ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
SAYIN MESUT YILMAZ'IN TBMM ANAP GRUP KONUŞMASI

19 Mart 1997

Değerli arkadaşlarım, bugün Türkiye’nin gündeminde ne kadar önemli mesele varsa, hepimize endişe veren, üzerinde durduğumuz, medyanın üzerinde durduğu, Türkiye’nin tartıştığı ne kadar önemli mesele varsa, Sayın Erbakan için, bütün bu meseleler aslında suni gündem maddeleridir. Yani, Susurluktan Milli Güvenlik Kuruluna kadar, son aylarda yaşadığımız bütün önemli olaylar, Sayın Başbakan için suni olaylardır, suni gündem maddeleridir. Ya muhalefet tarafından ya da bir kısım medya tarafından suni biçimde gündeme yerleştirilmek istenen maddelerdir. Bundan dolayı da Sayın Başbakan, bu olaylarla ilgili üstüne düşen görevleri yerine getirmemekte, hatta bu olaylarla ilgili kendisine yöneltilen soruları dahi cevaplamaktan kaçınmaktadır.

Aslında, bunu yapmakla Sayın Başbakan, ülkenin gündemindeki meselelerden kaçmaktadır. Bütün meselelerle gözünü kapatmış, kendisi dışında hiçbir şey görmek istememektedir. Aslında, görmek işine gelmemektedir. Sorumlusu bizzat kendisi olduğu, kendi Hükümeti olduğu, bu olaylara, bu tabloya gözünü kapatınca, bu tablonun ortadan kalkacağına inanmaktadır. İşte, ülke gündemindeki önemli meselelerle suni gündem adını vermesi buradan kaynaklanmaktadır. Oysa, ben diyorum ki: Bugün ortadan suni bir gündem yoktur; ama, bugün ortada başka bir sunilik var, bugün ortada, zorla yaşatılmaya çalışılan suni bir hükümet vardır. Türkiye’nin gündemindeki meselelerin ele alınıp çözümlenebilmesi için, her şeyden önce, bu suni hükümetten bir an önce kurtulmamız gerekmektedir.

Değerli arkadaşlarım, burada da daha önce söyledim, 28 Haziran 1996’da kurulan bu Hükümet, Refah Partisi'yle Doğru Yol Partisinin kurdukları bu hükümet, aslında tam altı ay sonra, 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan kararlarla bitmiştir. 28 Şubattan bugüne kadar yaşadığımız, belki birkaç hafta daha yaşayacağımız süre, bu hükümetin, biraz da uzun süren cenaze töreninden başka bir şey değildir.

Şimdi, bu anlayış içerisinde Sayın Erbakan, her gün televizyonlara, milletin önüne çıkıp yalan yanlış, çelişkili, tamamen milleti aldatmayı amaçlayan birtakım bilgiler, birtakım rakamlar vermektedir. Aslında, bu çok eski bir hiledir. Verdiğiniz rakamların, bir süre için de olsa, doğru olmadığının anlaşılmasının zaman alacağını ve bu zaman içerisinde de milleti aldatacağınızı; yani, yalanınızın geç ortaya çıkacağını varsayan çok eski bir hiledir. İngiliz başkanlarından Chercil, bir konuşmasında saatlerce birtakım rakamlar sıralamış, konuşmasından sonra danışmanı başbaşa görüşürken demiş ki kendisine: “ Yahu, o kadar çok rakam verdiniz ki, bunları bizden isteseydiniz, bizim bu rakamları hazırlayıp size vermemiz altı ay sürerdi” Churcil demiş ki: “ Üzülme, rakiplerimin de bunların doğru olmadığını anlaması yine altı ay gerektirir” (Alkışlar). Erbakan’ın yaptığı, aslında bundan farklı bir şey değildir. Yani Erbakan’ın ekonomiyle ilgili verdiği bütün rakamlar yanlıştır. Bütün rakamlar hayali rakamlardır ve bunları yaparken bir tek düşüncesi vardır: nasıl olsa bunların doğru olmadığının anlaşılması zaman alacaktır. O zaman da benim lehime çalışacaktır; ama, bu bütün rakamlar için geçerli değil. Erbakan’ın bazı verdiği yanlış rakamlar şu anda bile ortaya çıkmıştır.

Geçen hafta da söyledim, denk bütçe yaptığını iddia ediyor Sayın Erbakan. Denk denilen bütçenin ocak ayındaki açığı 129 trilyon lira olmuştur. Senenin daha birinci ayında, 1 kuruş bile yatırım ödeneği serbest bırakılmadan, devlet bütçesinden 1 kuruş yatırım yapılmadan, bu maaş atışları da daha verilmemişken, ocak ayında bütçenin açığı 129 trilyon liradır. Ama, rakamları resmen açıklamadılar. Çünkü, Erbakan çıktı bu kürsüden kendi Grubuna açıkça yalan söyledi: 128 trilyon lira açık veren ocak ayı bütçesini, 9 trilyon lira fazla vermiş gibi söyledi. O yüzden Martın 19’una geldik, hala ocak ayının bütçe rakamlarını açıklamıyorlar. Ama, bizim elimizde şimdi şubat ayının rakamları da var. Sayın Başbakan ve onun Maliye Bakanı, geçen gün basın toplantısında şubat ayında da denk bütçenin doğrultusunda netice alındığını söylediler. İşin doğrusu, şubat ayında da bütçe 116 trilyon lira açık vermiştir. İki ayın toplam açığı, 245 trilyon liradır.

