ANAP
GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ'IN ANAP TBMM GRUP KONUŞMASI
13
Kasım 1996
Değerli
arkadaşlarım, biraz önce bu kürsüden konuşan değerli dostum
Azerbaycanlı Devlet Adamı İsa Kamberof, Azerbaycan’daki
ekonomik durumun hiç de yahşi olmadığını söyledi. Ama. Dün
bu kürsüde konuşan Sayın Başbakanımızın ifadesine bakılırsa,
Türkiye’deki durum Azerbaycan’dakinin tamamen tersidir. Bu hükümet
sayesinde 1997 yıhında denk bütçemiz olacaktır. Bu denk bütçenin
üzerine, Hükümetin açıkladığı kaynak paketleri sayesinde
birinci 10 milyar dolarlık kaynak paketinin 8,2 milyar doları şu
anda Hazineye girmiştir. İkinci ve üçüncü 10 milyar dolarlık
paketlerin de kısa zamanda Hazineye girmesiyle birlikte, Türkiye
kaynak sıkıntısı çeken bir ülke olmaktan çıkacak, kaynak
bolluğu içinde yüzen bir ülke haline gelecektir.
Değerli arkadaşlarım, elbette
ki, siyasette zaman zaman hayallerle masallarla toplumu avutmak,
insanları belli bir süre için gerçeklerden uzaklaştırmak,
insanları avutmak mümkündür. Maalesef, Türk siyasetinde
de geçmişte bu yöntemler çok sık kullanılmıştır.
En başta bize karşı kullanılmıştır, Anavatana karşı
kullanılmıştır. Ve bu yöntemler o kadar sorumsuzca kullanılmıştır
ki, bugün geldiğimiz noktada bu nedenle Türk insanı, siyasetçiyi
güvenilmez insan kabul etmeye başlamıştır. Sayın Erbakan’ın
şimdi yaptığı, geçmişte denenmiş olan ve Türk insanına
artık bıkkınlık veren bu yalanların, bu hayali vaatlerin, bu
gerçek dışı iddiaların siyasi malzeme yapılmasından başka
bir şey değildir.
Bakın,
size bir olayı anlatacağım. Sayın
Erbakan bundan bir ay kadar önce Libya’yı ziyaret etti.
Biz “ Gitme ” dedik. Gitti, bizim ikazlarımızı dikkate
almadığı için orada, şimdiye kadar hiçbir Türk Başbakanının
muhatap olmadığı hakaretimiz bir muameleye muhatap oldu. Ama,
herhalde hatırlıyorsunuz, geldikten sonra Esenboğa Havaalanında
basın toplantısı yaptı, dedi ki: “ Ben oraya, Türkiye’nin
orada iş yapan müteahhitlerinin paralarını tahsil etmek için
gittim ve bu paranın yüzde 40’ı şu anda hazineye gelmiştir
” Daha döner dönmez,
ayağının tozuyla bunu söyledi. Ben ondan sonra, bir hafta onbeş
gün sonra, Libya’da İş Yapan Müteahhitler Derneğinin Başkanını,
temsilcilerini partiye davet ettim, dedim ki: “ Sayın Başbakanın
böyle bir ifadesi var, herhalde paranızı aldınız ”
kendileri “ Hayır, hiç para almadık” dediler. Dün
bu Dernek bir açıklama yapıyor ve Libya Hükümetinin bugüne
kadar birikmiş müteahhit alacaklarına mahsuben 1 kuruşluk dahi
ödeme yapmadığını açıklıyor.
Şimdi,
düşünün ki, bir Başbakan, kendi halkına bu paranın ödendiğini
söylüyor, aradan bir ay geçtikten sonra bu parayı tahsil
etmesi gereken müteahhitler, Başbakanı yalanlıyorlar: “ Hayır,
biz beş kuruş para almadık” diyorlar. Bu yalanın ortaya çıkması
için sadece bir ay gerekmiştir. Sayın Erbakan’ın
denk bütçeyle ilgili, o, kaynak paketleriyle ilgili
yalanlarının ortaya çıkması için ise, en azından bir yıl
gerekecektir; ama, bir ayda olsa, bir yıl da olsa, bu süre Türkiye’nin
kaybettiği bir süredir. Türkiye, böyle hayalci başbakanların,
hayali bütçelerinin arkasından zaman kaybetmeye daha fazla
tahammül edemez. Türkiye’nin artık bu ayağa düşmüş
siyaset anlayışından kurtulması lazım. Türkiye’nin
silkinmesi lazım. Bu olay, sadece siyasetle sınırlı değil,
her akşam televizyonlarda izliyorsunuz, Anavatan İktidarı döneminde
8 senede Türkiye’de hiç yaşamadığımız olayları, aynı günde
art arda yaşıyoruz. Öğrenciler yine 1980 öncesindeki gibi
birbirleriyle yine düşman kamplara ayrılmışlar. Fikir münakaşaları,
fikir kavgaları artık fiziki kavgalara dönüşmüştür, tıpkı
1980 öncesinde olduğu gibi. İnsanların can güvenliğini sağlamayan
hükümet, mezardaki ölülere bile sahip çıkamamaktadır. Yaşadığımız
olayların bu dönemde bu kadar yoğunlaşmış olması tesadüfi
değildir. Türkiye’deki yönetim boşluğunun eseridir.
Şimdi,
bu hükümetin gündeme getirdiği yeni bir uygulama var. Geçen
hafta burada konuşan bir arkadaşım bir nebze bu konuya değindi.
Konu biraz teknik bir konu da olsa, bizi de çok yakından
ilgilendiren fevkalade önemli bir konudur. Biliyorsunuz, daha önce
açıklanan kaynak paketlerinin birincisinde Sayın Erbakan,
Hazineye gelir temin etmek için, kamu kuruluşlarına ait
mevduatların bir havuzda toplanacağını ve bu havuzda toplanan
paranın Hazine tarafından kullanılacağını ifade etmişti. 31
Ekim tarihinde bu konuda bir başbakanlık genelgesi çıkarılmıştır.
Ve 2 Kasım tarihinde de bu uygulama başlamıştır.
