GENEL BAŞKAN MESUT YILMAZ'IN TBMM ANAP GRUP KONUŞMASI 04 Aralık 1996
Değerli arkadaşlarım, geçtiğimiz
hafta Grup Toplantısı yapamadık; ama, bugün bu Grup Toplantımızdan
sonra, daha önce kararlaştırdığımız şekilde bu akşam saat
19.30’dan itibaren bütün Grup Üyesi milletvekili arkadaşlarımla
beraber, süresiz olarak ve tamamen açık gündemle, serbest gündemle Türkiye’nin
ve partimizin meselelerini tartışacağız. Bu vesileyle önceki hafta
yurtdışında uğradığım saldırı dolayısıyla bana ziyarette
bulunan, mesaj gönderen bütün milletvekili ve teşkilat mensubu arkadaşlarıma
teşekkür ediyorum. Değerli arkadaşlarım,
bugün Türkiye’nin en önemli meselesi hangi meseledir diye sorarsanız,
aslında buna verilmesi gereken mantıklı cevap: işsizlik olabilir,
pahalılık olabilir, terör olabilir. Hakikaten Türkiye’nin bugün içinde
bulunduğu duruma baktığınız zaman, biraz önce Ahmet Alkan arkadaşlarımın
ekmek fiyatlarıyla ilgili olarak ifade ettiği gibi, vatandaşlarımızın
çok büyük kesimi, bu ana konularda çok büyük sıkıntılarla karşı
karşıyadır. Bakın, bugün ayın 4’ü
Kasım ayının enflasyon rakamları açıklandı. Yıllık
enflasyon yüzde 86’dır, 85,7 dir. Bu 5 ay önce bizim bıraktığımız
enflasyon oranına göre 10 puanlık bir artışı ifade ediyor. Yani,
bizim ortak olduğumuz 53’üncü Koalisyon Hükümeti ayrıldığı
zaman, yıllık enflasyon yüzde 76 idi, 5 ay sonra bugün geldiğimiz yıllık
enflasyon oranı yüzde 86’dır. Bu oran, aynı
zamanda 1,5 yıldan beri, aylık olarak ulaştığımız en yüksek yıllık
ortalama enflasyon rakamıdır. Yani 1995 yılının Mayısından bu yana,
en yüksek yıllık enflasyonu yaşıyoruz ve uzmanlara bakarsanız,
rakamlara bakarsanız, önümüzdeki aylarda bu enflasyonun daha da yukarıya
doğru gitmesi kaçınılmazdır. Pahalılık
sorunu, vatandaşımızı geçmiş yıllara oranla çok daha fazla rahatsız
eden boyutlara ulaşmış olmasına rağmen, bugün Türkiye’nin en önemli
meselesi pahalılık değil, halkımız en fazla hayat pahalılığından
yakınmıyor. İşsizlik meselesi, toplumun başında yine büyük bir
beladır. İşsizlik rakamları, maalesef, çok yüksek boyutlara ulaşmıştır;
ama, bu işsizliği ortadan kaldıracak bir yatırım hamlesi yaşamıyoruz.
Bu işsizliğe çözüm olabilecek bir ekonomik büyümeyi sağlayabilecek
bir kalkınmayı sağlayabilecek bir hükümete sahip değiliz. Tam
tersine, bir SSK imtihanı vesilesiyle 90 bin insanı Türkiye’nin dört
bin yanından, en ücra köşesinden Ankara’ya çağırıp, iki hafta
Ankara’da sersefil edip, sonra da hala ne yapacağını bilmeyen bir
beceriksiz Hükümetin yönetimindeyiz. Böyle bir hükümetten işsizlik
sorunu çözmesini bekleyemezsiniz. Ekonomide
giderek ağırlaşan bu şartlara rağmen, bu Hükümetin 1997 yılı bütçesiyle
memura, emekliye sağladığı imkanlar maalesef son derece yetersizdir.
Bizim arkadaşlarımızın, diğer muhalefet partilerinin önerilerine rağmen,
1997 yılı bütçesinde Plan ve Bütçe komisyonunda kabul edilen metne göre,
ancak yüzde 30’luk bir artış öngörülmüştür. Hükümet kendisi
1997 yılında yüzde 65’lik bir enflasyon öngörmektedir. Yani, Hükümetin
kendi tahmini, 1997 yılında enflasyonun yüzde 65 olacağıdır. Bu,
ancak denk bütçenin sağlanmasıyla mümkündür; ancak bütün varsayımların
tutabilmesiyle mümkündür. Ve eğer bu tutabilse dahi, yani yüzde 65
enflasyonla Türkiye 1997 yılına kapatabilse dahi, bütçede ayrılan ödeneklere
göre, memurlara verilecek olan maaş artışı bunun altındadır. Maalesef,
memurların, emeklilerimizin geçim şartları, geçtiğimiz 5 yıl içerisinde
son derece kötüye doğru değişmiştir. 1991 yılında, Anavatan İktidarının
son yılında, Türkiye’deki memur sayısı 1 milyon 280 bin civarındadır.
Bugün Türkiye’deki memur sayısı 1 milyon 900 bin sınırına dayanmıştır.
