ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM GRUP KONUŞMASI

26 Şubat 1997

 

Değerli arkadaşlarım, evvela ben de bugün partimize katılan, biraz önce sizlere hitap eden Muş’ta köklü bir siyasi geleneğe sahip olan bir aileye mensup olan Ali Haydar Emre arkadaşıma, onunla beraber partimize katılan çok değerli arkadaşlarımıza ve iki gün önce Doğru Yol Partisinden ayrılarak 1 200 küsur partiliyle birlikte, 1 200 küsur vatandaşımızla birlikte partimize katılan TEK eski Genel Müdürü Sayın Sedat Yıldız arkadaşıma, hepiniz adına Anavatan ailesine hoş geldiniz diyorum. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bundan sonraki kapalı bölümde konuşmak için söz isteyen arkadaşlarım var. Süremiz daraldı, onun için ben çok kısa konuşacağım. Müsaade ederseniz, önce en önemli, en güncel olan şeyi vurgulamak istiyorum.

Bugün Türkiye’nin bir siyasi tıkanıklık yaşadığı doğrudur. Bugün Türkiye’de bir rejim tehlikesinin yaşanmakta olduğu da maalesef doğrudur. Burada bu siyasi tıkanıklığın ortaya çıkmasında bugünkü iktidarın, her iki ortağının da birçok yanlışlarının müessir olduğu da doğrudur; ama, bu yanlışları düzeltmek için başka bir yanlış yapmaya hiçbirimizin hakkı yoktur. Daha önce de söyledim, bu siyasi tıkanıklığı siyaset yoluyla çözmek zorundayız. Siyaset yoluyla aşmak zorundayız. Bunun yolu demokrasidir. Bunun çözüm yeri de Meclistir. Çareyi başka yerlerde arayanlar, Meclisten başkalarından medet umanlar, bugün yaşadığımız sıkıntıların daha da büyümesine sebep olurlar, bu yanlışların daha da artmasına sebep olurlar. (Alkışlar)

Türkiye’de bugün yaşanan siyasi sıkıntının temelinde, vatandaşın siyaset kurumuna olan güvenini kaybetmesi yatmaktadır. Bunun da sebebi biz değiliz, Anavatan İktidarı değildir. Bakın, bugün Türkiye’nin bütün sorunları, ister ekonomik alanda, ister dış politika alanında, ister sosyal alanda olsun, Türkiye’nin bütün meseleleri, bizim bıraktığımızdan, 1991 sonunda Anavatan İktidarının bıraktığından çok daha ağırlaşmıştır. Bugün Türkiye’nin işsizlik sorunu, pahalılık sorunu, gelir dağılımı sorunu, dış itibar sorunu, sosyal adalet, sosyal barış sorunu, hepsi bizim bıraktığımızdan çok daha ağırdır. Ama, bugün Türkiye’nin gündeminde bu söylediğim konular konuşulmuyor. Bugün gündemin önündeki konular, vatandaşımızı en fazla rahatsız eden, vatandaşımızın en fazla sıkıntı çektiği bu konular değil, bugün Türkiye’de hala Susurluk konusu konuşuluyor, yolsuzluklar konusu konuşuluyor, rejimin uçurumun kenarından kurtarılması meselesi konuşuluyor.

Değerli arkadaşlarım, eğer bir millet kendi esas sorunlarını tartışmaktan vazgeçmişse, eğer bir millet “yarın ne olacağım” kaygısına düşmüşse, öbür günü, daha öbür günü, beş sene sonrasını, on sene sonrasını görebilme, öngörebilme, planlayabilme, oradaki sorulara, 2000 yılındaki - 2000 yılı dediğiniz üç sene sonradır- ama 15 sene sonraki, otuz sene sonraki sorunları tartışmak yerine, onların çarelerini, çözümlerini bu günden düşünmek yerine, sadece günü kurtarmanın telaşına düşmüşse, sadece rejim tamamen yara almasın, hiç olmazsa demokrasi yaşasın, bu sorunların çözümünden vazgeçtim, hiç olmazsa ülkemizdeki devletin temel ilkeleri, ahlakın temel kuralları ayakta kalsın derdine, gailesine düşmüşse orada rejim tehlikededir.

Maalesef, Türkiye’de insanlarımız, vatandaşlarımız, siyasetçilere olan güvenini kaybetmişlerdir. Siyasetçileri güvenini kaybetmelerinin sebebini doğru teşhis etmek zorundayız. Üç seneden beri bu işi en çok söyleyen siyasetçi benim. Bazıları benim bu meseleyi bir siyasi vasıta olarak, siyasette rakiplerimizi tuşa getirmek, rakiplerimizi mağlup etmek için bir vasıta olarak kullandığımı düşündüler. Ama, ben iddia ediyorum ki, eğer bu gün vatandaşlarımız siyasetçiye olan güvenlerini kaybetmişlerse, çözümü bu Meclisten değil de başka yerlerden bekliyorlarsa, bunun sorumlusu siyasetçilerdir. Bunun sorumlusu kirli siyasetçilerdir. Bunun sorumlusu, özeleştiri yapmaktan kaçınan, oy çoğunluğuyla kendi yanlışlıklarının, yolsuzluklarının üstünü örtmeye çalışan siyasetçilerdir. Ve burada Anavatan Partisi’ne, bize bu konuda atfedilecek hiç bir kusur, hiç bir yanlışlık söz konusu değildir. (Alkışlar)

Belki bize yapılacak bir tek eleştiri vardır, bu meseleleri daha ısrarla söylememiz lazımdı, daha yüksek sesle söylememiz lazımdı, daha çok tekrar etmemiz lazımdı. Ama, maalesef benim bazı arkadaşlarım dahi, acaba biz bu işlerle fazla mı uğraştık, bu işlerin üstüne fazla gitmeyelim mi kaygılarını bana zaman zaman dile getirdiler.

Ben ısrarla söyledim, bu gün tekrar söylüyorum: Bu meseleleri çözmeden, Türkiye’nin öbür meselelerini çözemeyiz. Biz, sivil kadrolar olarak, ülke yönetimine talip siyasetçiler olarak, bu meseleleri, yani vatandaşı rahatsız eden meseleleri, yani vatandaşın bizden çözüm beklediği meseleleri çözebilmemiz için, evvela vatandaşın gözünde güven kazanmamız lazımdır. Güven kazanmanın yolu bellidir; güven kazanabilmek için, vatandaşın bu konuda ki desteğini arkamıza alabilmemiz için yapmamız gerekenler bellidir. Daha doğrusu, yapmamamız gerekenler bellidir. Türkiye’de bir süreden beri siyasetçiler, halkın güvenini ortadan kaldırmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardır. Halkın güvenini kazanmak için ne yapmaları gerekiyorsa yapmamışlardır, yani tersini yapmışlardır.