Değerli
arkadaşlarım, bu uygulamayla Hazine 4 kamu bankasında ortak bir
hesap açmıştır: Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıflar ve
Emlak Bankalarında. Devlete ait ne kadar kamu kuruluşu varsa, bütün
bu kamu kuruluşlarının, KİT’lerin vadesiz ve vadeli
mevduatları bu hesapta toplanacaktır. Ama, mesele, sadece KİT’lerle
sınırlı değildir, buna ilaveten, bütün fonların parası
burada toplanacaktır, bütün belediyelerin parası burada
toplanacaktır, bütün il özel idarelerinin parası burada
toplanacaktır.
Şimdi,
birincisi, Hükümetin, hele hele Başbakanın, bir genelgeyle böyle
bir düzenleme yapma yetkisi yoktur. Hukuken, yapılan muamele
sakattır. Yani, belediyelerin üzerinde Hükümetin Anayasadan
gelen bir vesayet yetkisi söz konusudur. Ama, bu vesayet yetkisi,
belediyelerin paralarını Hükümetin bu şekilde gasp etmesine
varacak bir yetki olarak değerlendirilemez. Hele hele Anavatan
Partisinin 1984 yılından itibaren Türkiye’de yerel yönetimlerle
ilgili gerçekleştirmiş olduğu reformların ışığında,
belediyelere daha fazla inisiyatif, belediyelerin kendi
kaynaklarına daha fazla yönetim hakkı sağlayan düzenlemelerden
sonra, şimdi hiçbir hükümet hukuken, hukuka saygılı hiçbir
Hükümet, çıkıp da: “ Ben belediyelerin paralarını bu
havuzda topluyorum, bunu Hazinenin ihtiyaçları için kullanacağım
” diyemez. Dolayısıyla yapılan muamele hukuken sakattır.
Yerel yönetim esprisine aykırıdır, yerel yönetimlerin
özerkliğine aykırıdır. Hukuken savunulabilecek bir muamele değildir;
ama, işin bizi ilgilendiren bir başka yönü daha var:
Şimdi,
ayın 2’sinden itibaren belediyelerin bütün vadesiz mevduatları
bu hesapta toplanacaktır. Vadeli hesapları da vadelerinin hitamında
yine bu hesapta toplanacaktır. Şimdi, bütün parası bu hesapta
toplanmış olan bir belediye, mesela bizim Bursa Büyükşehir
Belediyemiz, işçisine maaş
ödeyeceği zaman ücret bordrosunu Hazineden sorumlu
makama gönderecektir, onun onayı ile kendi parasını bu
hesaptan çekebilecektir. Dolayısıyla Hükümetle belediyeler
arasında bir ayırım yapma, belediyeler arasında partizanca
davranma konusunda yeni bir imkan sağlanmaktadır.
Bir
Hükümet, karşı partiden bir belediyeye, muhalefete mensup bir
belediyeye istihkaklarını geciktirebilecektir, kendi partisine
mensup bir belediyenin istihkaklarını hemen bu hesaptan ödeyebilecektir.
Zaten belediyelerle ilgili fonların kullanımında alabildiğine
partizanlık yapan, alabildiğine ayırımcılık yapan bu Hükümetin,
hatta kendi ortakları arasında dahi bu konuda ayrımcılığın
yaşandığı bir Hükümetin, böyle bir uygulamayı tarafsız, eşit
biçimde sürdürmesini beklemek abesle iştigaldir. Ama, bu
uygulamanın bir büyük sakatlığı daha var, biz Anavatan
Partisi olarak KİT’lerin müdebbir bir tüccar gibi davranmasını
teşvik etmek için, onlar üzerindeki merkezi kontrolü asgari
seviyeye indirdik. Yani, her KİT’in kendi parasını kendisinin
kullanmasını, kendisiyle ilgili tasarruflarda azami yetkili
davranmasını sağlayacak düzenlemeler getirdik. Çünkü,
biliyorsunuz, bizim felsefemizde, devletin ekonomide işletmeci
olarak, yatırımcı olarak yeri yoktur. Bizim felsefemiz,
ekonomiden devletin tümüyle çekilmesidir. Bunu sağlayabilmek için,
bir geçiş tedbiri olarak, KİT’lerin kendi kendilerini yönetir
hale gelmelerini esas aldık ve KİT’lere geniş ölçüde kendi
kaynaklarını kullanmada serbestiyet getirdik. Hatta bu KİT’lerden
bazıları halka açıldılar; hisseleri borsada satılmaya başlandı.
Türk Hava Yolları
gibi PETKİM gibi, Ereğli Demir Çelik gibi birçok kuruluşlar
hisselerini borsada halka arz ettiler. Hatta halka açılan bu şirketler
içerisinde hisselerini yabancı kişilere satmış olan şirketler
de var. Yani, yabancılar da gelip bu şirketlerin hisselerini
borsada satın aldılar.
Şimdi
değerli arkadaşlarım, yapılan bu düzenlemeyle anonim şirket
statüsünde olan, halka açılmış olan, bazılarının
hisseleri yabancılara satılmış olan bütün bu şirketlerin
mevduatları, Hazine adına açılan bu hesapta toplanacaktır. Bu
şirketler, yapacakları bütün ödemeler için Hazineden onay
alacaklardır. Kendi paralarını kullanabilmek için Hazineden
onay alacaklardır. Bu, bana göre Ticaret Kanununa da aykırıdır,
özelleştirme felsefesine de aykırıdır. Hukuken bütün bu
sakatlıkları yanında, ekonomik olarak da bunun devlete sağlayacağı
fazla bir şey söz konusu değildir; çünkü, Türkiye’de eğer
kamu kurumları net olarak fazla veren kurumlar olsaydı, o zaman
bu fazlanın devletin borçlanma gereğini azaltacak şekilde böyle
bir havuzda toplanması, değerlendirilmesi söz konusu
olabilirdi. Ama, bütün
kamu kuruluşlarının mevduatları fazla vermek yerine açık
verdiği için, bundan devletin
sağlayacağı bir tasarruf da söz konusu değildir.
Velhasıl
getirilen bu düzenleme de tam bir Erbakanlık düzenlemedir. Ve
il özel idareleri de buna dahildir. Yani, il idareleri dahi kendi
paralarını bu hesaba yatıracaklardır, bu hesaptan kullanmak için
de Hazineden izin alacaklardır.
