ANAP GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ'IN ANAP TBMM GRUP KONUŞMASI

20 Kasım 1996

Değerli arkadaşlarım ve bugün Grup Toplantımıza misafir olarak katılan sevgili partili arkadaşlarım; bugün biraz zaman sorunumuz var, saat 14.00’ te Genel Kurul başlayacağı için, bu toplantımızı 50 dakika içinde tamamlamak zorundayız.

Ayrıca, Teşkilat Başkanlığımızın kapalı oturumda yapacağı bir takdim var. Partimizin olağanüstü kongresinden beri yürütülen bir çalışması hakkında sizlere bilgi verilecek. Milletvekili arkadaşlarımın bu çalışmaya katkıları istenecek. Sanıyorum, onun için de herhalde 15-20 dakika bir zamana ihtiyaçları var. Bu nedenlerle ben konuşmamı kısa kesmek zorundayım.

Şimdi, biraz önce Türkiye Sakatlar Konfederasyonu Başkanı Faruk Öztimur arkadaşım konuştu. Kendisinin de ifade ettiği gibi, Türkiye’de özürlüler çok önemli bir kitleyi oluşturduğu halde, maalesef devlet tarafından bugüne kadar büyük ölçüde ihmale uğramış olan bir kesimdir. Biz, 1994 yılında yerel seçimlere giderken, yerel seçimlerle ilgili seçim beyannamemizde  Anavatan Partisinin kazandığı belediyelerde geçtiğimiz 2,5 sene içerisinde özürlü vatandaşlarımıza yönelik birçok icraat fiiliyata geçirilmiştir. Hatta yine Şişli Belediyemizin yardımlarıyla Türkiye’deki özürlülerle ilk bilgi bankası kurulmuştur. Devlet, şu anda özürlülere yeteri kadar yardımcı olma imkanından mahrumdur; çünkü, devlet Türkiye’de ne kadar özürlü olduğunu bilmemektedirler. Özürlülerin, devletin elinde herhangi bir dökümü mevcut değildir. Bunun için yapılması gereken, önce böyle bir bilgi bankasının kurulmasıydı. Özürlüler Konfederasyonu ile Şişli Belediyemiz elbirliğiyle İstanbul’da böyle bir bilgi bankasını hizmete soktular.

Arkasından, bazı belediyelerimiz, özürlülerle ilgili özel programlar uyguladılar. Sayın Öztimur’un haklı olarak ifade ettiği gibi, Türkiye Büyük Millet Meclisinde dahi eksik olan özürlülerle ilgili bazı kolaylıklar, çeşitli belediye  hizmetlerinde sağlanmaya başladı. İşte, tretuvarlarla ilgili, özürlülerle ilgili özel giriş çıkış, tuvalet, merdiven gibi düzenlemeler Anavatan Belediyelerinde yapılmaya başlandı. Daha sonra, seçim beyannamemizde 1995 seçim taahhütnamemizde, Anavatan Partisi olarak, iktidara geldiğimiz takdirde, özürlülerle ilgili birtakım özel imkanlar getireceğimizi, özel düzenlemeler yapacağımızı taahhüt etmiştik. 3,5 aylık kısa Hükümet dönemimizde, bu konudaki kanun teklifimizi hazırladık, Türkiye Büyük Millet Meclisine gönderdik. Kanun teklifimiz, Başbakanlığa bağlı bir Özürlüler İdaresi kurulması ve özürlülerle ilgili çeşitli kanunlarda değişiklikler  yapılmasını ihtiva eden bir kanun tasarısıdır. Aradan 4 ay zaman geçti, 54’üncü hükümet işbaşına geldi, maalesef bugüne kadar bu kanun tasarısı hala Meclis gündemine giremedi.

Şimdi, önümüzdeki hafta 3 Aralık Dünya Özürlüler Günüdür. Ben geçen hafta zihin özürlü çocukların hizmetine girecek hayırseverlerin yaptıkları yeni bir tesisin temel atma töreninde de söyledim, bu Meclisin öncelikli görevlerinden biri, toplumumuzun çok önemli bir kısmını teşkil eden özürlü vatandaşlarımıza karşı yerine getirmesi gereken önemli görevlerinden birisi, Dünya Özürlüler Gününden önce bu tasarıyı gündeme almak ve yasalaştırmaktır. Bu, zaten bütün partilerin üzerinde uzlaşmaya varmış oldukları bir kanun tasarısıdır. Türkiye açısından gecikmiş olan bir düzenlemedir. Devletin bugüne kadar yapmakta ihmal gösterdiği, özürlü vatandaşlarına karşı bu vecibesini yerine getirmekte geç kaldığı bir düzenlemedir. Önümüzdeki 13 gün zaman var, bu aslında yeterlidir. Buradan bir defa daha, iktidar gruplarına çağrıda bulunuyorum. Grup Başkanvekili arkadaşlarımıza bir defa daha ricada bulunuyorum. Grup Başkanvekili arkadaşlarımıza bir defa daha ricada bulunuyorum.... bu konuyu Danışma Kuruluna götürsünler ve diğer partilerin de ittifakıyla bu kanun tasarısını biran önce Meclisten geçirelim.

Siyasi iktidar, Anayasa Mahkemesi tarafında iptal edilen, Cumhurbaşkanı tarafından veto edilen birtakım yasaları Meclisten aceleyle  çıkarabilmek için hergün Danışma Kurulu isterken, maalesef, bütün ikazlarımıza, uyarılarımıza rağmen, bugüne kadar bu kanun tasarısını Meclis gündemine getirmek konusunda en ufak bir çaba harcamamıştır. Ümit ediyorum ki, bizim bu çağrımız ve biraz önce konuşulan Faruk Öztimur arkadaşımın bu haklı çağrısı, artık nihayet Hükümet nezdinde bir makes bulur ve bu konu Meclise mal olur.

Değerli arkadaşlarım, Anavatan Partisi olarak, bizim Türkiye’de gerçekleştirdiğimiz değişimin en önemli yönü, dünya tarihinin yaşadığı bu uzun tecrübelerin sonunda, artık merkezden kumanda edilen, hükümetler tarafından yönlendirilen ekonomik modellerin geçerli olmadığıdır. Biz, Anavatan Partisi olarak, 1983 yılında Türkiye’de karma ekonomi düzeni adı altında, devlet ağırlıklı, devletçi bir ekonominin uygulandığı, bütün kafaların buna göre çalıştığı, Türkiye’nin ekonomi anlayışı olarak dünyadan koptuğu bir dönemde dedik ki: bu model artık çağ dışıdır, bu model demodedir. Türkiye, eğer hızlı kalkınmak istiyorsa, Türkiye dünyadaki yarıştan kopmamak istiyorsa, doğru ekonomik tercih yapmak zorundadır. Rahmetli Özal’ ın önerdiği serbest piyasa ekonomisinin Türkiye’de ilk defa yüksek sesle, bir siyasi parti tarafından parti programı olarak terennüm edilmesi, Anavatan Partisiyle olmuştur. Biz, o zaman bu görüşü dile getirdiğimizde, siyasi rakiplerimiz, hiçbirisi, bizimle bu konuda mutabık değildi. Böyle bir değişikliğe Türkiye’nin hazır olduğu fikrinde değildi. Türkiye’nin bu değişimi gerçekleştireceği inancında da değildi. Ama, 1983’ten sonra yaşanan gelişmeler, aslında Anavatanın Türkiye’ye getirdiği bu düşüncenin, tıpkı biraz önce özürlülerle ilgili söylediğim gibi, aslında gecikmiş olan bir şey olduğunu ortaya koydu. Millet bu konuda devletin önünde idi, millet bu konuda partilerin, siyasetin önünde idi ve biz Anavatan partisi olarak milletimizin önünü açtığımız zaman gördük ki, milletimiz müteşebbis gücüyle bizim açtığımız bu yoldan Türkiye’yi kısa zamanda çağ atlayacak bir seviyeye taşıdı. Bizim yaptığımız aslında milletin önünü açmaktı, milletin kafasındaki o örümcek yuvalarını ortadan kaldırmaktı. Millete yeni bir dinamizm vermekti, millete kendi gücüne güvenmesini öğretmekti. Bizim yaptığımız bir mucize filan değildi.  Bizim yaptığımız, dünyada gelişmiş ülkeler hangi modelle kalkınmışlarsa, o modeli Türkiye’ye getirmekti. Biz insanımıza güvendiğimiz için bunu yaptık. Ve hep birlikte gördük; 80 li yıllar Türkiye’nin altın yılları oldu, 80’li yıllar Türkiye’nin bütün dünyada parlayan bir yıldız ülke olarak selamlandığı bir dönem oldu; ama, bir şeyi daha gördük; Ekonomide serbestliğe geçtiğiniz zaman, milletinizde zaten mevcut olan bu gücü seferber ettiğiniz zaman, bunun çok önemli birtakım siyasi sonuçları da oluyordu: İnsanlar artık serbest düşünmeye alışıyorlar, artık devletin onlara öğrettiği gibi değil, eskiden beri kendilerine öğretildiği gibi değil, araştırarak, soruşturarak, gerçeği arayarak düşünmesini öğreniyorlar. Ve hatırlarsanız, rahmetli Özal 1980’li  yılların sonunda: “ Bizim üç tane vazgeçilmez ilkemiz vardır; bir tanesi, teşebbüs hürriyetidir. Anavatan Partisinin Türkiye’ye getirdiği bu ekonomik modeli değiştirme sonucunu doğuran hürriyettir. O teşebbüs hürriyeti, hiç sınırsız Türk vatandaşına tanınmalıdır, kalkınmanın motorudur. İkinci önemli hürriyet, inanç hürriyetidir, vicdan hürriyetidir. Türkiye bu konuda artık insanına güvenmesini, insanının inancına saygılı olmasını, laiklik ilkesini yeniden yorumlamasını öğrenmek zorundadır. Üçüncüsü de, düşünce hürriyetidir. Herkes bizim gibi düşünmek zorunda değil; ama, bizden en aykırı düşünen insanlar bile, düşüncelerini ifade etme hürriyetine sahip olmalıdır.”