Değerli arkadaşlarım, son seçimlerde eğer Refah Partisi beklenenden daha fazla oy almışsa, halktan daha fazla destek görmüşse, bunun altında yatan en önemli sebep, Refah Partisi’nin bütün bu süreç içerisinde, siyasetin kirlendiği bu süreç içerisinde iktidarda denenmemiş olmasıydı. Sadece vaat eden, sadece eleştiren, vatandaşın sıkıntılarını, vatandaşın sorunlarını dile getiren, bunlara da bir takım hayali çözümler gösteren bir parti olmasında idi. Şimdi, 8 aydan beri Refah Partisi iktidardadır. 8 ay sonra bugün, Türkiye’nin her bakımdan geldiği nokta, 8 ay öncesinden çok daha kötü bir noktadadır.

Bakın, hepimiz Cuma günü Milli Güvenlik Kurulunda ne olacak diye düşünüyoruz? Acaba bir askeri müdahale tehlikesi var mıdır diye tartışıyoruz. Darbe olacak mı diye tartışıyoruz, bunu da yüksek sesle tartışıyoruz. Bunu tartışmak bile, Türk demokrasisi adına yeter ayıptır. (Alkışlar)

Geçen hafta burada Sayın Erbakan için “münafık” tabirini kullandım, bunu yadırgayanlar oldu. Değerli arkadaşlarım, ben bunu kendim uydurmadım. Bakın, münafığın tarifini peygamber efendimiz yapıyor. Peygamberimiz diyor ki: Münafığın alameti üçtür, bir, söylediğinde, konuştuğunda yalan söyler. İki vaat eder tutmaz. Üç, emanete ihanet eder. (Alkışlar) Hazreti Ayşe’de şahadet ediyor, diyor ki; “Peygamber efendimizin en nefret ettiği huy yalancılıktır” Şimdi ben size soruyorum: Bu tarifteki alametlerin Türk siyasi hayatında Erbakan’dan daha fazla uyduğu kimse var mı? (Alkışlar)

Bakın, geçen hafta söyledim, Sayın Erbakan millete yalan söylemiştir. Ocak ayındaki bütçe rakamlarını açıklarken millete açıkça yalan söylemiştir. Sayın Erbakan’ın dağıttığı bütçe rakamları burada, Ocak ayının bütçe gerçekleşmeleri. Sayın Erbakan Ocak ayında bütçenin 9 Trilyon Lira fazla verdiğini ifade ediyor. Ben dedim ki: “Doğru değil, Ocak ayında bütçe 129 Trilyon Lira açık vermiştir. Çünkü, Sayın Erbakan Merkez Bankasının 1996 yılı karı olan 138 Trilyon Lirayı sanki gerçekleşmiş gibi, sanki Genel Kurulundan karar çıkmış, vergisi ödenmiş, hazineye intikal edecek kısmı intikal etmiş gibi, hem de Ocak ayının bütçe rakamına koymuştur. Açıkça yalan söylemiştir.” Ben bunu geçen hafta dile getirdim, Sayın Erbakan dün yine ısrar etti, diyor ki: “ Ben doğru söyledim, onlar anlamıyorlar”

Şimdi, bu bir teknik konudur. Ben Rüştü Saracoğlu arkadaşımdan rica ettim, Türkiye’de en iyi bilen kişidir, yarın basın toplantısı yapacak, bunu açıklayacak, bunun niye yanlış olduğunu açıklayacak. Ama, bir şeye dikkatinizi çekiyorum: Şu anda 1996 yılının iç borç stoku da, bütçe rakamları da gerçekleşmiştir. Ama, bütçe rakamlarını Maliye Bakanı açıklamıyor. Ve şimdi Ocak ayının bütçe rakamları bir gün gelecek açıklanacak, bugün değilse bir hafta sonra, 15 gün sonra açıklanacak. Orada Sayın Erbakan’ın, sadece günü kurtarabilmek için, milleti nasıl aldattığını, millete nasıl yalan söylediğini hep beraber göreceğiz.

Ben iddia ediyorum ki: Devletin açıklayacağı resmi rakamlar, Ocak ayında bütçenin 128 Trilyon Lira açık verdiğini gösterecektir. Yani, Erbakan’ın “denk” diye ifade ettiği ve Merkez Bankası Kanununu çiğneyerek, Merkez Bankasının yıllık karını Ocak ayına ilave ederek -henüz daha Mayıs ayında gerçekleşecek olan karı- “9 Trilyon Lira fazla verdi” diye ifade ettiği bütçe, bir ayda 128 Trilyon Lira açık vermiştir ve burada bir şey daha iddia ettim. Bu bütçe sene sonunda en az 2.5 Katrilyon Lira açık verecektir. Sayın Erbakan geçen hafta Grup konuşmasında millete karşı açık bir vaatte bulundu: “Kalkınma hızını yüzde 14’e çıkaracağım, enflasyonu yüzde 65’e indireceğim, bütçeyi de denk tutacağım” dedi. Ben de dedim ki: “Erbakan bu hedeflere ulaşırsa ben siyaseti bırakacağım” Siyasetçi dediğiniz sözünün arkasında duran adamdır. Hele Başbakan bir söz söylediyse o sözün arkasında durmak zorundadır.

Buradan Sayın Erbakan’ bir defa daha hodri meydan diyorum: Ocak ayını kurtarmak için, Şubat ayını kurtarmak için millete yalan söylemekten vazgeçmelidir. Millete iyimserlik aşılayabilmek için, ekonomiyi biraz daha ayakta tutabilmek için milleti aldatmaktan, yarın daha büyük sükutu hayal yaratacak olan aldatmacalar dan vazgeçmelidir. Millete işin doğrusunu söylemelidir. Bu hedeflerin hiçbirisi ulaşılabilecek hedefler değildir. Devletin resmi rakamında getirmişsiniz Meclise 1997 yılındaki büyüme hızını yüzde 4.5 olarak getirmişsiniz. Bütün hesabınızı, bütçenizi, planlarınızı, programlarınızı buna göre yapmışsınız. Aradan bir ay geçmiş, hiç bütçede olmayan, gelecek yılların hesabına topladığınız borç paraları, memura -memurun da sadece silahlısına-maaş artışı diye vermişsiniz... (Alkışlar) Dengeleri daha büyük allak bullak etmişsiniz, daha beter dengesizliğe sokmuşsunuz ekonomiyi, ondan sonra çıkmışsınız kalkınma hızının yüzde 14 olacağını söylüyorsunuz. Enflasyonun da 30 puan düşeceğini söylüyorsunuz. Bu, doğrudan doğruya yalan söylemektir; bu, milleti aldatmaktır. Bu söylediğim münafıklığın tarifinin birincisidir.