Tekrar dikkatinizi çekiyorum; bu iki ay zarfında bütçeden 1 kuruş yatırım ödeneği serbest bırakılmamıştır. Bu söylenen memur maaşlarına ek zamlar filan bütçeye girmemiştir. Bunlar olmadan bütçe iki ayda, neredeyse 250 trilyon lira açık vermiştir ve iddia ediyorum: Bundan sonra da her ay bu bütçe açık vermeye mahkumdur. Sene sonundaki açık da 2,5 katrilyon civarında olacaktır. Ama, Sayın Erbakan’ın hesabı, sene sonuna kadar daha vakit vardır, biz rakamları açıklamayız. Milletin kafasını da yalan yanlış rakamlarla eğer çarpıtabilirsek, rakamları çarpıtabilirsek, millet aldatabilirsek, o zaman içerisinde siyaseten olayları istediğimiz gibi yönlendirebiliriz. Mantıkları budur.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Erbakan, ekonominin iyi gittiğini iddia ediyor. Peki, ben soruyorum: Eğer ekonomi iyi gidiyorsa, uluslararası reating kuruluşları, uluslararası değerlendirme kuruluşları, neden birbiri ardına her hafta birisi Türkiye’nin kredi notunu düşürüyorlar? Niye Türkiye dünya piyasalarından yüzde 8, yüzde 10 fazla faizle kredi kullanmak mecburiyetinde kalıyor? Niye emeğimiz faize gidiyor? Niye, biraz önce Biltekin Özdemir arkadaşımın söylediği gibi, Türkiye’de faizler bu Hükümet zamanında, Sayın Erbakan’ın iktidarında her zamankinden daha fazladır. Daha dün bir hazine ihalesi yapıldı, yıllık faiz yüzde 111’dir. Daha üç ay önce faizler yüzde 80-90’lara inmişti. Şimdi yine yüzde 111’e çıktı. Şubat ayı sonundaki enflasyon yüzde 80. Binaenaleyh, Erbakan’ın masallarıyla, onun verdiği yanlış rakamlarla, hayali birtakım bilgilerle hiç kimse Türk ekonomisinin sağlıklı bir yolda olduğu evhamına kapılmamalıdır. Maalesef, ekonomi, devamlı olarak buradan vurguladığımız gibi, sadece günü kurtarmayı amaçlayan, her türlü hedefini kaybetmiş, bugünkü koalisyonun siyasi amaçlarına hizmet eden bir yönetim anlayışıyla yönetilmektedir. Bakın, bu yüzden nisan ayında IMF ile yapılması hedeflenen görüşmeler Mayıs ayına ertelenmiştir.

Değerli arkadaşlarım, biraz önce buradan bu konuda da bilgi verildi. Memur maaşlarıyla ilgili olarak, Anavatan Partisi olarak, bizim verdiğimiz gensoru önergesi, bizim bu meseleyi devamlı olarak gündemde tutmamız, devletin kendi memurları arasında silahlı-silahsız ayırımı yapamayacağını devamlı olarak vurgulamamız, sonunda bu hükümetin yanlışını anlamasına yardımcı olmuştur. Bu hükümet, bu uyarılarımız sonunda yaptığı yanlışı anlamıştır ve işte, bildiğiniz gibi, evvelsi gün memur maaşlarıyla ilgili yeni bir düzenleme yapılmıştır.

Şimdi, bu düzenlemeyle ilgili çok gürültü koparılmaktadır. Sayın Erbakan, bunun bir mucize olduğunu söylemektedir. Şimdiye kadar hiçbir zaman memurlara bu kadar büyük maaş artışı sağlanmadığını iddia etmektedir. Ben size sadece iki şey söylemek istiyorum; 1991 yılında Anavatan İktidarında 1’in 4’ünden en yüksek maaş alan bir genel müdürün o gün aldığı maaşın dolar karşılığı 1 068 dolardır. Bu evvelki gün yapılan, Sayın Erbakan’ın mucize dediği maaş artışından sonra, aynı genel müdürün dolar karşılığı 962 dolardır. Öğretmende, 1991’de 518 dolar olan maaş, bu son artıştan sonra 380 dolar olmuştur. Yani, dolar bazında baktığınız zaman, satın alma gücü bazında baktığınız zaman, yapılan bu artışlardan sonra dahi - ki bu artışların ne kadar adaletsiz olduğu biraz önce söylendi, ben de biraz sonra onun örneğini vereceğim- en fazla artış sağlanan 1 inci derecedeki memurlarda dahi, dolar bazında, 1991 yılına göre yüzde 30’ a varan bir düşüklük söz konusudur.