Bu üç hürriyet birbirinden ayrılmaz. Gelişmiş ülkelerde bu üç hürriyet de en geniş ölçüde sağlanmıştır. Anavatan, Türkiye’ de  bu üç hürriyeti de yerleştireceği yeni  bir düzenin, yeni bir çağın kapısını açmıştır. Peki, bunun istisnaları yok mudur; istisnaları vardır. Benim hürriyetim, hangi hürriyetim olursa olsun, teşebbüs hürriyetim, inanç hürriyetim, düşünce hürriyetim sizin hürriyetinizin başladığı noktaya kadardır. Yani, ben hürriyetimi kullanırken, sizin hürriyet alanınıza tecavüz edemem, orada devlet sizi korur. Benim bu hürriyet alanım, devletin bölünmez bütünlüğünü ihlal edemez. Devletin bölünmez bütünlüğüne helal getiremez. Ama, bu çerçeve içerisinde, herkes düşüncesini serbestçe savunabilmelidir. Aslında, bu düzenin yerleşmesi, bizimle mutabık olmayan, bizim gibi düşünmeyen insanların hürriyetine saygı göstermemizle ölçülür. Biz Anavatan Partisi olarak, 1983’ten başlayarak, rahmetli Özal’dan sonra Anavatan Partisinin iktidarda olduğu dönemde de, aynı anlayışı devam ettirerek, Türkiye’de yeni bir düzenin temelini attık.

Terörle mücadele Kanununun 8. Maddesinin değişmesine karşı çıktık, ben karşı çıktım; ama, o zaman dahi, karşı çıktığımız zaman dahi dedim ki: Bizim hedefimiz, tıpkı, en gelişmiş, en demokratik  ülkelerde olduğu gibi, düşünce hürriyetinin sınırsız olmasıdır; ama, Türkiye’nin bugün içinde yaşadığı durumda, maalesef buna izin  verebilmemiz mümkün değil, bunu sağlayabilmemiz mümkün değil, Türkiye’nin şartları buna elverişli değil. Geçici olarak bazı düzenlemeleri sineye çekmek zorundayız. Eğer ülkemizin bölünmez bütünlüğüne her şeyden fazla değer veriyorsak, o zaman bazı geçici düzenlemelere katlanmak zorundayız.

Hepiniz hatırlayacaksınız, 1993, 1994 yılındaki tartışmalarda ben aynen şöyle söyledim; ama, sonra gördüm ki, bu düzenlemeleri, bu olağanüstü tedbirleri, kendi keyfi idarelerini pekiştirmek için kullananlar var. Yani, Türkiye’nin menfaati için değil, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü korumak için değil, bölücülerle terör mücadelesini sürdürmek için değil, sadece kendi idarelerini, kendi yönetimlerini güçlendirmek isteyenler var. İşte bu noktada, milletimizi uyarmak, bu noktada milletimizin önüne bu tehlikeleri sermek görevi de yine bize düşüyor.

Bakın değerli arkadaşlarım, aslında, merkezi planlama dediğimiz, kumanda ekonomisi dediğimiz, piyasa ekonomisi yerine, insanların yukarıdan kumandayla idare ettikleri ekonomik modelle, ekonomik yönetim anlayışıyla, kendi vatandaşının hürriyetini daraltan, vatandaşına baskı yapan, onun hürriyetini kısıtlayan, hatta onun can güvenliğini dahi, sağlamak bir yana, tehdit eden baskıcı devlet anlayışı birbirinin ikiz kardeşidir.

Bakın, nerede ekonomi komutayla idare ediliyorsa, emirle idare ediliyorsa, orada vatandaş baskı altındadır. Orada devlet vatandaşının hürriyetlerini sağlayamamıştır. Vatandaşın haklarını koruyamamıştır.

Şimdi bir süreden beri söyleyemediğim şeyleri, açık açık bir defa daha söylüyorum. Türkiye bugün böyle bir tehdit altındadır. Türkiye’yi bu noktaya götüren, Anavatan Partisinin Türkiye’yi getirdiği noktanın tam zıddına doğru götüren bugünkü 54. Hükümettir. Şaibe üzerine, pislik üzerine, kirlilik üzerine kurulan bu Hükümettir. Bu Hükümetin.... iki tehlikeyle aynı zamanda karşı karşıya olduğumuzu söylüyorum;  birinci tehlike, Anavatan Partisinin Türkiye’ye getirdiği ekonomik liberalizmden, serbest ekonomiden geriye gitme tehlikesidir. Nedir bunun belirtileri; bakın şimdi, kısa süre önce bir kararname çıkardılar, ne diyor bu kararname: Avrupa’daki 5 yaşına kadar olan arabaları Türkiye’ye getirmek serbesttir, Türkiye’ye ithal etmek serbesttir. Şimdi yeni bir düzenleme  yaptılar, bununu için yurtdışında çalışan vatandaşlarımızdan olmak da şart değildir. Türkiye’de oturan herhangi bir vatandaşımız, hangi kanaldan olursa olsun, 50 bin mark elde ederse, bunu gidip gösterilen bankaya 1 yıllık yatırırsa, dışarıdan 5 yıllık hurda otomobili ithal edebilir. Şu andaki durum budur.