Münafıklığın ikinci alameti de vaat edip tutmamaktır. Değerli arkadaşlarım, bir Devlet Bakanı geçen hafta Amerika’da idi. Gerçi Genelkurmay İkinci Başkanının konuşmaları arasında söyledikleri güme gitti ama, Amerikalılara söylediği bir şey var ki, bizim basınımızda da yer aldı, Sayın Erbakan’ın ve partisinin anlayışını, mantalitesini göstermek bakımından son derece önemlidir. Kendisi Amerikalıların sorduğu soruya aynen şöyle cevap veriyor: “Bizim söylediklerimize bakmayın, bizim vaat ettiklerimize bakmayın; bizim yaptıklarımıza bakın.” Yani, vaat ettiklerimiz önemli değildir diyor. Aynı şeyi seçimden sonra da bizim partimize geldiği zaman Sayın Erbakan söylemişti: “Bizim seçimden önce söylediklerimize bakmayın” demişti, “Bizim o söylediklerimiz önemli değil, şimdi söylediklerimiz önemli” demişti; ama değerli arkadaşlarım, eğer siz benim dün söylediklerime bakma derseniz, sizin bugün söylediklerinizin ne değeri kalır.

O zaman insanlar demezler mi ki: Dün söylediklerini nasıl unuttuysa, onları nasıl inkar ettiyse, bugünkü söylediklerinin de değeri o kadardır. Bu felsefeye göre her gün yalan söylersiniz. Hiç bir muhatabınız da size güvenmez. Türkiye’de zaten bu Hükümet güvenini kaybetmiştir. 8 ay içinde kaybetmiştir, 8 ay içinde Refah Partisi kaybetmiştir. Doğru Yol Partisi daha önce kaybetmişti; ama, işin daha feci bir yönü var: Sayın Çiller’in gümrük birliği macerasından sonra ve Erbakan’ın Bakanının bu sözlerinden sonra Türkiye yurt duşundaki inanılırlığını kaybetmiştir.

Siz “Ben ülkeyi -kendi tabiriyle-fandalistlere, fandamantalistlere bırakmamak için beni gümrük birliğine alın” diyeceksiniz, gümrük birliğine alındıktan sonra fandamantalist dediğiniz partiyle gidip koalisyon yapacaksınız. Ondan sonra artık Avrupa’da size kimse güvenmez. Bugün bağırıp çağırmanız, onları suçlamanız, “Beni almazsanız Dünyayı yıkarım” demeniz, “Nato’nun genişlemesini veto ederim” demeniz filan, hiç birinin bir değeri yok. Siz bir kere inanılırlığınızı kaybetmişsiniz, siz güvenilirliğinizi kaybetmişsiniz. Sizin sözünüze bundan sonra artık kim güvenir, kim inanır?!

IMF ile anlaşma yapmaya kalkıyorsunuz, daha önce yaptığınız anlaşmayı yüzünüze gözünüze bulaştırmışsınız. Verdiğiniz taahhütlerin hiç birini yerine getirmemişsiniz. Şimdi, yeniden anlaşma yapmaya çalışıyorsunuz. Üstelik de gönderdiğiniz Bakan “Bizim söylediklerimize bakmayın, bizim yaptıklarımıza bakın. Bizim sözlerimiz önemli değil “ diyor.

Türkiye, maalesef bugün, sadece içeride değil, dışarıda da güvenini kaybetmiş olan bir yönetim tarafından yönetilmektedir. Türkiye’nin en önemli sorunu budur.

Değerli arkadaşlarım, geçen hafta size özetlediğim ekonomik gelişmeler, bir hafta içerisinde bile maalesef fevkalade olumsuz yönde gelişmiştir. Geçen hafta verdiğim rakamları bu hafta maalesef düzeltmek zorundayım. Geçen hafta, bütçeye göre Hükümetin kullanabileceği 505 Trilyon Liralık kısa vadeli avans toplamının, 83 Trilyon Lirası hariç, kullanıldığını söylemiştim. Bugün bu rakam 9 Trilyondur. Sadece 9 Trilyon kalmıştır. Bakın, şubat ayı daha bitmedi. Önümüzde daha 10 ay var; bir yıl için kullanacakları toplam miktarın 505 trilyonun 495’ini kullanmışlardır 21 şubat tarihi itibariyle. Kısa vadeli avans olarak kullanacakları miktar kalmamıştır. Onun için, dün çıktıkları hazine ihalesinde, hazine borçlanmasında faizler yeniden yüzde 100’ün üstüne çıkmıştır, yüzde 103; 10 puan çıktı, bileşik faiz yüzde 103 küsur...

Değerli arkadaşlarım, maalesef, ne rejim açısından ne ekonomik gelişmeler açısından ne toplumun huzuru açısından da, toplumsal barış açısından da iyimser olmamızı gerektirecek hiçbir haklı sebep yoktur. Ama, buna rağmen bize düşen önemli bir görev vardır. Bu duruma bakarak, bu duruma rağmen, hala bu Hükümete destek vermeye devam eden iktidar gruplarına bakarak, ülkenin geleceği için karamsarlığa kapılmaya hakkımız yoktur. Vatandaş zaten yeteri kadar güvensizlik içindedir. Vatandaş yeteri kadar kötümserlik, karamsarlık içindedir. Anavatan Partisi olarak bizim bu karamsarlığı artırmaya, bizim vatandaşın geleceği için daha umut kırıcı tablolar çizmeye hakkımız yoktur.

Bulgaristan’dan gelen soydaşlarımız konusunda bu Hükümetin tutumu, bu Hükümetin ne kadar dağınık, ne kadar kopuk olduğunun açık bir işaretidir. Bunu Mecliste dün hep birlikte gördük.

