadığımız olayları, aynı günde art arda yaşıyoruz. Öğrenciler yine 1980 öncesindeki gibi birbirleriyle yine düşman kamplara ayrılmışlar. Fikir münakaşaları, fikir kavgaları artık fiziki kavgalara dönüşmüştür, tıpkı 1980 öncesinde olduğu gibi. İnsanların can güvenliğini sağlamayan hükümet, mezardaki ölülere bile sahip çıkamamaktadır. Yaşadığımız olayların bu dönemde bu kadar yoğunlaşmış olması tesadüfi değildir. Türkiye’deki yönetim boşluğunun eseridir.

Şimdi, bu hükümetin gündeme getirdiği yeni bir uygulama var. Geçen hafta burada konuşan bir arkadaşım bir nebze bu konuya değindi. Konu biraz teknik bir konu da olsa, bizi de çok yakından ilgilendiren fevkalade önemli bir konudur. Biliyorsunuz, daha önce açıklanan kaynak paketlerinin birincisinde Sayın Erbakan, Hazineye gelir temin etmek için, kamu kuruluşlarına ait mevduatların bir havuzda toplanacağını ve bu havuzda toplanan paranın Hazine tarafından kullanılacağını ifade etmişti. 31 Ekim tarihinde bu konuda bir başbakanlık genelgesi çıkarılmıştır. Ve 2 Kasım tarihinde de bu uygulama başlamıştır.

Değerli arkadaşlarım, bu uygulamayla Hazine 4 kamu bankasında ortak bir hesap açmıştır: Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıflar ve Emlak Bankalarında. Devlete ait ne kadar kamu kuruluşu varsa, bütün bu kamu kuruluşlarının, KİT’lerin vadesiz ve vadeli mevduatları bu hesapta toplanacaktır. Ama, mesele, sadece KİT’lerle sınırlı değildir, buna ilaveten, bütün fonların parası burada toplanacaktır, bütün belediyelerin parası burada toplanacaktır, bütün il özel idarelerinin parası burada toplanacaktır.

Şimdi, birincisi, Hükümetin, hele hele Başbakanın, bir genelgeyle böyle bir düzenleme yapma yetkisi yoktur. Hukuken, yapılan muamele sakattır. Yani, belediyelerin üzerinde Hükümetin Anayasadan gelen bir vesayet yetkisi söz konusudur. Ama, bu vesayet yetkisi, belediyelerin paralarını Hükümetin bu şekilde gasp etmesine varacak bir yetki olarak değerlendirilemez. Hele hele Anavatan Partisinin 1984 yılından itibaren Türkiye’de yerel yönetimlerle ilgili gerçekleştirmiş olduğu reformların ışığında,  belediyelere daha fazla inisiyatif, belediyelerin kendi kaynaklarına daha fazla yönetim hakkı sağlayan düzenlemelerden sonra, şimdi hiçbir hükümet hukuken, hukuka saygılı hiçbir Hükümet, çıkıp da: “ Ben belediyelerin paralarını bu havuzda topluyorum, bunu Hazinenin ihtiyaçları için kullanacağım ” diyemez. Dolayısıyla yapılan muamele hukuken sakattır.  Yerel yönetim esprisine aykırıdır, yerel yönetimlerin özerkliğine aykırıdır. Hukuken savunulabilecek bir muamele değildir; ama, işin bizi ilgilendiren bir başka yönü daha var:

Şimdi, ayın 2’sinden itibaren belediyelerin bütün vadesiz mevduatları bu hesapta toplanacaktır. Vadeli hesapları da vadelerinin hitamında yine bu hesapta toplanacaktır. Şimdi, bütün parası bu hesapta toplanmış olan bir belediye, mesela bizim Bursa Büyükşehir Belediyemiz, işçisine maaş  ödeyeceği zaman ücret bordrosunu Hazineden sorumlu makama gönderecektir, onun onayı ile kendi parasını bu hesaptan çekebilecektir. Dolayısıyla Hükümetle belediyeler arasında bir ayırım yapma, belediyeler arasında partizanca davranma konusunda yeni bir imkan sağlanmaktadır.

Bir Hükümet, karşı partiden bir belediyeye, muhalefete mensup bir belediyeye istihkaklarını geciktirebilecektir, kendi partisine mensup bir belediyenin istihkaklarını hemen bu hesaptan ödeyebilecektir. Zaten belediyelerle ilgili fonların kullanımında alabildiğine partizanlık yapan, alabildiğine ayırımcılık yapan bu Hükümetin, hatta kendi ortakları arasında dahi bu konuda ayrımcılığın yaşandığı bir Hükümetin, böyle bir uygulamayı tarafsız, eşit biçimde sürdürmesini beklemek abesle iştigaldir. Ama, bu uygulamanın bir büyük sakatlığı daha var, biz Anavatan Partisi olarak KİT’lerin müdebbir bir tüccar gibi davranmasını teşvik etmek için, onlar üzerindeki merkezi kontrolü asgari seviyeye indirdik. Yani, her KİT’in kendi parasını kendisinin kullanmasını, kendisiyle ilgili tasarruflarda azami yetkili davranmasını sağlayacak düzenlemeler getirdik. Çünkü, biliyorsunuz, bizim felsefemizde, devletin ekonomide işletmeci olarak, yatırımcı olarak yeri yoktur. Bizim felsefemiz, ekonomiden devletin tümüyle çekilmesidir. Bunu sağlayabilmek için, bir geçiş tedbiri olarak, KİT’lerin kendi kendilerini yönetir hale gelmelerini esas aldık ve KİT’lere geniş ölçüde kendi kaynaklarını kullanmada serbestiyet getirdik. Hatta bu KİT’lerden bazıları halka açıldılar; hisseleri borsada satılmaya başlandı. Türk  Hava Yolları gibi PETKİM gibi, Ereğli Demir Çelik gibi birçok kuruluşlar hisselerini borsada halka arz ettiler. Hatta halka açılan bu şirketler içerisinde hisselerini yabancı kişilere satmış olan şirketler de var. Yani, yabancılar da gelip bu şirketlerin hisselerini borsada satın aldılar.