Değerli
arkadaşlarım, hatırlarsanız, 1992 yılında il Koalisyon Hükümeti
işbaşına geldikten sonra, benzer bir projeyi- Demirel’in Başkanlığı
zamanında- o günkü Koalisyon Hükümeti gündeme getirmişti:
İnterkit diye bir özerk kurum kuracaklardı, o kurum bütün KİT’leri
idare edecekti, bütün KİT’ler ona bağlı olacaktı. Onların
mevduatları da hep aynı havuzda toplanacaktı. Sonra gördüler
ki bunun uygulama kabiliyeti yoktur; onun için, bu projeden geri
adım atıldı. Şimdi Sayın Erbakan, bunu sadece mali yönden
gerçekleştirmeye koyulmuştur. Bu kuruluşların yönetimlerini
olmasa bile, paralarını bu şekilde belli bir havuzda toplamayı
ve Hazinenin açıklarının finansmanı için bunu kullanmayı
planlamıştır. Bunun yürütülmesi mümkün değildir, hukuken
mümkün değildir ve ekonomik olarak da sağlayacağı hiçbir şey
söz konusu değildir. Bu konuda belediyelerimize hukuki olarak
yapacakları girişimlerde parti olarak her türlü desteği
vereceğiz; ama, bunun ötesinde, arkadaşlarımdan da bir
komisyon oluşturacağım ve bu konuyu Meclisin gündemine
getireceğiz.
Değerli
arkadaşlarım, ekonomide dikkatinizi çekmek istediğim diğer
bir husus, daha önce de müteahhit vesilelerle söyledim, 1996 yılı
Türk ekonomisi bakımından, en başta gümrük birliğine uyum açısından
önem taşıyan bir yıldır. Maalesef, şu geçtiğimiz 10 ay içerisinde
ortaya çıkmıştır ki, gümrük birliği, Türkiye’ye hiçbir
şey getirmediği gibi, Türkiye’nin aleyhine işleyen bir düzenleme
olmuştur. Geçen sene Türkiye’nin toplam dışticaret açığı
13 milyar dolardır. Bu sene gümrük birliğinin ilk yılında bu
rakamın 22 ila 24 milyar dolar arasında olması tahmin
edilmektedir. Yani, aşağı yukarı ikiye katlanması söz
konusudur. Çünkü, gümrük birliğine karşı Türk ekonomisini
koruyacak tedbirler alınmamıştır. Gümrük Birliği ile uyum
konusunda gerekli düzenlemeler tamamlanmamıştır ve bu kadar büyük
bir dışticaret açığı beklenirken, Hükümet şimdi bununla
da yetinmemiştir, bu açığı daha da büyütmek için bedelsiz
ithalat kararnamesini getirmiştir. Önümüzdeki Haziran ayına
kadar 50 bin markı yatıracak olan yurtdışındaki vatandaşlarımıza,
5 yıla kadar kullanılmış oto ithali imkanı getirilmiştir.
Dün
akşam aldığım habere göre, sadece 1 otomobil fabrikası 6 bin
işçi çıkarmıştır. 1800’ü kendi fabrikasında, 4 bin küsuru
da yan sanayide, yani o fabrikaya iş yapan yan kuruluşlarda
olmak üzere, sadece Tofaş Fabrikasının bu karardan dolayı
veya bu kararın yarattığı talep azalmasından dolayı çıkardığı
işçi sayısı 6 bine ulaşmıştır. Buna, önümüzdeki günlerde
diğer otomotiv fabrikalarının da ekleneceğini ileri sürmek
kehanet sayılmamalıdır.
Değerli
arkadaşlarım, dün Sayın Cumhurbaşkanı ile geçen hafta
burada sizlere ifade ettiğim, bana göre mutlaka araştırılması
gereken, ortaya çıkarılması gereken devlet mafya ilişkileri
konusunda bana intikal etmiş olan bütün bilgileri kendilerine
takdim etmek üzere randevu talep ettim. Dün akşam Sayın
Cumhurbaşkanını ziyaret ettim. Bendeki bütün bilgileri Sayın
Cumhurbaşkanına aktardım. Sayın Cumhurbaşkanına herhangi bir
belge vermedim; çünkü, bu belgeler, benim kendisine ifade ettiğim
bilgilere esas olan belgeler, zaten devletin elinde olan
belgelerdir, ben Sayın Cumhurbaşkanına devlette o belgelerin
adresini gösterdim. Yani, devlette hangi kurumdan, kimden o
belgeleri elde edebileceğini ifade ettim. Biliyorsunuz, Sayın
Cumhurbaşkanının geçen hafta Almanya’dan Türkiye’ye dönüşü
sırasında bir ifadesi olmuştur: Bu olayın son derece vahim bir
olay olduğunu, nereye kadar uzanırsa uzansın, bu olayın sonuna
kadar araştırılması gerektiğini Sayın Cumhurbaşkanı açık
bir şekilde ifade etmiştir. Aynı şeyi ben de söylüyorum.
Değerli
arkadaşlarım, her devletin - sadece bizim devletimizin değil-
kendi çıkarlarını korumak için veya hasımlarına karşı
kendisini korumak için başvurduğu, başvurmak zorunda olduğu
birtakım örtülü eylemler söz konusudur. Gizli operasyonlar söz
konusudur. Bunların, uluslararası kabul gören birtakım çerçeveleri
vardır. Bu gizli operasyonlar rasgele yapılmaz. Bu gizli
operasyonlar, ancak bu konuda uzmanlaşmış olan gizli istihbarat
kuruluşları marifetiyle yapılır. Türkiye’de 10 yılı aşkın
bir süreden beri yaygın bir bölücü terör olayı yaşanmaktadır.
20 bini aşkın insanımızın hayatına mal olan böylesine yaygın
bir terör olayı karşısında, devletin, belki bu istihbarat
kuruluşuna ilaveten, emniyet teşkilatında olsun, Silahlı
Kuvvetler bünyesinde olsun, benzer yapılanmalara gitmesi gerektiği
kabul edilebilir. Yani, devlet, bölücü teröre karşı daha
etkin bir mücadele yapmak için, kendi yapısında, kendi bünyesinde,
MİT’in yanında -bu konuda devletin uzman kuruluşu olan Milli
İstihbarat Teşkilatının yanında- diğer bazı güvenlik
kuruluşlarında da yeni düzenlemelere gidilebilir, gitmiştir.
