ANAP GENEL BAŞKANI SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM ANAP GRUP KONUŞMASI

02 Nisan 1997

Değerli arkadaşlarım, evvela hepiniz adına, bütün anavatan camiası adına, bugün aramıza katılan değerli belediye başkanı arkadaşlarıma, belediye meclis üyesi arkadaşlarıma, il genel meclisi üyesi arkadaşlarıma ve diğer partilerdeki teşkilat görevlerinden ayrılıp aramıza katılan arkadaşlarımıza hoş geldiniz diyorum. (alkışlar)

Bizim bugün burada yaptığımız bu mütevazı katılım töreni önemlidir, önemlidir, çünkü erdemlidir. Kendi konuşan arkadaşlarımın da ifade ettikleri gibi, bu belediye başkanı arkadaşlarım, muhalefet partisinden ayrılıp iktidar partisine geçmediler, bu arkadaşlarım iktidar partilerini terk edip muhalefetteki bir partiye katıldılar.

Değerli arkadaşlarım, bizim 3,5 ay süren koalisyon hükümeti dönemimizde, başka partilere mensup çok sayıdaki belediye başkanı bize müracaat ettiler, milletvekili arkadaşlarıma müracaat ettiler, milletvekili arkadaşlarım bu talepleri bana getirdiler. Birtakım özel ihtiyaçlarının karşılanması karşılığında, devletten kendilerine bazı imkanların sağlanması halinde, parti değiştirebileceklerini, Anavatan Partisine katılacaklarını söylediler. bu şekilde gelmek isteyen belediye başkanlarının hiç birisini Anavatan Partisine almadık. (alkışlar) Ama şimdi görüyorsunuz, herhalde illerinizde de yaşıyorsunuz, hükümetin her iki kanadı, ama özellikle Refah Partisi kanadı, devletin imkanlarını belediye başkanları için parti transferi karşılığında adeta satışa çıkarmıştır. Refah partisine geçmek isteyen belediye başkanlarına, halkın vergileriyle oluşan devletin imkanları bütün alıcılığıyla sunulmaktadır. Buna rağmen, memnuniyetle kaydediyorum ki; Anavatan Partili belediye başkanı arkadaşlarım, bütün bu rüşvetlere, baskılara, ahlaka sığmayacak taleplere karşı, bugüne kadar büyük çoğunluğuyla çok iyi bir sınav vermişlerdir, çok iyi direnmişlerdir. Parti değiştirenlerin durumunu da görüyorsunuz. Dün burada refah partisinin grup toplantısı vardı, Sayın Başbakan, bizim partiden ayrılıp refah partisine katılan bir belediye başkanını kürsüye getirdi, adamcağız ne diyeceğini şaşırdı. Daha önceki bir toplantıda da, “Sevgili Anavatanlılar” dedi.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, bize gelen belediye başkanları, bizim muhalefet dönemimizde gelmişlerdir; onun için bu katılımlar önemlidir. Alanya Belediye Başkanı arkadaşım, biz iktidardan ayrıldıktan sonra bize geldi. Şimdi de Arhavi belediye başkanı arkadaşım, yine muhalefet döneminde bize katılıyor. Her iki belediye başkanı arkadaşım da, benim eskiden beri şahsen tanıdığım, çok takdir ettiğim arkadaşlardır. Onların Anavatan Partisine katılmasıyla, bu beldelerde anavatan partisi, çok daha güçlenmiştir. Bunu ben Alanya seyahatinde benimle beraber gelen bütün arkadaşlarımla yerinde gördük. Daha önce, biz bu beldelerdeki vatandaşlarımızı büyük bir sıkıntıya sokuyorduk. Sevdikleri, takdir ettikleri insanların gönüllerini verdikleri partiden aday olmamaları nedeniyle, bu vatandaşlarımız sıkıntı içindeydiler. Şimdi, artık, en açından Alanya’da ve Arhavi’ de vatandaşlarımızın bu sıkıntısı ortadan kalkmıştır ve inşallah bundan sonra Alanya’da gerçekleştirdiğimizi, şimdi Arhavi’ de gerçekleştirdiğimizi, Türkiye’nin her tarafında gerçekleştirmek de anavatan partisinin misyonudur. Hakikaten, bu arkadaşlarımızla yörelerine hizmet eden, bizimle aynı hizmet aşkını, hizmet anlayışını paylaşan arkadaşlarımızla bugüne kadar ayrı partilerde oluşumuz, kaderin bir kötü cilvesidir. Bugün artık bu birleşmeyle, Türk siyasetinde, Türkiye genelinde sağlamamız gereken bütünleşmenin de yönü belli olmuştur, adresi belli olmuştur.

Değerli arkadaşlarım, biraz önce konuşan iki milletvekili arkadaşım, Sayın Feridun PEHLİVAN Sayın Korkut ÖZAL, yurt gezileri sırasında yaptıkları bazı gözlemleri dile getirdiler. Sanıyorum ki, burada konuşma imkanım olsaydı, bu gezilere katılan bütün arkadaşlarım, aşağı yukarı aynı izlenimleri dile getireceklerdi. Milletimizin sıkıntısı vardır. Milletimizin sıkıntısıyla Ankara’nın gündemi arasında uçurum vardır. Bizim burada konuştuğumuz meseleler, meclisin gündemini meşgul eden meseleler, medyanın ilgilendiği meşgul eden meseleler, medyanın ilgilendiği meseleler, vatandaşın en fazla sıkıntı çektiği sorunlar değildir. Vatandaş, ürününün para etmemesinden yakınmaktadır, vatandaş ürün bedelini alamamaktan yakınmaktadır, vatandaş ürün bedelini alamadığı için kredi borcunu ödeyememekten yakınmaktadır, vatandaş kredi borcunu ödeyemediği için cezaya uğramaktan yakınmaktadır, vatandaş işsizlikten yakınmaktadır, vatandaş sağlık hizmeti alamamaktan yakınmaktadır, vatandaş öğretmensizlikten, güvensizlikten, eğitim hizmetlerinin verilememesinden yakınmaktadır ve herkesin yakındığı, herkesin bu kadar kendisi açısından önemli sorunlara muhatap olduğu bir dönemde, hepimizin, Türkiye’de yaşanan herkesin, bütün bu kişisel bölgesel endişelerin üzerinde, daha önemli ortak endişeleri oluşmuştur: 15 seneden beri, ilk defa Türkiye’de demokratik rejimin devam edip etmeyeceğini tartışıyoruz. Bütün bu sorunlarımıza, demokratik rejim içerisinde çözüm bulup bulamayacağımızı tartışıyoruz. Yeniden askerlerin müdahale edip etmeyeceğini tartışıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, bakın, bu durum bana neyi hatırlatıyor: Bunun 550 sene kadar önce, bugünkü İstanbul, Doğu Roma İmparatorluğunun merkezi idi. Bizans adıyla dünyanın en ileri ülkelerinden birisi konumundaydı. Aynı zaman da dünyanın en iyi korunan şehirlerinden birisiydi. Bir genç ve yiğit Osmanlı Sultanı İstanbul’u fethetmeyi kafasına koymuştu, o zamana kadar insanlık tarihinin hiç tanımadığı birtakım savaş tekniklerini uyguladı, gemileri karadan aşırdı, Boğazı Çelik halatla trafiğe kesti ve İstanbul’un surlarını kuşattı. İstanbul düşmek üzereydi, Macaristan’ dan gelen topçu ustalarının döktükleri toplarla surları vuruyordu, İstanbul’un, yani o zaman ki Bizansın düşmesi an meselesiydi.