İkinci bir adaletsizlik; kendi içinde yapılan adaletsizliktir. Biraz önce Biltekin Özdemir arkadaşım söyledi, vaiz olarak görev yapan bir din görevlisinin- Biltekin arkadaşım yüzde 75 dedi- eğer 3 üncü derecenin 8 inci kademesinden maaş alan bir vaiz söz konusu ise, bu son yapılan artışla maaşında sağlanan ilave oran yüzde 96,1 olmaktadır. Yani, 3 üncü derecenin 8 inci kademesinden maaş alan bir vaize, bu son yapılan artış yüzde 96’lık bir ilave getirmiştir maaşına. Buna karşılık, 20 sene görev yapmış olan, 1 inci derecenin 4 üncü kademesindeki bir öğretmenin bu artıştan sağladığı ilave maaş oranı sadece yüzde 9,9 ‘dur. Yani, vaize yüzde 96, öğretmene yüzde 9’luk bir ilave artış sağlanmıştır. Bunu adaletle bağdaştırmak mümkün değildir. Bu kadar adaletsiz bir düzenleme üzerinde adil düzen iddiasıyla ülke yönetebilmek mümkün değildir.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Erbakan, dün yaptığı Grup Toplantısında bu kürsüden, bugüne kadar yaptığı icraatla ilgili olarak, İdi Amin gibi kendi kendisine madalyalar dağıtmış. Kendi kendisine madalya takmış... (Alkışlar) Bakın, burada taktığı madalyaları söylüyorum: evvela, iki parti çok uyumlu oldukları için bu Hükümetin birinci madalyasını kendi kendisine layık görmüş Sayın Erbakan! Doğrusu, bu ortakların uyum içinde oldukları doğrudur. Ama, bizim devamlı vurguladığımız bir şey var: önemli olan, ortakların kendi arasındaki uyum değildir. Hele o uyum gayri ahlaki birtakım amaçlar etrafında sağlanmış bir uyum ise, o uyum hiç önemli değildir, hatta o uyum zararlı bir uyumdur. Siyasete de, ülkeye zarar veren bir uyumdur. Asıl önemli olan, Hükümetle devletin uyumudur, milletin uyumudur. Şimdiye kadar hiçbir hükümet, devletin temel kurumlarıyla, kamuoyunun büyük bölümüyle bu Hükümet kadar büyük bir uyumsuzluk içinde olmamıştır. Dolayısıyla, bu madalya hak edilmiş bir madalya değildir.

İkincisi, denk bütçe madalyası imiş! Denk bütçenin ne olduğunu biraz önce söyledim. Hiç yatırım yapılmayan ilk iki ayında, 250 trilyon lira açık veren, sene sonunda da muhtemelen 2,5 katrilyon lira açık verecek olan bir bütçe söz konusudur. Denk bütçeden dolayı da bu hükümete madalya vermek maalesef mümkün değildir.

Diğer madalyalara gelince; bütçeyi denk olarak yürüttükleri için üçüncü madalyayı almış! Onun da nasıl bir aldatmaca olduğunu söyledim. İki aylık performansları ortadadır.

Yatırımları hız verdikleri için dördüncü madalyayı söylemiş! Ocak Şubatta yapılan 1 kuruşluk yatırım söz konusu değildir. Bu da sahte bir madalyadır.

İç borçları azalttığı için beşinci madalyayı kendi kendisine reva görmüş! Maalesef, burada da milleti aldatmaya yönelik bir yanlış beyanı düzeltmek zorundayım. Bizim bıraktığımızda iç borçların toplam tutarı 27 milyar dolardır. Sayın Erbakan çıkmıştır, bunu 22 milyar dolara indirdiklerini söylemiştir. Oysa, devletin resmi rakamlarına göre, bugün Türkiye’nin iç borç stoku 3,6 katrilyon liradır. Bunu da 120’ye, yani şu anki dolar kuruna bölerseniz, yaklaşık 30 milyar dolardır. Yani, 8 ay içerisinde 27 milyar dolar olan iç borcu, 30 milyar dolara çıkarmışlardır. Sayın Erbakan’ın bir ifadesi için “Yalan” tabirini kullanmaktan üzüntü duyuyorum; ama, ben daha önce kendisini uyardım; bu rakamların doğru olmadığını, milleti aldatmaması gerektiğini defalarca dile getirdim. Buna rağmen, eğer Sayın Başbakan yanlış beyanlarda, milleti aldatmaya yönelik rakamlarda ısrar ederse, bize düşen de, onun bu fiilini doğru kelimelerle tavsif etmektir.

Değerli arkadaşlarım, diğer bir madalya, faizleri hızla düşürmekmiş! Faizleri hızla düşürdükleri için kendi kendilerine madalya takmışlar. Faizlerin nereye geldiğini söyledim; dünkü ihalede devlet tahvillerine ödenecek olan faiz yüzde 111 olmuştur. Bu, üç ay öncesine göre yaklaşık yüzde 20’lik bir artışı ifade etmektir. Dolayısıyla faizlerin azalması değil, tırmanması gündemdedir.

Öbür madalyanın sebebi olarak, atılımdaki hızlılık! Demişler. Bundan ne kastettiklerini bilmiyorum. Neyin atılımıdır, hangi hızlılıktır, onu anlamadım.

Acı reçete yerine tatlı reçete verdikleri için başka bir madalyayı kendi kendilerine layık görmüşler! Bu acı reçete yerine verdikleri tatlı reçete, biraz önce söylediğim milleti aldatma fiilinden başka bir şey değildir.

Memura ve köylüye üç misli para verdikleri için başka bir madalyayı haklı görmüşler! Buradaki bir endişemi dile getirmek istiyorum. Maliye Bakanı iki gün önce yaptığı basın toplantısında, işte memurlara bu artışları verirken, aynı zamanda önümüzdeki dönemle ilgili de bir taahhütte bulunmuştur. Şimdi, işte bu adaletsiz oranlarda maaş artışı sağlanırken, bunun 1 Ocaktan itibaren ödeneceği söylenmiştir; ama, önümüzdeki temmuz ayında Nisan-Haziran ayları arasındaki enflasyon kadar, bir ilave maaş artışının, ondan üç ay sonra da, o üç aylık enflasyon kadar bir artışın daha memurlara ödeneceği ifade edilmiştir. Bu esel mobil sistemidir; yani, enflasyona endekslenmiş maaş artışı demektir. Bugün dünyada esel mobil hiçbir ülkede uygulanmamaktadır.