Değerli arkadaşlarım, Bulgaristan’dan Türkiye’ye 1993 yılından beri göç izni verilmektedir; yani, göç vizesi verilmektedir. Çok sınırlı olan aile birleşmesi talepleri dışında, ki onların gerçekleşmesi de aylar, yıllar almaktadır, Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen bütün soydaşlarımız, ya normal turist vizesiyle ya buradaki akrabalarını ziyaret etmek için verilen akraba ziyareti vizesiyle ya da grup vizesiyle Türkiye’ye gelmektedir. Bu gelen vatandaşlarımızdan büyük kısmı, vizelerinin süresi sonunda Bulgaristan’a geri dönmek yerine Türkiye’ye yerleşmişlerdir. Türkiye’de akrabalarının yanında ikamet imkanı bulmuşlardır, iş imkanı bulmuşlardır. Kısacası, yıllardan beri Türkiye’de yaşamaktadırlar.

Şimdi, zannediyorum 26 Aralıkta Başbakanlığın bir talimatı, bir yazısı üzerine, İçişleri Bakanlığı 20 ocakta bir genelge yayımlamıştır. Bu genelgeye göre, 1 Nisan Tarihine kadar, yani önümüzdeki bir ay içerisinde, Türkiye’ye giriş yapmış olan, ama vizesinin süresi sonunda Bulgaristan’a dönmemiş olan bütün soydaşlarımızın sınır dışı edilmeleri öngürülmektedir. Bu konuda valilere talimat verilmiştir. Ayrıca, emniyetin, hatta mahalle muhtarlarının, apartman yöneticilerinin bu kişileri tespit edip ilgili makamlara bildirmeleri talimatı verilmiştir.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin komşu ülkelerdeki, Yunanistan’daki, Bulgaristan’daki ve diğer ülkelerdeki, Türk varlığının devam ettirilmesi, buradaki Türk varlığının toplu olarak Türkiye’ye göçünün engellenmesi yönünde daha önceden tespit edilmiş olan bir devlet politikası vardır. Jivkov döneminde biz bu devlet politikasında değişiklik yaptık, Bulgaristan için değişiklik yaptık ve Bulgaristan’daki soydaşlarımızın Türkiye’ye gelmeleri için Türkiye olarak kapılarımızı açtık. Hepinizin bildiği gibi, çok kısa bir sürede, birkaç ay içerisinde 400 bin soydaşımız Türkiye’ye gelmiştir. Türkiye, o günkü şartlarda, belki başka hiçbir ülkenin taşıyamayacağı bu yükü, devletin sağladığı imkanlarla, milletimizin gösterdiği dayanışmayla karşılayabilmiştir.

Şimdi, bugün bu soydaşlarımızın Bulgaristan’a geri gönderilmesi kararı, hiçbir şekilde savunulamayacak olan, ne zamanlama bakımından ne Bulgaristan’da şu anda mevcut şartlar açısından ne ikili ilişkilerimiz açısından ne de bu insanlara karşı olan Türkiye’nin taahhütleri açısından savunulamayacak olan bir uygulamadır. Bundan sonra Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelecekler için Türkiye’nin tedbir alması fevkalade doğaldır ve bu devlet politikasının da gereğidir; ama, buraya gelmiş olan, yıllardan beri Türkiye’de yaşamakta olan ve kendilerine vatandaşlık hakkı da verilmemiş olan bu vatandaşlarımızı, böyle bir aylık bir süre içerisinde apar topar göndermek, kendisini büyük devlet ilan eden, bölgede lider olmaya soyunan bir ülkeye yakışmayacak bir tutumdur; insanlık dışı bir tutumdur. (Alkışlar)

Kaldı ki, Bulgaristan’da şu anda Bulgaristan tarihinin en ağır ekonomik bunalımı yaşanmaktadır. Yani, Bulgar tarihinin en ağır ekonomik bunalımı yaşanmaktadır. Yani, Böyle bir durumda insanlarımızı Bulgaristan’a göndermek, onları açlığa, sefalete mahkum etmek demektir. Soydaşlarını düşünen bir sosyal hukuk devletinin böyle bir uygulamaya hakkı yoktur.

Kaldı ki, bu durum yani yüzbinlerce soydaşımızın topluca Bulgaristan’a gönderilmesi, Bulgar Devletinin sorunlarını da fevkalade artıracaktır, bu yönde yayınlar başlamıştır. Bulgar basınında ve bu Bulgaristan ile Türkiye arasındaki ikili ilişkileri de fevkalade olumsuz etkileyecektir, kaldı ki, Bulgaristan’da kısa bir süre önce Cumhurbaşkanı seçimi olmuştur. Cumhurbaşkanı seçiminde bize akın olan Demokratik Güçler Birliği adayı Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. Hepinizin izlediği, halkın büyük baskısıyla erken seçim kararı alınmıştır, iki ay içinde erken seçim yapılacaktır. Muhtemelen o seçimlerden de iktidar olarak çıkacak olan Demokratik Güçler Birliği ile Türkiye, oturma izni dahil, bu soydaşlarımızın Bulgaristan’daki sosyal güvenlik hakları, mülkiyet hakları meseleleri dahil, çifte vatandaşlık meselesini dahi çok daha kolay bir şekilde çözüme kavuşturabilecektir.

Şimdi, o gelişmeyi beklemeden, sanki Bulgaristan’da bunlar yaşanmıyormuş gibi, sanki Bulgaristan’da bu siyasi gelişmeler olmayacakmış gibi, bu kadar zamansız böyle bir genelgeyi gündeme getirmek, ancak bu hükümetin basiretsizliğinin sonucu olabilirdi. Şimdi, dün Mecliste bu konuda konuşan bakanların beyanlarından ben Hükümetin muradının ne olduğunu anlayabilmiş değilim. Sanıyorum yapılması düşünülen, temmuz ayına kadar bu uygulamanın ertelenmesidir; ama, temmuz ayındaki bir erteleme dahi, bu vatandaşlarımızı, bu soydaşlarımızı tatmin edecek bir tedbir değildir. Bence yapılması gereken, bu soydaşlarımızın, Türkiye’de yerleşmiş, şu anda ikamet etmekte olan, iş sahibi olan bütün soydaşlarımıza vatandaşlık haklarının verilmesidir. Bunun dışında gelmek isteyen soydaşlarımız için de düzenleyici tedbirlerin alınmasıdır.