Şimdi, ülke bu kadar büyük tehlikelerle karşı karşıya iken, Bizansın yöneticileri neyi tartışıyorlardı biliyor musunuz: Bizansın yöneticileri, cinlerin, meleklerin cinsiyetini tartışıyorlardı. Şimdi, arkadaşlarım Türkiye’nin durumunu anlattıkları zaman benim aklıma da şu geldi: Türkiye bu haldeyken, halkımız her tarafta feryat ederken, acaba Türkiye’yi yönetenler, mesela Türkiye’yi yöneten bu hükümetin büyük ortağı olan partinin yöneticileri acaba neyi tartışıyorlar. Ben size söyleyeyim: Bir milletvekili çıkıyor, “sarıkla namaz kılmak 80 kat sevaptır” diyor. Parti yöneticisi çıkıyor, “Hayır, arkadaşım yanılıyor, 70 kat sevaptır” diyor. (alkışlar) Şimdi, ben size soruyorum: Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşatmışken, İstanbul’un fethi an meselesi iken, meleklerin, şeytanların cinsiyetini tartışan o Bizanslı yöneticilerle Türkiye’nin bugünkü halinde sarıkla namaz kılmanın sevabını tartışan yöneticiler arasında hiç fark var mı?! (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bugünkü Türkiye’nin çok ağır bir siyasi bunalımla karşı karşıya olduğu doğrudur. Bu bunalımını, maalesef, dış politikamızda, ekonomimizde, aynı şekilde ağır bunalımlarla beslendiği de doğrudur. Yani, devlet hayatımızın her alanında çok büyük sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu hiçbirimiz inkar edemeyiz, hiçbirimiz görmezlikten gelemeyiz. Türkiye’nin bu kadar ağır bunalımlarla karşı karşıya olduğu bir dönemin, aynı zamanda Avrupa’nın yeniden şekillendiği, Avrupa’nın sınırlarının belirlendiği, dünyada birtakım ekonomik birleşmelerin nihai şekline dönüştüğü bir döneme rastlanması, Türkiye için başlı başına bir talihsizliktir. Gene bu kadar ağır bunalımlara, bu kadar ağır dış sorunlarla karşı karşıya olduğumuz bir dönemde, Türkiye’nin böylesine zayıf, böylesine aciz, böylesine uyumsuz bir hükümetle yönetilmiş olması da, Türkiye’nin talihsizliğidir.

Bakın, bu hükümet uyumlu çalıştığını söylüyor. Her vesileyle Sayın Başbakan ve Başbakan Yardımcısı çıkıp, bu hükümetin ne kadar uyumlu olduğunu söylüyorlar, öyle söylemiyorlar mı?.. Acaba doğru mu söylüyorlar?! Dün bir olaş oldu, oradan ölçün bakalım bu hükümetin uyumunu. Bu hükümet, emniyet genel müdürünü değiştirmek istedi. Hükümetler emniyet genel müdürünü isterlerse her zaman değiştirirler. Uyumlu bir hükümetin emniyet genel müdürünü değiştirmesi, sadece bir kararnamenin hazırlanması ve imzalanması kadardır. Süresi bunun kadardır; ama, bu hükümet, emniyet genel müdürünü değiştirmek için kendi arasında anlaşamıyor, uyum sağlayamıyor. Kendi arasında uyum sağlasa, Cumhurbaşkanı ile anlayamıyor. Ve neticede yaptıkları iş, şimdiye kadar böyle bir görev için, bu düzeydeki bir görev için, hiçbir zaman başvurulmamış olan, devlet teamülünün tamamen dışında, Bakanın şahsi yetkisiyle tedviren görevlendirmedir. Emniyet genel müdürlüğünün ve bir ilimizin valiliğini, bu şekilde bakan tasarrufuyla tedviren görevlendirilmesi, şimdiye kadar bizim idare hayatımızda şahit olduğumuz bir olay değildir. Devlet memurları kanununda bakana tanınan bu yetki, emniyet genel müdürlüğü gibi, valilik gibi, ancak üçlü kararnameyle atama yapılabilecek makamlar için kullanılmış bir yetki değildir. Bu, açıkça, bu yetkinin kötüye kullanılmasıdır. Bu hükümet, eğer uyumlu olduğunu göstermek istiyorsa, bu konuda kararname çıkarmalıdır. En temel bir konuda bile, emniyet genel müdürlüğü gibi en önemli bir makamda bile kendi arasında anlaşamayan, uyum sağlayamayan, kararname çıkaramayan bir hükümetin uyumlu olduğu, sadece masaldan ibarettir.

Bu, sadece tek çıkmayan kararname de değil, ÇİLLER’ in ifadesine göre, şu anda 300 tane kararname bekliyor. Yetki kanununa göre çıkarılması gereken maaş kararnamesi 10 günden beri imza bekliyor. Öyle değil mi?... Şimdi ben soruyorum: Bu nasıl uyumdur?! Şimdiye kadar Türkiye’de çok koalisyonlar yaşanmıştır; ama, herhalde bunun kadar millete karşı ikiyüzlü bir koalisyon hiç gelmemiştir. Yani, bu kadar uyumsuz olup da, millete bu kadar fütursuzca tersini söyleyen hiçbir koalisyon gelmemiştir. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin bu duruma gelmesinde Anavatan Partisinin hiçbir dahli yoktur, anavatan partisinin hiçbir sorumluluğu yoktur. Türkiye’nin bu duruma gelmesi, tam tersine, bizim uyarılarımıza rağmen gerçekleşmiştir. Bizim bu konuda, bu hükümet kurulmadan önce, bu hükümet işbaşında iken söylediklerimizin hepsi birer birer gerçekleşmiştir. Ama, bizim bu duruma gelinmesinde dahlimiz yok diye, bizim sorumluluğumuz yok diye, biz bu durumu tribüne çıkıp seyretme hakkına sahip değiliz. Bizim dahlimiz olmasa da, biz bu durumdan çözüm bulunmasına mutlaka katkıda bulunmak zorundayız.

Şimdi, anavatan partisi olarak, yüzde 19,6 oyumuz var. 128 milletvekilimiz var. 128 milletvekiliyle anavatan partisinin, bugün Türkiye’nin içine girdiği karmaşadan çıkabilmesi için, önümüzdeki bu düğümün çözülebilmesi için, yapabileceği ne varsa hepsini yapmaya hazırız. Hepinizin adına söylüyorum; ne varsa hepsini yapmaya hazırız. Biz bu meseleyi kendi aramızda hükümetten daha çok tartıştık. Son üç ay içinde burada üç defa kapalı grup toplantısı yaptık. Sabahlara kadar bu konuyu tartıştık; ama, maalesef gördük ki, bu meselenin çözülmesi, sadece bizim inisiyatifimizle mümkün değildir.

Yani, anavatan partisinin şu andaki meclisteki gücüyle, bu gücün tamamını seferber edebilse bile, bu bunalımı tek başına çözebilmemiz mümkün değildir. O zaman bizden beklenen: Bu mecliste sağduyuya bağlı daha geniş bir uzlaşmaya zemin hazırlamaktır, bu konuda öneri getirmektir. Ben bu konuda sizlere danışarak, milletvekili arkadaşlarımla tartışarak, kamuoyunda birtakım uzlaşmacı öneriler getirdim. Bazı arkadaşlarım beni eleştirdiler, dediler ki: “Bu kadar fedakarlık fazladır” Ben de dedim ki: “Hayır, rejim söz konusu ise, her fedakarlık meşrudur” Ama, göndünüz ki, bu yaptığımız önerilerin hiçbirisine yapıcı, akılcı bir karşılık almadık. Karşımızda durumunun farkında olmayan bir hükümet var. Uyum içinde olduğunu söyleyen bir hükümet var. Bunca uyumsuzluğa rağmen, hala uyumlu olduğunu söyleyen bir hükümet var. Üstelik, karşımızda çok başarılı olduğunu söyleyen bir hükümet var. Ülkenin gül gibi yönetildiğini, her şeyin pembe olduğunu, muhalefetle medyanın elele verip, memlekette birtakım gereksiz gerginlikler yarattıklarını söyleyen bir Başbakan var. Eğer Başbakan doğru söylüyorsa, onun Türkiye ile ilgili tespitleri doğruysa, o zaman bizim netice almamız mümkün değil. bir uzlaşmanın olabilmesi için, çözüm için bir mutabakatın sağlanabilmesi için, evvela herkesin kendisiyle ilgili birtakım endişeleri aşıp,hatta partisiyle ilgili endişeleri aşıp, gerçek durumun mahiyeti konusunda bir görüş birliğine varması lazım.