Şimdi değerli arkadaşlarım, yapılan bu düzenlemeyle anonim şirket statüsünde olan, halka açılmış olan, bazılarının hisseleri yabancılara satılmış olan bütün bu şirketlerin mevduatları, Hazine adına açılan bu hesapta toplanacaktır. Bu şirketler, yapacakları bütün ödemeler için Hazineden onay alacaklardır. Kendi paralarını kullanabilmek için Hazineden onay alacaklardır. Bu, bana göre Ticaret Kanununa da aykırıdır, özelleştirme felsefesine de aykırıdır. Hukuken bütün bu sakatlıkları yanında, ekonomik olarak da bunun devlete sağlayacağı fazla bir şey söz konusu değildir; çünkü, Türkiye’de eğer kamu kurumları net olarak fazla veren kurumlar olsaydı, o zaman bu fazlanın devletin borçlanma gereğini azaltacak şekilde böyle bir havuzda toplanması, değerlendirilmesi söz konusu olabilirdi.  Ama, bütün kamu kuruluşlarının mevduatları fazla vermek yerine açık verdiği için, bundan devletin  sağlayacağı bir tasarruf da söz konusu değildir.

Velhasıl getirilen bu düzenleme de tam bir Erbakanlık düzenlemedir. Ve il özel idareleri de buna dahildir. Yani, il idareleri dahi kendi paralarını bu hesaba yatıracaklardır, bu hesaptan kullanmak için de Hazineden izin alacaklardır.

Değerli arkadaşlarım, hatırlarsanız, 1992 yılında il Koalisyon Hükümeti işbaşına geldikten sonra, benzer bir projeyi- Demirel’in Başkanlığı zamanında- o günkü Koalisyon Hükümeti gündeme getirmişti: İnterkit diye bir özerk kurum kuracaklardı, o kurum bütün KİT’leri idare edecekti, bütün KİT’ler ona bağlı olacaktı. Onların mevduatları da hep aynı havuzda toplanacaktı. Sonra gördüler ki bunun uygulama kabiliyeti yoktur; onun için, bu projeden geri adım atıldı. Şimdi Sayın Erbakan, bunu sadece mali yönden gerçekleştirmeye koyulmuştur. Bu kuruluşların yönetimlerini olmasa bile, paralarını bu şekilde belli bir havuzda toplamayı ve Hazinenin açıklarının finansmanı için bunu kullanmayı planlamıştır. Bunun yürütülmesi mümkün değildir, hukuken mümkün değildir ve ekonomik olarak da sağlayacağı hiçbir şey söz konusu değildir. Bu konuda belediyelerimize hukuki olarak yapacakları girişimlerde parti olarak her türlü desteği vereceğiz; ama, bunun ötesinde, arkadaşlarımdan da bir komisyon oluşturacağım ve bu konuyu Meclisin gündemine getireceğiz.

Değerli arkadaşlarım, ekonomide dikkatinizi çekmek istediğim diğer bir husus, daha önce de müteahhit vesilelerle söyledim, 1996 yılı Türk ekonomisi bakımından, en başta gümrük birliğine uyum açısından önem taşıyan bir yıldır. Maalesef, şu geçtiğimiz 10 ay içerisinde ortaya çıkmıştır ki, gümrük birliği, Türkiye’ye hiçbir şey getirmediği gibi, Türkiye’nin aleyhine işleyen bir düzenleme olmuştur. Geçen sene Türkiye’nin toplam dışticaret açığı 13 milyar dolardır. Bu sene gümrük birliğinin ilk yılında bu rakamın 22 ila 24 milyar dolar arasında olması tahmin edilmektedir. Yani, aşağı yukarı ikiye katlanması söz konusudur. Çünkü, gümrük birliğine karşı Türk ekonomisini koruyacak tedbirler alınmamıştır. Gümrük Birliği ile uyum konusunda gerekli düzenlemeler tamamlanmamıştır ve bu kadar büyük bir dışticaret açığı beklenirken, Hükümet şimdi bununla da yetinmemiştir, bu açığı daha da büyütmek için bedelsiz ithalat kararnamesini getirmiştir. Önümüzdeki Haziran ayına kadar 50 bin markı yatıracak olan yurtdışındaki vatandaşlarımıza, 5 yıla kadar kullanılmış oto ithali imkanı getirilmiştir.

Dün akşam aldığım habere göre, sadece 1 otomobil fabrikası 6 bin işçi çıkarmıştır. 1800’ü kendi fabrikasında, 4 bin küsuru da yan sanayide, yani o fabrikaya iş yapan yan kuruluşlarda olmak üzere, sadece Tofaş Fabrikasının bu karardan dolayı veya bu kararın yarattığı talep azalmasından dolayı çıkardığı işçi sayısı 6 bine ulaşmıştır. Buna, önümüzdeki günlerde diğer otomotiv fabrikalarının da ekleneceğini ileri sürmek kehanet sayılmamalıdır.