Bunun bir bölümü bizden sonra olmuştur; ama, devletin sürekliliği
içerisinde, devletin terörle mücadelede bu yeni yöntemlere,
yeni yapılanmalara başvurmasını
hepimizin anlayışla karşılaması lazımdır. Devlet adına
birtakım operasyonların, tabii ki hukuk devleti çerçevesinde
yapılması için bu tür düzenlemeler savunulabilir. Ama, hiçbir
zaman- şimdi dikkat edin, altını çizerek söylüyorum- hiç
kimse, ne bizim dönemimizde ne bizden sonra ne dün ne bugün ne
yarın, devletin ali menfaatlerini koruyorum diye, devletin yüksek
menfaatlerini koruyorum diye, devletin gücünü kullanarak bu
gizli operasyonları, bu örtülü operasyonları kendi kişisel
menfaatleri için yapmak hakkına sahip değildir.
Meselenin
özü bu noktadadır. Meseleyi saptırmak isteyenlere karşı,
bizim meseleyi çekmek istediğimiz yer de burasıdır. Biz,
devletin hukuk çerçevesinde örtülü operasyonlar yapmasına
karşı değiliz. Biz devletin, teröre karşı meşru müdafaa
hakkını kullanmasına karşı değiliz; ama biz, devlet kullanılarak,
birtakım insanların şahsi çıkar sağlamasına karşıyız.
Değerli
arkadaşlarım, son olaylarda karşılaştığımız hadise
maalesef budur. Şimdi, benim olayın üzerine gitmekte, elimdeki
bilgilerle, bu bilgileri teyit eden belgelerle, ifadelerle bu olayın
üzerine gitmekteki tek sıkıntım, tek zorluğum, devletin
itibarının yara alıp almaması meselesidir. Türkiye’de
devletin yara almasını en son isteyecek insan benim. Ama,
devletin birtakım kirli işlere, kirli insanların kirli
menfaatlerine alet edilmesine de seyirci kalmam mümkün değildir.
Anavatan Partisi olarak sizin de böyle bir şeye seyirci kalmak
istemeyeceğinizi biliyorum. Bu meselenin üzerine gitmekte,
devletin üstünden bu şaibeyi kaldırmakta, devleti bu lekeden
temizlemekte, bugün en büyük görev bize düşmektedir,
Anavatan Partisine düşmektedir. Çünkü, bizim bu konuda çekineceğimiz,
korkacağımız, bizim sorumluluğumuzu doğurabilecek hiçbir
dahlimiz söz konusu değildir.
Dün
Sayın Cumhurbaşkanına bu konuda bendeki bilgileri ifade ettim,
arz ettim. Kendisine şahsi görüşüm olarak, Mecliste bizim önergemizle
kabul edilen Meclis araştırma komisyonunun, eğer iktidar tarafından
engellenirse, bu konudaki gerçekleri ortaya çıkarmakta yetersiz
kalacağı görüşümü ifade ettim. Eğer Hükümet yardımcı
olmazsa, eğer iktidar engelleme yoluna giderse, işte dün Meclis
görüşmelerinde de ifade edildi. İçtüzüğe göre, Meclis araştırma
komisyonuna verilmiş olan yetkilerle bu olayı bütün boyutlarıyla
ortaya çıkarabilmek mümkün değildir. Meclis araştırma
komisyonunun yetkileri, bunun için yeterli değildir. Ben, Sayın
Cumhurbaşkanına Devlet Denetleme Kuruluna da Meclis araştırma
komisyonuna ilaveten bu konuda görevlendirmeyi düşünüp düşünmediğini
sordum. Biliyorsunuz, Anayasamızın 108 inci maddesine göre,
Devlet Denetleme Kurulunu görevlendirmek Cumhurbaşkanının
yetkisindedir. Devlet organlarının hukuka aykırı bütün işlemlerini
denetleme yetkisi vardır Devlet Denetleme Kurulunun. Burada da açık
bir hukuk ihlali söz konusudur. Buna dayanak, bu kurulun görevlendirilebileceğini
Sayın Cumhurbaşkanına, kendi görüşüm olarak dile getirdim.
Sayın Cumhurbaşkanı, kendi görüşüm olarak dile getirdim.
Sayın Cumhurbaşkanı bu görüşüme katılmadı. Meseleyi
incelediğini, Devlet Denetleme Kurulunun kuruluşundan bugüne
kadar benzer bir konuda görevlendirilmediğini; yani, güvenlikle
ilgili bir konuda şimdiye kadar hiç görev yapmadığını, yapısı
itibarıyla de böyle bir görevi ifa etmeye uygun olmadığını
bana ifade etti. Benden aldığı bilgileri Sayın Başbakana
ileteceğini ve bunun takipçisi olacağını bana söyledi.
Değerli
arkadaşlarım, ümit ediyorum ki, Sayın Cumhurbaşkanının da
yakın ilgisiyle, takibiyle Sayın Başbakan, bu konuya bir Hükümet
Başkanı sorumluluğu içinde eğilir ve bu konuyla ilgili gerçekler
ortaya çıkar. Ama, itiraf edeyim ki, bu konudaki
ümidin çok daha fazla değildir.
Neden değildir, bakın şimdi, bir an için 4 ay öncesine
gidin. 4 ay önce bizim başlattığımız bir soruşturmanın, Söylemez
çetesi denilen, devlet içinde uzantıları olan bir çetenin,
karıştığı birtakım olaylarla ilgili bizim başlattığımız
bir soruşturma söz konusudur. Biz Hükümeti devrederken, bu
soruşturmayı da, devletin sürekliliği içerisinde bugünkü Hükümete
devretmişizdir. Biz Hükümeti devredene kadar bu soruşturmada
ortaya çıkan bilgiler, devleti sarsacak niteliktedir. Bundan
dolayı Silahlı Kuvvetler kendi bünyesinden bazı kişileri
uzaklaştırmıştır. Emniyet bazı kişileri uzaklaştırmıştır.
Bunlardan bir kısmını mahkeme tutuklamıştır, bir kısmı da
firar halindedir; şu anda iki emniyet müdürü firar halindedir.
Şimdi,
bu boyutlara ulaşmış bir soruşturmanın, yeni Hükümet tarafından,
yeni başbakan tarafından daha derinleştirilmesi gerekirdi. Bu
olayın üzerine daha ciddiyetle gidilmesi gerekirdi. O müfettişlere
ilave müfettiş verilmesi gerekirdi, o müfettişlere birtakım
yetkilerin, ek kolaylıkların verilmesi gerekirdi. Ama yapılan
ne olmuştur; bunun tam tersi olmuştur. Müfettişler daire başkanı
yapılmıştır. Yani, onlara “ Bu işi bitirin, bu işin
derinine gitmeyin ” denilmiştir. Arkasından, şimdi bir an için
de iki ay öncesine gidin: İki ay önce bir rapor açıklanmıştır.