Gerçekten durum iyi midir, kötü müdür? Durum iyi ise, o zaman bizim söylediklerimiz yanlıştır. Durum kötü ise, o zaman Başbakanın ve iktidarın söyledikleri yanlıştır. Ama, maalesef, şu anda Türkiye’de yaşanan bir sağırlar diyalogudur. Bütün arkadaşlarım, Anadolu’ya yayılan Anadolu’yu gezen bütün arkadaşlarımın yerinde bizzat yaptıkları teşhisleri bu hükümet görmemektedir, bu hükümet bilmemektedir. Binaenaleyh, bizim gibi, mecliste sadece 128 milletvekiline sahip bir partinin, iktidarla durum konusunda belli bir mutabakat sağlamadan bu çözüme yardımcı olabilmesi mümkün değildir. Buna rağmen, bu uzlaşma çabalarımızdan vazgeçecek değiliz, geri duracak değiliz. Arkadaşlarımın bu konuda somut olarak yapmamız gereken şeyler konusunda başka önerileri varsa, hepsini de dikkate almaya hazırım. Partimize, memlekete zarar vermeyecek her öneriyi tartışıp, yerine getirmeye hazırım; ama, ben burada üç defa arkadaşlarıma dedim ki: “Türkiye felakete gidiyor, Türkiye uçuruma gidiyor. Öreniniz neyse dile getirin. Parti olarak, Parti Başkanı olarak her şeyi yapmaya hazırız.” Katılan arkadaşlarım fikirlerini söylediler, o fikirler çerçevesinde burada tartıştık, biz önerilerimizi yaptık, maalesef karşımızda bir sağır duvar var. Hatta sağır sultan duymuştur, bu hükümet duymamakta direnmektedir.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de bugün iki ayrı zihniyetin savaşı söz konusudur, iki aynı zihniyetin mücadelesi söz konusudur. Bu zihniyetlerden bir tanesi, milleti kendi değerleriyle değil, kendi arzularıyla değil, yani milletin arzularıyla değil, görmek istediği gibi gören, milletin değerlerine, milletin mukaddeslerine, milletin düşüncesine itibar etmeyen, ona kendisi şekil vermeyi amaçlayan bir zihniyettir. İkincisi ise, demokrasi içerisinde, milletin değerlerine saygılı olan, milleti ikna ederek, uğraşıp, didinip vatandaşın ayağına gidip, ona her şeyin doğrusunu anlatıp, milleti ikna ederek, milletin değerleriyle milletin arzuları arasında bir denge kurarak, memlekete yön vermek isteyen zihniyettir.

Şimdi, bu birinci söylediğim zihniyet, yani milleti küçük gören, milletin değerlerine saygılı olmayan, milleti kendi kafası istikametinde yönlendirmek isteyen zihniyet, tipik Türkiye’deki tek parti zihniyettir. Bugün onun temsilcisi de Cumhuriyet Halk Partisidir. Ama, bu konuda maalesef, Cumhuriyet Halk Partisi bugün tek başına değildir. Yani, dünkü tek parti anlayışının devamı olan çizgi, bugün tek başına değildir. Bir ayrı kutup olarak, refah partisi de bugün aynı anlayışta birleşmiştir.

Birbirine zıt gibi görünen, hatta birbirine kutup gibi görünen bu iki zihniyet, aslında temelde aynı anlayışta birleşmektedir. Bu iki anlayışa göre, halkımız cahildir, halkımız doğruyla eğriyi ayırmayı bilmez. Onun için, halkın değiştirilmesi lazımdır, halkın yönlendirilmesi lazımdır. Bu iki zihniyetten, aslında birbirine ters olan, zıt olan bu iki zihniyetten birisi halkımızın yakasından tutmuş onu sola çekmeye çalışmaktadır. Artık dünyada bitmiş olan, tükenmiş olan sola çekmeye çalışmaktadır. Birisi de, yakasından tutmuş, onu sağa çekmeye çalışmaktadır.

Şimdi, milletimizi beğenmeyenler, milletimize kendi istekleri doğrultusunda şekil vermek isteyenler, bakın ne istiyorlar: Zamanında tek parti döneminde bunlar işi o kadar azıtmışlardır ki, “bu millet adam olmaz, Batıdan damızlık insan getirelim” diyecek kadar ileri gitmişlerdir. Ama, 1946’dan itibaren, özellikle 1950’den itibaren, hepinizin bildiği gibi, milletimiz bu gidişata demokrasi yoluyla yeter demiştir, dur demiştir. 1950’den beri Türkiye’de yaşanan demokrasi çizgisi içerisinde, artık bu anlayışın klasik çerçevesi içinde bir daha iktidar olabilmesi mümkün değildir. Yani, milleti hor gören, onun değerlerine saygı beslemeyen, onu ikna ederek, demokrasi içerisinde ona danışarak netice almak yerine, tepeden, ona yön vermeye çalışanların Türk siyasetinde artık başarılı olabilmeleri mümkün değildir. Nitekim, Türkiye’deki sol partiler, kendi içlerinde bu muhasebeyi yapmışlar ve bölünmüşlerdir.

Türkiye’deki sol hareketin içerisinde bugün daha büyük olan bir grup, artık halka yabancı olarak netice alınamayacağını, halka yabancılaşarak, onu hor görerek, onun değerlerini dikkate almadan, şuna buna güvenerek, bazen askeri müdahalelere alkış tutarak, teşvik ederek netice alınamayacağını, bunun demokrasiyle bağdaşmayacağını kabul etmişlerdir, bu bilince gelmişlerdir. Ama, tıpkı bu verdiğim örneğin tersine, refah partisinin müfritleri de, sanki bu millet yıllarca, asırlarca İslam aleminin bayraktarlığını yapmamış gibi, adeta Türk sözcüğünü bile ağızlarına almaktan korkmakta, Türkiye’yi Araplaştırmaya, acemleştirmeye çalışmaktadır.(alkışlar) Utanmadan, sıkılmadan kalkıp, bugünkü İran’daki yönetime methiyeler düzmektedirler. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, halkımız bunların ikisiyle de mutabık değildir, bu zihniyetin ikisiyle de mutabık değildir. Kendi değerlerine, kendi özüne, kendi geçmişine, kendi dengelerine yabancı olan, kendi isteğiyle değil, zorla kendisine yön vermek isteyenlere, milletimiz direnmektedir. Bu zorla yön vermek isteyenlere, biraz önce dediğim gibi, geçmişte askeri müdahaleleri teşvik etmişlerdir, demokrasinin kesintiye uğramasına alkış tutmuşlardır, askeri yönetimlerin arkasına saklanmışlardır; ama, bugün söylediğim yenileri de, siyasette, demokraside hiçbir zaman olmaması gereken, kendi militanlarını, kendi askeri güçlerini yetiştirmeye çalışmaktadırlar. Bizim anavatan partisi olarak, bu iki anlayışla da, yani aynı zihniyetin bu iki kutbuyla da, mutabık olmamız mümkün değildir. Esasen, bu bize Hazret-i Peygamberimizin emridir. Peygamberimiz, her şeyin doğrusunun orta yol olduğunu söylemiştir. Orta yolun en hayırlısı olduğunu söylemiştir.