Değerli arkadaşlarım, bedelsiz ithalat özel bir haktır. Bedelsiz ithalat, yurtdışında çalışmış olan vatandaşlara, orada kazandıkları parayla elde etmiş oldukları mallarını, mülklerini Türkiye’ye transfer edebilmek için sağlanmış olan bir haktır. Eğer siz bu hakkı, tıpkı 1977-1980 döneminde olduğu gibi, o kendi dövizini kendin bul döneminde olduğu gibi, Ecevit’in Başkanlığı döneminde olduğu gibi, bunu herkese tanırsınız, bunun dışarıya verdiği açık mesaj şudur: Biz batmak üzereyiz, çok acil paraya ihtiyacımız var. Nereden olursa bulun, bu paraları getirin.... Bunun Türk ekonomisine hiçbir faydası olmadığını, defalarca bu kürsüden söyledim, her vesileyle söyledim. İşte dün, Tofaş Fabrikası bütün işçilerini zorunlu izne çıkardı. Yarın bunun arkası gelecek. Diğer otomotiv fabrikaları da sıkıntıya  girecekler. Ve bu Türkiye’de yeni bir uygulamayı getirecek, Anavatan Partisi olarak bizim kaldırdığımız bir uygulamayı yeniden getirecek, permi ticareti başlayacak. Bankaya hesap açanlar, bu haklarını başkasına satacaklar. Yarın gazetelerin seri ilanlarında göreceksiniz “ Bedelsiz ithalat hakkımı devrediyorum, permimi satıyorum” diye. Bunlar bizim ortadan kaldırdığımız şeylerdi, bunlar bizim Anavatan Partisi olarak tarihe gömdüğümüz şeylerdi. Bunlar bizim bir daha hatırlamak istemediğimiz şeylerdi.

Şimdi, bu iktidarla, Refahyol Hükümetiyle bizim kaldırdığımız şeyler yeniden gündeme geliyor.

Şimdi bakın, Sayın Başbakan geçen hafta çıktı, dedi ki: “ 18 Aralıktan itibaren Türkiye’nin her yerinde ekmek 15 bin liradan satılacak” şimdi, böyle bir şeyi söyleyebilmek için Erbakan olmak lazım. 15 bin liradan satılacak ekmek kaç gram ekmektir; 250 gram. 250 gramı 15 bin lira olursa, ekmeğin kilosu kaç para olur; 60 bin lira olur. Şu anda Türkiye’de ekmek fiyatı, en ucuz satıldığı ilde yaklaşık 40 bin liradır, en pahalı satıldığı ilde de 76 bin liradır, kilo olarak. Yani, Türkiye’de ekmek fiyatları arasında iki misli fark vardır. İşçilik farklıdır, girdi farkıdır, maliyet farkıdır, kar farkıdır vesaire.....

Değerli arkadaşlarım, biz 1985 yılında Türkiye’de bir uygulama başlattık, dedik ki: Ekmek fiyatları serbesttir. Herkes istediği gibi ekmek üretir, istediği fiyatla satar. Biliyorsunuz, o tarihe kadar ekmek fiyatlarını belediye tayin ediyordu, belediye denetliyordu. Biz dedik ki: Ekmek fiyatlarını serbest bırakıyoruz. O tarihte buna karşı muhalefet partileri kampanya açtılar, kıyameti kopardılar, dediler ki: Halkın ekmeğiyle oynuyorsunuz, ekmek alacak başını gidecek, halk ekmek alamayacak... Ama, görüldü ki ekmek fiyatları artmadı, biz serbest bıraktığımız için ekmek fiyatları, hatta enflasyonun altında arttı, yani diğer mallar ne kadar artıyorsa, ekmek ondan az arttı. Bu sene, yani biz Hükümette iken yeni buğday alım kampanyası başlarken, dünyada buğday alanında büyük bir kıtlık yaşandı. Çin’de, Rusya’da üretim düştü, buğday fiyatları aldı başını gitti. Dışarıdaki buğday fiyatlarıyla Türkiye’deki o tarihteki buğday fiyatları arasında üç misli fark oldu. Biz buğdaya çok iyi fiyat verdik, yüzde 170 küsur artış sağladık. Buğday üreticisi memnun; ama, bir şey taahhüt ettik, dedik ki, Toprak Mahsulleri  ne kadar buğday gelirse o kadar buğdayı alacak, hem de peşin para ödeyerek alacak. Bizim açıkladığımız fiyat ortalama 17 bin küsur lira idi, ekmeklik buğday için. Bizim zamanımızda hiçbir sıkıntı olmadı, sonra bunlar işbaşına geldiler, Toprak Mahsullerinin bütün alımlarını durdurdular. Toprak Mahsulleri buğday almadı, arkadaşlarım buğday yetiştiren yerlerden biliyorlar, sembolik ölçüde buğday aldı Toprak Mahsulleri. Bunun üzerine birdenbire fiyatlar arttı. 22 bin liraya kadar çıktı; yurtdışından ithal etmeye karar verdiler. Yurtdışından ithal kararı verildi, o tarihte buğday ithalatına uygulanan fon son derece düşük, yüzde 3 idi... Bağlantılar yapıldı, gidildi Amerika’dan, Kanada’dan buğday yetiştiren yerlerden gemiler buğdayları yükledi, geldi limanlara, ondan sonra tuttular fonu 15’e çıkardılar. Buğday ithaline fon 15’e çıkınca, içerideki buğday fiyatları bir daha arttı, 28-29 bin liraya çıktı. Üretici zaten elinden çıkarmış, tüccara vermiş bütün buğdayını. Üreticinin öyle stok tutacak parası yok. Buğdayı zamanında 17 bin liradan, hatta Toprak Mahsulleri almadığı için bunun altında fiyattan kapatan tüccar, durduk yerde, iki üç ay içerisinde yüzde 50 para kazandı.

Şimdi ben iddia ediyorum; eğer bu yanlışlıklar yapılmasaydı, yani destekleme alımlarında Toprak Mahsulleri böyle yanlış bir politika izlemeseydi, eğer ithalatla oynanmasaydı, ithalat yine serbest olsaydı, yüzde 3 fonla dışarıdan buğday ithal edilebilseydi, hiçbir tedbir almaya gerek kalmadan, yılbaşına kadar Türkiye’nin her yerinde ekmeğin 250 gramı 15 bin liradan satılırdı. Ama, bu iş bilmezler, her şeyi olduğu gibi, ekmeği de altüst ettiler ve sonunda ekmek fiyatları bazı yerlerde 22 bin liraya çıktı, yani kilosu 80 bin liraya geldi. Sonunda Başbakan, bizim belediyelerden bile ayırdığımız ekmek işine sahip çıktı. Ekmek işine sahip çıkmasının nedeni, fakirin ekmek fiyatını ucuzlatmak filan değil, fakirin ekmeği ucuza almasını sağlamak değil, sadece ve sadece ekmek üzerinden siyaset yapmak içindir.

Nasıl, siyaset için Yüce İslam Dinini istismar ediyorlarsa, bugün yaptıkları da siyaset için halkın ekmeğini istismar etmektir.

Bakın ben muhalefet partisiyim, ben diyorum ki: hoca, 15 bin lira değil, gücün yetiyorsa halka 10 bin liradan ver ekmeği... Ama diyorum ki, eğer bugün halk 18 bin liradan, 20 bin liradan ekmek yiyorsa, yıl sonunda bu belki daha da artacaksa, bunun sebebi senin uyguladığın yanlış politikalardır. İthalatta yaptığın yanlışlıktır, buğday alımında yaptığın yanlışlıktır. Geçen hafta mazota yüzde 7 zam yaptılar, 4 ayda 5 inci zamdır akaryakıta gelen. Bu ayın sonundan önce yeni zam yapmaya mecburdurlar. Yapmadıkları takdirde ATAŞ Rafinerisi açılmayacak. Türkiye dışarıdan daha fazla dövizle işlenmiş petrol ithal etmek zorunda kalacak, işlenmiş akaryakıt ithal etmek zorunda kalacak. ATAŞ Rafinerisi hala çalışmıyor, ATAŞ Rafinerisinin sahibi olan şirket geldi Hükümete: “Akaryakıta ya yüzde 30 zam yapacaksınız veyahut da yüzde 15 Akaryakıt İstikrar Fonunu kaldıracaksınız” dedi. Bunlardan biri yapılmadığı takdirde rafineri çalışmıyor.

Peki, şimdi siz akaryakıta zam yapacaksınız, işçiliği, asgari ücreti mecburen artıracaksınız, işçilik maliyeti artacak, elektriğe her ay zam yapacaksınız, ondan sonra diyeceksiniz ki: ekmek 15 bin lira olsun. Ekmeğin maliyeti içerisinde unun payı yaklaşık üçte biridir; diğeri, mazottur, işçiliktir, kâr payıdır, dağıtımdır... Bunlar alabildiğine artacak...