Yani, yüzde 50’ye yakın bir artış söz konusu olmuştur memur sayısında;
ama, 1991 yılında bizim memur maaşı için ayırdığımız bütçe ödeneğinin
dolar olarak karşılığı 13 milyar dolardır. Bugün 1997 yılı bütçesinde
memur maaşları için ayrılan miktar 8,5 milyar dolardır. Yani, memur
sayısı yüzde 50’ye yakın arttığı halde, memurlara dolar olarak bütçeden
ayrılan para yarıya yakın azalmıştır. İşte, 5 yıllık koalisyon hükümetlerinin
sonunda memurlarımızın, emeklilerimizin geldiği nokta budur. Değerli arkadaşlarım,
bu Hükümet, bu ekonomik şartları iyileştirmek bir yana, Türkiye’yi
ekonomik olarak çok daha belirsiz bir geleceğe
doğru sürüklemektedir. Her gün kaynak paketleri açıklanmaktadır.
Şimdiye kadar, bu hafta 5’inci ayı doluyor Hükümetin, bu 5 ay içerisinde
üç tane kaynak paketi açıklanmıştır. Başbakanın söylediğinin
tam tersine açıklanmış olan bütün kaynak paketleri aslında hayali
paketlerdir. Bu Hükümet, cazip şartlarla devlet güvencesiyle bulabildiği
borç parayı kaynak zannetmektedir. Hatta iş oraya gitmiştir ki, mark
üzerinden yüzde 10 faiz ödemektedir devlet. Bu yeterli değildir, bir
de üstüne araba veya iş makinesi ithal hakkını vermektedir. Yüzde 10
faiz... bakın, Almanya’daki cari faiz şu anda yıllık yüzde 3’tür.
Türk Hükümeti, yüzde 3 faiz ödenen markın karşılığında yüzde
10 faiz ödemektedir. Buna ilaveten bir de araba hakkı vermektedir; hem
de hurda araba hakkı vermektedir, 5 yıllık arabayı da ithal hakkı
vermektedir. Bütün bunlara rağmen, bu bedelsiz ithalat uygulamasının
başladığı tarihten bugüne geçen bir aylık zaman içerisinde sadece
5 bir kişinin 3 bini yurtdışındadır, 2 bini yurtiçindedir. Yani,
1980 öncesinde olduğu gibi, Hükümet kendi vatandaşlarına, Türkiye’de
yaşayan vatandaşına demektedir ki: Git nereden bulursan bul, 50 bin
markı bul getir bana yatır, ben sana hem yüzde 10 faiz vereceğim bir
senede, bir de üstüne araba veya iş makinesini ithal hakkını vereceğim....
buna rağmen, sadece 5 bin kişi başvurmuştur. Çünkü, Hükümete güven
yoktur, çünkü ekonominin geleceğine güven yoktur; çünkü, bir sene
sonra zamanı gelince bu paranın döviz olarak geri ödeneceğine güven
yoktur. Sayın Başbakanın
bugüne kadar açıkladığı üç kaynak paketi de hayali paketlerdir.
Orada yer alan gelirlerin büyük kısmı, hiçbir zaman tahakkuk
etmeyecek gelirlerdir. Bir kısmı ancak zaman içerisinde ve çok daha mütevazi
ölçülerde gerçekleşebilecek olan gelirlerdir; ama, bunların büyük
kısmı da - biraz önce ifade ettiğim gibi - gerçek anlamda bir kaynak
değildir. Yani, devletin açığını kapatabileceği, sağlam kaynaklar
olarak değerlendirilemez. Bunlar, netice itibarıyla devletin borçlanmasıdır;
tıpkı bedelsiz ithalat karşılığında toplanan bu mevduatlar gibi, geçici
olarak devletin sağladığı borç kaynaklardır. Bakın, Başbakanın
bu meselelerdeki ciddiyetsizliğine bakın, evvelsi gün beyanat veriyor:
“ O kadar çok para topladık ki, bu topladığımız paraları koyacak
yer bulamıyoruz .” Ama dün, bu paraları koyacak yer bulamayan Hükümetin
hazinesi, dün yeniden ihaleye çıkıyor, yüzde 140 faizle 100 trilyon
daha borçlanıyor. Bugün veya yarın da yeniden borçlanmak zorundalar. Velhasıl değerli
arkadaşlarım, ekonomi, verilmek istenen pembe mesajların tersine, son
derece tehlikeli bir mecraya girmiştir. Şimdi, bu kadar
ağır sorunların yaşandığı ülkede, buna terörü de ilave
edebilirsiniz, terör mücadelesinde bir sene öncesiyle karşılaştığınız
zaman, beş sene öncesiyle karşılaştırıldığı zaman, hiçbir iyileşme,
hiçbir ilerleme söz konusu değildir. Öyle terörün kökü kazınmıştır,
terör ortadan kaldırılmıştır beyanları tamamen aldatmacadan
ibarettir. Rakamlar ortadadır. Bugün eğer terör azalmış gibi gözüküyorsa,
bu, yaşanan olayların, verilen kayıpların vatandaş tarafından, kamu
oyu tarafından kanıksanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa,
istatistiklere bakarsanız, terörde bir gerileme değil, tam tersine,
artma söz konusudur. Artmanın yanında bir yayılma söz konusudur. Terör
artık güneydoğudan çıkmış Sivas’a gelmiştir, terör artık
Hatay’a girmiştir. Binaenaleyh, terörle mücadele de bu Hükümetin hiçbir
ilerlemesinden, başarısından söz etmek mümkün değildir. Şimdi, üç
tane ana sorun ortada dururken, Türkiye bunları konuşmuyor. Türkiye, yüzde
86’ya gelen enflasyonu konuşmuyor. Türkiye, 90 bin insanın
Ankara’ya çağrılıp iki haftadan beri “ Sizi imtihana sokacağız”
diye perişan edilmesini de konuşmuyor.