Tabii ki çifte vatandaşlık meselesi çözümlenirse, bu kalıcı bir çözüm olacaktır. Bu soydaşlarımız ister Türkiye’de ister Bulgaristan’da istedikleri süreyle yaşama imkanına sahip olacaklardır. Bu, bugüne kadar Bulgar Hükümetlerinin tutumu yüzünden gerçekleşmemiştir; ama, Bulgaristan’daki Komünist Partinin devamı olan Sosyalist Parti, muhtemelen seçimlerde ağır bir yenilgiye uğrayacaktır. O kurulacak olan yeni hükümetle Türkiye bu meseleleri çok daha insani bir çözüme kavuşturma imkanına sahiptir. Bu imkan kullanılmadan bu genelgenin uygulanması fevkalade büyük bir yanlıştır. Hükümetin şimdi bu yanlıştan, hiç olmazsa, geçici olarak rücu ettiğini görüyorum. Bu memnuniyet vericidir; ama, bu konuda ki baskımızı da devam ettirmek zorundayız. Bu konuda, özellikle Bursa Milletvekili arkadaşlarımın kendi bölgelerinde yaptıkları çalışmaları da şükranla ifade etmek istiyorum.

Değerli arkadaşlarım, son olarak, geçen hafta bizim Grup toplantımızdan sonra Mecliste yapılan oylamada, hepinizin bildiği gibi, Meclis soruşturma komisyonlarının raporları Genel Kurulda kabul edilmiştir. Maalesef, üzülerek söylemek zorundayım ki, bu oylamalar, bizim Parlamento tarihimizde her zaman ibretle hatırlanacak olan olaylardır. Oylama sonucunda bir siyasi partinin genel başkanı Yüce Divanda yargılanmaktan kurtulmuştur; ama, asıl önemli olan, bu oylamalar halkımızı adil düzen diye kandıranların, gerçekte nasıl bir adalet anlayışına sahip olduklarını, gerçekte nasıl adalet cellatlığına soyunduklarını da bütün milletimize göstermiştir. Aslında, bu oylamalar, Yüce Divandan kurtulan kişiyi aklamadığı gibi, Refah Partisi’nin adaleti çiğneyen gerçek yüzünü de açıkça ortaya koymuştur.

Erbakan, yıllarca hep yatıp kalkıp adil düzenden bahsetmişti. Yapılan bu oylama, Refah Partisi’nin yolsuzlukları örtme konusunda attığı bu nihai adım, Erbakan ve partisinin sözde adil, özde ise nasıl batıl olduğunu göstermiştir.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Erbakan’ın bir kitabı var, adı “Adil Ekonomik Düzen” Şimdi, bu kitaptan adil düzenin temelini oluşturan bölümü okuyacağım size. Sayın Erbakan burada, neyin hak neyin batıl olduğunu söylüyor. Ve bütün adil düzen, aslında bu hak kavramı üzerine inşa edilmiştir. Bakın, Erbakan Adil Ekonomik Düzen kitabında ne diyor. “Hak” kelimesinin lugat manası değişmez demektir. İstilah manası ise, her şart altında doğru olan şey demektir. Mesela iki kere ikinin dört etmesi gibi. Batıl kelimesinin lugat manası ise, isabetsiz, yanlış demektir.

İstilahın manası ise, her şart altında yanlış olan şey demektir. Mesela iki kere iki üç eder gibi. Şimdi , Erbakan’ın burada verdiği tarifler tamamen doğrudur. Bize, göre de, hak, her şart altında doğru olandır. Batıl da her şart altında yanlış olandır. Şimdi soracaksınız, ne gibi? Mesela, hırsızlık yapmak, yolsuzluk yapmak her şartta yanlıştır. Hırssızlığı örtbas etmek de, yolsuzluğu örtbas etmek de her şart altında yanlıştır. Yani, bunlar batıl işlerdir. Yolsuzluk da batıldır, yolsuzluğu örtbas etmek de batıldır, yolsuzluk yapını korumak da batıldır. Öyleyse, Erbakan’ın hırsızlığı örtbas eden ve hırsızları koruyan tavrı batıl bir tavırdır. Adil olmak ve adaleti savunmaksa, hakkı tutanların tavrıdır ve her zaman, her şart altında haktır.

Şimdi, burada Erbakan devam ediyor, diyor ki: “Batılın hak anlayışı dört tane sebepten doğar. Bunlardan bir tanesi kaba kuvvettir. İkincisi, çoğunluğa sahip olmaktır. Üçüncüsü, imtiyaz, ayrıcalıktır. Dördüncüsü menfaat, çıkardır.” Ve kendisi ilave ediyor: “Bu sebeplerin hiç birisi hak sebebi olamaz; fakat, batıl inanış bunları hak sebebi saymaktadır” Şimdi, ben de diyorum ki: Bu yolsuzluk dosyalarının, komisyonlarda 8-7 şeklinde, Meclis Genel Kurulunda da 270’e 263 şeklinde kapatılmaları, aslında işte batılın hak anlayışıdır. (Alkışlar)

Erbakan’ın ifadesine göre bu batıldır. Erbakan’ göre çoğunluk hiç bir zaman hak sebebi olamaz. Erbakan muhalefette iken hep bunu iddia etmiştir. “Çoğunlukla hak olmaz” demiştir, çoğunluk olmak, hak sebebi olmak değildir. Ama, batıl ve onun söylediğine göre, batıl inanış, çoğunlukta olmayı başlı başına bir hak sebebi sayar. Buna göre, Erbakan ve partisi, şu anda Meclisteki çoğunluğuna dayanarak hak tesis etmeye çalışan, batılı hak diye göstermeye çalışan bir batıl topluluktur.

Değerli arkadaşlarım, Erbakan ve partisinin Türkiye’ye, Türkiye’deki rejime, Türkiye’nin temel meselelerine verdikleri zararı birçok örneklerle çoğaltmak mümkündür. Ama, Erbakan ve partisinin bu yanlışları karşısında siyasi olarak ayakta kalmasına sağlayan en önemli husus, ona karşı olanların, ona hasımlarının yanlışlığıdır. Erbakan’ın yelkenini şişiren, Erbakan’ın Türk siyasetinde otuz yıldan beri, bütün bu çelişkilerine rağmen, bütün bu gerçekleşmeyen vaatlerine rağmen, hala ayakta kalmasının en öneli nedeni, Erbakan’ karşı ve Refah Partisi’ne karşı siyasi rakiplerinin izlediği yanlış politika olmuştur.

