ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
SAYIN MESUT YILMAZ'IN TBMM ANAP GRUP KONUŞMASI

12 Mart 1997

 

Değerli arkadaşlarım, evvela, yeniden yuvaya dönen değerli eski milletvekili arkadaşımız Mustafa Kılıçaslan’a, ben de bütün Anavatan camiası adına hoşgeldin diyorum.

Türkiye’nin bugün ne kadar kritik bir siyasi dönemden geçtiği, zannediyorum uzun uzun izaha gerek göstermeyecek kadar açık bir gerçektir. Bu noktada, Anavatan Partisi olarak, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi durumu yeniden, gerçekçi bir biçimde, meseleleri nalıncı keseri gibi kendimize yontmadan, tarafsız bir biçimde analiz etmek zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, bugünkü Hükümet, 28 Haziran 1996 tarihinde kurulmuştur. 28 Haziran 1996’da kurulan bu Hükümet, tam sekiz ay sonra, 28 Şubat 1997’de bitmiştir.

Milli Güvenlik Kurulunun 28 Şubatta yaptığı toplantı ve o toplantı sonrasında açıkladığı kararlar, bu kararlar karşısında bu hükümetin ortaklarının ortaya koydukları tavır, bugün Türkiye’nin bir siyasi bunalımı yaşamasına neden olmuştur. Milli Güvenlik Kurulu kararları açıklandığında ben bir toplantı için Fransa’da idim. Kararları aldım, yaptığım ilk yorumda, bu kararlar karşısında Anavatan Partisi olarak rezervlerimiz olduğunu söyledim. Esasında, bu kararların altını çizdiği, dile getirdiği birtakım kaygılar, zaten bizim sekiz aydan beri parti olarak bu kürsüden, Meclis kürsüsünden kamuoyunun önünde her zaman dile getirdiğimiz hususlardı. Ama, bunların böyle bir Milli Güvenlik Kurulu bildirisinde yer almasını şekil açısından doğru bulmadım. Hele “ Yaptırım” sözcüğünün demokrasiyle bağdaşan bir sözcük olmadığını söyledim. O kararların, o bildirinin içerisinde yer alan, daha sonra bir kısmı kamuoyuna yansıyan, o kararlarda ifade edilen hususların, ne kadar gerçekçi olduğu bizce tartışılmaya muhtaç yoktur.

Türkiye’de mevcut kanunların uygulanmamasından dolayı, devletin, Hükümetin zaaflarından dolayı, rejimin birtakım temel ilkelerinin zaman içerisinde aşınmakta olduğu doğrudur. Türkiye’de aynı zamanda bu uygulamalardan dolayı, siyasi istikrarın bozulmakta olduğu, toplumda birtakım ikileşmelerin, kutuplaşmaların, kavga ortamının yaratılmakta olduğu doğrudur. Bunların bizi ne kadar rahatsız ettiğini, bunların önlenmesi için nelerin yapılması gerektiğini, geçmiş dönemde devamlı dile getirdik, hükümeti bu konularda uyardık. Ama, maalesef, bugün geldiğimiz nokta, artık bu tartışmanın hür demokratik çerçeve içerisinde yürütüldüğü bir ortam olmaktan çıkmıştır.

Değerli arkadaşlarım, biz bir siyasi partiyiz. Bizim kendi görüşlerimizi uygulayabilmek için elimizde silahımız filan yoktur. Bizim, insanları korkutacak silahımız yok. Bizim, insanları satın alacak öyle büyük paralarımız da yok. Bizim bütün gücümüz, savunduğumuz doğrulardır. Ve netice almak için tek yolumuz da insanlarımızı bu doğrulara göre ikna etmektir. Demokratik bir ortamda bunu yapmak çok çaba gerektirir, çok gayret gerektirir, çok fedakarlık gerektirir. Öyle oturduğunuz yerden bildiriler yayınlayarak, öyle para gücünüze, silah gücünüze güvenerek, istediğiniz görüşleri hayata geçiremezsiniz. Bir siyasi parti olabilmek, o siyasi partinin hedefine ulaşabilmek, ancak o partideki bütün insanların, o partinin bütün milletvekillerinin, bütün mensuplarının o dava istikametinde, o görüşler istikametinde ter dökmesiyle, emek vermesiyle, çalışmasıyla mümkün olur.

Ama, bugün asıl dikkatinize getirmek istediğim husus şu: Bu kararlara nasıl gelindiğini, o milli güvenlik kurulu toplantısına nasıl gelindiğini, o kararların ortaya çıkmasından sonra, bu Hükümetin izlediği tutumun Türkiye’yi nereye götüreceğini bugün bir defa daha değerlendirmek zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, yaşanan gelişmeler, bizim söylediklerimizi doğrulamıştır. Bizim şimdiye kadar ki tahminlerimizi teyit etmiştir. Biz diyoruz ki, Refah Partisi, Sayın Erbakan ve onun partisi, henüz daha Türkiye’yi yönetebilecek olgunluğa erişmemiştir. Biz diyoruz ki, Sayın Erbakan’ın ve partisinin, Türkiye’nin anayasa ile belirlemiş olan, Anavatan Partisi olarak bizim hiçbir uyuşmazlığımız, hiçbir çatışmamız olmayan, devletin temel ilkeleriyle sorunu vardır. Refah Partisi, Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkeleriyle barışık bir parti değildir. İşte, 28 Şubatta Türkiye’de bir defa daha demokratik rejimin bu sefer milli güvenlik kurulunun duvarına çarpmasının nedeni bu iki sebepte aranmalıdır. Refah Partisinin Türkiye’yi yönetecek ehliyette, olgunlukta bir parti olmaması ve Refah Partisinin Türkiye Cumhuriyetinin değişmez nitelikleriyle barışık olmaması. Bu iki nedenden dolayı, maalesef, Türkiye’de bugün içinde bulunduğumuz ortama gelinmiştir.