Türkiye, terörle mücadelede her gün şehit verdiğimiz insanları,
terörle mücadelenin bugün ulaştığı korkunç boyutları da konuşmuyor.
Türkiye neyi konuşuyor; Türkiye temiz toplumu konuşuyor. Türkiye,
temiz siyaseti konuşuyor, Türkiye siyasetin ve devletin temizlenmesini
konuşuyor. Değerli arkadaşlarım,
ben bunu bir çelişki olarak görmüyorum, ben bunu çok sağlıklı bir
gelişme olarak görüyorum. Çünkü, eğer devletin temsil eden
insanlar, devleti çalıştırmakla yükümlü olan insanlar, memleketi
idare eden insanlar, memleketin bu ana meselelerini unutmuşlar da kendi
dertlerine düşmüşlerse, devletin yetkisini, devletin forsunu, devletin
silahını, devletin makamını ellerine alanlar bunu kendilerine kara
servet, kirli para elde etmek için kullanır hale gelmişlerse, bu
meselelerin hiçbirisinin çözümünü onlardan beklemek mümkün değildir.
Bakın, açık açık
söylüyorum, münferit olarak devlette bir takım yanlışlıklar her
devirde olmuştur, bizim dönemimizde de olmuştur, bizden önce de olmuştur.
Biz ne kadar uğraşırsak uğraşalım, yarı yine olacaktır. Biraz önce
rakamı söyledim, 2 milyona yakın insanın içinde görev yaptığı bir
devlet mekanizmasının mutlak ahlak kurallarına uygun olarak işlemesi düşünülemez.
Münferit olarak yanlış yapanlar her zaman olmuştur, her zaman olacaktır.
Bunları ortaya çıkarıp bunları temizlemek, cezalandırmak, devletin
en başta gelen görevlerinden birisidir. Ama, bu kirlenmenin, bugünkü
kadar organize, bugünkü kadar yaygın olduğu hiçbir dönem olmamıştır.
Türkiye’de güvenlik güçleriyle bağlantılı olarak birtakım kirli
işlerin münferit olarak yapıldığı geçmişte de olmuştur; ama, daha
önceki konuşmalarım da söylediğim gibi, bunun yaygın bir
organizasyon haline gelmesi 1995 yılından itibarendir; son iki yılın
meselesidir. Son iki yıl içerisinde bunun yaygınlaşmasının, bu kadar
organize hale gelmesinin bir tek nedeni olabilir, o da: Devletin
tepesinde, Hükümetin içerisinde bu kirli güçlere, bu kirli işlere
kanat geren insanların olmasındandır. Tekrar söylüyorum:
bugün karşılaştığımız tehdit, münferit bir olaydan ibaret değildir.
Hatta yaygın birtakım olaylardan ibaret de değildir. Bugün karşılaştığımız
tehdit, üçlü bir çetenin devleti ele geçirme gayretidir. Ben buna
kirli üçgen diyorum. Bu kirli üçgenin bir ucunda siyasi güç vardır,
bir ucunda kirli para vardır, bir ucunda da silah gücü vardır. Siyasi
güç, silahlı güç ve kirli para gücü birleşmişler, devleti ele geçirmenin
mücadelesini vermektedirler. Böyle bir
tehditle karşı karşıya olduğumuz bir dönemde, diğer meselelere
toplum olarak konsantre olmamız, o meselelerin çözümünü ümit
etmemiz mümkün değildir. Değerli arkadaşlarım,
toplumun bu meselede bu kadar duyarlı olduğunu hep birlikte gözlüyoruz.
Anavatan Partisi olarak geçen hafta temiz toplum için bir imza kampanyası
açtık, milletvekili dokunulmazlığının sınırlandırılması
konusunda bir yıldan beri Meclis Başkanlığında bekleyen Anayasa değişikliği
teklifimizin gündeme alınmasını sağlayacak bir kamuoyu baskısı oluşturmak
istedik, bu son olayların da yardımıyla kısa zaman içerisinde,
zannediyorum 6 milyonu aşkın imza toplandı. Önümüzdeki haftaya kadar
devam ettireceğiz, önümüzdeki hafta Çarşamba günü, Grup toplantımızdan
önce arkadaşlar illerden gelecek olan bu imza listelerini Sayın Meclis
Başkanına sunacaklar. Sayın Meclis Başkanımızla dün konuştum,
kendisi meclisin bu kamuoyu duyarlılığına rağmen, temiz toplum
konusundaki adaletinden fevkalade rahatsızdır. Meclisin bu konuda
kamuoyunun beklentilerine uygun olarak yeni inisiyatifler alabilmesi için
çaba göstermektedir. Bizim bu kampanyamızı da desteklediklerini, önümüzdeki
hafta kendisine sunacağımız bu müracaatları da Partilerarası
Komisyona ileteceğini bana ifade etmiştir. Ama, üzülerek ifade
ediyorum ki, şu bir aydan beri yaşadığımız gelişmeler, temiz toplum
konusunda kendisine bel bağlanan, umut bağlanan bu Meclis açısından
hiç de övünülecek gelişmeler değildir. Daha dün Genel
Kurulda bizim arkadaşlarımızın verdiği bir kanun teklifinin süresi
dolduğu halde gündeme alınması, Doğru Yol Partili ve Refah Partili
milletvekillerinin oylarıyla reddedildi. Reddedilen teklifte ne
isteniyordu: Suistimal, rüşvet, irtikap gibi suçlarda zaman aşımının
5 yıldan 10 yıla çıkarılması isteniyordu. Yani, temiz toplum için
Anavatan Partisi olarak vermiş olduğumuz kanun tekliflerinden birisi, dün
maalesef iktidar milletvekillerinin oylarıyla gündeme alınmamıştır. Daha önce de
burada söyledim, parti Grubu olarak, temiz toplumu, sadece bir slogan
olarak düşünmüyoruz. Bunu sağlamanın birtakım yasal değişiklikleri,
Türk Hukuk mevzuatında yapılması gereken birtakım değişiklikleri
zorunlu kıldığını biliyoruz. Bunlardan bir tanesi işte bu imza
kampanyamızın konusu olan milletvekili dokunulmazlığının sınırlandırılmasıdır.