Değerli arkadaşlarım, dün Sayın Cumhurbaşkanı ile geçen hafta burada sizlere ifade ettiğim, bana göre mutlaka araştırılması gereken, ortaya çıkarılması gereken devlet mafya ilişkileri konusunda bana intikal etmiş olan bütün bilgileri kendilerine takdim etmek üzere randevu talep ettim. Dün akşam Sayın Cumhurbaşkanını ziyaret ettim. Bendeki bütün bilgileri Sayın Cumhurbaşkanına aktardım. Sayın Cumhurbaşkanına herhangi bir belge vermedim; çünkü, bu belgeler, benim kendisine ifade ettiğim bilgilere esas olan belgeler, zaten devletin elinde olan belgelerdir, ben Sayın Cumhurbaşkanına devlette o belgelerin adresini gösterdim. Yani, devlette hangi kurumdan, kimden o belgeleri elde edebileceğini ifade ettim. Biliyorsunuz, Sayın Cumhurbaşkanının geçen hafta Almanya’dan Türkiye’ye dönüşü sırasında bir ifadesi olmuştur: Bu olayın son derece vahim bir olay olduğunu, nereye kadar uzanırsa uzansın, bu olayın sonuna kadar araştırılması gerektiğini Sayın Cumhurbaşkanı açık bir şekilde ifade etmiştir. Aynı şeyi ben de söylüyorum.

Değerli arkadaşlarım, her devletin - sadece bizim devletimizin değil- kendi çıkarlarını korumak için veya hasımlarına karşı kendisini korumak için başvurduğu, başvurmak zorunda olduğu birtakım örtülü eylemler söz konusudur. Gizli operasyonlar söz konusudur. Bunların, uluslararası kabul gören birtakım çerçeveleri vardır. Bu gizli operasyonlar rasgele yapılmaz. Bu gizli operasyonlar, ancak bu konuda uzmanlaşmış olan gizli istihbarat kuruluşları marifetiyle yapılır. Türkiye’de 10 yılı aşkın bir süreden beri yaygın bir bölücü terör olayı yaşanmaktadır. 20 bini aşkın insanımızın hayatına mal olan böylesine yaygın bir terör olayı karşısında, devletin, belki bu istihbarat kuruluşuna ilaveten, emniyet teşkilatında olsun, Silahlı Kuvvetler bünyesinde olsun, benzer yapılanmalara gitmesi gerektiği kabul edilebilir. Yani, devlet, bölücü teröre karşı daha etkin bir mücadele yapmak için, kendi yapısında, kendi bünyesinde, MİT’in yanında -bu konuda devletin uzman kuruluşu olan Milli İstihbarat Teşkilatının yanında- diğer bazı güvenlik kuruluşlarında da yeni düzenlemelere gidilebilir, gitmiştir. Bunun bir bölümü bizden sonra olmuştur; ama, devletin sürekliliği içerisinde, devletin terörle mücadelede bu yeni yöntemlere, yeni yapılanmalara  başvurmasını hepimizin anlayışla karşılaması lazımdır. Devlet adına birtakım operasyonların, tabii ki hukuk devleti çerçevesinde yapılması için bu tür düzenlemeler savunulabilir. Ama, hiçbir zaman- şimdi dikkat edin, altını çizerek söylüyorum- hiç kimse, ne bizim dönemimizde ne bizden sonra ne dün ne bugün ne yarın, devletin ali menfaatlerini koruyorum diye, devletin yüksek menfaatlerini koruyorum diye, devletin gücünü kullanarak bu gizli operasyonları, bu örtülü operasyonları kendi kişisel menfaatleri için yapmak hakkına sahip değildir.

Meselenin özü bu noktadadır. Meseleyi saptırmak isteyenlere karşı, bizim meseleyi çekmek istediğimiz yer de burasıdır. Biz, devletin hukuk çerçevesinde örtülü operasyonlar yapmasına karşı değiliz. Biz devletin, teröre karşı meşru müdafaa hakkını kullanmasına karşı değiliz; ama biz, devlet kullanılarak, birtakım insanların şahsi çıkar sağlamasına karşıyız.

Değerli arkadaşlarım, son olaylarda karşılaştığımız hadise maalesef budur. Şimdi, benim olayın üzerine gitmekte, elimdeki bilgilerle, bu bilgileri teyit eden belgelerle, ifadelerle bu olayın üzerine gitmekteki tek sıkıntım, tek zorluğum, devletin itibarının yara alıp almaması meselesidir. Türkiye’de devletin yara almasını en son isteyecek insan benim. Ama, devletin birtakım kirli işlere, kirli insanların kirli menfaatlerine alet edilmesine de seyirci kalmam mümkün değildir. Anavatan Partisi olarak sizin de böyle bir şeye seyirci kalmak istemeyeceğinizi biliyorum. Bu meselenin üzerine gitmekte, devletin üstünden bu şaibeyi kaldırmakta, devleti bu lekeden temizlemekte, bugün en büyük görev bize düşmektedir, Anavatan Partisine düşmektedir. Çünkü, bizim bu konuda çekineceğimiz, korkacağımız, bizim sorumluluğumuzu doğurabilecek hiçbir dahlimiz söz konusu değildir.