Şimdi, geçen haftaki olağanüstü Grup Toplantımızdan sonra, Sayın Erbakan ile görüşmemizi yaptık. Burada arkadaşlarıma Grup Toplantısında söylediğim gibi, Sayın Erbakan, o görüşmede, bizimle sanki o Milli Güvenlik Kuruluna katılmış olan, o kararlara hiçbir itirazda bulunmayan, o kararların altına imza atmaya hazır olan bir Başbakan gibi değil, o kararlara temelden karşı çıkan bir parti lideri hüviyetiyle konuşmuştur. Bunun demokrasiye bir müdahale olduğunu söylemiştir. Buna karşı, bizimle, Anavatan Partisiyle demokrasiyi koruma yolunda işbirliği yapılmasını bize teklif etmiştir. Bunun, bizim için bir demokrasi sınavı olacağını söylemiştir.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Erbakan dünkü Grup Toplantısında da bu iddialarını tekrarlamış. Anavatan Partisinin, bu demokrasi sınavından sınıfta kaldığını söylemiş. Bu sınavda başarısız olduğunu söylemiş. Aslında, Sayın Erbakan, her konuyu olduğu gibi, bu konuyu da saptırmaya çalışmaktadır. Unutulmaması gereken husus şudur: Demokrasilerde iktidar koltuğu, aynı zamanda imtihan koltuğudur. Demokrasilerde çıkarsınız iktidar koltuğuna oturursunuz, icraatınızı yaparsınız, notunuzu alırsınız. Bugün iktidar koltuğunda olan, dolayısıyla imtihan koltuğunda olan Sayın Erbakan’ın kendisidir. Sayın Erbakan’ın partisidir ve Sayın Erbakan, sekiz aylık icraatıyla bu imtihanda hiç, belki de hiç kimsenin tahmin etmediği kadar başarısız olmuştur.

Değerli arkadaşlarım, bu imtihanın birtakım unsurları var, birtakım konuları var. Bir tanesi, ahlaktır. Sayın Erbakan ve partisi ahlaktan çıkmıştır. Bu Hükümetin, gayri ahlaki bir pazarlık üzerine kurulduğunu, yolsuzlukları örtmek amacıyla kurulduğunu ifade ettiğimiz zaman, belki toplumda bazı insanlar, bazı kesimler bize inanmışlardı, bunu kuşkuyla karşılamışlardı; ama, şu sekiz aylık geriye doğru gelişime baktığınız zaman, mesele, aynen bizim ortaya koyduğumuz şekilde gelişmiştir. Bu Hükümetin, adeta tek varlık nedeni, tek kuruluş nedeninin, yolsuzlukların üstünü örtmek, birtakım kendi inisiyatifiyle başlatılmış olan Meclis soruşturmalarını kapatmak olduğu, işte bu Mecliste yaşanan gelişmelerle ortaya çıkmıştır. Bütün millet bunun şahididir, bütün millet hakemdir. Refah partisi iktidarı, ahlak sınavından sınıfta kalmıştır. (Alkışlar)

Ama, Refahyol iktidarı devam ederken, malum kazayla, Susurluk kazasıyla Türkiye yeni bir olaya muhatap olmuştur. Dolayısıyla bu hükümet de yeni bir sınava tabi olmuştur. O kazayla birlikte, devletin içine sızmış olan birtakım çetelerin marifetleri ortaya çıkmış, milletin gözünün önüne serilmiş ve bu Hükümetten de bu olayların üzerin gidip, devleti çetelerden temizlemesi, hukuk devletinin gereğini yapması beklenmiştir. Ben, ilk günü söyledim: bu hükümet işbaşında oldukça, bu iktidar Türkiye’yi yönettiği sürece, hiç kimse bu Hükümetten bunları beklemek hakkına sahip değildir. Ne Meclisteki araştırma komisyonu ne Devlet Güvenlik Mahkemesi, ne de devletin müfettişleri; eğer bu iktidar kendilerine yardımcı olmazsa, eğer bu hükümet Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğuna gözünü kaparsa, hedefine ulaşamaz dedim. Ben bunu, Meclis Araştırma Komisyonunda ifade verirken komisyon üyelerine söyledim; burada komisyon üyesi arkadaşlarım var. “ Sizin iyi niyetiniz yetmez. İktidar engellediği takdirde hiçbir yere varamazsınız” dedim. İşte, bundan önceki faili meçhul cinayetlerle ilgili Meclis araştırma komisyonunun durumu ortada, yolsuzluklarla ilgili soruşturma komisyonlarının çalışması ortada. Maalesef, yaşanan gelişmeler, bizim o tespitimizi de doğrulamıştır.