Geçmişte Güney Amerika’da, İtalya’da bazı ülkelerde uygulanmış, uygulandığı bütün ülkelerde olumsuz sonuç vermiştir; çünkü, esel mobil denilen sistem, enflasyonu kamçılayan bir sistemdir, artıran bir sistemdir. Enflasyonu artırdığı zaman, esel mobil yoluyla enflasyonu kamçıladığı zaman, memura para olarak verdiğinizi devamlı olarak enflasyonla ondan geri alırsınız. Bu, bizim Anavatanın eskiden beri söylediğimiz kaşıkla verip, kepçeyle geri alma yöntemidir. Hiçbir ülkede enflasyonun aşağı çekilmesine hizmet etmemiştir. Dolayısıyla bugün hiçbir yerde uygulanmamaktadır. Dünyada tedavülden kalkmış olan böyle bir sistemi, Refah Partisi şimdi yeni bir buluş olarak Türkiye’ye takdim etmektedir. Bu sisteme Türkiye’de enflasyonu aşağı çekmek mümkün değildir.

Nitekim, evet, esel mobil sistemi, aslında bir yerde enflasyona teslim bayrağı çekmek demektir, enflasyona teslim olmak demektir. Nitekim, söyledim, şubat sonunda enflasyon yüzde 80 olmuştur. Her ay elektriğe, akaryakıta yüzde 7, yüzde 8 zam yapılmaktadır. Sene sonunda enflasyonun yüzde 90’ın üzerine çıkması kaçınılmaz görünmektedir. Bu bütçe açığıyla, bu devamlı KİT ürünlerine yapılan zamlarla enflasyonun yüzde 100 civarında olması kaçınılmaz görünmektedir.

Dolayısıyla, eğer Hükümet, hakikaten memurunu enflasyona ezdirmeme gibi bir hedef güdüyorsa, sene sonunda, enflasyon kadar, yüzde 100 oranında bir zammı sağlaması lazımdır memuruna. Oysa, bütçede personel ödenekleri olarak ayrılan miktarla, haziran ayından itibaren yapabilecekleri toplam artış yüzde 6’dır. Dün Grup Yönetimindeki arkadaşlarla, Biltekin Bey'le toplantı yaptık. Bütçede yer alan personel ödeneklerinin - şu ana kadar isaf edilmiş olan, bundan sonra bu artışla haziran sonuna kadar ödenecek olan miktarını dikkate alırsanız, ikinci altı ayda memur maaşlarına sağlayabilecekleri artış- bu ödenekler içerisinde kalarak, yani denk bütçe içinde kalarak- sadece yüzde 6’dır. Dolayısıyla verilen rakamlar yanlıştır, verilen hedefler hayali hedeftir.

Ama, şimdi ben diyorum ki: Sayın Erbakan bu kadar kötü icraatına rağmen, yarını bugünden feda eden, mevcut sorunların hiçbirine kalıcı çözüm getirmeyen bütün bu icraatına rağmen, kendi kendisine 12 madalya veriyorsa, herhalde madalya takmaya çok ihtiyacı vardır. Onun için, ben teklif ediyorum: bu hükümete biz madalya verelim... (Alkışlar) Ben düşündüm, bu hükümete kaç tane madalya verebiliriz diye, ancak 6 tane madalya verebiliyoruz.

Bu hükümete vereceğimiz birinci madalya: Adalet cellatlığı madalyasıdır. (Alkışlar) Yolsuzlukları örtbas ettikleri için, kendi verdikleri yolsuzluk önergelerini kendi oylarıyla koltuk uğruna kapattıkları için, evvela bu hükümete adalet cellatlığı madalyasını vermemiz lazım.

İkinci olarak vereceğimiz madalya; Susurluk özel madalyasıdır (Alkışlar). Biraz önce Meclis Araştırma Komisyonu Üyesi Metin Öney arkadaşım da anlattı, Mecliste kurulan Susurluk Komisyonunun geldiği nokta ortadadır. Tıpkı yolsuzluklarla ilgili soruşturma komisyonları gibi, maalesef, bu konuda kurulan meclis araştırma komisyonu da, gerçeği ortaya çıkarmak için değil, partizanca amaçlarla gerçeği örtbas etme noktasına gelmiştir. Arkadaşlarım haklı olarak böyle bir amaca alet olmamak için gerekli tavrı ortaya koymuşlardır. Alternatif bir rapor da hazırlayacaklardır, muhalefet raporu da hazırlayacaklardır; ama, her halükarda bu Hükümetin Susurluk olayı ile ilgili gerçek niyeti ortaya çıkmıştır.