Bizim anlayışımıza göre, milletimiz sağduyu sahibi büyük bir millettir. Binlerce yıllık tecrübesiyle, önünde sonunda, zaman zaman aldatılsa bile, belli bir süreç içerisinde eğer demokrasi yürütülebilirse, eğer vatandaşımızın temel hürriyetlerine müdahale söz konusu olmazsa, milletimiz önünde sonunda doğruyu eğriden ayırt edecek yeteneğe sahiptir. Ve zaten, şu 50 yıllık demokrasi tarihimiz de, bunun ispatlarıyla doludur. Halkımıza güvenmek, onun demokrasi içerisinde kendisini ifade etmesini sağlamak, halka ve demokrasiye saygılı herkes için en önemli görevdir. Biz, Anavatan partisi olarak, milletimize ve demokrasiye inanıyoruz. Bugün hiç kimse kalkıp da, refah partisine karşı alternatif olarak, o söylediğim tek parti döneminin zihniyetini, millete tepeden bakan, milleti hor gören, milletin değerlerine saygısız olan zihniyeti, çare olarak göstermemelidir.

Değerli arkadaşlarım, milleti beğenmeyenler, millete tepeden bakıp istedikleri gibi ona yön vermeyi düşünenler, en önemli araç olarak eğitimi görmektedirler. Bunların içinde öyleleri vardır ki, okullarda genel eğitim sistemi içerisinde, millete, çocuklarımıza dinlerinin eğitilmesine dahi, öğretilmesine dahi karşı çıkarlar. Hatta, belki söylemeye ağızları varmaz ama, kafalarından geçen, dini meslek okullarının tamamen kapatılmasıdır. İmam hatip liselerinin tamamen kapatılmasını isterler. Ama, bir de aynı zihniyetin karşı kutbu vardır; refah kutbu vardır. Onlar da isterler ki, imam hatip liseleri, bu memlekete dinini bilen din adamları değil, kendi partilerine asker yetiştirsin. Bu ikisiyle de bizim mutabık olmamız mümkün değildir. Anavatan partisi olarak, bu ikisi karşısında da kendi yerimizi doğru koymak mecburiyetindeyiz.

Biz, evvela milletimizin ne istediğine bakmalıyız. Milletimizin bu istediğinin meşru olup olmadığını tartmalıyız. Ben diyorum ki, milletimiz, çocuğunun dinini öğrenmesini istiyor. Milletimizin çocuğunu imam hatip okullarına göndermesinin, imam hatip okullarını yapıp devlete hediye etmesinin, o fakir halkın, Anadolu’nun en fakir ilçelerinde vatandaşın aşından artırdığı paralarla o koca binaları yapıp “imam hatip okulu olsun” diye, devlete hibe etmesinin altında yatan, bana göre, son derece samimi, son derece meşru bir talep vardır: Vatandaş, genel eğitim sistemi içerisinde, çocuğuna verilen din eğitimini yetersiz bulmaktadır. Zannetmeyin ki, vatandaş, imam hatip okuluna verdiği çocuğunun imam olmasını istiyor, zannetmeyin ki vaiz olmasını istiyor. Eğer yüzde 10’u böyle olmasını istiyorsa, yüzde 90’ı o çocuğun mühendis olmasını istiyor doktor olmasını istiyor, hukukçu olmasını istiyor, yönetici olmasını istiyor, bir gün gelip, bizim gibi bu ülkenin yönetiminde söz sahibi olmasını istiyor.

Şimdi, vatandaşın bu talebini, yani çocuğunun yeterli din eğitimi alması talebini eleştirebilir misiniz?! İnsan haklarına saygılı bir parti olarak, Anavatan Partisi bu konuda milletiyle ters düşme hakkına sahip midir?!

Dini, insan hayatının gereksiz bir unsuru gibi gören birtakım insanlar var. Ben, doğrusu onlara hayranlık duyuyorum. Demek ki, onlar bu alemin bütün sırrını keşfetmişlerdir. Demek ki, onlar hiç ölmeyeceklerdir, hiç ölüm ötesindeki bir dünyayla ilişkileri olmayacaktır! Din kadar, insan hayatı açısından önemli belki başka hiçbir kurum yoktur. Eğer Avrupa’da, dünyanın en gelişmiş ülkelerinde, bugün din müessesesi, din kurumu, din duygusu yeniden öne çıkmışsa, hatta Türkiye’nin Avrupa’dan dışlanmasında bile bu dini mensubiyet duygusu bugün ağır basıyorsa, biz bunu görmezlikten gelerek bir yere varamayız. Ama, bizim söylediğim başka bir şey var ve bu söylediğimizi de aynı inançla her zaman tekrarlamak zorundayız. Din, hele bizim dinimiz, İslam Dini, siyasi istismara hiç cevaz vermeyen bir kurumdur. Hele hele çıkıp da, eğer bir siyasi lider, kendi partisine oy toplamak için “Benim partime oy verenler mümin, oy vermeyenler kafir” derse, o zaman eğer o kafir dediği diğer partilere oy verenler içerisinde bir tane bile mümin varsa, başka bir din büyüğünün geçen günü bir televizyonda söylediği gibi, o zaman asıl kafir o partinin başkanı olur. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, milletimiz, evlatlarının dinsiz yetişmesi istemiyor. Milletimiz, evlatlarının milliyetsiz yetişmesini de istemiyor. Ama, milletimiz, aynı zamanda, evlatlarının çağdaş bilgiyle donatılmış olarak yetişmesini istiyor. Dünyayı kavramış, uygarlık seviyesine uygun nesiller yetişmesini istiyor. İşte, Anavatan Partisi olarak, zorunlu 8 yıllık eğitim meselesine bakarken, evvela bu söylediğim hususlar açısından bakmamız lazım. Yani, bu meselenin, milletin isteğine aykırı şekilde çözümlenemeyeceğini, milletin bu konudaki değerlerinin, aslında saygı duyulması gereken, ister insan hakları açısından ister dini açıdan saygı duyulması gereken düşünceler olduğunu bilerek bakmamız lazım.

Şimdi, bugün Türkiye’nin gündeminde 28 Şubatta, yani iki gün önceki değil de, bir ay önceki milli güvenlik kurulunda alınan kararlar hala gündemdedir. Bu kararlar arasında da, zorunlu temel eğitim meselesi en öne çıkmıştır. Türkiye’nin gündemindeki en önemli mesele haline gelmiştir. Bir kere hemen söyleyeyim, zorunlu temel eğitim konusunun ve buna bağlı olarak, imam hatip okullarının bugün Türkiye’de bir siyasi kavgaya konu olmasının bütün vebali Sayın Erbakan’ a aittir. Çünkü, hiç gereği yokken, üstelik doğru da değilken, “imam hatip okulları, refah partisinin arka bahçesidir” diyen kendisidir. “imam hatip okulları refah partisine mücahit yetiştiren kuruluşlardır” diyen kendisidir. Binaenaleyh, imam hatip okullarına en büyük kötülüğü yapan Erbakan’ ın kendisidir. (alkışlar)

Şimdi olan nedir; bu milli güvenlik kurulu kararlarına imza atmış olan, bu kararları kabul etmiş, bu kararların altında imzası olan Sayın Erbakan ve partisi, bu kararlara karşı toplumda bir muhalefet cephesi yaratmaya çalışmaktadır. Kendi imza attıkları kararları, şimdi siyasi istismar malzemesi yapmaya çalışmaktadır. Maalesef, refah partisi ve Sayın Erbakan, 8 yıllık zorunlu eğitim gibi, Türkiye’nin çok önemli bir konusunu, aslında siyaset üstü olması gereken bir konuyu, tümüyle siyasi zemine taşımıştır. Ve şimdi geldiğimiz noktada, sadece siyasi bir kavga konusu yapmakla yetinmemekte, aynı zamanda imam hatip liselerini, imam hatip okullarını, imam hatip camiasını da, istismar etme çabasına dönüştürmek istemektedirler.