Şimdi bakın, yapılan hadise nedir: Her çuval unda 500 bin lira sübvansiyon yapıyorlar. Tekrar söylüyorum, gücü yetiyorsa  yapmaya devam etsin, 500 bin değil, 1 milyon lira yapsın, 15 bin liralık ekmeği 10 bin liraya indirsin; ama, yapamazlar. Milleti aldatıyorlar. Nereye kadar aldatıyorlar; işte, en önemli söylemek istediğim bu; kafalarındaki seçim tarihine kadar. Bu işin altı ay, bir sene, iki sene sürmeyeceğini biliyorlar. Bu işin böyle gitmeyeceğini de biliyorlar; ama, acaba bugün devletin malını mülkünü satarak ne kadar daha durumu idare edebiliriz?... Tıpkı 1994 seçimlerinden önce yaptıkları gibi, bu ekonomiyi patlamadan, kriz patlak vermeden bu işi nereye kadar götürebiliriz bunun hesabını yapmaya çalışıyorlar. Ama, onu da yapmaya muvaffak olamayacaklar. Dün Japonya’nın en büyük reyting kuruluşu Türkiye’nin kredi notunu düşürdü. Yılbaşında rakamlar açıklandığı zaman, diğer kuruluşlar da düşürecekler, daha da düşürecekler. Bu söylediğim kötümserlik filan değil, bu söylediğim kara haber filan değil, bu söylediğim bilimsel gerçek. Japon kuruluşu diyor ki: Sen sene başında bir bütçe açıkladın. O bütçede senin 1996 yılındaki hedefin yüzde 45 idi. Ondan sonra revize ettin, bunu yüzde 68 yaptın. Halbuki şimdi görünüyor ki, sene sonundaki enflasyon yüzde 90 olacak. Ben de bu durumda senin reytingini düşürüyorum.

Dün önemli bir Haziran ihalesi vardı, devlet yine vatandaştan, kurumlardan 6 aylığına borç para istedi. Bir hafta önce de aynı şeyi yapmıştı, bir haftada faiz yüzde 10 arttı. Yani, devlet vatandaştan borçlanabilmek için yıllık yüzde 145 faiz  ödemeyi kabul etti. Bunu devlet ödüyor. Şimdi, yüzde 145 faizi ödüyor; ama, 150 trilyon lira ihtiyacı varken, ancak üçte biri kadar talep geliyor. Yani, yüzde 145 faizle bile , devlete vatandaş  istediği kadar borç vermiyor. Piyasada aslında fon fazlasıyla var, yani borç verecek fonlar piyasada fazlasıyla mevcut; ama, piyasalar devlete güvenmiyor, piyasalar hükümete güvenmiyor. Vadesi gelince bu paranın ödeneceğine güvenmiyor.  Yüzde 145’ e çıkmıştır devletin ödediği faiz ve buna rağmen devlet ihtiyaç  duyduğu kadar parayı temin edememiştir.

Şimdi değerli arkadaşlarım, ekonomi, bu Hükümetin elinde bizim Türkiye’ye getirdiğimiz ekonomik anlayıştan zerre kadar nasibini alamamış olan bu Başbakanın elinde, bu Hükümetin elinde  onun elinde rehine olanların elinde, ekonomi baş aşağıya  doğru gitmektedir. Maalesef, önümüzdeki dönemde, önümüzdeki dönemden kastım öyle uzak bir dönem değil, şu sene sonunda rakamlar ortaya çıktığı zaman, dış ticaret açığımız 20 milyar doları geçtiği görüldüğü zaman, cari işlem açığımızın 6-7 milyar dolar düzeyinde gerçekleştiği görüldüğü zaman, bütçe açığının bizim söylediğimiz gibi -1,5 katrilyona dayandığı görüldüğü zaman, Türk ekonomisini bugüne kadar ayakta tutan, dış borçlanma, iç borçlanma imkanları da tamamen duracaktır. Türkiye ekonomisi tümüyle tıkanacaktır.

Şimdi ekonomiyi bu hale getirenler, basını susturmaya çalışıyorlar. Değerli arkadaşlarım, zamanımız kısa, bu işi daha uzun konuşmak isterdim. Belki ileride daha uzun da konuşacağız. Türkiye’de eğer basından şikayet etmeye en fazla hakkı olan parti kim diye sorarsanız Anavatan Partisidir. Bakın, sadece iktidarımız döneminde değil, şu muhalefette geçirdiğimiz 5 yılda da, basın, hiçbir partiye yapmadığı kadar bize haksızlık yapmıştır. Bir an için hatırlayın, 1980 yılında Rahmetli Özal’ın Türkiye’de ilk defa 24 Ocak kararlarıyla serbest piyasa ekonomisine geçmeyi amaçlayan yeni bir istikrar paketi, uyguladığı dönemde, Rahmetli Özal bütün basının boy hedefiydi. Hiçbirisi, bu işin başarıyla sonuçlanacağına ihtimal vermiyordu.  O zaman Özal’a atış serbestti, bunun Türkiye’yi batıracağı söyleniyordu. 1983’ ten itibaren gördüler ki, hiç de söyledikleri doğru çıkmadı, kehanetleri doğru çıkmadı; ama, buna rağmen, haksızlık yaptıklarını görmelerine rağmen, Özal’ı eleştirmeye devam ettiler. 1987’den sonra Anavatan İktidarı Türkiye’de en büyük değişimi, en büyük dönüşümü gerçekleştirmiş olmasına rağmen, basının boy hedefi oldu. 1991’de seçimleri kaybetmemizde basının çok önemli rolü vardır. 1991’den sonra benim şahsımı ve Anavatan Partisini hedef alan basın kampanyaları, dozunu artırarak devam etti.

Şimdi, buna karşı biz ne yaptık, ben öbür tarafta her grup toplantısında çıktım, dedim ki: Basının bu tavrı, bize karşı yönelttiği bu kampanya, doğrudan doğruya iktidara yaranmak içindir. Birtakım basın organlarının bu iktidarla işbirliğinin sonucudur. Kendi maddi menfaatlerini devam ettirmek içindir. Bunu çekinmeden söyledim. Benim hakkımda akla hayale gelmedik iftiralar attılar. Seçim öncesi yalan manşetler yayımladılar. Ben bunların doğru olmadığını millete söyledim, mahkemeye gittim, dava açtım, hala, her hafta ortalama 1 milyar lira tazminat alıyorum.

Bakın, bütün bunları niye söylüyorum, basın tarafından haksızlığa uğrayan insan, hakkında yalan neşriyat yapılan insan, iftiraya uğrayan insan, bu bir insan olabilir, herhangi biriniz olabilirsiniz, bu bir parti olabilir, bir kuruluş olabilir. Bu partinin, bu kuruluşun, bu kişinin elbette ki basının yaptığı bu yanlış yayına itiraz etme hakkı var, düzeltilmesini isteme hakkı var. Bundan dolayı, eğer manevi olarak zarar görmüşse, tazminat isteme hakkı var. Ben bütün bu haklarımı kullandım, basının yanlışlarıyla mücadele etmekten hiçbir zaman geri durmadım. Yalan söylediği zaman “ Yalan söylüyorsun” dedim. Bu yalanın hangi saikle yapıldığını düşünüyorsam onu da vatandaşa söyledim. “ Menfaat için yalan söylüyorsunuz” dedim. Benim hakkımda yalan yayın yaptıkları zaman gittim yargıdan hakkımı istedim. Bir sene içinde de olsa, iki sene içinde de olsa, her zaman hakkımı aldım; ama, şu 3,5 aylık hükümet döneminde de, ondan önce benim dönemimde de, Sayın Akbulut’un döneminde de, Rahmetli Özal’ın döneminde de, Anavatan Partisi olarak bu yayınlarından dolayı hiçbir zaman basını susturmayı filan düşünmedik, basını cezalandırmayı filan düşünmedik.