Dün Sayın Cumhurbaşkanına bu konuda bendeki bilgileri ifade ettim, arz ettim. Kendisine şahsi görüşüm olarak, Mecliste bizim önergemizle kabul edilen Meclis araştırma komisyonunun, eğer iktidar tarafından engellenirse, bu konudaki gerçekleri ortaya çıkarmakta yetersiz kalacağı görüşümü ifade ettim. Eğer Hükümet yardımcı olmazsa, eğer iktidar engelleme yoluna giderse, işte dün Meclis görüşmelerinde de ifade edildi. İçtüzüğe göre, Meclis araştırma komisyonuna verilmiş olan yetkilerle bu olayı bütün boyutlarıyla ortaya çıkarabilmek mümkün değildir. Meclis araştırma komisyonunun yetkileri, bunun için yeterli değildir. Ben, Sayın Cumhurbaşkanına Devlet Denetleme Kuruluna da Meclis araştırma komisyonuna ilaveten bu konuda görevlendirmeyi düşünüp düşünmediğini sordum. Biliyorsunuz, Anayasamızın 108 inci maddesine göre, Devlet Denetleme Kurulunu görevlendirmek Cumhurbaşkanının yetkisindedir. Devlet organlarının hukuka aykırı bütün işlemlerini denetleme yetkisi vardır Devlet Denetleme Kurulunun. Burada da açık bir hukuk ihlali söz konusudur. Buna dayanak, bu kurulun görevlendirilebileceğini Sayın Cumhurbaşkanına, kendi görüşüm olarak dile getirdim. Sayın Cumhurbaşkanı, kendi görüşüm olarak dile getirdim. Sayın Cumhurbaşkanı bu görüşüme katılmadı. Meseleyi incelediğini, Devlet Denetleme Kurulunun kuruluşundan bugüne kadar benzer bir konuda görevlendirilmediğini; yani, güvenlikle ilgili bir konuda şimdiye kadar hiç görev yapmadığını, yapısı itibarıyla de böyle bir görevi ifa etmeye uygun olmadığını bana ifade etti. Benden aldığı bilgileri Sayın Başbakana ileteceğini ve bunun takipçisi olacağını bana söyledi.

Değerli arkadaşlarım, ümit ediyorum ki, Sayın Cumhurbaşkanının da yakın ilgisiyle, takibiyle Sayın Başbakan, bu konuya bir Hükümet Başkanı sorumluluğu içinde eğilir ve bu konuyla ilgili gerçekler ortaya çıkar. Ama, itiraf edeyim ki, bu konudaki  ümidin çok daha fazla değildir.  Neden değildir, bakın şimdi, bir an için 4 ay öncesine gidin. 4 ay önce bizim başlattığımız bir soruşturmanın, Söylemez çetesi denilen, devlet içinde uzantıları olan bir çetenin, karıştığı birtakım olaylarla ilgili bizim başlattığımız bir soruşturma söz konusudur. Biz Hükümeti devrederken, bu soruşturmayı da, devletin sürekliliği içerisinde bugünkü Hükümete devretmişizdir. Biz Hükümeti devredene kadar bu soruşturmada ortaya çıkan bilgiler, devleti sarsacak niteliktedir. Bundan dolayı Silahlı Kuvvetler kendi bünyesinden bazı kişileri uzaklaştırmıştır. Emniyet bazı kişileri uzaklaştırmıştır. Bunlardan bir kısmını mahkeme tutuklamıştır, bir kısmı da firar halindedir; şu anda iki emniyet müdürü firar halindedir.

Şimdi, bu boyutlara ulaşmış bir soruşturmanın, yeni Hükümet tarafından, yeni başbakan tarafından daha derinleştirilmesi gerekirdi. Bu olayın üzerine daha ciddiyetle gidilmesi gerekirdi. O müfettişlere ilave müfettiş verilmesi gerekirdi, o müfettişlere birtakım yetkilerin, ek kolaylıkların verilmesi gerekirdi. Ama yapılan ne olmuştur; bunun tam tersi olmuştur. Müfettişler daire başkanı yapılmıştır. Yani, onlara “ Bu işi bitirin, bu işin derinine gitmeyin ” denilmiştir. Arkasından, şimdi bir an için de iki ay öncesine gidin: İki ay önce bir rapor açıklanmıştır. Raporu açıklayan bir siyasi partinin başkanıdır. Rapor, “ MİT Raporu” diye açıklanmıştır. MİT’te hazırlandığı ifade olan bir rapor olarak açıklanmıştır. Basında yer almıştır, televizyonlarda yer almıştır. Ve ne demektedir bu rapor: Bu rapor, devletin içerisindeki Başbakan Yardımcısının, onun eşinin, İçişleri Bakanının birtakım suç örgütleriyle ilişkisi olduğunu söylemektedir. Uyuşturucu ticaretiyle ilişkisi olduğunu söylemektedir.

Değerli arkadaşlarım, burada sorumla bir Başbakan ne yapar; burada sorumlu bir bakan ne yapar?.. Kendisiyle ilgili böyle iddialar ileri sürülen insanlar ne yaparlar? Hayır, istifa etmezler. Bakın, ne yaparlar?.. Zannediyorum 1988 yılında aynı buna benzer bir olay yaşandı. MİT Raporu diye bir rapor yayımlandı. Devlette çok önemli görevlerde bulunmuş birtakım insanlarla ilgili birtakım iddialar ortaya atıldı. Bu rapor, MİT’e mal edildiği halde, MİT “ Ben böyle bir rapor hazırlamadım” dedi.  Tıpkı bugün olduğu gibi; ama, buna rağmen, Rahmetli Özal’ın emriyle bir soruşturma kurulu oluşturuldu.  5-6 Bakanlığın teftiş kurullarından elemanlar alındı, karma bir soruşturma kurulu oluşturuldu. O karma soruşturma kurulu işi incelediği zaman, bu raporun MİT içerisinde hazırlandığını, aslında yayımlamak üzere değil, MİT içerisinde muhafaza edilmek üzere hazırlandığını. Yani, özel bir rapor olduğunu, bunun dışarıya sızdırılmasının MİT’in çalışma usullerine aykırı olduğunu, yasadışı olduğunu saptadı ve bu işin sorumluları MİT’ten uzaklaştırıldı. Bu raporu yazan kişiler, bu raporu dışarıya sızdıran kişiler, teşkilattan uzaklaştırıldı o soruşturmanın sonucunda.