Biliyorsunuz, daha önce de Sayın Başbakan bu konuyla ilgili soruşturma açtırdığını söylemişti. Ben böyle bir soruşturma olmadığını, bunun bir incelemeden ibaret olduğunu söyledim. Nitekim, 15 gün sonra, ortada herhangi bir soruşturma raporu olmadan, Teftiş Kurulunun bu olayla ilgili görevine son verdiler. “ Elimizdeki bilgileri de DGM’ye veriyoruz” deyip, Teftiş Kurulunu devre dışı bıraktılar. Binaenaleyh, Susurluk olayını kapatma konusunda, bu olay kendilerine uzandığı için, kendi ortaklarına uzanacağı için, Susurluk olayını kapatma konusundaki iradeleri açıkça ortaya çıkmıştır. Şimdi, Meclisi de buna alet etmeye çalışmaktadırlar. Bu üstün başarılarından dolayı ben kendilerine Susurluk özel madalyasını teklif ediyorum!... (Alkışlar)

Bir üçüncü madalya ne madalyası verebiliriz diye düşündüm; Türkiye’nin dünyadaki itibarını artırdıkları için, Türkiye’nin, başta Libya olmak üzere, yabancı devlet başkanları tarafından onore edilmesini sağladıkları için, muzaffer Roma İmparatorluğu kahramanlık madalyasını verelim! (Alkışlar)

Dördüncü madalya ne madalyası verebiliriz diye baktım; devlette - bu bir ay önceki rakamdır- 67 bin kişilik toplam bir kadrolaşmayı, devlette kendi militanlarını yerleştirme operasyonunu başardıkları için kadro kıyım harekatı özel madalyasını verebiliriz! (Alkışlar)

Beşinci olarak, medyayı susturma konusunda, gerçekten kendi işine gelmeyen basını, gerçekten bağımsız olan basını; yani, henüz daha devlet imkanlarıyla beslemedikleri, kendi propagandalarına alet olmayan basını susturmak için çıkardıkları kanunlar, yaptıkları uygulamalardan dolayı medya-savaş özel madalyası verebiliriz! (Alkışlar). Ama, benim verebildiğim son madalya da Milli Güvenlik Kurulu kararıyla Türkiye’de demokrasiyi yeniden tartışılır hale getirdikleri için, Türkiye’de bir müdahale ihtimali yeniden Türkiye’nin gündemine - Sanıyorum işte 15 sene sonra, ilk defa- başardıkları için, demokrasi özel madalyası verebiliriz! (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, 1997 yılı, yani içinde bulunduğumuz yıl, sadece Türkiye için değil, aynı zamanda Avrupa için, dolayısıyla bütün dünya için hayati önem taşıyan bir yıldır. Denilebilir ki, dünyadaki dengelerin yeniden oluşmasında, Avrupa’nın bu dengeler içerisinde en önemli unsurlardan birisi olarak yeniden şekillenmesinde 1997 yılı, tayin edici bir öneme sahip olacaktır. Bakın, bu yıl içerisinde, işte önümüzdeki günlerde Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya arasında Helsinki’de bir zirve toplantısı vardır. Bunun arkasından, haziran ayında Amsterdam’da Avrupa Birliğinin bir toplantısı yapılacaktır. Bu toplantı, Avrupa Birliğinin genişlemesiyle ilgili bir toplantı olacaktır. Avrupa Birliğine katılacak aday ülkelerin belirleneceği bir toplantı olacaktır. Temmuz ayında Madrid’de NATO’nun genişlemesiyle ilgili, yani Avrupa Birliğinin savunma boyutunun geleceğiyle ilgili bir toplantı söz konusudur. Yine, bu yılın ikinci yarısında Amerika Birleşik Devletleri ile Çin arasında bir zirve toplantısı vardır ve nihayet aralık ayında da Lüksemburg’da Avrupa Birliğinin genişlemesiyle ilgili nihai bir zirve toplantısı olacaktır.

Şimdi, hepinizin bildiği gibi, bu toplantıların hepsinde gündem maddelerinden birisi Türkiye’dir. Nitekim, geçtiğimiz hafta içerisinde ve ondan önceki hafta, Avrupa Birliğinin kendi içinde iki toplantısı olmuştur. Birincisi, Belçika’nın Brüksel şehrinde yapılan Avrupa Birliğine dahil Hıristiyan Demokrat Parti Liderlerinin toplantısıdır. O toplantıda, maalesef Türkiye’yi çok rencide eden bir karar alınmıştır. Bu karar, siyasi bir karardır; bu karar, aynı zamanda haksız bir karardır.

Türkiye’nin ne bugün ne de ileride, hiçbir zaman Avrupa Birliğine tam üye olamayacağı yönünde bir ilke kararı alınmıştır. Daha sonra Avrupa Birliğine dahil dışişleri bakanlarının Hollanda’nın Apeldon şehrinde yaptıkları toplantıda, bu kararı biraz yumuşatan, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkisini devam ettirmeyi amaçlayan, hiç olmazsa tam üyeliği belirsiz bir hedef olarak dahi muhafaza etmeyi öngören bir başka karar alınmıştır. Aslında, son alınan karar Türkiye’ye bir zafer gibi takdim edilmeye çalışılmaktadır.

Bunun zaferli filan ilgisi yoktur; çünkü, bir ilerleme anlamına gelmemektedir. Bu, sadece, daha önce Hıristiyan Demokrat Parti Başkanlarının aldıkları kararın bir anlamda yumuşatılması, ondan geriye dönüş anlamında bir karardır. Türkiye’ye ufuk açan bir karar değildir. Sadece, Türkiye’ye karşı alınmış olan, demin dediğim gibi, haksız ve siyasi bir kararın bir anlamda revize etmeyi amaçlayan, bunu da gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği belli olmayan bir karardır; çünkü, hepinizin bildiği gibi, Avrupa Birliğinin genişlemesi, Avrupa Birliğine yeni tam üyelik müracaatlarının sonuçlandırılması, Avrupa Birliğine dahil 15 üyeden herhangi birisinin veto edebileceği nitelikte kararlardır. Yani, bir ülke istemese dahi siz tam üye olamazsınız. Dolayısıyla dışişleri bakanlarının almış oldukları ve Türkiye’yi hiç olmazsa biraz teselli etmeyi amaçlayan kararın ne kadar etkili olabileceğini şu anda ölçmek mümkün değildir. Maalesef, Türkiye’ye karşı, özellikle bugünkü hükümetin politikasının belirsizliğinden, bugünkü hükümetin kendi iç çelişkilerinden dolayı Avrupa Birliğinde çok güçlü bir direnç söz konusudur.