Huzurunuzda açık açık itiraf ediyorum: İster benimle ilgili olsun, ister partimle ilgili olsun, basının yazdıklarının büyük bölümü hilafi hakikatse, yalansa, küçük de olsa bir bölümü de doğruydu. Biz yanlış yapmıştık, ben yanlış yapmıştım... O yanlışı söylemek de basının göreviydi. Biz eğer devleti idare ediyorsak, bu bize babamızdan kalmış, veraset usulüyle gelmiş bir hak değildi, bu bize vatandaşın geçici olarak verdiği bir emanetti. Bu emaneti en iyi şekilde yerine getirmemizi denetleyecek en başta gelen güç de basındı. Türkiye’de sistem eleştiriliyor, benim arkadaşlarım da eleştiriyorlar, hepsi de haklı eleştirirler. Türkiye’de partilerin yapılanmasında yanlışlık var, liderlik sultası var, parti içi demokrasi işlemiyor, Meclisin içerisinde yeteri kadar milletvekilleri şahsi sorumluluklarının gereğini yerine getiremiyorlar, parti disiplini aşırı ölçüde... Bütün bunlar neyi gösteriyor: Hükümeti, yürütmeyi denetlemesi gereken Meclis görevini yapamıyor. Peki, Meclisin yapamadığı bu görevi kim yapacak? Yargı yapacak değil mi, bir tanesi yargı. Hatırlarsanız, işbaşına geldikten sonra ilk el attıkları alan yargıdır. Şimdi, arkasından basını susturmaya çalışıyorlar.

Değerli arkadaşlarım, basından en fazla zarar görmüş, basınla -hiç olmazsa bir bölüm basınla - en fazla mücadele etmiş insan olarak söylüyorum, basından en fazla zarar görmüş siyasilerden birisi olarak söylüyorum: Kim basını susturmak istiyorsa, onun mutlaka örtecek bir kabahati vardır, bir suçu vardır.

Basının görevi, bizim hoşumuza gitmek değildir. Basının görevi, bizim yanlışlarımızı göstermektir. O yanlışları gösterirken yanlış yaparsa, onunla mücadele etmek bizim görevimizdir. Ama, bunun yolu basını susturmak değildir.

Bugünkü Hükümet, eğer basını susturmak için, yani basını önce Promosyon Kanunu ile arkasından dağıtım tekeliyle, arkasından, işte şimdi hazırlandığı söylenen Adalet Bakanlığındaki o sansür kanunu ile Basın Kanunundaki cezaları alabildiğine artırarak filan, böyle basın üzerinde baskı yapacak bir yasa paketi hazırlıyorsa, bu Hükümetin aklından şüphe etmek lazımdır. Çünkü, bu Hükümet, arasa, tarasa, bilgisayara verse, böyle bir şey yapmak için en uygunsuz, en elverişsiz zaman ne zamandır diye sorsaydı, işte bu zaman çıkardı. Bunu yapabilmek için bundan daha elverişsiz bir zaman düşünülemez.

Değerli arkadaşlarım, ne zaman basını susturmak istiyorlar; 16-17 gün önce bir trafik kazası olmuş. Devlet tarafından aranan, hakkında gıyabi tutuklama kararı bulunan birisi, bir milletvekili olan aşiret reisiyle ve bir emniyet müdürü ile beraber, aynı kazada, aynı arabanın içinde bulunuyor. Ölenler var, yaralananlar var; ama, netice itibarıyla olay devletteki birçok pisliği ortaya çıkarabilecek bir olaydır. Dün basın toplantısında da söyledim, Sayın Erbakan çok büyük bir hata yapmıştır. Eğer ben Sayın Erbakan’ın yerinde olsaydım, o kaza olduğu zaman ben Başbakan olsaydım,  o kaza olduğu zaman ben Başbakan olsaydım, bu işin üzerine gitmeyi ben Mesut Yılmaz’a bırakmazdım, ben kendim giderdim, muhalefete bırakmazdım.

Şimdi, sizinle biraz daha açık konuşma ihtiyacım var. Bu kürsüden iki haftadır birtakım şeyleri söylüyorum, çıkıyorum televizyonlarda da söylüyorum. Bakın değerli arkadaşlarım, devletin bölücü terörle mücadele için, kendi döneminde yaptığı birtakım düzenlemeler var. Bu düzenlemeler, 1983 yılında bizim iktidarımızdan kısa bir süre önce devlet içerisinde başlatılmış, o zamanki askeri yönetim zamanında başlatılmış, biz bunları devam ettirmişiz, bizden sonra gelen iktidarlar devam ettirmiş. Bugün bu kurumlaşmalar devlet içinde hala devam ediyor.

Şimdi, esas itibarıyla emniyetin bünyesinde, jandarmanın bünyesinde kurulan bu teşkilatlanmanın, bu yeni yapılanmanın, yani istihbaratı, özel harekatı içeren bu düzenlemelerin amacı nedir? Devleti bölücü teröre karşı korumaktır. Bu mücadeleyi yapmak için özel bir teşkilatlanma, yapılanma gerekmiştir, buna gidilmiştir. Burada siyasi partiler olarak, Meclis olarak bize düşen nedir: daha uzman olan bu kurumlar aracılığıyla yapılan bu mücadelenin hukuka uygun olmasını denetlemektir. Devlet, bölücü teröre karşı meşru müdafaa hakkından mahrum tutulamaz. Devletin bölücü terör, uyuşturucu ticareti yaparken, insanları öldürürken, devletin elini kolunu bağlayıp, bu durumu seyretmesi beklenemez. Devlet birtakım tedbirler alacaktır. Bize düşen görev, bu tedbirlerin hukuk devletiyle bağdaşmasını sağlamaktır. Bunun denetimini yapmaktır. Ama şimdi söylemek istediğim hadise şu: devlet için kurulan, devleti korumak için kurulan bu yapı, yaklaşık iki seneden beri devletin menfaatiyle hiç alakası olmayan siyasi çıkarlar için -dikkat edin- ve kirli menfaatler için, kirli para için kullanılmaktadır. Birtakım insanlar, devletin dışındaki birtakım insanlarla, en azından devletin mahkemesinin, yargısının mahkum etmiş olduğu veya hakkında tutuklama kararı vermiş olduğu suçlu insanlarla işbirliği yapmaktadırlar. Bunların içerisinde, devletin içerisinde, emniyetin içerisinde görevli olan devlet memurları vardır.  Bunların içerisinde, devletin içerisinde, emniyetin içerisinde siyasi kişiler vardır. Bunların Hükümette uzantıları vardır. Yani, bu böyle Hükümetin bilgisi dışında, bunların kendi aralarında yaptıkları bir hadise  değildir. Bunların emir aldıkları, bilgisi dahilinde hareket ettikleri hükümetin içindeki bazı güçlükler vardır.

Şimdi burada huzurunuzda, belki şimdiye kadar yeterince vurgulamadığım bir şeyi çok açık ifade etmek istiyorum: bu yanlış işlere, bu kirli işlere karışmış olanlar, şu anda sayısı benim bildiğim 160 bini geçen, zannediyorum 170 bine yaklaşan emniyet mensupları içerisinde toplasanız 100 kişiyi geçmez. Emniyet Teşkilatımızın çok büyük çoğunluğu, yüzde 99,9’u, hakikaten halkımızın huzurunu sağlamak için canını feda etmeye hazır, dürüst, vatansever insanlardan oluşmaktadır.

Ve şimdi “ Mesut Yılmaz nasıl oluyor da bu kadar şey biliyor, ona nasıl bu belgeler, bilgiler akıyor” diye soranlara  cevap veriyorum: bu 100 kişinin yaptığı bu kirli işlerden en fazla rahatsızlık duyanlar, işte o emniyet mensuplarıdır. İşte, o istihbarat mensuplarıdır. İşte, o namuslu devlet memurlarıdır. Çünkü, bu yapılan kirli işlerin en fazla devlete zarar verdiğini, en fazla emniyet kurumuna zarar verdiğini, camia olarak da en fazla kendilerine zarar verdiğini bilmektedirler. Bana bu bilgileri de onlar vermektedirler.