Her zaman söyledim milletvekili dokunulmazlığı milletvekillerine
yolsuzluk yapsınlar diye verilmemiştir. Milletvekili dokunulmazlığı,
milletvekillerine milletin temsilciliği görevini gerektiği şekilde
kimseden korkmadan yerine getirebilsinler diye verilmiştir. Biz diyoruz
ki suistimal, rüşvet, irtikap, yolsuzluk gibi suçlar dokunulmazlık
kapsamının dışına çıkartılsın. Yani bu
suçlarla suçlanan milletvekilleri dokunulmazlıktan yararlanmasınlar.
Bizim gibi bunu söyleyen başka partiler de var, ama gelin şu metine
beraber imza atalım dediğimiz zaman hepsi yan çiziyorlar. Doğru Yol
Partisi iki hafta önce bir açıklama yaptı, dedi ki milletvekili
dokunulmazlığı sınırlansın. Ama bu konudaki soruşturmayı münhasıran
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yapsın. Bununla ilgili yani yolsuzluk
suçlarıyla ilgili suçlanan milletvekillerinin yargılanması da Yargıtay’ın
ilgili dairesinde olsun. Biz dedik ki biz bunu destekliyoruz getirin
imzalayalım. O günden beri ses çıkmadı. Hatta Doğru Yol Partisinin
bazı milletvekilleri çıktılar biz buna karşıyız, buna oy vermeyiz
dediler. Binaenaleyh temiz toplum konusunda kimin samimi olduğunu, kimin
yan çizdiğini, kimin sadece siyaset yaptığını ölçebilmek için
vatandaşımızın elinde çok sağlıklı bir ölçü oluşmuştur. Biz
diyoruz ki milletvekili dokunulmazlığının sınırlanması için
anayasa değişikliğini bir an önce yapalım. Biz diyoruz ki zaman aşımı
bu suçlar için geçerli olmasın ve ya beş yıldan on yıla çıkartılsın.
Biz diyoruz ki Memurun Muhakeme Kanununu hemen değiştirelim. Velhasıl
bununla ilgili yasal değişiklikleri bir an önce yapalım. Maalesef
kamuoyunun önünde söylenmiş sözlere, verilmiş taahhütlere rağmen
bu güne kadar bu Meclisten bunları sağlayabilecek bir çoğunluğu
Anavatan Partisi Grubunun tamamı
olarak destek verdiğimiz halde sağlayamadık. Değerli arkadaşlarım
temiz toplum konusunda toplumu biraz daha ümitsizliğe sevk eden bir gelişme,
Mecliste faaliyet gösteren soruşturma komisyonlarının faaliyetleriyle
ilgilidir. Biliyorsunuz geçtiğimiz hafta içerisinde eski Başbakanla şimdiki
Başbakan Yardımcısıyla ilgili olarak verilmiş olan iki soruşturma önergesi
konusunda ilgili komisyonlar 7-8’lik çoğunluklarla bu soruşturmaya
gerek olmadığını kararlaştırmışlardır. Değerli arkadaşlarım
bu iki önergeyi de Anavatan Partisi olarak biz vermedik. Bu önergeleri
verenler, bugünkü Koalisyon ortaklarıdır, Refah Partisidir. Hepiniz
hatırlıyorsunuz, Refah Partisi bu önergeleri Meclise verdiği
zaman, Sayın Erbakan bir dosya çıkardı, dedi ki: “ Bu dosya,
Çiller’i Yüce Divana götürecek olan suç dosyasıdır. O soruşturma
önergesinde, Şevket Kazan imzalı olan o soruşturma önergesinde, bu suçlarla
ilgili delillerin tümünün önergeyle birlikte verilmediği; ama, soruşturma
komisyonu kurulduğu takdirde, bütün suç delillerinin komisyona
verileceği ifade edilmektedir. Soruşturma komisyonu kurulmuştur,
faaliyete geçmiştir; ama, bu zaman içerisinde Refah Partisi koalisyon
ortağı olmuştur. Biz millete
dedik ki: Bu koalisyon ortaklığı filan değildir, bu suçları örtme
ortaklığıdır. Dediğimizin doğru olduğu bugün ortaya çıkmıştır.