Değerli arkadaşlarım, bunu da bir ölçüde anlayışla karşılamak zorundayız. Eğer Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Başbakanı, Avrupa Birliğini bir Hıristiyan kulübü olarak niteliyorsa, o Hıristiyan Kulübünde Türkiye’nin işi olmadığını söylüyorsa, Türkiye’nin dünyadaki hedefinin İslam alemiyle bütünleşme olduğunu söylüyorsa, Avrupa Birliği yerine İslam Ülkeleriyle ortak Pazar oluşturmak, Türkiye’nin resmi dış politikası olarak ifade ediliyorsa, Avrupa Birliğinin bütün bunları duymazlıktan gelmesi, buna karşı Türkiye’ye karşı tavır değişikliği göstermemesini beklemek safdillik olur. Dışarıdan baktığınız zaman, Avrupa’dan baktığınız zaman, Türkiye’de şu anda bir koalisyon hükümeti vardır. Bu koalisyon hükümetinin büyük ortağı Avrupa Birliğini düşman gibi görmektedir. Avrupa Birliğini bir Hıristiyan birliği olarak görmektedir. Aynı koalisyonun diğer ortağı ise, Avrupa Birliğine katılmayı kendisine misyon edinmiştir. Hiç olmazsa sözde, en büyük misyonun, en önemli misyonunun, Türkiye’yi Avrupa Birliğine sokmak olduğunu söylemektedir. Dışa karşı bu kadar çelişkili resim veren bir ülkenin dışarıda saygınlık görebilmesi, ciddiye alınabilmesi mümkün değildir.

Kaldı ki, bakın, bu söylediğim toplantılar, hepsi önümüzdeki 6 ayın, 8 ayın içinde yapılacak toplantılardır. Bugün bu konularda Refahyol Hükümetinin, yani şu anda işbaşında olan Koalisyon Hükümetinin herhangi bir hazırlığının, belirlenmiş bir politikasının olduğunu söyleyebilmek dahi mümkün değildir. Maalesef, hiçbir ciddi hazırlık söz konusu değildir. Dünya yeniden şekillenirken, Avrupa’nın sınırları belirlenirken, Avrupa Birliğinin genişlemesi karara bağlanırken, bu konularla en fazla ilgilenmesi gereken Türkiye Cumhuriyetinin Dışişleri Bakanı, Meclisten kaçmakta, hastane teftişleriyle uğraşmaktadır. Hastane teftişleri yetişmemiştir, şimdi de önümüzdeki günlerde karakol teftişlerine çıkacağını söylemektedir! (Alkışlar) Herhalde, bu durumda Dışişlerimizle de İçişleri ve Sağlık Bakanlarımızın ilgilenmesini beklemek zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, bakın burada bir yanlışlığı da düzeltmek zorundayım, bunu da hepinizin yapmasını istiyorum. Anavatan Partisi olarak Avrupa Birliğine tam üyelik müracaatını biz yaptık. 1987 yılında Anavatan İktidarında biz Avrupa Birliğine tam üye olmak için müracaat ettik. 1989 yılında, bizim müracaatımızı incelediler, bize cevap verdiler. Verdikleri cevap şudur: Türkiye, Ankara Antlaşması ve diğer anlaşmalar mucibince, Avrupa Birliğine tam üye olmaya ehil bir ülkedir. Yani, Türkiye, Avrupa Birliğine üye olma hakkına sahip bir ülkedir. Kullandıkları kelime “ Eligible” dir, ehil ülkedir; ancak, Türkiye’nin bugünkü durumu, yani 1989 yılındaki durumu, Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerinin başlatılması için elverişli değildir. Türkiye’nin ekonomik açıdan, demokrasi standartları açısından yapması gereken birtakım iyileştirmeler gereklidir. Avrupa Birliği, Türkiye ile ortak bir takvim içerisinde bu iyileştirmelerin yapılmasına yardımcı olacaktır. Türkiye, bu iyileştirmeleri yaptığı zaman, Avrupa Birliği ile ortak standartlara eriştiği zaman da, Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakereleri başlatılacaktır. Bize 1989’ da söyledikleri budur.

Değerli arkadaşlarım, aradan 8 sene geçmiştir. 1997 yılında bize söyledikleri, 1989 yılında söylediklerinden farklıdır. Bugün bize söyledikleri: Siz, Avrupa Birliğine tam üye olmaya ehil değilsiniz. Daha doğrusu, bugün üzerinde tartışılan - biraz önce söylediğim- Brüksel’de farklı söyledikleri, Hollanda’da farklı söyledikleri husus, Türkiye’nin tam üye olmaya ehil olup olmadığı meselesidir. Bugün tartışılan nokta budur. Dışişleri Bakanının söylediği, Anavatan zamanında Özal’ın yaptığı tam üyelik müracaatının Avrupa Birliği tarafından reddedildiği, tıpkı Erbakan’ın bütçe rakamları gibi yalandır. Böyle bir şey söz konusu değildir. Anavatan İktidarında, Avrupa Birliği Türkiye’yi hiçbir zaman reddetmemiştir; tam tersine, Türkiye’nin üyelik hakkını teslim etmiştir. Ama, bunun ancak belli bir zaman içerisinde ve Türkiye’deki bazı gelişmeler sonucunda mümkün olabileceğini ifade etmiştir.