Değerli arkadaşlarım, biz iktidar partisi değiliz. Hatta, biz burada bu konuyla ilgili kendi aramızda kapalı bir grup toplantısı yaptığımız zaman, bazı arkadaşlarım itiraz ettiler, dediler ki: “Önce hükümet bu konudaki çözümünü getirsin, milli güvenlik kurulu kararını biz almadık, bu hükümet aldı. Bu hükümet, şimdi iki ortağı da bu konuda farklı şeyler söylüyorlar, birbirine zıt şeyler söylüyorlar. Evvela bu hükümet kendisi arasında bir anlaşsın, zorunlu temel eğitimle ilgili nasıl bir çözüm öngörüyorsa, bu konudaki tasarıyı meclise getirsin, biz görüşümüzü ondan sonra bildirelim” dediler.

Bu konuda itirazı olan arkadaşlarım oldu, ama, ben dedim ki: “Anavatan Partisi olarak, zorunlu temel eğitimin sahibi olan parti biziz. Yani, zorunlu temel eğitimin 8 yıla çıkarılması kararı, bizim iktidarımız döneminde alındı. 5 yıllık kalkınma planına girmesi, hükümet programına girmesi, milli eğitim şurasında karar olarak alınması, hepsi bizim iktidarımız dönemindedir. Ve Anavatan partisi olarak biz zorunlu temel eğitimin 8 yıla çıkarılmasına karşı çıkamayız. Bu konuda farklı bir görüş ileri süremeyiz. Bu bizim, geçmişteki görüşlerimizi inkar etmek anlamına gelir. Geçmişimizle tutarsız düşmemiz anlamına gelir.” Burada saatlerce tartıştık, 6 saat tartıştık. Bu tartışmanın sonunda, eğer 8 yıllık zorunlu eğitime giderse, bugünkü sistem içerisinde imam hatip liselerinin, yani azıl dini meslek eğitimi veren imam hatip liselerinin, yani asıl dini meslek eğitimi veren imam hatip liselerinin, bir anlamda hazırlık kısmı gibi olan, bugünkü imam hatip ortaokullarının bundan zarar göreceğini belirledik. İçimizde bu konuyu bilen arkadaşlarım var. Benim iki tane genel başkan yardımcısı arkadaşım imam hatip okulu mezunu, zannediyorum grubumuzda 10-15 imam hatip okul mezunu arkadaşım var.

Yani, bu işi biz başkaları gibi, uzaydan seyrederek tartışmıyoruz, içinden gelerek tartışıyoruz. Din eğitiminin teknik birtakım zorunlulukları var. Mutlaka ortaöğretim seviyesinde, yani bugünkü ortaöğretim seviyesinde eğer geçersek, 8 yıllık zorunlu eğitim dönemi içerisinde verilmesi gereken bir altyapısı var. Dedik ki: “Biz, zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasından yanayız. Zorunlu 8 yıllık eğitime geçerken bu konuda istisna yapılması, filan okulun, falan okulun, kolejin, şunun bunun sistemin dışında bırakılması doğru değildir; ama, mesleki eğitimin de, özellikle mesleki din eğitiminin bundan zarar görememesi için, sistemin içinde birtakım tedbirlerinin kaynağının kurutulması, Türkiye’de din eğitiminin fiilen imkansız hale gelmesi, Türkiye’ye yapılabilecek en büyük kötülüklerden birisidir.

Bu, geçmişimizde yaşanmıştır, zararları görülmüştür. Hele hele bugün geldiğimiz noktada, Sayın Erbakan’ın ve partisinin, Türkiye’de dini istismar çabalarını hükümete taşıdığını, devletin yönetimine taşıdığı bugünkü ortamda dini meslek eğitimi, eskisinden daha fazla önem kazanmıştır. Eğer dinimizin birtakım yobazlar elinde, birtakım gericiler elinde, birtakım istismarcılar elinde bu şekilde istismar edilmesini, siyasi amaçlarla istismar edilmesini önlemek istiyorsak, bununu yolu, dini gerçekten belin, ehil din adamı yetiştirmekten geçer. Eğer dini eğitimini şu veya bu şekilde engellerseniz, bazılarının yapmaya çalıştıkları gibi, onun önünü kaparsanız, oradan yetişen çocukları eğitimine devam etme imkanından mahrum bırakırsanız, bundan en büyük faydayı, yine o istismarcılar sağlar. İslam dininin gerçek anlamıyla, çağdaş yorumuyla öğrenilmesinden, anlatılmasından, bu memlekete hiçbir zarar gelmez, sadece fayda gelir. (alkışlar)

Evet, neticede, biz zorunlu temel eğitimin 8 yıla çıkarılmasından yanayız. Bu konuyu ilk gündeme getiren partiyiz. Bu konuda zaman içerisinde hiç farklı bir tutumumuz olmamıştır; ama, bu uygulama yapılırken, dini meslek eğitiminin bundan olumsuz etkilenmemesi, zarar görmemesi için gerekli tedbirlerin de alınması gerektiğini söylüyoruz.

Şimdi, görüşümüz bu kadar açık olduğu halde, bu kadar net olduğu halde, bu görüşümüzü beğenmedikleri için, Anavatan Partisinin bu konudaki görüşü kendi görüşlerine uymadığı için, bizi bu konuda tereddüt içinde olmakla, bocalamakla, görüş ortaya koymamakla eleştirenler var. Açıkça ilan ediyorum, bunların hepsi kötü niyetlidir. Hiçbirisi samimi değildir. Biz iktidar partisi değiliz. Bu meselede ilk tartışması gereken, ilk ortaya görüş koyması gereken parti biz değiliz: ama, buna rağmen bunu biz yaptık. Bunu yaparken de şuna buna yaranmak için yapmadık. Milletimizin tercihleriyle Türkiye’de uygulanan sistemin, cumhuriyetin temel ilkeleri arasında bir denge sağlayacak, bu ikisini uzlaştıracak, bu meseleyi öyle kavga konusu yapmak için değil, bu meseleyi yumuşak bir şekilde, anavatan iktidarında, 8 yılda hep yaptığımız gibi, uzlaşarak, milletle devleti barıştırarak, bağdaştırarak çözmeyi amaçladık.

Değerli arkadaşlarım, bizim burada en demokratik şekilde, tartışarak ortaya koyduğumuz bu görüşü beğenmeyenler olabilir, buna karşı çıkanlar olabilir; ama, anavatan partisi eğer bir partiyse, anavatan partisi Türkiye’de kavgayı değil de uzlaşmayı temsil eden bir partiyse, eğer milletimizin büyük çoğunluğu bu meselelerin kavga konusu yapılmasını istemiyorsa, biraz önce Sayın ÖZAL’ ın söylediği gibi, refah partisinin bu istismar çabalarından en fazla dinine bağlı, mütedeyyin, samimi Müslüman olan halkımız zarar görüyorsa, biz bu çizgiden taviz veremeyiz; hiç kimseye karşı taviz veremeyiz. (alkışlar)

Biz, siyasi bir kadroyuz, biz eğitim planlamacısı değiliz. Gerçi, içimizde bu konuda çok uzman olan, tecrübeli olan arkadaşlarımız var, onların birikiminden yararlanacağız, uzmanlara danışacağız, onların da birikiminden yararlanacağız; ama, netice itibariyle biz bir ilkeyi ortaya koyuyoruz. Bu düzenleme yapılırken hangi ilkelere uyulması gerektiğini söylüyoruz. Bunun nasıl yapılacağını belirlemek teknik kadrolara düşer, uzmanlara düşer, talim terbiye kuruluna düşer... Ama, onların bulacakları çözüm, bizim ortaya koyacağımız ilkeye ters olmamalıdır.