Biz, İslam dinine saldırarak Refah Partisine zarar verdiğine inananların çok büyük yanlış yaptıklarını düşünüyoruz. Aynı şekilde, Refah Partisini bir vesile kılarak, İslam’a saldıranların daha da büyük yanlış yaptıklarına inanıyoruz. Özet itibariyle biz, Anavatan Partisi olarak, yüce dinimizin , hiçbir partinin tekelinde olmayan, olmaması gereken, insanları, Erbakan’ın yaptığı gibi, bölmek için, birbirlerine karşı düşürmek için değil, insanları sevgide, fazilette birleştirmek için gönderilmiş olan İslam dininin bu saldırılara, bu ucuz politikaya hedef ve araç yapılmasından son derece rahatsızız. (Alkışlar) Bize göre Refah Partisi, İslamiyet’i temsil etmek bir yana, ona en fazla zarar veren partidir. (Alkışlar)

Refah Partisinin demokrasimize, ülkemize ve dinimize zarar veren bu söylem ve politikalarını, bu kadar olduğu gibi, bundan sonra da halkımıza sergilemeye, ortaya koymaya devam etmek zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, partisini bir siyasi parti değil, bir cihat ordusu ilan eden, partisinin Genel Merkezini bir karargah olarak gören, kendisini de bu cihat ordusunun komutanı olarak ilan eden Erbakan’dan dinimizi de, demokrasimizi de, ülkemizi de kurtarmak zorundayız. (Alkışlar) Sadece kendi partisine oy verenleri Müslüman sayan, “Refahçı olmadan Müslüman olmak mümkün değil” diyen, Refah Partisine hizmet etmeyenin, hiç bir ibadetinin kabul edilemeyeceğini söyleyebilen, diğer partileri desteklemeyi batağa düşmek sayan, zekatın yalnızca Refah Partisine verilebileceğini söyleyebilen, Refah dışındaki insanları patates dininden sayan Erbakan’dan, bütün Müslümanların çekeceği vardır. Bu söylediklerimden hiçbirisi benim ifadelerim değildir, benim yakıştırmalarım değildir; bu ifadelerin hepsi, Sayın Erbakan’a aittir. Sayın Erbakan bunları ne zaman mı söylemiştir; 130Mayıs 1990’da Sivas-Sıcakçermik’deki partisinin eğitim seminerinde söylemiştir.

Değerli arkadaşlarım, böyle bir anlayışa Türkiye’yi bırakamayız. Dün hırsızlıkla suçladığını bugün Yüce Divandan kurtaran, seçimden önce halka verilen sözlerin hiçbirisinin değeri yoktur diyen, kısacası dün kara dediği her şeye bugün ak diyen, sırf icrayı hükümet hırsıyla veremeyeceği hiç bir taviz olmayan, bir kaç oy daha alabilmek için ateşle oynamaktan dahi çekinmeyen, işte Nizam sevgili arkadaşımın söylediği gibi, bütün Belediye Başkanı arkadaşlarımızın bize her gün ifade ettikleri gibi, devletin imkanlarını parti değiştirmek için rüşvet olarak teklif eden bu anlayıştan, tahrik üstüne her gün tahrik yaparak ülkeyi kamplara bölmekten çekinmeyen bu anlayıştan demokrasimizi, ülkemizi kurtarmak zorundayız.

Hayalle gerçeği devamlı olarak birbirine karıştıran, hayal aleminde yaşayan, yabancı bir devletin başı tarafından hakarete uğramayı, istiskal edilmeyi zafer diye ilan eden, bir taraftan İsrail ile anlaşma yapanları Yahudi Askeri ilan edip, diğer taraftan da İsrail ile anlaşma üstüne anlaşma imzalayan bu Erbakan’dan milleti kurtarmak zorundayız. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bu hükümetin tavrı, benden sonrası tufan anlayışıdır. Ben yoksam her şey batsın anlayışıdır. Bizim geçen hafta Anavatan Partisi olarak yaptığımız çağrı, aslında parti olarak bizim aleyhimize yapılmış olan, parti olarak bize kazanç sağlamayacak olan, ama sadece Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durumda, biz dahil hiçbir partinin Türkiye’nin meselelerine sadece parti çıkarı, sadece parti gözlüğü açısından bakma hakkına, lüksüne sahip olmadığı bilinciyle, sorumluluğuyla yapılmış olan bir çağrıdır. Ben diyorum ki, bu hükümet aslında bitmiştir.

Eğer bir hükümet iş başındayken, millet o hükümetin dediklerine değil de Milli Güvenlik Kurulu’na kulak veriyorsa, Milli Güvenlik Kurulu toplantılarını bekliyorsa, eğer hükümetin iki ortağı aralarında çok iyi uyum olduğunu iddia ettikleri halde, en temel meselelerde bile birbirlerine ters düşüyorlarsa, birisi Avrupa Birliği, birisi İslam Birliği diyorsa, 200 tane kararname yürürlüğe girmek için aradaki pazarlığın sonucunu bekliyorsa, bunun içerisinde aylardan beri bekleyen TRT Genel Müdürünün ataması varsa, diğer önemli kararlar varsa, o zaman bu hükümetin bu haliyle devam etmesi, suni teneffüsle yaşatılması, olası birtakım nasıl gerçekleştiği çok iyi bilinen transferlerle ayakta tutulması, Türkiye’yi daha büyük badirelere itecek bir davranıştır.

Şu geldiğimiz noktada artık meseleye parti menfaati açısından bakamayız. Bu noktada meseleye altı ay önce baktığımız gözle de bakamayız. Eğer içinde bulunduğumuz durumu doğru okuyamazsak, bu durumu yaratan şartları doğru teşhis edemezsek, bundan çıkabilmemiz mümkün değildir.

Değerli arkadaşlarım, şimdiye kadar Türkiye’de demokrasinin sürekli kesintiye uğraması, hiç bir zaman sorunların çözümü için bir çare olmamıştır. Ama, demokrasinin kesintiye uğramasında her zaman siyasetçilerin belli uzlaşmaları sağlayamamaları, özeleştiri yapamamaları, ülkenin şartları konusunda bir anlayış, bir teşhis birliğine varamamaları ve bunun sonucu olarak da ortak hareket etme olgunluğunu gösterememeleri, asıl tayin edici eksiklik olmuştur. Anavatan Partisi olarak biz aynı yanlışı tekrarlamamak zorundayız. Bugün yapmamız gereken hadise, öncelikle bu uzlaşmayı sağlamaktır. Bu uzlaşma, hiç kimsenin kendine uygun görüşlerinden, kendi değerlerinden, kendi çizgisinden, kendi politikasından vazgeçmesi anlamına gelmez; ama, bütün bunların üzerinde daha önemli bir beraberliğin, daha önemli bir birlikteliğin, zorunlu olmasından kaynaklanır.