Aradan altı sene geçti, Tansu Çiller Başbakan oldu, o raporu hazırladığı için MİT’ten uzaklaştırılan kişi tekrar MİT’e alındı. MİT’in içerisinde özel bir birim oluşturuldu, sorumluluğu da o kişiye verildi, yanına da yine Sayın Tansu Çiller’e yakın olan kişiler yerleştirildi.

Şimdi, ortak bir rapor var. Bu rapor 1988 yılında, bizim iktidarımızda yayımlanan rapordan çok daha ciddi iddialar, çok daha vahim suçlamalar ihtiva ediyor. Bu rapordaki mesele, öyle 1988 yılında olduğu gibi, birtakım gönül ilişkileri filan değil. Bu rapor, devletin güvenliğini ilgilendiren, devletle mafya ilişkilerini ortaya koyan, bunların uzantılarının hükümete kadar gittiğini gösteren çok ciddi iddialar içeriyor. Ve bunlar kamuoyunda yayımlanıyor, bunlar televizyonlarda yayımlanıyor. Burada ciddi bir Başbakanın yapması gereken, bu raporla ilgili soruşturma açmaktır. Bu yapılmamıştır. Ne adı geçen bakanlar, ne adı geçen Başbakan Yardımcısı, ne onun kocası, ne diğer ilgililer, hiçbirisi böyle bir rapordan rahatsız olmamışlardır. Ama ne olmuştur: işte 3 Kasım günü meydana gelen bir trafik kazası, bu raporda zikredilen iddiaların, bu raporda ortaya konulan iddiaların geniş ölçüde doğru olduğunu göstermiştir.

Değerli arkadaşlarım, bu raporun gereğini yapmamakla Başbakan görevini ihmal etmiştir, görevini yapmamıştır; ama, acaba o trafik kazası meydana geldikten sonra yapılması gerekenler yapılmış mıdır? Şimdi, bir trafik kazası düşünün ki, o trafik kazasında suçluları yakalamakla görevli olan bir polis müdürü, aranan bir şahısla, mahkemenin hakkında gıyabi tutuklama kararı olan bir şahısla birlikte bulunuyor. Yine aynı kazada, devletle eşkıyaya karşı işbirliği yapan bir aşiret reisi de bulunuyor. Gazetelerde de yayımlanan, olay yerinde bulunmuş birtakım dökümanlar var. Devlet bu kişiye bir pasaport vermiş, pasaport sıradan bir pasaport değil, yeşil pasaport. Yeşil pasaport almak için en azından 3 üncü derece devlet memuru olmak gerekir. Yeşil pasaportu her yerden alamazsınız, valiliklerden alamazsınız. Yeşil pasaportu, sadece İçişleri Bakanlığında Emniyet Genel Müdürlüğü Yabancılar Şubesinden alabilirsiniz. İçişleri Bakanlığından o yeşil pasaportu alabilmeniz için, çalıştığınız kurumun oraya yazılı olarak başvurması lazım: “ Bu kişi benim bakanlığımda çalışıyor” demesi lazım. Devlette çalışmayan, devletle hiç ilişkisi olmayan birisi hakkında böyle bir işlem yapılmış, ona yeşil pasaport verilmiş. Bu yetmemiş, polis kimliği verilmiş.

Şimdi, bu olay devlet tarafından özel olarak araştırılması gereken bir olay değil mi ? O pasaportun altında, o kimliğin altında kimin imzasının olduğunun ortaya çıkarılması gerekmez mi? Bu işlemler bugüne kadar yapılmamıştır. Bu işlemlerin ilk günde başlatılması lazımdı. Yani, belge belge diyorlar; böyle bir soruşturmayı başlatmak için çok geniş kapsamlı, çok ciddi bir soruşturmayı başlatmak için, benim ortaya çıkıp belge, bilgi koymam gerekmezdi. Belgeler zaten suç yerinde duruyordu, o kimlik kartı suç deliliydi. O yeşil pasaport suç deliliydi. O susturucular suç deliliydi. O kaybolan çantadaki paralar, onlar suç deliliydi. Bütün bunlara rağmen olayın üzerine gidilmemiştir. Olayın bugün gecikmeyle, belki delillerin bir kısmı yok edildikten sonra, belki bir kısım deliller değiştirildikten sonra, 10-15 günlük bir gecikmeyle üstüne gidilmesi dahi, başta biz olmak üzere, Anavatan Partisi olmak üzere Kamuoyunun, muhalefet partilerinin bu meseleye gösterdikleri duyarlılığın sonucudur.

Şimdi, buna karşı iktidarın düşündüğü birinci tedbir, bu meseleyi gündemden düşürmektir. Gündemden düşürmek için akla hayale gelmedik yollar denenmektedir. 4 aydan beri Marmaris’te bulunan, polisin kontrolü altında olan bir suikast timi, sanki olaydan bir gün sonra gelmiş gibi ortaya çıkarılmıştır. Sırf bu olayı kapatmak için ortaya çıkarılmıştır. Başbakan yardımcısı, aşiret reisini hastanede ziyaret ettikten sonra: “ Dün bir eylem yaptık, az kalsın Öcalan’ı öldürüyorduk, son anda kaçtı demiştir. Ben olayı araştırdım, Başbakan Yardımcısına o bilgiyi verenlerle görüştüm, “ Bizim ne dediğimizi anlamamış, bir Harkuk’a yapılmış bir hava operasyonundan bahsediyoruz. Harkuk ile APO’nun hiçbir alakası yok”  dediler. Ama, mesele sadece bir yanlış anlama değildir, bilinçli olarak gündem değiştirilmeye çalışılmaktadır. Bu olay gündemden düşürülmeye çalışılmaktadır. Bu olayın gündemden düşmesine müsaade etmememiz lazım.