Bakın, Susurluk ile ilgili araştırma komisyonu, bir hafta önce, daha önceki incelemeler sırasında çeşitli vesilelerle adı geçen Doğru Yol Partisi Genel Başkanını ve onun eşini dinleme kararı almıştır. Çünkü, geçen haftaki konjonktür onu gerektiriyordu. Geçen hafta, Milli Güvenlik Kurulu kararları sonrasında, iktidar ortakları arasında olabilecek bir ihtilaf ihtimaline binaen, Refah Partisi bu meseleyi, tıpkı yolsuzluk meselesi gibi bir koz olarak, bir şantaj unsuru olarak kullanmak istemiştir. Refah Partili komisyon başkanının da oyu ile söylediğim zevatın, Başbakan Yardımcısı ve eşinin, komisyona çağrılıp dinlenmesi kararlaştırılmıştır. Ama, komisyonun dün yaptığı toplantıda: siyasi konjonktür değişmiştir, tekriri müzakere yapılıp bir hafta önceki karar değiştirilmiştir.

İşte, bunların hukuk devleti anlayışı budur.

Binaenaleyh, bu hükümet hukuktan da sınıfta kalmıştır.

Bu hükümetin çaktığı diğer bir alan sosyal politikadır. Daha önce bu kürsüden defalarca söyledim. Meclise gensoru verdik, 5 oy farkıyla gensorumuz reddedildi; ama, gensorunun reddedilmesi, Türkiye’nin gerçeğini değiştirmez. Bu hükümet, devletin memurları arasında ayrım yapmıştır. Silahlı memurlara zam verilmiştir, silahsız memurlara vermemiştir. Bu hükümet, aynı zamanda- dün yine mecliste tartışma konusu oldu- Anavatan Partisinin getirmiş olduğu Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonunu tamamen kendi partizanca amaçları için kullanmıştır. Ramazan ayında herhalde hatırlarsınız, televizyonda gördünüz, Başbakanın katıldığı toplantıda, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonunun paraları masanın üzerine konmuştur, banknotlar konulmuştur, nasıl belirlendiği belli olmayan kişilere yardım olarak dağıtılmıştır.

Şimdi, bugünlerde bu hükümet, bu hükümetin refah kanadı, yeni bir teşebbüs içindedir. Bizim zamanımızda tamamen objektif kriterlere göre benimsemiş olan yükseköğrenim gören 100 bin talebeye Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonundan burs veriliyordu. Şimdi, bu sene bu rakamı 100 binden 200 bine çıkarmışlardır; ama, alınan 100 bin kişinin hangi kriterlere göre, daha doğrusu yardım yapılan 100 bin talebenin hangi kriterlere göre belirlendiği belli değildir. Ben, sabah YÖK Başkanını aradım, üniversite rektörlerini aradım, dediler ki: “ Bizin için de baskın oldu, biz Kıbrıs’ta toplantıya gitmiştik. Biz Kıbrıs’ta toplantı yaparken bunları açıklama yapmışlar, bu yardımın 200 bin kişiye çıktığını söylemişler. Bize hiç danışılmadı, bilgi verilmedi. Bu talebelerin hangi esasa göre seçildiği belli değil. “ Yani, bizim, tamamen fakir fukaraya, dar gelirliye muhtaç insanlara yardım amacıyla kurduğumuz Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma fonu, Refah Partisi iktidarında, Refah Partisi militanı yetiştirmek için bir vasıta olarak kullanılmaktadır. Devletin imkanları, Refah Partisinin militan yetiştirmesi için seferber edilmiştir ve bu hükümet, bittiğini anladıktan sonra, 28 Şubattan bu yana, uzatmaları geçirdiği bugünlerde, bu uygulamalarını artık hiçbir sorumluluk duygusu olmadan devam ettirebilmektedir.

Değerli arkadaşlarım, bu Hükümet, dış politikadan da sınıfta kalmıştır. Gerçi, Sayın Erbakan, hizmetleri başarı gibi göstermekte akıl almaz bir maharete sahiptir. Biliyorsunuz, iktidarın ilk aylarında Libya’ya yaptığı ziyaretten basının önünde, televizyonun önünde Libya lideri tarafından hakarete uğramıştı, aşağılanmıştı; ama, herkesin şahit olduğu o olaydan sonra, ayağının tozuyla geldi, kendisinin aslında zafer kazandığını, Romalı bir komutan gibi geldiğini söyleyebildi.

Aslında, Refahyol hükümetinin sekiz aylık icraatının sonunda, Türkiye, dış politikada, cumhuriyet döneminin hiçbir, ama hiçbir noktasında olmadık ölçüde yalnızlığa itilmiştir. Erbakan’ın amacı, İslam alemiyle ilişkileri geliştirmekti. İran ile ilişkilerimiz Cumhuriyet döneminde hiçbir zaman bu kadar kötü olmamıştır. İran’daki büyükelçimiz Türkiye’ye geri gönderilmiştir, konsoloslarımız gönderilmiştir. Buradaki büyükelçi İran’a geri dönmüştür.

Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz, yine bu hükümetin iktidarında, sadece bugün için değil, ileriye kadar da, sonsuza kadar da ipotek altına alınmıştır. Avrupa Birliğinin Hıristiyan Demokrat Parti Başkanları, geçen hafta Brüksel’de yaptıkları toplantıda, Türkiye’nin ne bugün ne de hiçbir zaman Avrupa Birliğine tam üye olamayacağı konusunda ilke kararı almışlardır. Dün Strasbourg’da Avrupa Parlamentosunda yapılan görüşmelerde, bu görüşlerini daha da yüksek sesle dile getirmişlerdir. Tabii, meseleyi de saptırmışlardır. Bunun bir dini mesele olmadığını, Türkiye’nin nüfusundan ekonomik durumuna kadar, demokratik standartlardan insan haklarına kadar ve taraf olduğu uluslararası ihtilaflar nedeniyle Avrupa Birliğine tam üye olamayacağını söylemişlerdir.

Avrupa ile ilişkilerimiz böyle, İran ile ilişkilerimiz böyle. Peki, Türk dünyasıyla ilişkilerimiz nasıl?.. Bu hükümet için türk dünyası diye bir şey yoktur. Sekiz aydan beri Türk Dünyasıyla atılmış hiçbir adım yoktur. Daha önce yapılan anlaşmaların gereği dahi yapılmamıştır. Binaenaleyh, bu hükümet, dış politikada, Türkiye’yi 70 küsur yıllık cumhuriyetini en büyük yalnızlığa itmiştir.

Şimdi, acaba ekonomide bu hükümetin notu nedir?.. Değerli arkadaşlarım, hatırlarsanız, Erbakan muhalefette iken, kendisi dışındaki bütün partileri pansumancı olarak nitelerdi. Yani, “ Ekonomi hastadır; ama, ekonomiyi iyileştirecek köklü tedbirleri almak yerine, ekonomiyi tedavi etmek yerine, bunlar sadece yaraya pansuman yaparlar” derdi. Aslında, Sayın Erbakan’ın yaptığı bu pansumancı benzetmesi, en fazla kendisinin bu sekiz aylık iktidarına yakışmaktadır. Çünkü, bu sekiz ay zarfında Sayın Erbakan’ın yaptığı, aslında, kendisi doktor olmayıp da hastanın başında nöbet tutan; ama, kendisini de doktor diye tanıtan bir sağlık memurunun durumundan farksızdır. (Alkışlar) Bir tek hesabı vardır; sahte doktor olduğu meydana çıkmasın, hasta onun elinde ölmesin!

Değerli arkadaşlarım, Türk ekonomisi gerçekten hastadır hem de kanamalı bir hastadır. Türk ekonomisi devamlı kan kaybetmektedir. Sayın Erbakan’ın, bu hükümetin yaptığı, kan kaybeden bir hastaya devamlı kan vermektir, devamlı serum vermektir. İçeride ve dışarıda, kaç faizle olursa olsun, para bulup, hastaya kan verir gibi, ekonomiye bu pahalı parayı enjekte etmektedir. Ondan sonra da milleti hastayı gösterip, “ Bakın, daha ölmedi, yaşıyor” demektedir. Hükümetlerden beklenen, kanamalı hastanın kanamasını durdurmaktır. Kanamayı durdurmadığınız zaman, öyle kan vermekle hastayı uzun süre yaşatamazsınız. Bir zaman gelir verecek kan bulamazsınız. Özelleştirme yaptınız, her şeyi yok pahasına sattınız, devletin tekel konumundaki, en stratejik konumdaki işletmelerini bile, bedelinin çok altında özelleştirdiniz, ona buna sattınız, bedelsiz ithalat yoluyla geçici birtakım kaynaklar topladınız, para bastınız; ama, hepsini neticede, eğer o kanamayı durduramıyorsanız, sadece geçici bir tedbir olarak uygulayabilirsiniz. Hastanın ömrünü biraz daha uzatmak için uygulayabilirsiniz. Hükümetlerden beklenen, kanamayı durdurmaktır. Bu hükümet, kanamayı durdurmak için hiçbir tedbir almamıştır. Sekiz aydan beri bu anlamda alınmış hiçbir köklü tedbir yoktur. Hasta kan kaybetmeye devam etmektedir. Bir taraftan da, hastaya devamlı kan verilmektedir, devamlı serum verilmektedir ve hastanın başında da, maalesef, ehliyetli, uzman bir doktor değil, demin söylediğim gibi, bir sağlık memuru vardır.

Değerli arkadaşlarım, bakın, rakamlar ne diyor; denk dedikleri bütçe-geçen toplantıda da söyledim- daha birinci ayda 129 trilyon lira açık vermiştir; bir aylık açıktır bu ve iddia ediyorum, bundan sonra her ay açık verecektir. Onun için, şubat rakamı açıklanmıyor, resmen açıklanmadı; ama, 129 trilyon lira açık verilmiştir.