Bütün suç delilleri elimizdedir. “ Komisyon kurulursa onları vereceğiz”
diyen Refah Partili üyelerin oylarıyla Komisyon eski Başbakan hakkında
Yüce Divana sevkine mahal olmadığını kararlaştırmıştır . bizzat
önergeyi veren partinin milletvekilleri komisyonda tersine oy kullanmışlardır.
Binaenaleyh, her şey milletimizin gözü önündedir, her şey açıktır.
Aslında, yapılan hukuki bir soruşturma filan değildir, yapılan sadece
siyasi bir oyundur. Bir Meclisin denetim mekanizması olan soruşturmanın,
Hükümet ortaklığı için bir manivela olarak, bir araç olarak kullanılmasıdır.
Aslında, bu meselede fazla konuşmaya da gerek yoktur. Sayın
Erbakan’ın bir sözü vardır,
herhalde hatırınızdadır: “ Bizimle ortaklık yapan, sütten çıkmış
ak kaşık gibidir” demiştir. Ama, ben de diyorum ki: Erbakan ile
ortaklık yapanlar, belki soruşturma komisyonunda siyaseten verilmiş
oylarla Yüce Divandan kurtulurlar ama, milletin vicdanında mahkum
olmaktan hiçbir zaman kurtulamazlar. Tabii Sayın Çiller
çıkıyor: “ İşte, aklandım; bu çıngırağı da Yılmaz’ ın
boynuna takıyorum” diyor. Ben de diyorum ki: o çıngırak hala
kendisinin boynundadır. Eğer mutlaka bir yere takacaksa, takacağı yer
ortağının boynudur. Değerli arkadaşlarım,
maalesef, iki yıldan beri, üç yıldan beri söylediğimiz, devleti yönetenlerin,
bırakınız devletin hakkını korumak, devleti kendi kirli işlerine
alet ettikleri iddiaları, son yaşadığımız gelişmelerle artık halkımız
tarafından da açıkça haklılığı anlaşılan iddialar haline gelmiştir.
Ama, mesele bugün için artık bunun da ötesine taşmıştır. Mesele,
halkımızın can güvenliğiyle ilgilidir. Mesele, hukuk devletiyle
ilgilidir. Mesele, sadece hırsızlık meselesi, yolsuzluk meselesi
olmaktan çıkmıştır. Mesele, bu memlekette kanunların mı yoksa çetelerin
mi hakim olacağı meselesi haline gelmiştir. Demin size söylediğim
o karanlık üçgenin, o kirli üçgenin oluşturduğu çete, bugün
devleti işgal etmenin, devleti ele geçirmenin gayreti içindedir. Bunun
verileceği mücadelenin zamanı şimdidir. Eğer şimdi bu mücadelede dürüst
olan insanlar, hala devletin içinde de büyük çoğunlukta olan dürüst
insanlar, dürüst memurlar, devletten yana olanlar, hukuk devletinden
yana olanlar, milletin hakkından yana olanlar eğer tavır almazlarsa, şu
veya bu düşünceyle, siyasi düşüncelerle, Hükümeti devam
ettirebilme düşüncesiyle, kendi konumlarını koruyabilme, görevlerini
devam ettirme düşüncesiyle yanlış yaparlarsa, bunun vebalini onlar taşıyacaktır
ama, bunun vebalini Türk demokrasisi, Türk Milleti çekecektir. Şimdi bakın,
bir ay önce, 3 Kasımda meydana gelen bir trafik kazası var. O zaman da
söyledim, bu trafik kazası, sıradan bir trafik kazası değil. Bu
trafik kazasında, devletin emniyet müdürü var, hakkında tutuklama
kararı olan, aranması gereken bir kişi var, bir tane de aşiret reisi
olan bir milletvekili var, bir siyasetçi var. Bu üçünün bir arada
bulunmasını izah etmek mümkün değil; ama, bunu hepten imkansız hale
getiren maddi deliller var. Sadece bu üçü arabada bulunmakla kalmıyor
. O arabadan iki tane susturucu çıkıyor. Susturucu, bir müdafaa silahı
değil, susturucu bir cinayet silahı. Polis susturucu taşıyamaz,
devletin himayesindeki insanlar da susturucu taşıyamaz. Susturucuyu
ancak, gizli cinayet işlemek isteyen insanlar taşır. Ruhsatsız
silahlar çıkıyor arabadan; iki tane M-5 makineli tüfek çıkıyor.
Ruhsatı filan yok; sahte evraklar çıkıyor, devlet adına düzenlenmiş
sahte kimlikler çıkıyor. Sahte silah ruhsatları çıkıyor. Değerli arkadaşlarım,
bu olay yaşandığı zaman, ertesi gün Başbakan bu olaya el koymak
zorundaydı. Başbakan olaya, ancak 18 Kasımda el koydu, tam 15 gün
sonra el koydu. 15 gün zarfında Başbakanın izlediği tutumu hatırlarsanız,
faso fisoyla özetlenebilir. Başbakan dedi ki: “ Bu olay fasa fisodur.
Benim bu olaylara sarf edecek vaktim yok. Bunlar benim için küçük işlerdir.