Raporu açıklayan bir siyasi partinin başkanıdır. Rapor, “ MİT
Raporu” diye açıklanmıştır. MİT’te hazırlandığı
ifade olan bir rapor olarak açıklanmıştır. Basında yer almıştır,
televizyonlarda yer almıştır. Ve ne demektedir bu rapor: Bu
rapor, devletin içerisindeki Başbakan Yardımcısının, onun eşinin,
İçişleri Bakanının birtakım suç örgütleriyle ilişkisi
olduğunu söylemektedir. Uyuşturucu ticaretiyle ilişkisi olduğunu
söylemektedir.
Değerli
arkadaşlarım, burada sorumla bir Başbakan ne yapar; burada
sorumlu bir bakan ne yapar?.. Kendisiyle ilgili böyle iddialar
ileri sürülen insanlar ne yaparlar? Hayır, istifa etmezler. Bakın,
ne yaparlar?.. Zannediyorum 1988 yılında aynı buna benzer bir
olay yaşandı. MİT Raporu diye bir rapor yayımlandı. Devlette
çok önemli görevlerde bulunmuş birtakım insanlarla ilgili
birtakım iddialar ortaya atıldı. Bu rapor, MİT’e mal edildiği
halde, MİT “ Ben böyle bir rapor hazırlamadım” dedi.
Tıpkı bugün olduğu gibi; ama, buna rağmen, Rahmetli Özal’ın
emriyle bir soruşturma kurulu oluşturuldu.
5-6 Bakanlığın teftiş kurullarından elemanlar alındı,
karma bir soruşturma kurulu oluşturuldu. O karma soruşturma
kurulu işi incelediği zaman, bu raporun MİT içerisinde hazırlandığını,
aslında yayımlamak üzere değil, MİT içerisinde muhafaza
edilmek üzere hazırlandığını. Yani, özel bir rapor olduğunu,
bunun dışarıya sızdırılmasının MİT’in çalışma
usullerine aykırı olduğunu, yasadışı olduğunu saptadı ve
bu işin sorumluları MİT’ten uzaklaştırıldı. Bu raporu
yazan kişiler, bu raporu dışarıya sızdıran kişiler, teşkilattan
uzaklaştırıldı o soruşturmanın sonucunda.
Aradan
altı sene geçti, Tansu Çiller Başbakan oldu, o raporu hazırladığı
için MİT’ten uzaklaştırılan kişi tekrar MİT’e alındı.
MİT’in içerisinde özel bir birim oluşturuldu, sorumluluğu
da o kişiye verildi, yanına da yine Sayın Tansu Çiller’e yakın
olan kişiler yerleştirildi.
Şimdi,
ortak bir rapor var. Bu rapor 1988 yılında, bizim iktidarımızda
yayımlanan rapordan çok daha ciddi iddialar, çok daha vahim suçlamalar
ihtiva ediyor. Bu rapordaki mesele, öyle 1988 yılında olduğu
gibi, birtakım gönül ilişkileri filan değil. Bu rapor,
devletin güvenliğini ilgilendiren, devletle mafya ilişkilerini
ortaya koyan, bunların uzantılarının hükümete kadar gittiğini
gösteren çok ciddi iddialar içeriyor. Ve bunlar kamuoyunda yayımlanıyor,
bunlar televizyonlarda yayımlanıyor. Burada ciddi bir Başbakanın
yapması gereken, bu raporla ilgili soruşturma açmaktır. Bu yapılmamıştır.
Ne adı geçen bakanlar, ne adı geçen Başbakan Yardımcısı,
ne onun kocası, ne diğer ilgililer, hiçbirisi böyle bir
rapordan rahatsız olmamışlardır. Ama ne olmuştur: işte 3 Kasım
günü meydana gelen bir trafik kazası, bu raporda zikredilen
iddiaların, bu raporda ortaya konulan iddiaların geniş ölçüde
doğru olduğunu göstermiştir.
Değerli
arkadaşlarım, bu raporun gereğini yapmamakla Başbakan görevini
ihmal etmiştir, görevini yapmamıştır; ama, acaba o trafik
kazası meydana geldikten sonra yapılması gerekenler yapılmış
mıdır? Şimdi, bir trafik kazası düşünün ki, o trafik kazasında
suçluları yakalamakla görevli olan bir polis müdürü, aranan
bir şahısla, mahkemenin hakkında gıyabi tutuklama kararı olan
bir şahısla birlikte bulunuyor. Yine aynı kazada, devletle eşkıyaya
karşı işbirliği yapan bir aşiret reisi de bulunuyor.
Gazetelerde de yayımlanan, olay yerinde bulunmuş birtakım dökümanlar
var. Devlet bu kişiye bir pasaport vermiş, pasaport sıradan bir
pasaport değil, yeşil pasaport. Yeşil pasaport almak için en
azından 3 üncü derece devlet memuru olmak gerekir. Yeşil
pasaportu her yerden alamazsınız, valiliklerden alamazsınız.
Yeşil pasaportu, sadece İçişleri Bakanlığında Emniyet Genel
Müdürlüğü Yabancılar Şubesinden alabilirsiniz. İçişleri
Bakanlığından o yeşil pasaportu alabilmeniz için, çalıştığınız
kurumun oraya yazılı olarak başvurması lazım: “ Bu kişi
benim bakanlığımda çalışıyor” demesi lazım. Devlette çalışmayan,
devletle hiç ilişkisi olmayan birisi hakkında böyle bir işlem
yapılmış, ona yeşil pasaport verilmiş. Bu yetmemiş, polis
kimliği verilmiş.
Şimdi,
bu olay devlet tarafından özel olarak araştırılması gereken
bir olay değil mi ? O pasaportun altında, o kimliğin altında
kimin imzasının olduğunun ortaya çıkarılması gerekmez mi?
Bu işlemler bugüne kadar yapılmamıştır. Bu işlemlerin ilk günde
başlatılması lazımdı. Yani, belge belge diyorlar; böyle bir
soruşturmayı başlatmak için çok geniş kapsamlı, çok ciddi
bir soruşturmayı başlatmak için, benim ortaya çıkıp belge,
bilgi koymam gerekmezdi. Belgeler zaten suç yerinde duruyordu, o
kimlik kartı suç deliliydi. O yeşil pasaport suç deliliydi. O
susturucular suç deliliydi. O kaybolan çantadaki paralar, onlar
suç deliliydi. Bütün bunlara rağmen olayın üzerine gidilmemiştir.