“Belini kırdık” dedikleri enflasyon şubat sonunda yüzde 80’dir. Yılbaşından bu yana durmadan para basılmaktadır. Daha üç ay geçmemiştir, bugün martın ortası; yılbaşından beri bastıkları para 317 trilyon liradır. Yani, yılbaşındaki para hacmi bugün yüzde 87 artmıştır, 2,5 ayda. Para arzındaki genişleme yüzde 87’dir.

Yüzde 110’a varan yıllık bileşik faiz oranına rağmen, bu sene yapılacak olan 13 milyar dolar dış borç ödemesine rağmen, 20 milyar dolarlık dış ticaret açığına rağmen, bu sene yapılacak 3 katrilyon liralık iç borç ödemesine rağmen, 7 milyar dolarlık cari işlem açığına rağmen ve 780 trilyon lirayı bulacak sosyal güvenlik açığına rağmen, bu Hükümetin bugüne kadar hiçbir istikrar tedbiri almamış olmasını akıllı, izanla bağdaştırabilmek mümkün değildir.

Bakın, Sayın Erbakan, bir ayda özelleştirmeden 900 milyon doların hazineye girdiğini söylemiştir. Sadece ocak ayında 900 milyon doların hazineye girdiğini söylemiştir. Buradan ifade ediyorum ki, bu doğru değildir; çünkü, birtakım özelleştirmeler yapılmıştır. Ama bu özelleştirmelerin hukuken sonuçlanabilmesi için, bunların karşılığının hazineye girebilmesi için, evvela özelleştirme yüksek kurulunun toplanıp özelleştirme idaresinin yaptığı bu ihaleleri onaylaması lazımdır. Bugüne kadar daha özelleştirme yüksek idaresi hiç toplanmamıştır. Hiçbir özelleştirme yüksek kuruldan onaylanmamıştır. Binaenaleyh, Sayın Erbakan’ın söylediği doğru değildir. Özelleştirmeden devlete girmiş beş kuruş bile yoktur.

Yine, Sayın Erbakan, iç borçların Anavatan Partisinin iktidardan ayrıldığı haziran sonunda, 27 milyar dolar olduğunu, bunun bugün 22 milyar dolara indirildiğini söylemiştir. Şimdi, hazinenin resmi rakamı elimizdedir, gerçek Başbakanın söylediğinin tersidir. Bizim 27 milyar dolar olarak bıraktığımız iç borç, bugün 30 milyar dolardır. Sayın Başbakan, burada da milleti aldatmanın peşindedir. Dolayısıyla, ekonomiyle ilgili söyledikleri doğru değildir, verdiği rakamlar doğru değildir. Tam tersine, milleti yanlış rakamlarla aldatmanın peşindedir. Onun için, ekonomiden de sınıfta çakmıştır.

Ama değerli arkadaşlarım, Şimdi Sayın Erbakan, bu kadar konuda sınıfta kaldıktan sonra, imtihanda çaktıktan sonra, bunun yükünü üzerine yakacağı birisini aramaktadır. Onu da biz olarak belirlemiştir. Şimdi, bizim demokrasi sınavından çaktığını söylemektedir. Aslında, Sayın Erbakan’ın başarısız olduğu bütün bu alanlar içerisinde, daha önce de söyledim, en fazla ülkeye zarar verdiği alan demokrasidir. Verdiği en büyük zarar, demokrasiyi tehlikeye sokmuş olmasıdır. Aslında, bu ülkede hiç kimse, Anavatan Partinin demokrasi sınavına tabi tutamaz; çünkü, biz, sekiz yıllık iktidarımız süresince, bu ülkeye gelmiş geçmiş bütün iktidarlar içerisinde, demokrasi sınavını en başarıyla vermiş olan hükümetiz ve üstelik, biz bunu sadece lafla değil, icraatımızla ispatlamış olan bir partiyiz.

Değerli arkadaşlarım, biz, sivil, demokrat ve özgürlükçü bir partiyiz. Biz, öyle ortağına göre, soldan sağa, sağdan sola savrulan bir parti değiliz (Alkışlar). Biz, daha bundan birbuçuk yıl önce, Taksim’de Cumhuriyet Halk Partisi ile beraber laiklik mitingi düzenleyip, bugün Refah Partisiyle beraber çarşafa giren, kılıktan kılığa giren bir parti değiliz. (Alkışlar) Velhasıl biz, rüzgara göre yön değiştiren bir rüzgar gülü partisi değiliz. Bizim, çizgimiz, dün neyse, 1983’te neyse, 1990’da neyse, 1997’de de aynı çizgidir. Ve bu noktada biz, demokrasinin mutlaka korunmasından ve demokrasinin önündeki engellerin kaldırılmasından yanayız. Bugün halkımız, maalesef, Refah Partisiyle askeri yönetim arasında bir cendereye sokulmak istenmektedir. Bunun adı, halk dilinde kırk katır mı kırk satır mıdır... Oysa, ülkemizin seçenekleri, onu geriye götürecek olan Refah Partisi veyahut da geçmişte olduğu gibi, ülkeye zaman kaybettirecek olan askeri yönetim seçeneklerinden ibret değildir. Bizim için asıl seçenek ve tek seçenek, demokrasi seçeneğidir. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, biraz önce burada Cemil Çiçek arkadaşım ifade etti; hakikaten bugün din konusunu Türkiye’de en önemli konulardan biri olan, en önemli konulardan birisi halime getiren, birçok özel şartlar söz konusudur. Bir kısmı söylendi, hakikaten dünyadaki bazı önemli filozoflara bakarsanız, önümüzdeki yüzyıl, dinler arasında, kültürler arasında, medeniyetler arasındaki çatışmaların öne çıkacağı bir yüzyıl olacaktır. Yani, yaşadığımız 20 nci yüzyıl gibi, ideolojiler arasında değil, komünizm, kapitalizm, liberalizm arasında değil, İslam medeniyeti ile Hıristiyan medeniyeti arasında, farklı kültürler arasında çatışmaların yaşanacağı bir yüzyıl olacaktır.