Ben daha büyük işlerle, öyle hayali kaynak paketleriyle meşgulum!...”
dedi. 15 günde hiçbir şey yapılmamıştır. Normal Susurluk savcısının,
Susurluk’taki emniyet makamlarının görev alanına giren Jandarmanın
dışında hiçbir şey yapılmamıştır. Jandarma aynı gün zaptını
tutmuştur, Jandarmanın tuttuğu zabıt, bugün hala en önemli suç
delilidir. Orada susturucuların arabada bulunduğu vardır, ruhsatsız
silahların bulunduğu vardır, devlet adına verilen, kimin verdiği araştırılması
gereken birtakım belgeler, dökümanlar vardır. Daha başka belgeler de
var; yani, o tutanakta olmayan, ama daha sonra olaya karışanların çantalarından
çıkan birtakım evraklar da
var. Onlar da önümüzdeki günlerde kamuoyunun gündemine gelecektir. Şimdi, böyle
bir olay yaşandığı zaman, bu olayın ertesi günü Başbakanın yapması
gereken, doğrudan doğruya bu konuda soruşturma açmaktır. 18’inde,
yani 15 günlük rötarla, bizim ısrarımıza, kamuoyunun bastırmasının
sonucunda Başbakanın yapmış olduğu soruşturma açmak filan değildir.
Bugün hala Başbakan bu konuda soruşturma açmamıştır. Ben Cumhurbaşkanına
gitmişim, demişim ki: Bakın, bu olayla ilgili şöyle şöyle bilgiler
aldım. Bunlar devleti fevkalade sıkıntıya sokacak bilgilerdir. Bu
bilgileri tevsik edecek belgeler de mevcuttur, adresleri de şurasıdır.
Şimdi, devletin başı olarak, Cumhurbaşkanı olarak sizin bu işe el
koymanız lazım. Devleti bu zilletten kurtarmanız lazım... Cumhurbaşkanı
benim söylediğim bilgileri tahkik etmiştir. Benden aldığı bilgileri
bu işle ilgili sorumlulardan, yetkililerden de aldıktan sonra, Başbakana
mektup yazmıştır. Başbakan bu mektuba rağmen, hala kayıtsız tavrını
sürdürmüştür. Bunun üzerine, Sayın Cumhurbaşkanı, Başbakanla bir
görüşme daha yapmıştır. Söylediği aynen şudur: “ Bu iddialar
son derece ciddi iddialardır, kimse bunları kapatamaz. Bunları
kapatmaya kalkan altında kalır.” Bunların altında kalma tehlikesi
belirdikten sonra Erbakan harekete geçmiştir. Bugün
Erbakan’ın geldiği noktadan memnunum; ama, bu noktada kendisini çok
yakından izlemeye de mecburuz. Sanıyorum bugün ilgilileri çağırmış,
doğrudan doğruya kendisi de bilgi alacakmış.
Üç dört koldan devlet kuruluşlarından bu konuda bilgi istemiş.
Aslında, bence bir aylık bu gecikme, ancak bu suçları örtmeye çalışan,
bu delilleri ortadan kaldırmaya çalışanlara verilmiş olan bir avanstır.
Buna hiç gerek yoktur. Soruşturmanın ertesi günü başlatılması
gerekirdi, 4 Kasımda başlatılması gerekirdi. Bir ay suçlulara süre
verilmiştir: hadi, kaldırın delilleri ortadan, hadi yeni senaryolar,
mizansenler hazırlayın diye süre verilmiştir. Ama, hesap
edemedikleri bir şey vardır; Türkiye’de bu meseleyi, yani hukuk
devletini, yani kanunların hakimiyetini, yani milletin hakkını kendi
siyasi geleceğini
tehlikeye atacak kadar önemseyen siyasetçiler vardır. Değerli arkadaşlarım,
bizim bu meseledeki tavrımız, zaten ideolojileri icabı devlete karşı
olan, devletin zayıflamasından, devletin zaafa uğramasından
kendilerine kazanç çıkarmaya çalışan birtakım mihrakların, birtakım
partilerin davranışları gibi olmaz. Bizim bu meseleye bakışımız,
devleti yaralamak için, devleti tahrip etmek için olamaz. Ne benim
partimin böyle bir tutumu olabilir ne şahsen benim böyle bir tutumum
olabilir. Ben, iki defa Türkiye’de Başbakanlık sorumluluğunu üstlendim.
7 sene bakanlık görevini üstlendim. Bu parti Türkiye’yi 8 sene yönetti.
Hem de öyle şaibelerle değil, şerefle yönetti, tertemiz yönetti...... Biz bu meselenin
üstüne giderken, bizim hareket noktamız, bu meseleden siyasi kazanç sağlamak
olamaz, devleti zaafa uğratmak olamaz. Biz devletin ne kadar büyük
tehditlerle karşı karşıya olduğunu bizzat yaşamış olan bir
partiyiz. Biz, devletin bu tehditlere karşı meşru müdafaa anlamına
gelecek birtakım tedbirlere başvurmasını haklı gören bir partiyiz.
Ama, tekrar söylüyorum: Bizim üstüne gittiğimiz olay, PKK’yı
bahane ederek -Başbakanın dediği gibi- terör tehlikesini bahane
ederek, geçmişte devlet hesabına yapılmış ufak tefek birtakım işleri
mazeret göstererek, birtakım insanların son iyi yıl içerisinde
devletin forsunu, devletin imkanlarını, devletin makamlarını
kullanarak kendilerine kara para, kirli para, kara servet elde etmek için
yapmış olduğu işlerdir. Bunların üstüne
gitmeye mecburuz. Çünkü bunlar artık birtakım insanların kişisel
veya ufak gruplar halinde yaptıkları organize işler olmaktan çıkmıştır.
Bu işler, artık aklınızın alamayacağı mali boyutlara ulaşmıştır.