Olayın bugün gecikmeyle, belki delillerin bir kısmı yok
edildikten sonra, belki bir kısım deliller değiştirildikten
sonra, 10-15 günlük bir gecikmeyle üstüne gidilmesi dahi, başta
biz olmak üzere, Anavatan Partisi olmak üzere Kamuoyunun,
muhalefet partilerinin bu meseleye gösterdikleri duyarlılığın
sonucudur.
Şimdi,
buna karşı iktidarın düşündüğü birinci tedbir, bu
meseleyi gündemden düşürmektir. Gündemden düşürmek için
akla hayale gelmedik yollar denenmektedir. 4 aydan beri
Marmaris’te bulunan, polisin kontrolü altında olan bir suikast
timi, sanki olaydan bir gün sonra gelmiş gibi ortaya çıkarılmıştır.
Sırf bu olayı kapatmak için ortaya çıkarılmıştır. Başbakan
yardımcısı, aşiret reisini hastanede ziyaret ettikten sonra:
“ Dün bir eylem yaptık, az kalsın Öcalan’ı öldürüyorduk,
son anda kaçtı demiştir. Ben olayı araştırdım, Başbakan
Yardımcısına o bilgiyi verenlerle görüştüm, “ Bizim ne
dediğimizi anlamamış, bir Harkuk’a yapılmış bir hava
operasyonundan bahsediyoruz. Harkuk ile APO’nun hiçbir alakası
yok” dediler. Ama,
mesele sadece bir yanlış anlama değildir, bilinçli olarak gündem
değiştirilmeye çalışılmaktadır. Bu olay gündemden düşürülmeye
çalışılmaktadır. Bu olayın gündemden düşmesine müsaade
etmememiz lazım.
Partinin
gidişinden rahatsızlığı olan bazı, son seçim sonuçlarını
hala yeterince hazmedememiş olan iyi niyetli birtakım arkadaşlarımın
olduğunu biliyorum. Dediğim gibi, önümüzdeki günlerde o
konuları kendi içimizde de tartışacağız, isteyen arkadaşlarımla
gruplar halinde de tartışırız. Bugünden itibaren arkadaşlarımla
bu konularda görüşeceğim;
ama, bütün arkadaşlarımın, hepinizin bir konuda dikkatinizi
çekmek istiyorum. Bizim dışımızdaki oyuna alet olmayalım. Ne
söyleyeceğiniz varsa, bana karşı, partiye karşı, hepsini
tartışmaya hazırım. Akılcı olan her öneriden, tavsiyeden
yararlanmaya da hazırım. Ama değerli arkadaşlarım, mesele artık
bizi aşmıştır. Mesele Anavatan Partisini aşmıştır. Mesele,
siyasi bir mesele olmayı da aşmıştır. Türkiye’de devleti
ele geçirmeye çalışan menfaat çeteleri var. Bu menfaat çeteleri
şu anda hükümete kadar uzanmıştır. Biz buna karşı bir mücadele
veriyoruz. Bizim elimizde silahlı güç filan yok, bizim elimizde
devletin arşivleri de yok. Bu mücadele, zaten yeteri kadar zor
şartlarda verdiğimiz bir mücadeledir. Bu mücadeleyi verirken,
kendi içimizdeki bazı arkadaşlarımızın, bilerek veya
bilmeyerek, bize engel olmaması lazım.
Değerli
arkadaşlarım, şimdi bu olaylar nasıl ortaya çıkarılacak? Bu
olayların o Cumhurbaşkanının söylediği “ Nereye kadar
giderse” dediği o yere nasıl ulaşacağız ? Bir kere hemen söyleyeyim,
bu, bizim demokrasimiz için bir güç sınavıdır. Güçlü
demokrasiler, devlete yönelen bu tür iddiaların üstüne
gitmekten korkmazlar. Ancak zayıf demokrasiler, oturmamış
demokrasiler devlete yönelecek bu iddialardan korkarlar, bunların
üstüne gitmekten kaçınırlar.
Bakın,
geçmişte İtalya’da buna benzer bir olay yaşandı. Daha dün
Başbakan mahkum oldu, Başbakan Kraksi hakkında daha dün
mahkumiyet kararı verildi İtalya’da. Adam Tunus’ta olduğu için
şu anda hapiste değil; ama, mahkeme kararını dün verdi. Şimdi,
İtalya’da benzer bir olay oldu: Başbakan, bakanlar mafya ile içli-dışlı
olmuşlar. Yasadışı eylemler yapılmış, insanlar öldürülmüş,
kirli paralar dönmüş. Uyuşturucu ticareti yapılmış... Şimdi,
bu tür kirli işlerin ilelebet gizli kalması mümkün değil,
bir yerden patlak veriyor, hiçbir yerde olmazsa bir trafik kazasından
patlak veriyor. Bir yerden olay ortaya çıkmış. İtalya’ da
hukuk sistemi, kabul etmek lazım ki, çok güçlü, bizden daha güçlü;
ama İtalya’da normal hukuk sistemi içerisinde bu işi ortaya
çıkaramayacaklarını kanaat getirmişler, özel yetkilerle
donatılmış bir savcılık kurumu getirmişler. İşte De Pietro
denilen o savcı, özel yetkilerle, süper savcı olarak görevini
yapmış ve kararlılıkla olayın üstüne gitmiş. Sonunda İtalya’daki
bütün Parlamento değişmiş, hükümet değil Parlamento değişmiş.
Parlamentonun üçte ikisi siyasetten tasfiye olmuş. Başbakanlar
hapse girmiş, Anriyotti hapiste, bakanlar mahkum olmuş. Şimdi,
bu olaylardan sonra İtalyan demokrasisi zayıflamış mı güçlenmiş
mi?.. Değerli arkadaşlarım, asıl çürüyen, devletin içerisinde girmiş olan bu uru çıkaramayan
demokrasilerdir. Bunu söküp atanlar, ne pahasına olursa olsun,
içinde Başbakan da olsa, bakan da olsa, emniyet müdürü de
olsa, bu uru kendi demokrasilerinden söküp atan rejimler, ancak
güç kazanırlar. Amerika’da ki Vatergette farklı değildir,
bir Amerikan Başkanının değişmesine mal olmuştur. Ama,
Amerikan demokrasisi bundan güç kazanmıştır. İtalyan
demokrasisi bugün 5 yıl öncesinden daha güçlüdür.