Genel eğitim sistemi içerisinde bir müfredat düzenlemesine ihtiyaç var. Ben bunu, başbakan olarak hükümet programını savunurken söyledim mecliste. “Biz, 8 yıla çıktığımız zaman, bu 8 yıllık sistem içerisinde, daha sonraki meslek eğitimine gerekli olan yönlendirmeyi seçimlik ders sistemiyle yapacağız”dedim. Bugün buna karşı bir şey söyleyemeyiz. Ha, bu yönlendirme nasıl olacak; hazırlık sınıfı yapılabilir, seçimlik ders getirilebilir, yaz kursları konulabilir; bunların hepsini tartışmaya açığız. Ama, bir konuda taviz veremeyiz: Mesleki eğitimin -ister dini alanda olsun, ister teknik branşlarda olsun- mutlaka 8 yıllık zorunlu eğitim içerisinde verilmesi gereken, bir anlamda onun hazırlık dersleri mahiyetinde olan derslerin, bu zorunlu eğitim içinde verilmesi lazım. Ne şekilde verilecek, onu milli eğitim bakanlığı hazırlasın meclise getirsin, biz onu tartışacağız. Bizim ölçülerimize uyuyor mu, amaca uyuyor mu, uygulanabilir mi, ne kadar zaman içinde uygulanabilir; onu burada tartışacağız. Bunu hazırlamak, hükümetin görevi, bakanlığın görevi. Müfredat nasıl düzenlenecek, bunu onlar yapacak. Biz, teknisyen değiliz, biz uzman değiliz. Biz, haftada şu kadar şu ders, bu kadar bu saat bilemeyiz; ama, mevcut sistem bellidir, yılların uygulaması bellidir. Dini meslek eğitiminin lise seviyesinde devam edebilmesi için gerekli olan şeyler bu tecrübelerden bellidir, bunun bu genel sistem içine monte edilmesini istiyoruz. Bunu yapacaklar, meclise getirecekler, biz burada tartışacağız, gerekirse değiştireceğiz.

Değerli arkadaşlarım, tekrar söylüyorum, bugün biz iktidar partisi değiliz. 8 yıllık zorunlu temel eğitimi öngören milli güvenlik kurulu kararlarını da biz almadık. O kararların altında başbakan olarak benim imzam yok, sayın Erbakan’ın imzası var ve bu zorunlu eğitimin kesintisiz yapılması gerektiğini söyleyen milli güvenlik kurulu kararlarının altında da onların imzası var. Biz, altında Erbakan’ın imzası olan, ama aslında ilk defa Anavatan Partisi olarak bizim gündeme getirdiğimiz ve dünyanın bugün geldiği noktada, maalesef, Türkiye açısından çok gecikmiş olan, çok ihmal edilmiş olan bu 8 yıllık zorunlu eğitimle ilgili adım atılırken, bundan dolayı toplumda huzursuzlukların ortaya çıkmaması için, nasıl bir orta yol bulabiliriz; hem milleti hem de bu konuda devletin birtakım ilkeleri açısından endişe taşıyan insanları nasıl tatmin edebiliriz, nasıl bir orta noktada buluşturabiliriz; bunun arayışı içerisindeyiz. Çünkü, demin söyledim, Türkiye’de bu meseleler, ancak uzlaşmayla çözülebilir. Anavatan partisi, bu uzlaşmanın arayışı içerisindedir.

Millete rağmen bir şey yapmak mümkün değildir, hiç kimse hayal görmesin. Millete rağmen yapılan şeylerin de devamlı olabilmesi mümkün değildir. Geçmişte bu konuda eğitim sistemimizin yaz boz tahtasına çevrilmesi, milletin iradesine, milletin isteğine uymayan birtakım şeylerin, şu veya bu zamanlarda millete dayatılmasından kaynaklanmaktadır. Binaenaleyh, 8 yıllık zorunlu eğitimle ilgili olarak ne yapacağımızı belirlerken, milletin bu konuda ne istediğini göz ardı edemeyiz, görmezlikten gelemeyiz. Biz, zorunlu eğitimin Türkiye’de 8 yıla çıkarılmasını istiyoruz. Ancak, bunun imam hatip liselerine zarar vermeyecek şekilde, onların eğitimlerini olumsuz etkilemeyecek şekilde yapılmasını istiyoruz.

Şimdi, Sayın Erbakan ve partisinin, sanki bu milli güvenlik kurulu kararlarını başka bir parti almış gibi, sanki bunun altında kendi imzası yokmuş gibi veyahut da kendi itirazlarına rağmen, bu kararlar alınmış gibi ortalığa çıkıp ucuz kahramanlık yapmaları, samimiyetsizliğin ve iki yüzlülüğün tipik bir örneğidir. (alkışlar) Bu kararların bütün ihtilaflara, kavgalara meydan vermemesi için gayret harcıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, burada imam hatip liseleri konusuna da bir nebze değinmek istiyorum. Hiç kimsenin şüphesi olmasın, imam hatip liseleri bu milletin bağrından çıkmıştır ve bugün bu okullar -demin söylediğim gibi- halkımıza mal olmuş olan kuruluşlardır. Bu okullarda, modern bilimlerin yanında, din bilimleri de buna ek olarak, bununla birlikte öğretilmektedir. Demin söylediğim gibi, halkımız, dini bilgilerin verilmesine de, modern bilimlerin öğrenilmesine de aynı derecede önem vermektedir. Bu okullara çocuğunu gönderen ana babalar -tekrar söylüyorum- çocukları imam olsun dile göndermemektedir. Çocukları, din eğitimi de almış, ama başka alanlarda hayata atılacak insanlar olsun diye göndermiştir.

Aslında, bugün bu okullar, sadece Türkiye’deki çocuklarımızın değil, bizim kültür ve inanç birliği içinde olduğumuz batı Trakya’ dan Türk cumhuriyetlerine kadar çok çeşitli ülkelerden gelen çocuklara da eğitim vermektedir. Bu okullarda bu çocukların İslami eğitim almak için bu okullara neden geldiğini, yani neden Türkiye’deki imam hatip liselerini veya ilahiyat fakültelerini seçtiğini iyi düşünmemiz lazım. Bu ülkelerden çocuklar Arap ülkelerine gitmiyorlar; İran’a gitmiyorlar, Türkiye’deki kurumlara geliyorlar. Bakın, bunu Pakistan’ın ünlü bir din düşünürü Fazlur Rahman şöyle diyor: “Türkiye’deki imam hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerini, dünyanın en seçkin eğitim kurumları arasında görüyoruz. İslam ülkelerinin hiçbirinde, maalesef, bugün iyi düzenlenmiş bir İslam eğitim kurumu mevcut değildir. Sadece Türkiye, 1949’dan beri insana gerçekten umut veren bir İslam eğitim çerçevesi ve kurumu meydana getirmeyi başarmıştır” İslam aleminin en büyük düşünürlerinden birisidir, Pakistanlı, diyor ki: “Maalesef, bugün İslam aleminde hiçbir ülkede ideal eğitim kurumu yok, Türkiye’deki 1949’dan beri uygulanan sistem, umut vericidir”

Şimdi, bütün bunlardan sonra, bir kere herkesin anavatan partisi olarak şu görüşümüzü bilmesi lazım, ister katılırlar ister katılmazlar; ama, anavatan partisi imam hatip liselerinin kapatılmasına müsaade etmez. (alkışlar) İmam hatip liselerinin kapatılmasını değil, tam tersine, belki eğitim sisteminde yapılacak birtakım değişikliklerle kalitelerinin daha da artırılmasını istiyoruz. Bu okullara, her şeyden önce, siyasi partilerin el atmaktan vazgeçmelerini istiyoruz. İmam hatiplere uzanan siyasi ellerin çekilmesini istiyoruz.