Şimdi değerli arkadaşlarım, basından yakınmamıza bir haklı örnek daha vereceğim; biraz önce Basın Müşavirim bana haber getirdi, benden önce sabahleyin bu kürsüde konuşan Sayın Çiller: Bizim Susurluk kazasını ve onu takip eden olayları, seçim yenilgisini unutturmak için kullandığımızı iddia etmiş ve bizim içimizin çok karanlık olduğu için gülme dersi aldığımızı söylemiş.  Şimdi, bir kere, bir Başbakan Yardımcısı, bir Dışişleri Bakanı, herhangi bir konuda konuşurken, dayandığı haberlerin doğru olup almadığını tahkik etmekle yükümlüdür. Ben söylediğim her iddianın arkasındayım. Bakın, bugüne kadar söylediğim hiçbir sözü inkar etmedim. Ama, Sayın Çiller’in dayandığı haberler doğru değil. Benimle birlikte 10 arkadaşım vardı, biz İstanbul’da üç gün kapandık, yaptırdığımız bir araştırmanın değerlendirmesini yaptık. Çünkü, benim size burada iki hafta önce bir sözüm var, dedim ki: Parti içerisinde rahatsızlık duyan, Türkiye’nin gidişatından, partinin durumundan rahatsız olan arkadaşlarım olduğunu biliyorum, bu arkadaşlarım, öyle gazetelere filan konuşmasınlar, ben size bu imkanı en geniş şekilde hazırlayacağım, bir kapalı grup toplantısı yapacağız, sabaha kadar süre vereceğim. Herkes istediğini dökecek, açıkça tartışacağız. Ben de belki size sizin bilmediğiniz şeyleri söyleyeceğim. Belki sizlerden de ben bazı şeyler öğreneceğim. Şimdi, böyle bir toplantıya fevkalade önem verdiğimi de söyledim. O toplantıya esas olmak üzere, hazırlık olmak üzere, Anavatan Partisinin son genel seçimlerde aldığı seçim sonuçlarından hareketle, seçmen profiline ilişkin bir araştırma yaptırdık. Aşağı yukarı üç dört aylık bir araştırma yaptık. O araştırmanın  sonuçlarını, partide bir bölüm arkadaşımla beraber, üç gün kapandık, değerlendirdik. O toplantının sonuçlarını size de getireceğim.

Ayrıca, Anavatan Partisi olarak, maalesef, son derece yanıltılan, yönlendirilen kamuoyu ile iletişimde birtakım sorunlarımız var, mesajlarımızı kamuoyuna tam ulaştıramama sorunlarımız var. Bu konuda nasıl daha etkin bir iletişim yapabiliriz ?.. Mesajlarımızı nasıl halka daha kolay, daha anlaşılır biçimde ulaştırabiliriz ? Bu konuda bilimsel bir çalışma yaptık, bazı uzmanlardan yararlandık. Şimdi, Pazartesi günü Türkiye’deki bütün belediye başkanlarımızı çağırdım, 800 belediye başkanını çağırdım, onlarla bu konuyu tartışacağım. Salı günü il başkanlarını çağırdım, onlarla konuşacağım.  Salı akşamı veya Çarşamba akşamı, arkadaşlarımın tercihine göre, bu salonda toplanacağız, sabaha kadar bu meseleyi bütün boyutlarıyla görüşeceğiz. Arkadaşlarımın ne rahatsızlığı varsa, ben onları gazeteden okumak istemiyorum, arkadaşlarımdan duymak istiyorum.

Bu, sadece Grubumuzun, yani milletvekili arkadaşlarımızın katılacağı bir toplantı olacak. Ha, istedim ki, o toplantıda meselenin sadece bir boyutunu tartışmayalım, teşkilatımız ne düşünüyor, vatandaş ne düşünüyor, halk ne düşünüyor, belediye başkanlarımız ne düşünüyor... bütün boyutlarını inceleyelim ve kendi içimizde bu değerlendirmeyi yapmış olalım.  O maksatla üç gün kapandık arkadaşlarımla bu değerlendirmeyi yaptık. Burada hepsini gelelim, sizinle paylaşalım. Bunu, dediğim gibi, önümüzdeki Salı veya Çarşamba akşamı Grup Başkanvekillerimiz size soracaklar, hangi gün sizin için daha uygunsa, çoğunluk arkadaşım ne gün istiyorsa, o akşam burada oturacağız, akşam 7’den, gerekirse sabah 7’ye kadar konuşacağız. Kimin, ne varsa içinde dökmesini istiyorum.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Çiller; üstüne vazife olmayan işlere soyunmuştur. Bütün bunları bu kürsüye getirmesinin altında, suçluluk psikolojisi yatmaktadır, suçluluk telaşı yatmaktadır. Aslında, kendisinin şu son Avrupa seyahatinde muhatap olduğu, maruz kaldığı muameleden, muhalefet lideri olarak fevkalade üzüntü duyuyorum. Hiçbir devlet temsilcisi, hiçbir bakan kendisiyle görüşmeyi kabul etmemiştir. Ama bu, bizim iç politikada kullanacağımız, bize memnuniyet verecek bir şey olmamalı.

Bu hepimize üzüntü verecek bir şey olmalıdır. Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz hiçbir dönemde olmadığı ölçüde kritik bir safhaya girmiştir. Maalesef, tüm dış politikamız şu anda sahipsizdir. Ekonominin durumunu biraz önce anlattım; ama, bütün bunlardan önce, hepimizin kafasını kurcalayan, hepimizi rahatsız eden bütün bunlardan önce, hatta hatta, filesini dolduramayan, maaşıyla geçinemeyen, geçim sıkıntısı çeken halkımızın, bu ekonomik sorunlarından daha öncelikli bir işimiz var. Bu meseleyi açığa çıkarmak zorundayız, devleti bu pislikten kurtarmak zorundayız. nereye kadar uzanırsa uzansın, bu işin peşini bırakmamak zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, bakın, işin acı yönü şudur: Ben televizyonlarda söyledim, belki duymayan arkadaşlarımız olmuştur, yine söylüyorum: Ben bu devlette 8 sene bakanlık yaptım; 3 sene Dışişleri Bakanlığı yaptım, Hükümet sözcülüğü yaptım 4 sene. İki defa Başbakanlık yaptım. İki Başbakanlığımın toplam süresi 8 ay 3 haftadır. Başbakanlık, bizim idari yapımız içerisinde en sorumlu olan, en yetkili olan makamdır. Devletin milli istihbarat teşkilatı, doğrudan doğruya Başbakan bağlıdır. Başbakan, hem Hükümetin koordinatörüdür, bütün bakanlıkların işleyişini gözetme yetkisine sahip olan bir makamdır hem de icra konusunda en fazla yetki kullanabilecek olan makamdır. İşin acı tarafı şudur: Devlette bu kadar önemli görevlerde bulunmuş bir insan olarak, Başbakanlık yapmış birisi olarak, ben Abdullah Çatlı isimli birisinin devlet adına çalıştığını Susurluk kazasından sonra öğrendim. Bana bu konuda devletin herhangi bir kurumunun o tarihten önce verdiği hiçbir bilgi yoktur. Şimdi, birtakım iktidara yaranmaya çalışan basın organlarında yalan yanlış haberler yayımlanıyor. Ben Çatlı ile konuşmuşum, telefonda konuşmuşum, buluşmuşum...

Değerli  arkadaşlarım, ben günde herhalde 500 kişiyle buluşuyorum, konuşuyorum. Benimle resim çektirmek isteyenlerle resim çektiriyorum, benim elimi sıkanların elini sıkıyorum, ben bir siyasi liderim, benim böyle bir ayırım yapma hakkım yok; ama, huzurunuzda bütün açıklığıyla ifade ediyorum: Devletin yargı organı tarafından, bilmem kaç insanın öldürüldüğü bir katliamdan dolayı hakkında gıyabi tutuklama kararı verilmiş olduğunu bilerek ve devlet tarafından himaye edildiğini, devlet tarafından kendisinin bazı operasyonlarda kullanıldığını, bunun için devlet tarafından kendisine sahte birtakım evraklar düzenlendiğini bilerek, ben böyle bir şahısla görüşmedim, böyle bir şahsın varlığından da haberim yok.