Şimdi,
Türkiye’de normal yasal mevzuat içerisinde, maalesef netice
alamıyoruz. Bunu ben söylemiyorum, geçen hafta da söyledim,
bunu savcılar söylüyorlar. Savcı diyor ki: “ Benim
yetkilerim buna yeterli değil ” Meclis araştırma komisyonu
ile netice alamayız. Geçmişte Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma
Komisyonu kurduk, ben onun raporunu okudum. Sadık Avundukluoğlu
dün televizyona çıktı: “ Benden bilgi almadı ” dedi. Ben,
hem o komisyondaki bizim partili arkadaşlarla görüştüm, hem
raporlarını okudum. Onun akibeti de ortada. Meclis araştırma
komisyonunun yetkileri içtüzüğe göre belli. Böyle bir olayı
- tekrar söylüyorum- Hükümetin yardımcı olmaması, Hükümetin
işbirliği yapmaması halinde ortaya çıkarabilmemiz mümkün değildir.
........bir
araştırma Komisyonu ortaya çıkaramaz. İşte, bizim söylemez
soruşturmasında olduğu gibi, 5-10 tane alt kademe görevlisini
görevden alırsınız, uzaklaştırırsınız, mesele kapanmış
olur. O, Cumhurbaşkanının dediği en üst yere kadar gitmek için,
uzandığı en üst yere kadar gitmek için, bugünkü Meclis araştırma
komisyonunun statüsü yeterli değildir, yetkileri yeterli değildir.
Peki
ne yapacağız, Cumhurbaşkanı da Devlet Denetleme Kurulunu uygun
görmüyor, Başbakan da bu konuya ciddi eğilmemiş, bu konuda özel
bir soruşturma açmayı da düşünmüyor. O zaman ne yapacağız;
ben şunu öneriyorum: Bu Meclis araştırma komisyonu, dün
Mecliste kabul edildi, bütün partilerin ittifakıyla kurulması
kabul edildi. Şimdi o komisyon kurulacak, oraya biz de arkadaşlarımızı
vereceğiz. Bu komisyon çalışmaya başlayacak, birtakım
belgelerle, birtakım bilgilerle bu komisyon belli bulgulara ulaşacak.
Bu olayın, sanıldığından daha kapsamlı olduğu, daha
derinlere uzandığı, o komisyon tarafından da kısa sürece görülecektir.
O zaman, o komisyonun Meclise bir ara rapor vermesi lazım, ek
yetkiler talep etmesi lazım. Bu yetkiler nasıl verilir, içtüzükte
değişiklik yapılarak mı verilir, özel bir yasa çıkararak mı
verilir; bu komisyon, meseleyi bütün boyutlarıyla ortaya çıkarmaya
ehil hale getirilebilir, bu hukuki bir sorundur. Şimdiye kadar
da, hiç, daha parlamenter rejimde yaşamadığımız bir
sorundur.
Benim
ümidim, benim dileğim, o noktaya geldiğimiz zaman, bu meselenin
bir iktidar - muhalefet çekişmesine dönüşmemesidir. Yani, bütün
siyasi partilerin, devletin bu pislikten, o noktada daha iyi görülecek
olan, daha net ortaya çıkmış olan bu pislikten temizlenmesi
konusunda bir uzlaşmaya varmalarıdır. Yani, ben iktidar
partilerimize mensup milletvekillerimizin, milletvekili arkadaşlarımızın,
bugüne kadar kendi siyasi ikballeri için belli şeyleri görmezlikten
gelmek zorunda kaldıklarını biliyorum, belli şeylere gönülsüz
oy verdiklerini, belli şeylerin örtülmesinden dolayı vicdan
azabı çektiklerini de biliyorum. Ama, ümit ediyorum ki, o geldiğimiz
noktada, bu arkadaşlarım dahi artık sorumluluklarının gereğini
yapma ihtiyacını duyacaklardır.
Benim
düşündüğüm çözüm budur. Meclis araştırma komisyonu, bugünkü
içtüzükte belirlenen yetkiyle, bu olayı yakalayamaz, bu olayı
tümüyle ortaya çıkaramaz. Bu komisyona ek yetkiler vermemiz
lazım veyahut da, bu komisyonun çalışmaları ışığında, özel
bir yasal düzenleme yapıp, bu konuda tam yetkili bir kurul oluşturmamız
lazım.
Bu
konuyu da, hukukçu arkadaşlarımızla ve parti dışındaki
uzman arkadaşlarımızla değerlendirmemiz gerekir. Ama, bu
safhada, bütün arkadaşlarımdan istediğim, bu meselenin ortaya
çıkmasına yardımcı olmaktır, bu meselenin gündemden düşürülmesine
engel olmaktır, gündemin saptırılma çabalarına yardımcı
olmamaktır ve bu konuda da basına çok önemli görev düşüyor.
Basın, bugüne kadar, bu olayın üstüne çok iyi gitmiştir. Bu
konuda çok güzel kamuoyu yaratılmıştır. Ama,
bizde basının bir zaafı vardır, bir meselesi bir ay öne çıkarırlar,
ondan sonra meseleyi gerektiği şekilde, aynı hassasiyetle takip
etmezler. Mesele gündemden düştükten sonra, basın artık o
meseleyle ilgilenmez. Halbuki, maalesef, İtalya olayında olduğu
gibi, Watergate olayında olduğu gibi, Amerika’ da
olduğu gibi, bu tür karmaşık olayların, bizzat
devlette bazı güçlerin kapatılmasını istediği bu olayların
ortaya çıkarılabilmesi için, bazen aylar süren - Amerika’da
bir yılı aşkın süren- çok ciddi bir araştırma
gerekmektedir. Bunu, bir gazeteci de yapabilir, bir Meclis
komisyonu da yapabilir, bir parlamenter, bir savcı da yapabilir;
ama, meselenin ciddiyet ve kararlılıkla üstene gidilmesi
gerekir. Bu kararlılığı da, bugün, en fazla göstermesi
gereken, basın ve Anavatan Partisidir.