Bizim ülkemizin özelliklerinden kaynaklanan özel bir durumumuz da var. Biz, İslam Dünyası içerisinde, devleti laik kabul eden, laik devlet ilkesini uygulayan ve bunu 60-70 yıldan beri ayakta tutmaya çalışan tek Müslüman ülkeyiz. Üstelik bizim, maalesef Diyanet Teşkilatımızın- söylendiği gibi- zaafları var. Aslında, cahillerin konuşmaması gereken konularda herkesin bol bol ahkam kestiği, topluma bu konuda yön verecek yetişmiş uzman kişilerin sıkıntısını çektiğimiz bir gerçektir. Ama bakın, bütün bu sebepler, Türkiye’yi bunalıma sokmayı-geçmişte- yeterli olmadı. Komünizm, Anavatan İktidarı zamanında çökmüştü, Türkiye 70 yıldan beri laikti, Diyanet Teşkilatı da her zaman aynı zaaflar içindeydi; ama, Türkiye bugünkü krizi, bunlara rağmen, bizim iktidarımız döneminde yaşamadı. Demek ki, ilave bir unsura ihtiyaç var. Nedir o Türkiye’yi krize sokan ilave unsur: Refah Partisidir. Refah Partisinin, dini sadece kendi siyasi amaçları için istismar etmeyi amaçlayan, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu gibi, bizim tamamen insani amaçlarla, ulvi amaçlarla kurduğumuz mekanizmaları bile, kendi parti amaçlarına kullanmak isteyen anlayışı vardır. Devlet kadrolarını, çok sesli, araştıran, tartışan, devletin bütünlüğünden yana, devletin ilkelerinden yana insanlarla değil, sadece kendi yandaşlarıyla doldurmaya çalışan kadrolaşma anlayışı vardır.

Türkiye’yi bugün krize getiren, Cemil Çiçek arkadaşımın söylediği diğer sebeplerin yanında, bunlara ilaveten, Refah Partisinin bugün iktidarda olmasıdır. Refah Partisi iktidarda olmasaydı, bütün o hususlara rağmen, biz, Anavatan İktidarında olduğu gibi, Türkiye’yi bugün, böyle anlamsız bir kavgaya, kendi enerjisini, kendi gücünü kendi içinde tüketmesine yol açabilecek, heba etmesine yol açacak böyle bir kavga ortamına düşürmezdik.

Değerli arkadaşlarım, Erbakan ve Partisi, din ve vicdan hürriyetini, bırakınız genişletmeyi, ilerletmeyi, mevcut durumunda dahi korumaktan acizdir. Refah Partisinin sekiz ay zarfında din ve vicdan hürriyeti alanında attığı hiçbir adımı gösteremezsiniz. Vatandaşlara sağladığı hiçbir gelişmeyi gösteremezsiniz. (Alkışlar)....tam tersine, maalesef demokrasi gibi, din ve vicdan hürriyeti de, Sayın Erbakan’ın Başbakanlığında bugün tehlikeye düşürülmüştür.

Burada biraz önce söylenen düşünceye, temelde tamamen katılıyorum. Laik devleti korumanın yolu, öyle yasaklardan, kısıtlamalardan geçmez. Demokrasi içerisinde, laik devleti ancak özgürlüklerle, hürriyetleri daha da genişleterek sağlamlaştırabilirsiniz.

Burada açık ve kesin şekilde bir şeyi vurgulamak istiyorum: çok partili demokrasiyi yaşadığımız 50 yıldan beri Türkiye’de, başta Demokrat Parti olmak üzere, sonra Adalet Partisi olmak üzere, Anavatan Partisi olmak üzere, hürriyetlerin geliştirilmesi alanında atılan bütün adımlar, bugün Refah Partisi iktidarında tehlikeye sokmuştur. Aslında, bizim 50 yıllık demokrasi tarihimi, bir anlamda, tek parti döneminin tabularının, yasaklarının yıkılmasının tarihidir. 50 yıllık bu süreç içinde, devamlı olarak özgürlükler geliştirilmiştir. Bazıları zannetmişlerdir ki, bu özgürlükler arttığı zaman, devletin ilkeleri tehlikeye girer, laiklik yıkılabilir. Gerçek bunun tam tersidir. Tek parti döneminin dayatmacı, yasaklayıcı, baskıcı anlayışıyla milleti laiklikle bağdaştıramazsınız. Laik devletin, aslında samimi dindar olan insanlarımızın en fazla ihtiyaç duyacakları, onların hürriyetlerini en geniş şekilde, en iyi biçimde kullanacakları ortam olduğunu onlara anlatmak zorundasınız, onlara göstermek zorundasınız. Millete rağmen laik olamazsınız, milletle beraber laik olmak zorundasınız. Millete rağmen demokrasi uygulayamazsınız, demokrasinin de laik devletin de aslında millet için olduğunu, milletin lehine olduğunu millete anlatmak zorundasınız.