Bu işler, doğrudan doğruya siyasi güçle birleşmiştir. Bu işleri yöneten
insanlar, bu işlerin başında olan insanlar, siyasi kimlik kazanmışlardır,
dokunulmazlık kazanmışlardır. Bu, artık doğrudan doğruya rejimi
tehdit edecek ölçüye varmıştır. Şimdi, iki gün
önce basın toplantısında da söyledim, bugün olayların geldiği
noktada, bütün hassasiyetimize rağmen, devlete zarar vermeme
konusundaki bütün duyarlılığımıza, bütün sorumluluk duygumuza rağmen,
birinci sorumluluğumuz, yani bundan daha önce gelen sorumluluğumuz: Bu
olayların açıklığa kavuşmasına yardımcı olmaktır. Ben bu konuda
ne biliyorsam, bana ne verilmişse, ne söylemişse, hepsini bu konuyu araştıracak
olan, bu konuyu soruşturacak olan yetkili makamlarla paylaşmaya hazırım.
Ama, bu iş bazılarının istediği gibi, bilhassa medyanın çok meraklı
olduğu gibi, öyle açıkta yapılacak bir şey değildir. Bunun iki tane
mahzuru vardır. Birincisi,
netice almanızı zorlaştırır, yani gerçeği tümüyle ortaya çıkarmayı,
gerçeğe tüm boyutlarıyla ulaşmayı engeller. Onun için bu soruşturmanın
gizli yürütülmesi lazımdır ve bu soruşturmada mutlaka devletin bütün
uzman kuruluşlarının, uzman elemanlarının görev alması lazımdır.
Yani, emniyet teşkilatlarının polis müfettişlerine bırakılacak bir
soruşturma değildir. Sadece bir kuruluşa verilecek bir soruşturma da
değildir. Çünkü, bütün diğer denetim organlarından farklı olarak,
Başbakanlık Teftiş Kurulunun, devletin bütün kurumlarından geçici
olarak eleman istihdam etme yetkisi vardır. Daha önce söylediğim gibi,
Meclis araştırma komisyonu devlet sırlarına giremez, ticaret sırlarına
giremez. Dolayısıyla sadece Meclis araştırma komisyonuyla bu meseleyi
tümüyle ortaya çıkarabilmek mümkün değildir. Savcılığın
yaptığı araştırmada birtakım güçlüklerin olduğu, işte bu Bülent
Akarcalı arkadaşımın söylediği Metin Göktepe davasından da
bellidir. Önce İstanbul’dan alırlar Aydın’a verirler, Aydın’dan
alırlar Afyon’a verirler. Eğer Adalet Bakanlığı engel olursa, eğer
Hükümet yardımcı olmazsa, adli soruşturmada da maalesef, Türkiye gerçeğinde
netice almak her zaman mümkün değildir. Bu meselede yapılması
gereken, Eğer Sayın Başbakan: “ Ben bu işin ortaya çıkmasını
istiyorum. Kimseden çekinmiyorum, bu işin ortaya çıkmasını bir parti
meselesi olarak değil, bir koalisyon meselesi olarak değil, bir devlet
meselesi olarak görüyorum” diyorsa, yapması gereken şey çok
basittir: Başbakanlık Teftiş Kuruluna soruşturma emri verecektir. Şimdiki
gibi, öyle “ Bilgi toplayın bana getirin” demeyecektir, soruşturma
açılmasını emredecektir. Başbakanlık Teftiş Kurulu bu soruşturmayı
açtığı zaman, bize mektup yazacaktır Başbakan: Anavatan Partisine,
Demokratik Sol Partiye, Cumhuriyet Halk Partisine, Doğru Yol Partisine ve
Refah Partisine; yani, Meclisteki Komisyona üye veren bütün partilere
mektup yazacaktır. “ Güvendiğiniz birer bürokratı muhakkik sıfatıyla
Teftiş Kurulunun bu soruşturmasında görevlendirmek üzere ana
bildirin” diyecektir. Bütün bu partilerin bildirecekleri muhakkik sıfatıyla
çalışacak olan, yani sadece bu soruşturma süresince müfettiş
yetkisine sahip olacak olan, bu partilerin de güveneceği, bürokratların
görev alacağı böyle bir kurul.... tabii ki buna Milli İstihbarat Teşkilatından,
İçişleri Bakanlığından, Emniyet Genel Müdürlüğünden, Adalet
Bakanlığından da müfettişler, elemanlar dahil edilecektir, böyle bir
kurul, bir soruşturma kurulu, Başbakanlık Teftiş Kurulunun şemsiyesi
altında oluşturulabilir. Bu kurul, bir anlamda bir devlet soruşturma
kurulu olur. Bu kurul, kamu oyu önünde değil, gizli görev yapar. Bu
kurul, aynı zamanda olayla ilgili olan herkesi sorgular, herkesin
ifadesine başvurur. Olaylar arasındaki birtakım ilişkileri ortaya çıkarma
imkanı olur ve emin olun ki, Türkiye’de bunun yapılabilmesi için hiçbir
yasal engel yoktur. Türkiye’de bunun netice vermesi için uzmanlık yönünden
hiçbir eksiklik de yoktur; bu konuda uzmanlarımız da vardır. Böyle bir soruşturmanın
açılmasını engelleyen şu anda tek husus vardır, o da Sayın
Erbakan’ın siyasi iradesidir. Sayın Erbakan bu kararı verirse,