Değerli arkadaşlarım, bizim 8 yıllık zorunlu temel eğitimle ilgili görüşlerimiz, bu aşamada genel çerçevesiyle bu şekildedir. Bu konunun ne kadar nazik bir konu olduğunu, bütün diğer siyasi partiler tarafından nasıl istismara açık olduğunu, zannediyorum bütün arkadaşlarım son günlerde bizzat müşahede etmektedir. Onun için, bu konuda konuşacak bütün arkadaşlarımın bu görüşlerini dile getirirken bu çerçeveyi mutlaka dikkate almalarını rica ediyorum...

Değerli arkadaşlarım, imam hatip okullarının orta bölümü de, diğer meslek okulları gibi kapatılıp zorunlu 8 yıllık tek ilköğretim sistemine geçtiğimiz zaman, imam hatip liselerinin bu kapatmadan dolayı zarar görmemesi için gerekli tedbirlerin 8 yıllık sistem için alınması gerekir diyorum, onu söylüyorum.

Şimdi, geçtiğimiz günlerde refah partisinin bir yetkilisi bir açıklama yaptı. Sayın Erbakan’ın milli güvenlik kurulu kararlarına imza atmadığını söyledi. Atılan imzanın, sadece evrak akışını sağlamak için, yani prosedür gereği atılmış bir imza olduğu söylendi. Değerli arkadaşlarım, sayın Erbakan, geçmişte de yaptığı ve söylediği pek çok şeyi, zamanla yapmadığını ve söylemediğini iddia etmiştir ve Türk toplumun, maalesef, Sayın Erbakan’ın bu huyuna artık alışmıştır. Daha birkaç gün önce, bu kürsüde, Sayın Erbakan, Avrupa için, Almanya için en söylenmemesi gereken en ağır şeyleri söylemiştir. Sonra Almanya Dışişleri Bakanı ile görüşürken, çıkmış televizyona, bunları söylemediğini, bütün milletin televizyondan kendi ağzından dinlediği bu sözlerin medyanın uydurması olduğunu iddia etmiştir.

Şimdi, Sayın Erbakan’ın partisinin genel sekreteri de, milli güvenlik kurulu kararı altındaki imzanın Erbakan’’a ait olmadığını söylediğine göre, zannediyorum yapmamız gereken milli güvenlik kurulu kararının adli tıbba göndermektir. (alkışlar) Erbakan ile devlet ciddiyeti hiçbir zaman birbiriyle bağdaşmaz. Bunları, bu iki şeyi bir arada görmek mümkün değildir. İlkesizlik, tutarsızlık ve pişkinliğin bu ölçüde yaşandığı bir döneme, Türk siyasi tarihinde şimdiye kadar hiç rastlanmamıştır.

Türkiye, bugünkü iktidarın elinde, hem siyasi bakımdan hem ekonomik bakımdan hem de sosyal bakımdan bir tıkanma noktasına gelmiştir. Maalesef, ülkemizin en önemli sorunları, bugün rafa kaldırılmış durumdadır. Vatandaşlarımız, ekmek ve iş sıkıntısı içinde kıvranırlarken, Sayın Erbakan, şov ve pişkinliğe kaçan komedyenliklerle Türkiye’nin gündemini değiştirmeye, başarısızlıklarını örtmeye ve kriz yaratarak bu krizlerden siyasi pay çıkarmaya çalışmaktadır.

Değerli arkadaşlarım, son beş yıldan beri, muhalefette olduğumuz dönemde, bu grup toplantılarında en fazla üzerinde durduğumuz, en fazla kafa yorduğumuz konuları bir düşünün... Ekonomiyle ilgili olarak, Türkiye’nin bu iç borç yükünden nasıl kurtulacağını tartıştık. Yüksek faizlerin nasıl indirileceğini tartıştık, esnafımızın, çiftçimizin bu faiz yükünden nasıl kurtarılacağını tartıştık, Türkiye’nin dışarıda nasıl dış borç bulabileceğini, sonra da bu dış borçları nasıl geri ödeyeceğini aradık, ihracatın nasıl artırılacağını, enflasyonun nasıl düşürüleceği gibi sorunlarla uğraştık. Maalesef, gördük ki, beş yıldan beri bu beceriksiz hükümetlerin elinde Türkiye bu sorunlarının hiçbirisinin çözememiştir.

Hiçbir sorunda ilerleme kaydedememiştir ve bugün geldiğimiz noktada, maalesef, Türk ekonomisi, yatırım ve üretim yapamaz noktaya gelmiştir. Beş yılda Türk ekonomisindeki en önemli değişiklik, reel ekonomiden, rant ekonomisine geçmek olmuştur. İç borçlanmanın aşırı şekilde desteklediği yüksek faizler, sermayenin üretime ve yatırıma değil, faize yönelmesine neden olmuştur ve bunun sonucu olarak bugün Türkiye’de hiçbir dönemde olmadığı ölçüde, geniş bir rantiye sınıfı ortaya çıkmıştır. Bir ekonomide, kalkınmanın, büyümenin en önemli unsuru yatırım ve üretimdir. Yatırım ve üretimin artmadığı bir ekonomide, mevcut durumun korunabilmesi bile mümkün değildir. Bu yüksek rant döneminin, öyle uzun sürebilmesi mümkün değildir. Maalesef, Türk ekonomisi bugün bu duruma getirilmiştir.

Bugün gelinen noktada, ekonomik bunalım, her zamankinden daha derinleşmiştir. Kamu açıkları çok büyük boyutlara varmıştır. Enflasyon artışı devam etmektedir, dış ticaret açığı,artık dayanılmayacak boyutlara dayanmıştır. Hükümetin hayali kaynak paketleri, kamudaki belediyelerin de içine alındığı tek havuz sistemi, dövizle emeklilik, bedelsiz ithalat gibi palyatif çözümlerle bir netice alınabilmesi mümkün değildir. Bütün bu tedbirlerle hükümetin yapmak istediği, sadece günü kurtarmaktır. Bunun dışında, bu hükümet, bugüne kadar daha kalıcı, yani Erbakan’ın dediği gibi, pansuman tedbir anlamında değil, gerçekten şifa verecek, gerçekten tedavi anlamına gelecek hiçbir tedbir almamıştır. Geçen 9 ay zarfında kamu kesiminin finansman ihtiyacı sağlıklı kaynaklarla karşılanacak yerde, daha fazla borç batağına batılmış, makro ekonominin dengeleri tümüyle bozulmuştur.