Bu olay ortaya çıktıktan sonra bu olayın üstüne gittim. Gördüm ki, bu olay bir trafik kazasından ibaret değil. Gördüm ki, bu olay sadece o trafik kazasıyla doğrudan bağlantılı olan kumarhanelerin harcını birtakım çevrelerin ele geçirme oyunundan ibaret de değil. Bunun altı, aklın almayacağı kadar derindir. İşin içinde mafya vardır, işin içinde devletin bakanları vardır, işin içinde devletin memurları vardır, işin içinde muhtemelen siyasiler vardır, milletvekilleri vardır...

Değerli arkadaşlarım, gördüm ki, bu iş, devleti sarsacak kadar derindir. Bir muhasebe yaptım. Anavatan Partisi olarak ne yapmamız lazım: ya  bu işin üstüne gideceğiz ya bu işin üstüne sünger çekilmesine seyirci kalacağız. Biraz önce söyledim, devletin dürüst insanları, devletin namuslu memurları, bana aklımın almadığı, daha önce Başbakan olarak muttali olmadığım, öğrenince ürktüğüm bilgileri getirdiler. Bu bilgileri gören herhangi bir kimsenin bu durum karşısında ürkmemesi mümkün değildir ve işte dün söyledim: bundan sonra artık kim susarsa o suçludur. Kim seyirci kalırsa o suçludur.

Bakın, bu mesele bir parti meselesi değil, bu mesele Anavatan Partisinin önünü açacakmış, bu mesele bizim siyasi rakiplerimizi zayıflatacakmış, bu mesele bizim siyasi rakiplerimizi zayıflatacakmış, hiçbirinizden meseleye böyle ucuz bakmamanızı istiyoruz. Mesele, bir devlet meselesidir; mesele, bir rejim meselesidir. Cumhuriyet tarihimizde ilk defa olarak, siyasi güç, kirli para ve devletin içerisindeki birtakım mihraklar işbirliği yapmaktadır. Mesele, eskiden başka amaçlarla yapılmış olabilir, yani devleti ilgilendiren amaçlarla yapılmış olabilir. Mesele, eskiden sadece birtakım memurların karıştığı mevzii, münferit olaylar olabilir. Bugün geldiğimiz noktada, çok ısrarla söylüyorum, çok inanarak söylüyorum, çok emin olarak söylüyorum ki, hadise siyasi bir boyut kazanmıştır. Onun için doğrudan doğruya rejimi ilgilendirmektedir. Bu hadiseye seyirci kaldığınız zaman, bu hadisenin üstüne gitmediğiniz zaman, Türkiye’de halkımızı ilgilendiren, hepimizi rahatsız eden öbür sorunlar için artık siyaset yapma imkanı yoktur. Bu çeteyle baş etme imkanı yoktur.

Sadece bir tek hadisede dönen rüşvet, dönen haraç, fidye, ne derseniz deyin, kirli para, 100 milyon dolardır. Bizim parti olarak yıllık bütçemiz 3 milyon dolar galiba. Şimdi , ben  çıkmışım, televizyonda kamuoyuna demişim ki: böyle böyle bir olay yaşandı. Düşünebiliyor musunuz, aradan 15 gün geçti, bu devletin bakanı çıkıp bana sormuyor: “ Yahu, sen ne diyorsun arkadaş” demiyor. Bu devletin İstihbarat Kuruluşu bana sormuyor, bu devletin Başbakanı bana sormuyor. Ve ben bunu demeden önce, bu devletin en yüksek makamına gitmişim, Cumhurbaşkanına: Bakın, elimde bunlar var, ben bunları kamuoyu ile paylaşacağım. Cumhurbaşkanı dedi ki: “ Nereye gidiyorsa, oraya kadar gidin.” Dedim ki: Ben zaten gidiyorum da, benim gitmemle olmuyor, siz de beraber gelin.

Değerli arkadaşlarım, bu meselede belki zaman geldikçe çok daha detaylı olarak sizlere anlatacağım çok şeyler var; ama, şunu gördüm: Vatandaşımız, halkımız, bu meselede tahmin etmediğim kadar, hakikaten beni şaşırtan ölçüde duyarlıdır. Bizim Kadıköy parti teşkilatımız bir imza kampanyası açmış, milletvekili dokunulmazlığının sınırlandırılması için. Bizim bir seneden beri Meclis Başkanlığında bekleyen Anayasa değişikliğimizin bir an önce ele alınması için bir imza kampanyası açmış. Ben o sırada İstanbul’da idim, beni aradılar, iki saat içinde 30-40 bin kişi imza vermiş. Dün haber aldım, bazı il teşkilatlarımız kendiliklerinden böyle bir kampanya açmışlar. Onun üzerine arkadaşlarıma dedim ki: Türkiye çapında bir genelge yapın, bunu Türkiye’nin bütün teşkilatımız olan yerlerinde yapalım.

Şimdi, bir kere bu olayın üstüne gideceğiz. Bu olay açığa çıkmadan, bazılarının başı yanmadan, bazılarının başı gitmeden bu devlet temizlenemez; bir kere bunu bilmeniz lazım. Bakın, sizden hiçbir şeyi gizlemiyorum. Benim üstümde büyük baskı var, bana böyle tehdit yollu teklifler var, açıktan tehditler var, işte bugün bir gazete bilmiyorum nereden öğrenmiş, benim evime dinleyici yerleştirmişler, şudur budur.... bütün bunlara rağmen, ben bu işin sonuna kadar üstüne gitmeye kararlıyım, hiçbirinizin şüphesi olmasın.

Ama şimdi müsaade ederseniz Cumhurbaşkanına söylediğimi size de söyleyeceğim, beni yalnız bırakmayın... Ha, şimdi ne yapacağımızı söyleyeceğim; bir kere sonuna kadar bu işin üstüne gideceğiz. Devlet sorumluluğuyla gideceğiz; ama, devleti de korumak durumunda olan siyasetçiler olarak gideceğiz. Hiç kimsenin devleti kendisine kalkan yapıp, öyle kirli servet edinmesine seyirci kalmayacağız. Bütün kirli çamaşırları toplumun önüne dökeceğiz. İnanın ki, bu mesele, şu anda düşündüğümüzden daha önemlidir; çünkü, bu mesele, sadece bu meseleden ibaret değildir. Bu meselenin bir de siyasi tarafı var. İki yıldan beri söylüyorum, birtakım adamlara anlatamadım, bazı kendi arkadaşlarımdan da beni herkes tam anlamadı. Eğer bugün Türkiye’de vatandaş siyasetçiye güvenmiyorsa, idareye güvenmiyorsa, Meclise güvenmiyorsa, bu güven bunalımının altında yatan en önemli sebep, siyasetin bu tür kirli işlerle özdeş hale gelmesidir. Bunu, ben seçimden önce yalanla haram diye özetledim, şimdi buna birde mafyayı ilave ediyorum. Siyasetten bunlar temizlenmeden vatandaşın güvenini kazanamayız. Rejime inancını kazanamayız, siyasete güvenini kazanamayız. Ben, hepinizin siyaset yapmaktaki zorluklarını biliyorum, hissiyatınızı biliyorum, ben de aynı hissiyatı yaşıyorum. Vatandaşın güvenmediği temsilcileri olarak görev yapmak kolay değil. Milletvekilinin en önemli özelliği, arkasında vatandaşın desteğini duyabilmektir. Bu destek arkanızda olmazsa, size olan bu güven, bu inanç arkanızda olmazsa, siz burada milletvekilliliği yapamazsınız. Siz milletin hakkın savunamazsınız. Siz o zaman burada, milletin güvenmediği, sadece bürokratlar gibi Meclise gelip giden insanlar durumuna düşersiniz.

Değerli arkadaşlarım, bu durumu değiştirmek, vatandaşımızı siyasete, siyasetçiye, demokrasiye olan güvenini yeniden kazanabilmek için, önümüzde ilahi bir fırsat çıkmıştır, bu fırsatı değerlendirmek zorundayız. tam olarak değerlendirmek zorundayız. Yapmamız gereken iki tane şey söylüyorum: Birincisi, bu olayı açığa çıkaracağız, sonuna kadar bu olayın üstüne gideceğiz. Kim var diye, altında kim çıkıyor diye bakmayacağız. Kendi babamız çıksa, onun da üstüne gideceğiz.