Burada iki tane yol var değerli arkadaşlarım, tekrar başa dönüyorum: birincisi, o tek parti döneminde Türkiye’yi yöneten Cumhuriyet Halk Partisi kafası. Yani, yasaklarla, baskılarla, kanunlarla bu işi tepeden yönetmek isteyen, vatandaşları tepeden bu çizgiye getirmek isteyen anlayıştır. İkincisi, Demokrat Partiden başlayıp, bugüne kadar Anavatan Partisi olarak en büyük katkıyı bizim yaptığımız demokratik anlayıştır. O da, vatandaşa gidip, aslında demokrasinin de, laik devletin de kendisinin lehine olduğunu, kendisi için olduğunu, laik devleti ve demokrasiyi, onu tehlikeye sokacak olan Refah Partisi gibi, istismarcılara karşı koruması gerektiğine onu ikna etmek isteyen anlayıştır, bizim anlayışımızdır, demokrasi anlayışıdır. (Alkışlar)

Unutmayın ki, Anavatan Partisinin Türkiye’de en fazla geliştirdiği üç temel hürriyet - ki bunlar teşebbüs hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve ifade hürriyetidir- bu üç özgürlük alanında 50 yıllık demokrasimiz boyunca atılan adımlar, Türkiye’de demokrasinin standardını yükseltmiş, ülkemizin gelişmesine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. hatta, bu sayededir ki, laiklik adına yapılan ve halkımızı rahatsız eden-aslında laiklikle de hiçbir ilgisi olmayan-birtakım yanlış uygulamalar ortadan kaldırılmış, bazılarının zannettiğinin tersine, bazı kesimlerdeki laikliğe dönük tepkiler ortadan kalkarak, halkımızın büyük kesiminin laik devletle barışmasına imkan sağlanmıştır.

Şimdi, bugün geldiğimiz noktada, Türkiye, yasak ve baskılarla ilerleyemez. Türkiye, 50 yıllık demokrasi tecrübesinden sonra, tek parti dönemine ve o dönemin uygulamalarına geri dönemez; bu mümkün değildir. Türk Milleti, aslında fazla bir şey istemiyor. Türk Milleti, istikrar ve huzur içerisinde, Batı Medeniyetinin kendisine sağladığı nimetleri, kendi manevi değerlerini, kendi milli değerlerini, kendi öz değerlerini koruyarak kullanmak istiyor. Milletimizin bu iradesine saygı göstermek zorundayız. milletin bu iradesine herkes saygılı olmak zorundadır.

Değerli arkadaşlarım, son yaşadığımız bu gelişmeler, 28 Şubattan bu yana yaşanan gelişmeler, Türkiye’de demokrasiyle laikliği bir arada yürütmenin ne kadar zor da olsa, ne kadar zorunlu olduğunu göstermiştir. Bu iki ilkeden birini diğerine feda edemeyiz. Ülkemiz Demokrat Partiden Anavatan Partisine kadar uzanan süreçte, merkez sağ partiler, laiklikle demokrasiyi bağdaştırabilmek için büyük gayret göstermişlerdir ve tekrar söylüyorum ki, buradaki en büyük katkı da, en büyük pay da Anavatan Partisinindir. Refah Partisinin ilacı askeri yönetim değildir. Refah Partisinin ilacı, darbe marbe değildir. Refahtan kurtulmanın yolu, öyle askeri yönetimden geçmez. Bunun yolu, ancak demokrasiden geçer. Bunu sağlayacak olan tek parti de biziz. (Alkışlar) Türkiye’yi demokrasi içerisinde, bu Refah Partisi belasından kurtarmanın bütün sorumluluğu bugün bizim boynumuzdadır.(Alkışlar) Ama, bunun için, evvela kıskançlıkla demokrasiye sahip çıkmak zorundayız. çözümü başkasında arayamayız. Asıl gücün, bu konudaki asıl sorumluluğun kendimizde olduğunu unutmamak zorundayız.