Partinin gidişinden rahatsızlığı olan bazı, son seçim sonuçlarını hala yeterince hazmedememiş olan iyi niyetli birtakım arkadaşlarımın olduğunu biliyorum. Dediğim gibi, önümüzdeki günlerde o konuları kendi içimizde de tartışacağız, isteyen arkadaşlarımla gruplar halinde de tartışırız. Bugünden itibaren arkadaşlarımla bu konularda  görüşeceğim; ama, bütün arkadaşlarımın, hepinizin bir konuda dikkatinizi çekmek istiyorum. Bizim dışımızdaki oyuna alet olmayalım. Ne söyleyeceğiniz varsa, bana karşı, partiye karşı, hepsini tartışmaya hazırım. Akılcı olan her öneriden, tavsiyeden yararlanmaya da hazırım. Ama değerli arkadaşlarım, mesele artık bizi aşmıştır. Mesele Anavatan Partisini aşmıştır. Mesele, siyasi bir mesele olmayı da aşmıştır. Türkiye’de devleti ele geçirmeye çalışan menfaat çeteleri var. Bu menfaat çeteleri şu anda hükümete kadar uzanmıştır. Biz buna karşı bir mücadele veriyoruz. Bizim elimizde silahlı güç filan yok, bizim elimizde devletin arşivleri de yok. Bu mücadele, zaten yeteri kadar zor şartlarda verdiğimiz bir mücadeledir. Bu mücadeleyi verirken, kendi içimizdeki bazı arkadaşlarımızın, bilerek veya bilmeyerek, bize engel olmaması lazım.

Değerli arkadaşlarım, şimdi bu olaylar nasıl ortaya çıkarılacak? Bu olayların o Cumhurbaşkanının söylediği “ Nereye kadar giderse” dediği o yere nasıl ulaşacağız ? Bir kere hemen söyleyeyim, bu, bizim demokrasimiz için bir güç sınavıdır. Güçlü demokrasiler, devlete yönelen bu tür iddiaların üstüne gitmekten korkmazlar. Ancak zayıf demokrasiler, oturmamış demokrasiler devlete yönelecek bu iddialardan korkarlar, bunların üstüne gitmekten kaçınırlar.

Bakın, geçmişte İtalya’da buna benzer bir olay yaşandı. Daha dün Başbakan mahkum oldu, Başbakan Kraksi hakkında daha dün mahkumiyet kararı verildi İtalya’da. Adam Tunus’ta olduğu için şu anda hapiste değil; ama, mahkeme kararını dün verdi. Şimdi, İtalya’da benzer bir olay oldu: Başbakan, bakanlar mafya ile içli-dışlı olmuşlar. Yasadışı eylemler yapılmış, insanlar öldürülmüş, kirli paralar dönmüş. Uyuşturucu ticareti yapılmış... Şimdi, bu tür kirli işlerin ilelebet gizli kalması mümkün değil, bir yerden patlak veriyor, hiçbir yerde olmazsa bir trafik kazasından patlak veriyor. Bir yerden olay ortaya çıkmış. İtalya’ da hukuk sistemi, kabul etmek lazım ki, çok güçlü, bizden daha güçlü; ama İtalya’da normal hukuk sistemi içerisinde bu işi ortaya çıkaramayacaklarını kanaat getirmişler, özel yetkilerle donatılmış bir savcılık kurumu getirmişler. İşte De Pietro denilen o savcı, özel yetkilerle, süper savcı olarak görevini yapmış ve kararlılıkla olayın üstüne gitmiş. Sonunda İtalya’daki bütün Parlamento değişmiş, hükümet değil Parlamento değişmiş. Parlamentonun üçte ikisi siyasetten tasfiye olmuş. Başbakanlar hapse girmiş, Anriyotti hapiste, bakanlar mahkum olmuş. Şimdi, bu olaylardan sonra İtalyan demokrasisi zayıflamış mı güçlenmiş mi?.. Değerli arkadaşlarım, asıl çürüyen,  devletin içerisinde girmiş olan bu uru çıkaramayan demokrasilerdir. Bunu söküp atanlar, ne pahasına olursa olsun, içinde Başbakan da olsa, bakan da olsa, emniyet müdürü de olsa, bu uru kendi demokrasilerinden söküp atan rejimler, ancak güç kazanırlar. Amerika’da ki Vatergette farklı değildir, bir Amerikan Başkanının değişmesine mal olmuştur. Ama, Amerikan demokrasisi bundan güç kazanmıştır. İtalyan demokrasisi bugün 5 yıl öncesinden daha güçlüdür.

Şimdi, Türkiye’de normal yasal mevzuat içerisinde, maalesef netice alamıyoruz. Bunu ben söylemiyorum, geçen hafta da söyledim, bunu savcılar söylüyorlar. Savcı diyor ki: “ Benim yetkilerim buna yeterli değil ” Meclis araştırma komisyonu ile netice alamayız. Geçmişte Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu kurduk, ben onun raporunu okudum. Sadık Avundukluoğlu dün televizyona çıktı: “ Benden bilgi almadı ” dedi. Ben, hem o komisyondaki bizim partili arkadaşlarla görüştüm, hem raporlarını okudum. Onun akibeti de ortada. Meclis araştırma komisyonunun yetkileri içtüzüğe göre belli. Böyle bir olayı - tekrar söylüyorum- Hükümetin yardımcı olmaması, Hükümetin işbirliği yapmaması halinde ortaya çıkarabilmemiz mümkün değildir.