Bugün gelinen noktada, 8 yıl sonra, Refahyol Hükümeti yönetimindeki Türkiye’ye söylenen: Türkiye’nin ehil olmadığıdır. Tartışılan husus, tam üyeliğe ehil olup olmama tartışmasıdır. Bugün hükümetin hedeflediği husus, Avrupa Birliğine tam üye olmak değildir, 2005 yılında, 2010 yılında tam üye olabilecek aday ülkeler arasına girebilmektir. Maalesef, 8 yıl öncesinden çok daha geri bir noktadayız. Türkiye’nin bugün bu noktaya gelmiş olması, her alanda olduğu gibi, ekonomide, diğer bütün alanlarda olduğu gibi, bu noktaya gelmiş olması, doğrudan doğruya Anavatan iktidarından bugüne yaşadığımız gelişmelerin, Anavatan iktidarından bugüne kadar olan yönetimlerin hatalarının sonucundadır.

Gümrük Birliği, Türkiye’ye bir başarı gibi takdim edilmiştir. O zaman söyledim, bugün de söylüyorum: Gümrük birliğinin övünülecek bir tarafı yoktur. Gümrük birliği ile Türkiye, Avrupa Birliğinin, anlaşmalara göre sağlanması gereken birtakım karşılıkları elde etmeden, onların istedikleri kendi vecibelerini yerine getirmiş olmaktadır. Gümrük birliği, Türkiye açısından son derece olumsuz şartlarda yapılmıştır. 1995 Martında imzalanan Gümrük Birliği Anlaşmasında, Türkiye’nin yerine getirmesi istenen hususlar, maalesef, bugün yerine getirmekte zorlandığımız, önümüzdeki yıllarda imkansızlığa düşebileceğimiz hususlardır. Gümrük Birliği anlaşmasında bize kabul ettirilen hususlardan birisi şudur: Türkiye, Avrupa Birliğinin kendi karar organlarının kabul ettiği ortak gümrük tarifesi uygulayacaktır. İkincisi Avrupa Birliğinin diğer ülkelerle, üçüncü ülkelerle kendi yaptığı anlaşmalara aynen uyacaktır.

Değerli arkadaşlarım, bu ülkelerin içinde Güney Kıbrıs da vardır. Bunun için Türkiye’ye bir süre verilmiştir; 2001 yılına kadar, yani önümüzdeki 4 yıl içinde, Türkiye’nin Avrupa Birliğinin anlaşma yaptığı bütün ülkelerle, tıpkı şu anda Avrupa Birliğine tam üye olan ülkeler gibi, bu anlaşmalara uyması yükümlülüğü vardır. Üç sene içerisinde, önümüzdeki dört sene içerisinde Türkiye’nin Kıbrıs meselesini çözümleyip, Avrupa Birliği-Güney Kıbrıs arasındaki bu anlaşmanın maddelerini yerine getirebilmesi, bir mucizeye bağlıdır; ama, Türkiye, iki sene önce attığı imzayla bunu tekeffül etmiştir, bunu taahhüt etmiştir. “2001 yılına kadar, ben Güney Kıbrıs ile aramda Gümrük Birliği kuracağım” Yani, Türkiye’den Güney Kıbrıs’a mal ihracı, Güney Kıbrıs’tan Türkiye’ye mal ithali tamamen serbest olacak diye, Gümrük Birliği anlaşmasında bunu kabul etmiştir.

Yine, o zaman karşı çıktığımız bir husus; Türkiye, o anlaşmayla Avrupa Birliği Adalet Divanının vermiş olduğu ve vereceği bütün kararlara uymayı kabul etmiştir. Bu kararlardan birisi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine ambargo uygulaması kararıdır. Şimdi, Avrupa Birliğinin anlaşma yapmış olan bu organlarında Türkiye temsil edilmemektedir, Türkiye’nin söz hakkı yoktur. Avrupa Birliğinin Adalet Divanında Türkiye’nin temsilcisi yoktur. Bizim dışımızda verilen bütün kararlara biz uymayı kabul etmişizdir. Gümrük Birliği Antlaşması, Türkiye açısından bir aymazlık örneğidir. Başına nelerin geleceğini hesaplamadan, sadece önünde yapılacak olan bir seçimde, seçim malzemesi olarak kullanmak uğruna, Türkiye bu meseleyi tartışmadan, yeterince olgunlaştırmadan, ali menfaatlerini dikkate almadan, Meclisinde görüşülmeden, bir siyasi propaganda malzemesi olarak kullanmıştır o günkü Hükümet tarafından.

Şimdi, bugün eğer Sayın Çiller, kendisini Avrupa Fatihi gibi takdim etmeye çalışıyorsa, Avrupa Birliği ile Türkiye’yi bütünleştirmeyi, en önemli siyasi misyonu olarak dile getiriyorsa, bunu samimiyetle bağdaştırmak mümkün değildir. Bu, olsa olsa, önümüzdeki seçimler için yeni bir seçim malzemesi arayışından başka bir şey değildir.