Ben diyorum ki, bu Hükümet, bu anlayış içerisinde, Türkiye’nin hiçbir sorununu çözemez. Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu rejim sorununa da çözüm getiremez. Eğer kendileri, iki parti, hakikaten bu söylediğimin tersine inanıyorlarsa, Türkiye’de bir rejim tehlikesinin olmadığına inanıyorlarsa, bu hale getirdikleri, 8 ayda birkaç misli daha büyüttükleri bütün bu sorunlara ortak hükümetleriyle çözüm getirebileceklerine inanıyorlarsa, o zaman bizim çağrımıza kulak asmak durumunda değildirler. Yollarına devam etmelidirler.

Ama, eğer mesele hakikaten her günkü gelişmelerin de doğruladığı gibi, bizim düşündüğümüz gibiyse, yani Türkiye’de bugün bir siyasi istikrar yerine, belki de demokrasi tarihimizin en büyük siyasi istikrarsızlığı yaşanıyorsa, devletin temel kurumları, siyasete karışmaması gereken kurumları, cumhuriyetin temel ilkelerini tehlikede görüp, siyasete ağırlık koyma ihtiyacını duyuyorlarsa, bunu da şimdiye kadar hiç başvurulmayan yollardan yapmaya kendilerini mecbur hissediyorlarsa, aslında o devletin bir kurumu olan üniversitelerin, bütün üniversitelerin rektörleri birden, devletin temel ilkelerini tehlikede gördüklerini kamuoyuna açıklıyorlarsa, bağımsız olan basın, bu Hükümetten ülkenin kurtarılması gerektiğinde birleşmişse, bütün sivil toplum örgütleri aynı noktada birleşmişlerse, milyonlarca vatandaşımız, Türkiye’de şimdiye kadar hiç alışılmamış şekilde demokratik sorumluluk duygusu içerisinde bu Hükümetin gitmesi gerektiğini ifade eden birtakım eylemlere girişiyorlarsa, o zaman bu noktada herkesin durumu bir defa daha gözden geçirmesi ihtiyacı vardır.

Eğer iktidar partileri içinde yer alıp da, başka alternatif olmadığı için, bu süreç içerisinde başka çözüm olmadığı için, kendisini bu Hükümete gönülsüz olarak, isteksiz olarak destek vermek mecburiyetinde gören, geçen aylarda olduğu gibi, bunu ifade eden milletvekilleri varsa, bundan sonra artık onların samimiyetine inanmak mümkün değildir. Çünkü, alternatif ortadadır. Alternatif, Türkiye’de aslında sağduyu sahibi herkesin gerekliliğinde üzerinde mutabık olduğu, işte sosyal güvenlik reformu gibi, işte vergi reformu gibi, ancak böyle geniş bir uzlaşmayla gerçekleştirilebilecek olan, bugüne kadar gerçekleştirilememesinin en önemli sebebinin de bunu hangi parti iktidarda iken gerçekleştirirse primini o alacağı için muhalefet tarafından engellenmesi olan birtakım uygulamaları yapacak, ama aynı zamanda yine yapılması ülke açısından zaruri olan, fakat hiçbir partinin de siyasi riskini tek başına üstlenmek istemediği birtakım uygulamaları hayata geçirecek geniş tabanlı bir uzlaşma hükümetidir.

Hem rejimi, bugün karşı karşıya olduğu tehlikelerden, tehditlerden kurtaracak hem de üzerinde uzlaşma olan, ama çeşitli nedenlerle gerçekleşemeyen bu değişiklikleri, bu reformları hayata geçirecek olan ve hepsinden önemlisi zamanı geldiğinde bana göre bir seneden daha kısa sürede gerçekleşmesi mümkün olmayan bu icraatları yaptıktan sonra mutabık olunduğunda, yeniden milletin hakemliğine gidildiğinde o seçimlerin Türkiye’ye kalıcı bir istikrar getirecek, şartlarını hazırlayacak, Seçim Yasasında değişiklik yapacak, genel nüfus sayımını gerçekleştirecek, Anayasaya uyum yasalarını çıkaracak, üzerinde mutabık kalınan diğer yasaları çıkaracak bir uzlaşma hükümetinin, geniş tabanlı bir hükümetin işbaşına gelmesidir. Alternatif budur.

Böyle bir oluşum için, eğer Türkiye’de iktidarda sorumluluk duygusu, sağduyu hakim olursa, eğer bu konuda iktidar partileri de gerçekleri görmeye başlarlarsa, bugünkü körlüklerinden, sağırlıklarından kurtulurlarsa, Anavatan Partisi olarak biz, hiç ön şartsız katkıda bulunmaya, bu konudaki bir çözümü hayata geçirmek için elimizden geleni yapmaya hazırız. Burada şimdiye kadar ki hiçbir siyasi iddiamızdan, aşağı yukarı hepsi doğrulanan, hepsi vatandaş tarafından zaman içerisinde doğruluğu anlaşılan hiçbir siyasi iddiamızdan vazgeçiyor değiliz. Hiçbirinden geri adım atıyor değiliz. Bugüne kadar söylediğimiz hiçbir şeyde milletimize karşı mahcup olmadık. Bugüne kadar ortaya attığımız bütün iddialar, vatandaşımızın yaşadığı gelişmelerle doğrulanmış olan iddialardır. Ama, şimdilik, bir süre için, Türkiye’de rejimin kesintiye uğramaması için, Türkiye’nin bugün yaşadığı sıkıntılardan daha büyük sıkıntılara sürüklenmemesi için, bütün bunları bir süre için askıya almaya hazırız.

Bu dönem, bir uzlaşma dönemi olmalıdır. Bu dönem, herkesin aklını başına toplayıp, kendisine çekidüzen verip, kendi menfaatini aşıp, şahsi hırslarını aşıp, parti çıkarlarını aşıp, Türkiye’yi ve rejimi kurtarmak için işbirliği yapması gereken bir dönem olmalıdır. (Alkışlar) Ha, “Buna ihtiyaç yok, biz memleketi gül gibi idare ediyoruz, gayet iyi de anlaşıyoruz. 2000 yılında, hatta 3000 yılına kadar da iktidara devam edeceğiz” diyorlarsa, yolları açık olsun; ama, eğer gerçeği görmeye başlarlarsa, idare ediyorum zannettikleri ülkenin gerçekte başkaları tarafından idare edildiğini görmeye başlarlarsa, halkın kendilerine artık “Çekin gidin” dediğini duymaya başlarlarsa, o zaman onlarla görüşmeye hazırız.