........bir araştırma Komisyonu ortaya çıkaramaz. İşte, bizim söylemez soruşturmasında olduğu gibi, 5-10 tane alt kademe görevlisini görevden alırsınız, uzaklaştırırsınız, mesele kapanmış olur. O, Cumhurbaşkanının dediği en üst yere kadar gitmek için, uzandığı en üst yere kadar gitmek için, bugünkü Meclis araştırma komisyonunun statüsü yeterli değildir, yetkileri yeterli değildir.

Peki ne yapacağız, Cumhurbaşkanı da Devlet Denetleme Kurulunu uygun görmüyor, Başbakan da bu konuya ciddi eğilmemiş, bu konuda özel bir soruşturma açmayı da düşünmüyor. O zaman ne yapacağız; ben şunu öneriyorum: Bu Meclis araştırma komisyonu, dün Mecliste kabul edildi, bütün partilerin ittifakıyla kurulması kabul edildi. Şimdi o komisyon kurulacak, oraya biz de arkadaşlarımızı vereceğiz. Bu komisyon çalışmaya başlayacak, birtakım belgelerle, birtakım bilgilerle bu komisyon belli bulgulara ulaşacak. Bu olayın, sanıldığından daha kapsamlı olduğu, daha derinlere uzandığı, o komisyon tarafından da kısa sürece görülecektir. O zaman, o komisyonun Meclise bir ara rapor vermesi lazım, ek yetkiler talep etmesi lazım. Bu yetkiler nasıl verilir, içtüzükte değişiklik yapılarak mı verilir, özel bir yasa çıkararak mı verilir; bu komisyon, meseleyi bütün boyutlarıyla ortaya çıkarmaya ehil hale getirilebilir, bu hukuki bir sorundur. Şimdiye kadar da, hiç, daha parlamenter rejimde yaşamadığımız bir sorundur.

Benim ümidim, benim dileğim, o noktaya geldiğimiz zaman, bu meselenin bir iktidar - muhalefet çekişmesine dönüşmemesidir. Yani, bütün siyasi partilerin, devletin bu pislikten, o noktada daha iyi görülecek olan, daha net ortaya çıkmış olan bu pislikten temizlenmesi konusunda bir uzlaşmaya varmalarıdır. Yani, ben iktidar partilerimize mensup milletvekillerimizin, milletvekili arkadaşlarımızın, bugüne kadar kendi siyasi ikballeri için belli şeyleri görmezlikten gelmek zorunda kaldıklarını biliyorum, belli şeylere gönülsüz oy verdiklerini, belli şeylerin örtülmesinden dolayı vicdan azabı çektiklerini de biliyorum. Ama, ümit ediyorum ki, o geldiğimiz noktada, bu arkadaşlarım dahi artık sorumluluklarının gereğini yapma ihtiyacını duyacaklardır.

Benim düşündüğüm çözüm budur. Meclis araştırma komisyonu, bugünkü içtüzükte belirlenen yetkiyle, bu olayı yakalayamaz, bu olayı tümüyle ortaya çıkaramaz. Bu komisyona ek yetkiler vermemiz lazım veyahut da, bu komisyonun çalışmaları ışığında, özel bir yasal düzenleme yapıp, bu konuda tam yetkili bir kurul oluşturmamız lazım.

Bu konuyu da, hukukçu arkadaşlarımızla ve parti dışındaki uzman arkadaşlarımızla değerlendirmemiz gerekir. Ama, bu safhada, bütün arkadaşlarımdan istediğim, bu meselenin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır, bu meselenin gündemden düşürülmesine engel olmaktır, gündemin saptırılma çabalarına yardımcı olmamaktır ve bu konuda da basına çok önemli görev düşüyor. Basın, bugüne kadar, bu olayın üstüne çok iyi gitmiştir. Bu konuda çok güzel kamuoyu yaratılmıştır. Ama,  bizde basının  bir zaafı vardır, bir meselesi bir ay öne çıkarırlar, ondan sonra meseleyi gerektiği şekilde, aynı hassasiyetle takip etmezler. Mesele gündemden düştükten sonra, basın artık o meseleyle ilgilenmez. Halbuki, maalesef, İtalya olayında olduğu gibi, Watergate olayında olduğu gibi, Amerika’ da  olduğu gibi, bu tür karmaşık olayların, bizzat devlette bazı güçlerin kapatılmasını istediği bu olayların ortaya çıkarılabilmesi için, bazen aylar süren - Amerika’da bir yılı aşkın süren- çok ciddi bir araştırma gerekmektedir. Bunu, bir gazeteci de yapabilir, bir Meclis komisyonu da yapabilir, bir parlamenter, bir savcı da yapabilir; ama, meselenin ciddiyet ve kararlılıkla üstene gidilmesi gerekir. Bu kararlılığı da, bugün, en fazla göstermesi gereken, basın ve Anavatan Partisidir.