Değerli arkadaşlarım, bakın, bu Hükümetin öbür ortağı, Refah Partisi, 1989 yılında biz Avrupa Birliğine tam üyelik müracaatımızı yapıp, biraz önce ifade ettiğim, Avrupa Birliğinin cevabını aldığımız zaman, bu partinin yetkilisi, şu anda Genel Başkan Yardımcısı olan Süleyman Arif Emre: “ Devletimizin Bağımsızlığı ve Avrupa Topluluğu” diye bir kitap yayımlamış. Bu kitapta bir suç duyurusu yapıyor. Kimin hakkında; bizi hakkımızda, o günkü Anavatan İktidarı hakkında. Suç duyurusunun konusu: Vatana ihanettir. İçinde yazıyor, vatana ihanet suçu işlemiş Anavatan İktidarı. Neden vatana ihanet suçu işlemiş? Çünkü, Avrupa Birliğine tam üye olmak demek, Türkiye’nin egemenlik haklarından vazgeçilmesi demekmiş! Türkiye’nin egemenlik haklarının başka bir otoriteye devredilmesi demekmiş! Bundan dolayı vatana ihanet suçu işleyen kişiler ve kuruluşlar hakkında gerekli kanuni işlemlerin yapılması için bu kitabı yazmış ve bu kitabı da, Cumhurbaşkanlığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ve Cumhuriyet Başsavcılığına ithaf eden bir suç duyurusu şeklinde kaleme almış.

Şimdi, bu kitabı yazan şu anda Refah Partisinin Genel Başkan Yardımcısı. Sanıyorum dün veya önceki gün basın toplantısı yaptı, 1989’da dile getirdiği görüşlerle bugün dile getirdiği görüşler arasında bir farklılık yok. Söylediği yine aynı şeydir. “ Avrupa Birliği, bir federal devlet şeklinde gelişmektedir. Türkiye’nin bu birlik içinde yer alması, Türkiye’nin egemenlik haklarının ortadan kalkması anlamına gelir” demektedir. Belki farklı olarak burada ifade edilen husus, Avrupa Birliğinin bir Hıristiyan birlik olduğu, Türkiye’nin bu birlik içerisinde yer almasının, aynı zamanda Türkiye’nin bu birlik içerisinde yer almasının, aynı zamanda Türkiye’nin kendi değerlerinin de terk edilmesi anlamına geleceğidir.

Bakın, bu kitaba bir de takdim yazısı yazmışlar, yazıyı yazan da bugünkü bir milletvekilleri, Bahri Zengin. O da diyor ki: “ Şehitlerimizin kanları hiçe sayılırcasına yeni bir kölelik halkası kendi ellerimizle boynumuza geçirilmeye çalışılıyor. Türkiye, kendi dışındaki bütün üyeleri Hıristiyan olan Avrupa Topluluğuna tam üye olmak için başvurmakla, milli iradeye, milli irade ilkesine aykırı davranmıştır. Bu durum, yasama, yürütme ve yargı yetkisini, bütünüyle Hıristiyan Batıya terk etmek anlamına gelmektedir. Egemenlik haklarının devri demek, bağımsızlığımızın elden gitmesi demektir”

Şimdi, diyebilirsiniz ki, Erbakan’ın bana bu hükümet kurulmadan önce söylediği gibi: “ O sözler o zaman söylenmiştir, bugün şartlar değişmiştir, bugün o görüşler bizi bağlamaz” ama, ben diyorum ki, buradaki görüşlerin anısını, bugün Hükümetin büyük ortağı olan Refah Partisinin Genel Başkan Yardımcısı dün partisini görüşü olarak basına açıkladı. Dolayısıyla Refah Partisi açısından bu görüşler hala geçerliliğini muhafaza ediyor. Refah Partisi açısından, Avrupa Birliği demek, hala Hıristiyan kulübüne üye olmak demektir. Türkiye’nin bağımsızlığının elden gitmesi demektir.

Şimdi, böyle bir büyük ortakla, böyle bir Başbakanla bu Hükümetin Türkiye’yi Avrupa Birliğine tam üye yapma hedefinin samimiyetine inanılabilir mi?! Böyle bir şeyin mümkün olabileceğini düşünebilir misiniz?

Avrupa Birliği konusundaki tutumları, Milli Güvenlik Kurulu kararıyla ilgili tutumlardan farklı değildir. Sadece zamanı onaylayacaklardır, takıyye yapacaklardır. Kendileri dışında başka sebepler ileri sürüp, başka bahaneler arayıp, bunun niye mümkün olmadığını izah edeceklerdir. Ne Avrupa Birliğine tam üyelik konusunda ne de Milli Güvenlik Kurulu kararlarını yerine getirme konusunda samimi değildirler.

Değerli arkadaşlarım, millet olarak başımıza ne gelmişse, sahte Fatih’lerden gelmiştir. Bu Hükümetin ortaklarından birisinin başı, kendisini Avrupa Fatihi ilan etmiştir. Avrupa ile ilişkilerimiz işte bugün bu durumdadır. Her zamankinden, maalesef, daha kötü durumdadır. Her zamankinden, maalesef, daha kötü durumdadır. Bu hükümetin diğer ortağının başı da, bir süre önce İstanbul’u yeniden fethedeceklerini iddia etmişti. Şimdi, Avrupa ile olan ilişkilerimizin akıbetini gördükten sonra, Allah İstanbul’u korusun diyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum. (alkışlar)