Anavatan Partisi olarak, bizim son gelişmelere, Türkiye’nin bugün geldiği noktaya koyduğumuz teşhis budur. Bu teşhis ışığında parti olarak yapamayacağımız hiçbir fedakarlık, milletimizin geleceği, milletimizin geleceği, milletimizin iyiliği için katlanamayacağımız hiçbir fedakarlık yoktur. Ama, hiç kimse, bizi kendi kafasına göre birtakım suni çözümlere, bizim irademize ters düşecek, bize dayatılacak birtakım suni çözümlere zorlamaya, sürüklemeye yeltenmemelidir. Anavatan Partisi, bu çağrıyı gönüllü olarak, kendi demokratik sorumluluğunun bir gereği, bir sonucu olarak dile getirmektedir. Bu bize, hiç kimsenin telkin ettiği, dayattığı, zorladığı bir çözüm değildir. Dolayısıyla bizim ortaya attığımız bu çözümü, bu uzlaşma çağrısını, bir ara rejim modeli olarak görmek, ancak demokrasi anlayışındaki bir sakatlığın, bir çarpıklığın ifadesi olabilir. Siyasi partilerin kendi iradeleriyle gönüllü olarak ortaya koyduk hiçbir çözüm, sağladıkları hiçbir uzlaşma, antidemokratik veya bir ara rejim çözümü olarak anlaşılamaz.

Burada bir mantık hatasına daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Ben “Ülkede rejim tehlikede” deyince, ayakları havada olanlar, ayakları ülkenin gerçeğinden uzak olanlar, beni darbe kışkırtmacılığı, darbe tahrikçiliği yapmakla suçluyorlar. Buradaki mantık hatası şudur: Ben diyorum ki, gelin, bütün kavgalarımızı, bütün anlaşmazlıklarımızı, bütün ihtilaflarımızı belli bir süre için askıya alalım. Darbe olmasın diye, rejim kesintiye uğramasın diye işbirliği yapalım. Ben, darbeye karşı uzlaşma çağrısı yapıyorum; ama, işe bakın ki, benim çağrı yaptığım muhataplar, benim gerçek amacımı anlayamayacak kadar gafildirler. (Alkışlar)

Darbeyi isteyen insan darbeyi önlemek için teklif yapar mı? Asker gelsin, rejime müdahale etsin isteyen insan, kendi siyasi bekasını askerin arkasında arayan bu salonda bir tane bile olmadığına inandığım bir siyasi parti hiç darbeyi önlemek için uzlaşma çağrısı yapar mı?

Değerli arkadaşlarım, tekrar ve son olarak söylüyorum; geldiğimiz nokta iyi bir nokta değildir. Şu anda yaşadığımız sıkıntılar da, bu Hükümetin Türkiye’ye yaşatabileceği sıkıntıların tümü değildir. Bu Hükümetle Türkiye daha büyük karanlıklara doğru yürümektedir. Biz bu konuda üstümüze düşeni sonuna kadar yapmak zorundayız. Bu yaptığım çağrıdan sonra, bu memlekette yaşayan insaf sahibi, vicdan sahibi bir tane vatansever insan çıkıp da, bize Anavatan Partisine: Siz üstünüze düşeni yapmadınız diyemez. Yarın olabilecek birtakım olumsuzluklardan bizi sorumlu tutamaz. Biz uyarı görevimizi yapıyoruz. Biz bu gidişin gidiş olmadığını söylüyoruz. Bu ülke geçmişte buna benzer uçurumlardan dönmüştür. Bu ülke geçmişte buna benzer birçok badireleri, birçok gaileleri atlatmıştır; inşallah bunu da atlatacaktır. Ama, önemli olan, bunun için yüksek bedel ödememektir. Bunun için daha fazla zaman kaybetmemektir. Ülkenin boşa harcanan enerjisini, ülkenin iyi geleceği için parlak geleceği için kullanabilmektir.

Anavatan Partisi olarak bu çağrımızda samimiyiz. Anavatan Partisi olarak, bu çağrımızı yaparken hiçbir art düşüncemiz yoktur. Bundan hiçbir siyasi çıkar sağlama düşüncemiz de yoktur. Biz, Türkiye’nin bugün geldiği noktanın, bugün içinde yaşadığımız şartların böyle bir fedakarlığı, böyle bir özveriyi, böyle bir uzlaşmayı zorunlu kıldığına inanıyoruz. Ve tekrar söylüyorum: Kim ki bu uzlaşma çağrımıza kulak tıkar, kim ki bu uzlaşma çağrımızı duymazlıktan gelir, kim ki sanki ülkede hiçbir şey olmuyormuş gibi, sanki vatandaşlarımız hepsi sokağa dökülmemişler gibi, yoluna devam etmeye çalışır, bundan sonra yaşanacak olan bütün kötülüklerin sorumluluğunu da şimdiden üstlenmiş olur. Anavatanın burada hiçbir sorumluluğu olmayacaktır. Anavatan, üstüne düşeni, bu çağrısıyla bu tavrıyla fazlasıyla yerine getirmiştir.

Değerli arkadaşlarım, daha önce sizlere yazılı olarak da bildirdiğim gibi, bu ay sonunda hepinizden, bütün il başkanlarımızdan, bütün milletvekili arkadaşlarımızdan aylık çalışma raporlarınızı bekliyorum. Önümüzdeki 15 ve 16 mart tarihlerinde Antalya’da ve Alanya’da iki büyük miting yapacağız. O miting öncesinde bu hafta sonu, önümüzdeki hafta sonu ve daha sonraki hafta sonu, yani üç hafta sonu, Meclis günleri dışında, Genel Merkezimizin yapacağı bir planlama çerçevesinde, milletvekili arkadaşlarım Antalya’nın çeşitli ilçelerinde, çeşitli beldelerinde parti çalışmaları yapacaklar. Teşkilatla birlikte bunları yürüteceğiz; oradaki il ve ilçe teşkilatlarımızla birlikte yürüteceğiz, oradaki belediye başkanlarımız da katılacaklar. Yani, bahar taarruzumuza 15 martta Antalya’da başlayacağız. Ondan sonra da her 15 günde bir bunu başka bir ilde toplu çalışmalarla devam ettireceğiz.

Ben, bütün arkadaşlarımdan önümüzdeki günlerde şubat ayı çalışmalarına ilişkin raporlarını bekliyorum. Bundan sonraki kapalı bölümde de gerekirse bu konuda daha geniş tartışma imkanımız olacak.

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)