Değerli arkadaşlarım, bütün bu olaylar, inşallah ortaya çıkarılacaktır, devlet bu pislikten temizlenecektir, vatandaşın devlete olan güveni tekrar tesis edilecektir. Ama, sadece bunların ortaya çıkarılması, bu hedeflere ulaşılması için yeterli değildir.  Buna ilaveten yapılması gereken şeyler var. Bakın, ben, seçimlerden önce, Partimizin seçim taahhüdü olarak ifade ettiği, milletvekili dokunulmazlığının, yolsuzluk olaylarından arındırılması, yani yolsuzluk olaylarını dışarıda bırakacak şekilde daraltılması konusunda parti olarak seçimlerden hemen sonra, yeni Meclisin çalışmaya başlamasından hemen sonra, bütün arkadaşlarımızın imzasıyla, bütün milletvekillerimizin imzasıyla, bir Anayasa değişikliği teklifini Meclis Başkanlığına sunduk. Tabii ki, işleme koymak  için sayımız yeterli değil. Diğer partilere gönderdik. Onların desteğini istedik. Daha önce taahhütleri olmasına rağmen, bizim bu değişiklik önergemize destek vermediler. Şimdi, görüyorum ki, dün, Doğru Yol Partisi Grubu, kendisi, 10 aydan beri destek vermediği bizim değişiklik önergemizin bir benzerini imzaya açmış. Bütün arkadaşlarımdan, Doğru Yol Partisinin bu önerisine destek vermenizi ricaediyorum. Biz de imza verelim, bu Anayasa değişikliği Meclisin gündemine girsin. Sayın Meclis Başkanıyla görüştüm. Partilerarası Anayasa değişikliğiyle ilgili kurulmuş olan komisyonda bunun da öncelikli olarak görüşülmesi konusunda başkan olarak inisiyatif kullanacak, bunu o Komisyonun gündemine getirecek.

Doğru Yol Partisi, niçin böyle birşeye ihtiyaç duydu, on ay sonra neden buna mecbur kaldı, onu değerlendirmekte zorluğum yok. Onun, fazla, şu anda konumuzla ilgisi de yok. Doğru Yol Partisi, bu yönde, şu anda kendi teklifiyle angaje olmuştur kamuoyuna. Destek verelim, bu Anayasa değişikliğini bir kere süratle yapalım. Yani, milletvekili dokunulmazlığı, milletvekillerine, siyasi görevlerini, Meclisteki yasama ve görevlerini layıkıyla yapmaları için verilmiştir. Yasama dokunulmazlığı, milletvekillerine, geçmişte yapılmış birtakım yolsuzlukları örtmek için verilmemiştir, ona kalkan olsun diye verilmemiştir. Mecliste görevlerini yeterince yapsınlar diye, görevlerini engellemesin diye verilmiştir.

O zaman, rüşvet gibi, dolandırıcılık gibi, zimmetine para geçirmek gibi birtakım fiillerin, yasa dokunulmazlığı kapsamında olması savunulamaz, bu, anlayışla da karşılanamaz. Dünyanın hiçbir yerinde de, Türkiye kadar, yasama dokunulmazlığının geniş olduğu başka bir parlamenter rejim yoktur.

Binaenaleyh, bu suçlar, yasama dokunulmazlığının dışına çıkarılmalıdır. Yasama dokunulmazlığı, bu suçları dışarıda bırakacak şekilde yeniden düzenlenmelidir.  Doğru Yol Partisi bu konuda bir teklif vermiştir. Bizim bu teklife destek vermemizi istiyorum. Bu konuda da, arkadaşlarımın görüşlerini dile getirmelerini istiyorum. Bunu bir grup kararı olarak da karara bağlarsak, bana göre çok iyi yapmış oluruz.

Şu anda, Mecliste tamamlanmış olan araştırma komisyonu raporları var. Bunların, hüküm ifade edebilmesi için, bu raporlarda suçluluğu tespit edilmiş olan, hakkında savcılığa suç duyurusu yapılmış olan milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması için, savcının fezleke hazırlanması, Adalet Bakanlığının onu onaylaması, Başbakanlığın kabul edip Meclise göndermesi, Meclisin de, hem Komisyonda hem Genel Kurulda bu fezlekeyi oylayıp kabul etmesi gerekir. Böyle bir işlemin de, bu yasama dönemi içinde yapılıp yapılamayacağına, tamamlanıp tamamlanamayacağına ciddi kuşkum var.

Sadece o olaylarla sınırlı olarak değil, bundan sonra tekerrür edecek bütün olayları kapsamak üzere, yasama dokunulmazlığının yeniden düzenlenmesi zarureti vardır. Yolsuzlukların, vesair suçların, buna benzer suçların yasama dokunulmazlığının dışına çıkarılması lazımdır.

Bu konuda, bütün arkadaşlarımı, Doğru Yol Partisinin hazırladığı bu değişiklik önergesine destek vermeye çağırıyorum.

Bu konuda, Parti olarak bizim başka çalışmalarımız da vardır. Bu tür suçların zamanaşımı dışında tutulmasına ilişkin teklifimiz vardır. Velhasıl, temiz topluma ulaşmak için, Anavatan Partisi olarak, Meclis marifetiyle yapılabilecek bütün düzenlemelere bizim destek vermemiz lazım. Bu konuda, şu anda toplumun ümidi olduğumuzu unutmamamız lazımdır. Eğer, ileride, geçen hafta da söylediğim gibi, görüşlerimizi hayata geçirebileceğimiz, programımızı uygulayabileceğimiz, Türkiye’nin bugün içine düştüğü badireden kurtulacağı yeni bir dönemin mimarı olmak istiyorsak, önce bir toplumu temizlememiz lazım, siyaseti temizlememiz lazım, devleti temizlememiz lazım.

Ben, önümüzdeki günlerde, bu konuda bazı televizyon programlarına çıkacağım, bu konudaki görüşlerimizi kamuoyuna da daha açık olarak dile getireceğim. Arkadaşlarımla da, bu konuları, gruplar halinde yeniden değerlendireceğiz. Önümüzdeki haftaki toplantımızda da, size bütün bu gelişmelerle ilgili daha geniş bilgi vereceğim.

Hepinize saygılar sunuyorum.