İkinci yapmamız gereken şey şudur: Temiz toplum için, bu olayları ortaya çıkarmak kadar önemli olan başka bir şey, yasal birtakım düzenlemeleri yapmaktır. Neler olduğunu hepimiz biliyoruz: Milletvekilliği dokunulmazlığı sınırlanmalıdır. Biz bu konuyu burada tartıştık, bütün arkadaşlarım imza verdiler. İşte, önergemiz Meclis Başkanlığında 11 aydan beri bekliyor. Dedik ki: Milletvekilliliği dokunulmazlılığı  hırsızlık içinde olmaz, yolsuzluk için olmaz... Milletvekilleri Parlamento ile ilgili çalışmaları için dokunulmazlıktan istifade etsinler; ama, rüşvet için, suistimal için, yolsuzluk için dokunulmazlık olmaz. Başka yerlerde de yok. Herkes sözde bizim yanımızda. Seçimden önce açıkoturuma çıkıyorum, soruyorum Çiller’e: Söz, biz de katılacağız diyor.  Ecevit’e soruyorum: Söz diyor. Baykal’a soruyorum: Söz diyor. Seçimin ertesi günü geliyoruz burada veriyoruz imzamızla Anayasa değişikliğini, 11 ay geçmiş hala bize destek vermiyorlar, suretleri de kendilerinde. Yani, bizim verdiğimiz teklifi de diğer partilere gönderdik, onlardan sözlü destek istedik, yazılı destek istedik. Bugüne kadar bu desteği vermediler.

Şimdi, Susurluk olayından sonra paçaları tutuştu, Doğru Yol Partisinin grup başkanvekilleri çıktılar, dediler ki: Biz de veriyoruz, milletvekilliği dokunulmazlığı sınırlansın, sadece Yargıtay Başsavcısı milletvekilleriyle ilgili dava açabilsin, davalar Yargıtay’da görülsün. Ben geçen hafta burada sizlere söyledim, Doğru Yol’un teklifine  biz de katılıyoruz, getirin imza edelim. Hayır, getirmediler; arkadan bazı milletvekilleri çıktılar dediler ki: Biz buna oy vermeyiz... Şimdi, kamuoyu önünde bir defa daha çağrı yapıyorum, gelin, bir kere evvela Meclisin üzerinden bu şaibeyi kaldıralım. Sedat Bucak gitsin bir ifade versin. Hakkında soruşturma olan milletvekilleri ifade versinler. Kimisi dokunulmazlığının arkasına hırsızlığını gizlemesin. Yapılması gereken sadece bundan ibaret değildir; ama, bu bir ilk adımdır. Bir anayasa değişikliği gerekiyor, lafta bütün partiler mutabık, biz: “ Hadi, basın düğmeye” diyoruz, hepsi kaçıyorlar. İşte, bunun için kampanya açtık. Yarın bütün arkadaşlarımdan rica ediyorum, gitsinler, Kızılay’da Ankara teşkilatımızın açtığı imza kampanyasına  katılsınlar. Hafta sonu bütün arkadaşlarım kendi illerine, ilçelerine gitsinler, oradaki teşkilatlarımızın kampanyasına katılsınlar. Vatandaşa anlatın bunu. Kimin sahtekarlık yaptığını, kimin samimi olduğunu ölçmek için vatandaşın önünde bir fırsat var. Parti olarak bunu değerlendirelim diyorum. Vatandaşa anlatın: Biz dokunulmazlığın sınırlanmasını istiyoruz. Biz yolsuzluğun, hırsızlığın dokunulmazlığın dışına çıkarılmasını istiyoruz. Vatandaş da bunu istiyor. Sadece bize oy varan vatandaş istemiyor; Doğru Yol’a oy veren vatandaş istiyor, Refah Partisine oy veren vatandaş istiyor, DSP’ye oy veren vatandaş istiyor. Onlara anlatın bunu. Hafta sonu bütün arkadaşlarımın bu kampanyaya katılmalarını rica ediyorum.

Ama, mesele sadece dokunulmazlık meselesi değildir. Bizim verdiğimiz başka kanun teklifleri var. Yolsuzlukta, hırsızlıkta zaman aşımı olmasın diyoruz. İhale Kanunu değişmesi lazım diyoruz, Memurun Muhakemet Kanununun değişmesi lazım diyoruz; bu bir pakettir diyoruz. İşte, bu paketin arkasında durmamız lazım. Medya bu konuda yanımızdadır. Yani üç beş tane, bu iktidardan beslenen basın organının maksatlı yayınlarını bir yana bırakırsanız, medyanın çok büyük kısmı televizyonu ile basınıyla bu meselede bizim yanımızdadır ve tekrar söylüyorum: Bu mesele parti meselesi değildir, iktidar- muhalefet meselesi değildir. Bizim kara kaşımızı, gözümüzü sevmeyebilirler, bizi istemeyebilirler, geçmişten dolayı bize hırçınlıkları olabilir, şahsi olarak başka niyetleri de olabilir. Diyorum ki: Bütün bunları bu işle karıştırmayalım. Bu iş, rejim meselesidir, bu iş devlet meselesidir. Başka meselelerde farklı da düşünmüş olsak, siyaseten farklı noktalarda da bulunsak, bu noktada işbirliği yapalım. Devleti, rejimi bu şaibeden kurtaralım, bu kirlilikten kurtaralım, bunu yapmadıkça hiçbirimiz amacına ulaşamayız, hiçbirimiz politika yapamayız. Politika yapmaktan kastımı biraz önce söyledim, sadece burada yer işgal etmek değildir politika yapmak. Sadece milletvekili olarak gelip gitmek değildir. Politika yapmak, milletin hakkına sahip çıkmaktır, milletin hakkını yiyenler, eğer milletin seçtiği kişiler bile olsa, bunu ortaya çıkarmak, millete anlatmak yine bizim görevimizdir.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de siyaset bir dönüm noktasından geçmektedir. Öyle Çiller’in demagojileriyle kapatılamaz, Hocanın masallarıyla kapatılamaz. “ Susurluk faso fiso” diyenler sonunda tarihin gözünde kendileri faso fiso olurlar.

Hafta sonunda iki gün yurtdışına gideceğim, Berlin’de önemli bir toplantıya katılacağım: Avrupa Birliğinin genişlemesiyle ilgili bir toplantıdır. Avrupa’nın aşağı yukarı, Cumhurbaşkanı düzeyinde, başbakan düzeyinde, dışişleri bakanı düzeyinde bütün önemli siyasi şahsiyetlerinin katılacağı. Zannediyorum Almanya’nın Avrupa’nın genişlemesi konusundaki politikasına da yön verecek olan gayri resmi bir toplantıdır, kapalı bir toplantıdır. Türkiye’den sadece beni davet ettiler, o toplantıya, zamansız olduğunu bilmeme rağmen, yani şu ortamda gitmek istemediğim halde, sırf o nedenle katılmak zorundayım. O genişlemede Türkiye’nin beklentilerini orada dile getirmek zorundayım. Onun için, o toplantıya katılacağım. 3 gün burada olamayacağım. Arkadaşlarımdan ricam, benim yokluğumu hissettirmemeleridir, bu konuyu gündemde tutmaya devam etmeleridir. Bu konu gündemden düşerse, biz bu konuda netice alamayız.  Medya bizimle işbirliği yapıyor, medya dürüst yayıncılık yapıyor. Diğer partiler bu konuda duyarlıdır, en azından hakkımız bu konuda son derece duyarlıdır. İktidarın aymazlığına rağmen, iktidarın gafletine rağmen, bu konuyu kamuoyunun gündeminde tutmaya ve gerçeklerin birer birer ortaya çıkmasına öncülük etmeye mecburuz. Bu görev, en başta bizim görevimizdir. Bu görevde bütün arkadaşlarımdan sorumluklarının bilincinde olarak davranmalarını, en azından bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da aynı davranışı sürdürmelerini rica ediyorum.

Hepinize saygılar sunarım.