koalisyonun biteceğini düşünmektedir. Bugün değilse bir ay sonra
biteceğini düşünmektedir. Bu işin içinde ortağının olduğunu
bilmektedir. Bu işin koalisyona zarar vereceğini bilmektedir. Onun için
de Başbakan olarak yapması gereken, bu tasarruftan imtina etmektedir. Değerli arkadaşlarım,
ben Başbakanlığını sürdürme hevesi ne kadar ağır basarsa bassın,
Sayın Erbakan’ın önünde sonunda bu soruşturmayı başlatmak zorunda
kalacağını umuyorum. Aksi takdirde olacak olan Sayın Cumhurbaşkanının
söylediği gibidir. Bu işi kapatmaya kalkarsa içinde kendisi de kalır. Son iki üç günden
beri, Başbakanın o faso fiso tutumundan “
Gerekirse çeteleri dağıtırız” diyecek noktaya gelmiş olmasını,
devlet adına çok memnuniyet verici bir gelişme olarak görüyorum. Ama,
eğer bu konuda muhalefet olarak biz, bu denetim görevimizi gerektiği şekilde
sürdürmezsek, medya bu konudaki ilgisini zaman içerisinde azaltırsa,
bu mesele kamuoyunun gündeminde aşağıya düşerse, korkarım ki, bugün
ortada olan bütün maddi delillere rağmen, bu konuda bize de yapılmış
olan açık beyanlara rağmen, bu olayları bir noktada tıkamak veya aç
beş tane garibanı cezalandırmak örtmek mümkündür. Şu noktada bütün
sorumluluk Sayın Başbakanın üzerindedir. Ya devletin bu kirli işlerden
arınmasına yol açacak, İtalya örneğinde olduğu gibi, tümüyle
siyasetin yeniden bir kan değişimine uğramasını sağlayacak, devletin
bu tür kirli işlerden, bu tür kara işlerden arınmasını sağlayacak
bir soruşturmayı başlatacaktır: bunu da gerektiği şekilde, sonuç
almasına imkan verecek bir çerçevede başlatacaktır; öyle göstermelik
değil, dediğim gibi, sonuç alacak kamu vicdanını
tatmin edecek, kamuda hiçbir soru işareti, tereddüt bırakmayacak
şekilde, tarafsız, objektif, bağımsız görev yapacak bir kurul eliyle
bunu yürütecektir ve yahut da, bu işin örtülmesini isteyen ortağının
yeniden suç ortağı olacağıdır. Bu konuda içinde
bulunduğumuz günler, bugün, yarın önümüzdeki birkaç gün, son
derece hayati öneme sahiptir. Mesele, sadece bu olayların açıklığa
kavuşmasından ibaret değildir. Mesele, tümüyle Türk Siyasetinin bu
pisliklerden kurtarılması meselesidir. Temiz topluma ulaşmak için bu
yeterli olmasa bile, bu bir gerekli önadımdır. Bu adımı attıktan
sonra, devleti bu çetelerden bakın, çete demiyorum, temizledikten sonra
yapmamız gereken, bir seneden beri peşinde olduğumuz o yasal değişiklikleri
gerçekleştirip, yasal tedbirleri alıp, Türkiye’de siyasetin,
hakikaten halkımızın başta söylediğim temel meselelerine çözüm
getirecek bir kurum haline getirilmesidir. Kısacası, siyasetin, halkın
dertlerine çözüm üretecek bir yapıya kavuşturulmasıdır. Bugünkü
haliyle siyasetten halkımızın bu yönde bir umudu yoktur. Bugün
siyaset, halkın dertlerine çözüm getiren değil, devleti kullanan
birtakım insanların kara servet, kirli para elde etmelerine aracı olar
bir kurum haline gelmiştir. Siyaseti bu
durumdan kurtarmadan, yaptığımız çalışmaların hiçbir anlamı
yoktur; netice verebilmesi de mümkün değildir. Eğer işi önleyemezsek,
bu işe mani olamazsak- bir ay önce de aynı şeyi söyledim-
rakiplerimiz bu işin üstün örterlerse, bizim bu siyasi mücadelede başarılı
olabilmemiz mümkün olmaz. Ne paraca mümkün olur, ne güç olarak mümkün
olur, ne kadro olarak mümkün olur. Bu mesele, bir
siyasi görüş meselesi değildir, bir eğilim meselesi değildir. Bazı
arkadaşlarım bazı meselelerde farklı nüanslarda düşünebilirler.
Bazı meselelerde bizden farklı yaklaşımlar içinde olabilirler; ama,
inanıyorum ki bu mesele hepimizin ortak önceliği olmalıdır ve bu
meselede Anavatan Partisi bir yumruk gibi birlik olmalıdır. Bu konuda arkadaşlarımın,
akşamki toplantıda da bana yöneltecekleri soruları cevaplamaya hazırım.
Bu konuda arkadaşlarımın zihninde bazı soru işaretleri varsa, onları
da aydınlatmaya hazırım. Ayrıca, başta söylediğim gibi, akşam
yapacağımız toplantı, açık gündemli bir toplantıdır. Arkadaşlarımın
istedikleri bütün konuları dile getirmelerini bekliyorum. Bütün
konularda arkadaşlarımın serbestçe görüşlerini ifade etmelerini
rica ediyorum. Hepinize saygılar
sunuyorum. |