Değerli
arkadaşlarım, bütün bu olaylar, inşallah ortaya çıkarılacaktır,
devlet bu pislikten temizlenecektir, vatandaşın devlete olan güveni
tekrar tesis edilecektir. Ama, sadece bunların ortaya çıkarılması,
bu hedeflere ulaşılması için yeterli değildir.
Buna ilaveten yapılması gereken şeyler var. Bakın, ben,
seçimlerden önce, Partimizin seçim taahhüdü olarak ifade ettiği,
milletvekili dokunulmazlığının, yolsuzluk olaylarından arındırılması,
yani yolsuzluk olaylarını dışarıda bırakacak şekilde daraltılması
konusunda parti olarak seçimlerden hemen sonra, yeni Meclisin çalışmaya
başlamasından hemen sonra, bütün arkadaşlarımızın imzasıyla,
bütün milletvekillerimizin imzasıyla, bir Anayasa değişikliği
teklifini Meclis Başkanlığına sunduk. Tabii ki, işleme koymak
için sayımız yeterli değil. Diğer partilere gönderdik.
Onların desteğini istedik. Daha önce taahhütleri olmasına rağmen,
bizim bu değişiklik önergemize destek vermediler. Şimdi, görüyorum
ki, dün, Doğru Yol Partisi Grubu, kendisi, 10 aydan beri destek
vermediği bizim değişiklik önergemizin bir benzerini imzaya açmış.
Bütün arkadaşlarımdan, Doğru Yol Partisinin bu önerisine
destek vermenizi ricaediyorum. Biz de imza verelim, bu Anayasa değişikliği
Meclisin gündemine girsin. Sayın Meclis Başkanıyla görüştüm.
Partilerarası Anayasa değişikliğiyle ilgili kurulmuş olan
komisyonda bunun da öncelikli olarak görüşülmesi konusunda başkan
olarak inisiyatif kullanacak, bunu o Komisyonun gündemine
getirecek.
Doğru
Yol Partisi, niçin böyle birşeye ihtiyaç duydu, on ay sonra
neden buna mecbur kaldı, onu değerlendirmekte zorluğum yok.
Onun, fazla, şu anda konumuzla ilgisi de yok. Doğru Yol Partisi,
bu yönde, şu anda kendi teklifiyle angaje olmuştur kamuoyuna.
Destek verelim, bu Anayasa değişikliğini bir kere süratle
yapalım. Yani, milletvekili dokunulmazlığı, milletvekillerine,
siyasi görevlerini, Meclisteki yasama ve görevlerini layıkıyla
yapmaları için verilmiştir. Yasama dokunulmazlığı,
milletvekillerine, geçmişte yapılmış birtakım yolsuzlukları
örtmek için verilmemiştir, ona kalkan olsun diye verilmemiştir.
Mecliste görevlerini yeterince yapsınlar diye, görevlerini
engellemesin diye verilmiştir.
O
zaman, rüşvet gibi, dolandırıcılık gibi, zimmetine para geçirmek
gibi birtakım fiillerin, yasa dokunulmazlığı kapsamında olması
savunulamaz, bu, anlayışla da karşılanamaz. Dünyanın hiçbir
yerinde de, Türkiye kadar, yasama dokunulmazlığının geniş
olduğu başka bir parlamenter rejim yoktur.
Binaenaleyh,
bu suçlar, yasama dokunulmazlığının dışına çıkarılmalıdır.
Yasama dokunulmazlığı, bu suçları dışarıda bırakacak şekilde
yeniden düzenlenmelidir. Doğru Yol Partisi bu konuda bir teklif vermiştir. Bizim bu
teklife destek vermemizi istiyorum. Bu konuda da, arkadaşlarımın
görüşlerini dile getirmelerini istiyorum. Bunu bir grup kararı
olarak da karara bağlarsak, bana göre çok iyi yapmış oluruz.
Şu
anda, Mecliste tamamlanmış olan araştırma komisyonu raporları
var. Bunların, hüküm ifade edebilmesi için, bu raporlarda suçluluğu
tespit edilmiş olan, hakkında savcılığa suç duyurusu yapılmış
olan milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması için,
savcının fezleke hazırlanması, Adalet Bakanlığının onu
onaylaması, Başbakanlığın kabul edip Meclise göndermesi,
Meclisin de, hem Komisyonda hem Genel Kurulda bu fezlekeyi oylayıp
kabul etmesi gerekir. Böyle bir işlemin de, bu yasama dönemi içinde
yapılıp yapılamayacağına, tamamlanıp tamamlanamayacağına
ciddi kuşkum var.
Sadece
o olaylarla sınırlı olarak değil, bundan sonra tekerrür
edecek bütün olayları kapsamak üzere, yasama dokunulmazlığının
yeniden düzenlenmesi zarureti vardır. Yolsuzlukların, vesair suçların,
buna benzer suçların yasama dokunulmazlığının dışına çıkarılması
lazımdır.
Bu
konuda, bütün arkadaşlarımı, Doğru Yol Partisinin hazırladığı
bu değişiklik önergesine destek vermeye çağırıyorum.
Bu
konuda, Parti olarak bizim başka çalışmalarımız da vardır.
Bu tür suçların zamanaşımı dışında tutulmasına ilişkin
teklifimiz vardır. Velhasıl, temiz topluma ulaşmak için,
Anavatan Partisi olarak, Meclis marifetiyle yapılabilecek bütün
düzenlemelere bizim destek vermemiz lazım. Bu konuda, şu anda
toplumun ümidi olduğumuzu unutmamamız lazımdır. Eğer,
ileride, geçen hafta da söylediğim gibi, görüşlerimizi
hayata geçirebileceğimiz, programımızı uygulayabileceğimiz,
Türkiye’nin bugün içine düştüğü badireden kurtulacağı
yeni bir dönemin mimarı olmak istiyorsak, önce bir toplumu
temizlememiz lazım, siyaseti temizlememiz lazım, devleti
temizlememiz lazım.
Ben,
önümüzdeki günlerde, bu konuda bazı televizyon programlarına
çıkacağım, bu konudaki görüşlerimizi kamuoyuna da daha açık
olarak dile getireceğim. Arkadaşlarımla da, bu konuları,
gruplar halinde yeniden değerlendireceğiz. Önümüzdeki haftaki
toplantımızda da, size bütün bu gelişmelerle ilgili daha geniş
bilgi vereceğim.
Hepinize
saygılar sunuyorum.
|