Şimdi burada bütün arkadaşlarımın, mutlaka uymalarını istediğim, farklı düşünen, nüansları olan arkadaşlarımın bile mutlaka dikkate almalarını gerekli gördüğüm Anavatan Partisinin bugünkü olaylar karşısındaki çizgisini ortaya koyacak bir kısa izaha gerek duyuyorum. Değerli arkadaşlarım, şu iki yanlıştan kaçınmalıyız: Biz, demokrasiye sahip çıkmak zorundayız, demokrasiyi korumak zorundayız. Ama demokrasiyi koruyacağız diye, Refah Partisinin yanlışlıklarına ortak olamayız. Bir kere bunu bütün arkadaşlarımın bilmesi lazım. Yani, Refah Partisiyle demokrasiyi korumak konusunda, demokrasiyi korumak için biz işbirliği yapamayız. Refah Partisiyle ittifak kuramayız. Biz, aslında demokrasiyi Refah Partisine karşı da korumak zorundayız. (Alkışlar)

Ama yapmamız gereken ikinci bir şey var, şimdi onu söylüyorum: Türkiye’yi Refahtan kurtarabilmek için, demokrasiye ters düşen şeylerin de yanında olamayız. (Alkışlar) Bizim için bir tek yol vardır, o yol demokrasi yoludur, özgürlük yoludur ve bu yolda bizim tanıdığımız, netice alacağımız, içinde çalışacağımız, gücümüzü yönelteceğimiz bir tek güç vardır, o da Yüce Meclistir. Demokrasi dışında hiçbir yolu, Meclis dışında hiçbir gücü kabul etmemiz mümkün değildir; ama, eğer bu söylediğim çerçeve içerisinde netice almak istiyorsak, Anavatan Partisi olarak, bugüne kadarkinden daha fazla çalışmak zorundayız. bunu, bütün milletvekili arkadaşlarıma söylüyorum, bütün partili arkadaşlarıma söylüyorum, bütün yönetici arkadaşlarıma söylüyorum.

Eğer Türkiye’yi askeri darbeler kurtaracak diye umudu olan varsa çalışmasın. Eğer Türkiye’yi Refah Partisi mutlu ufuklara taşıyacak diye inanan varsa, o da çalışmasın. Ama, Türkiye’nin ne Refah Partisine ne de askeri yönetimlere müstahak olmadığına inanıyorsanız, bugüne kadarkinden on kere, yüz kere daha fazla çalışmak zorundasınız. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Anavatan Partisi olarak bu sorumluğumuzu yerine getirebilmemiz için, yeni bir çalışma düzenine geçmemiz gerektiğini, geçtiğimiz aylardan itibaren tekrarlıyorum. Bunu sağlayacak birtakım mekanizmaları da kurmaya çalışıyorum. O çerçevede, bu hafta sonu Antalya’ya önümüzdeki hafta sonu da Trakya’ya iki gezi yapacağız. Milletvekili arkadaşlarımdan, geçerli mazereti olmayanların bu toplantıya katılmalarını rica ediyorum. Cumartesi günü ben Antalya’ya intikal edeceğim, Antalya’da miting yapacağız. Pazar günü Alanya’ya geçeceğiz, orada miting yapacağız. Antalya’da bütün sivil toplum örgütleriyle, meslek kuruluşlarıyla toplantılar yapacağız. Milletvekili arkadaşlarımın, her hafta düzenleyeceğimiz bu toplantılar mutlaka katılmalarını istiyorum.

Önümüzdeki hafta da aynı programı Trakya’ya uyguluyoruz. Lüleburgaz’da miting yapacağız. Yine, milletvekili arkadaşlarımdan isteyenler birkaç gün önceden oraya gidip taban çalışması yapacaklar. Ondan sonraki hafta da Manisa ve İzmir’de programımız var. Bundan sonra artık hiçbir hafta sonu Ankara’da oturmayacaksınız, haberiniz olsun. (Alkışlar)

Ayrıca, arkadaşlarımdan, aylık çalışmalarını ve bu arada yaptıkları temaslar sırasında partimizde tespit ettikleri bazı yanlış hususları, bir rapor halinde bana iletmelerini rica etmiştim. Bunu ilk şubat ayı için istedim. Her ay için arkadaşlarımın raporlarını bir sonraki ayın 10’una kadar vermelerini rica ediyorum. Bu, ilk uygulama olduğu için henüz daha bana vermeyen bazı arkadaşlarım var, onların bir an önce tamamlamasını rica ediyorum. Ama, bundan sonra her ayın 10’una kadar, bir önceki aya ilişkin arkadaşlarımızın hem çalışma raporlarını hem de tespitlerini içeren, gözlemlerini içeren raporlarını bana iletmelerini rica ediyorum. Bununla ilgili her türlü altyapı partide kurulmuştur. Bu raporlar, iller itibarıyla tasnif edilmektedir. O ildeki aksaklıklarımızın giderilmesi için, o ildeki teşkilatlarımızın daha iyi çalışması için bize yol gösterecektir. Onun için, bütün arkadaşlarımızın bu çalışmalara tam olarak katılmalarını rica ediyorum.

Ayrıca, Genel Merkezimizde, bu haftadan itibaren bir televizyon stüdyosu kurduk. Kendi Genel Merkezin kullanımı dışında, milletvekili arkadaşlarımızın da kendi seçim bölgeleriyle ilgili vermek istedikleri mesajlar olursa, onlara bu televizyon stüdyosunda özel olarak televizyon kasetleri veya ses kasetleri hazırlayacağız ve kendi seçim bölgelerinde, mahalli televizyonlarda, mahalli radyolarda bunların yayınlanmasını sağlayacağız. Bütün arkadaşlarımızın da kendi seçim bölgeleriyle ilgili bu çalışmalara tam olarak katılmalarını sağladığımız bu imkanı en geniş şekilde kullanmalarını bekliyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)