Bütün bunlara rağmen, bugünkü hükümet, hayali yeni kaynaklarla yalan ve çarpıtılmış rakamlarla milletinin karşısına geçip masal anlatmaktadır! Bürokrasi, ekonomiye ait doğru bilgi ve rakamları, hükümetin baskısı nedeniyle, kamuoyuna açıklamamaktadır. 1997 yılı bütçesinin, yani içinde bulunduğumuz yılın bütçesinin, sadece ocak, şubat ayları sonunda, 2 ayın sonunda 235 trilyon lira açık verdiğini bu kürsüden söyledim. Sayın Başbakan ise, bütçenin ilk 2 ayda fazla verdiğini iddia etti. Ben, tekrar söyledim, tekrar söyledim, arkadaşlarım mecliste çıktılar söylediler... Ee, hükümet çıkıp da bize, sizin verdiğiniz rakamlar yanlıştır diyemiyor. Rakamları açıklayamıyor; çünkü, rakamları açıklasa, kimin doğru söylediği ortaya çıkacaktır.

Değerli arkadaşlarım, iç borcumuz 30 milyar dolara yükselmiştir. Maalesef, bugün, Türkiye, dış dünyada borç bulamayacak duruma gelmiştir. Biraz önce arkadaşlarımın söylediği gibi, tarım kesimi perişan durumdadır. Tarım sektörünün battığını, hayvancılığının bittiğini hiçbir kamu kuruluşu açıklayamamakta, o nedenle de, bu hususlarla ilgili rakamları kamuoyundan gizlemektedirler.

Ama, bütün bunların hepten de sağlamak mümkün değil. işte, geçen gün merkez bankasının başkanı çıktı, dedi ki, 1997 yılı için merkez bankası olarak, hazineye açacağımız avansın tamamı dolmuştur. 505 trilyon liralık kısa vadeli avans limitinin tamamı, daha mart ayında, bu hükümet tarafından kullanılmıştır. Merkez bankası başkanı bir de espri yaptı, hazineye merkez bankasından verilecek avans olarak, sadece kendi maaşım kaldı dedi. Bunu, daha önce ben söylediğim zaman inanmamışlardır. Ama, şimdi, bunu söyleyen, bu hükümetin merkez bankası başkanıdır.

Şimdi değerli arkadaşlarım, sayın Erbakan, 12 eylül öncesinde, sık sık, herhangi bir şeyin ne yanında, ne karşısında olduğunu söylerdi. Mesela, 30 ağustos törenlerine iştirak etmemişti. Sordukları zaman da, ben 30 ağustosun ne yanında ne de karşısındayım demişti. Şimdi, zannediyorum, milli güvenlik kurulu kararları konusunda da, Sayın Erbakan, yakın zamanda aynı noktaya gelecektir. Yani, ben bu kararların ne yanındayım, ne karşısındayım diyecektir. Altına attığı imzanın hesabını da veremeyecektir. Eğer, Sayın Erbakan, milli güvenlik kurulu kararlarının yanındaysa ve attığı imzaya sahip çıkıyorsa o zaman, bir an önce, artık muhalefet lideri pozundan vazgeçmelidir, tribünlere oynamaktan vazgeçmelidir. Eğer, milli güvenlik kurulu kararlarının karşısındaysa, eğer bu kararlara istemeden, zorla imza attırılmışsa, o zaman da, bir an önce onun gereğini yapmalıdır; yani çekip gitmelidir.

Hükümetin gösterdiği zafiyet, maalesef sadece bu söylediğim iç meselelerimizde kendisini ortaya koymuştur. İşte, günlerden beri izliyorsunuz, Almanya’da, Hollanda’da vatandaşlarımız, dünyanın en gelişmiş olduğu iddia edilen, insan hakları konusunda gelip bize müfettişlik yapan, ikide bir güneydoğu heyetler gönderip, acaba Türk hükümeti insan haklarına uygun davranıyor mu, davranmıyor mu diye bizi teftişe tabi tutan bu ülkelerde, bizim insanlarımız, maalesef, ortaçağdan kalma bir vahşetle cayır cayır yakılmaktadır.

Bu, ilk defa ortaya çıkan bir olaydır. Bundan önceki koalisyon hükümetleri zamanında da oldu. Bizim zamanımızda olmadı; ama, bizden sonraki koalisyon hükümetleri zamanında da oldu. O zamanlarda, hiç olmazsa, Alman Cumhurbaşkanı kalktı, özür diledi, Alman makamları bir harekete geçti, buraya bakanları geldi, cenaze törenlerine buradan heyetler gitti. Şimdi görüyorsunuz, bir günde iki kundaklama olayı oluyor, 5 tane, 10 tane insanımız, vatandaşımız canlı canlı yakılıyor ve neredeyse bu olaylar, sanki normal olaylarmış gibi, sanki mücbir sebepse meydana gelmiş olaylar gibi, ne hükümet bu konuda ciddi herhangi bir girişimde bulunuyor, ne de Alman hükümeti, Hollanda hükümeti bu konuda Türkiye’yi hesap vermek ihtiyacını duyuyor.

Dışişleri Bakanının, karakollarla, Dışişleri Bakanının hastanelerle uğraştığı yerde, dışarıdaki vatandaşlarımızın sahipsiz kalmasını da normal karşılamak lazım.

Ama, değerli arkadaşlarım, bu mesele, bu şekilde geçiştirilecek bir mesele değildir. Böyle grup toplantısında çıkıp da, öyle havaya birtakım uydurma mesajlar atmakla, Batı’ ya sövmekle geçiştirilecek bir mesele değildir. Adam gibi bir devletin yapacağı, bu olayların yaşandığı ülkenin hükümetinden hesap sormaktır. (alkışlar) Öyle, basmakalıp açıklamalarla, yok çok üzüldük, çok kınıyoruz filan demekle bu iş geçiştirilemez.

Türk diplomasisi, şu anda, maalesef, acz içerisindedir. Bu hükümet, diplomasinin elini kolunu bağlamıştır. Şu anda, meclisin bu meseleye sahip çıkmak zorunluluğu vardır. Benim teklifim, arkadaşlarıma teklifim, bu meseleyi bir araştırma önergesiyle meclise getirelim. Danışma kurulunda öncelik isteyelim. (alkışlar) Hep oradan buraya müfettişler gelecek değil ya, buradan oraya araştırma komisyonunun üyelerini de Almanya’ya gönderelim, Hollanda’ ya gönderelim. (alkışlar) Gitsinler, orada Alman hükümetinden, yetkililerinden hesap sorsunlar. Böyle bir olay Almanya’da ilk defa olmuyor. Bu olaylar, üç-dört seneden beri yaşanıyor, o neonazi denilen, dazlak denilen o adamların vatandaşlarımıza karşı uzun zamandan beri böyle bir planlı eylem içinde olduklarını herkes biliyor. Acaba, Alman hükümeti, bu olayları önlemek için yeteri tedbir almış mı? Almanya’daki makamlar, vatandaşlarımızın can güvenliğini sağlamak için üstlerine düşeni yapmışlar mı? Acaba, olaylar yaşandıktan sonra, bunların ortaya çıkarılması için, Alman makamları, kendi görevlerini yerine getirmişler mi? Bunun hesabını bu meclis sormayacaksa, kim soracak?

Ama, maalesef, bu hükümet, bu konuda üstüne düşeni yapmak yerine, orada hayatını kaybeden vatandaşlarımızın cenaze törenlerini dahi kendi propagandaları için istismar etmiştir. İşte, Ağrı’da yaşanan cenaze töreninde gördükleriniz bunun örneğidir. Devlet idaresi, bu kadar hafifliğe, bu kadar ciddiyetsizliğe imkan verecek bir olaydır.

Binaenaleyh, hükümetin bu vurdumduymazlığı karşısında, hatta hükümetin siyasi istismar konusu yapmak istediği bu üzücü olay karşısında, meclis olarak meseleye sahip çıkmak zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, son olarak değinmek istediğim konu, susurlukla ilgili. Biliyorsunuz bu kazanın üzerinden beş ay geçmiştir. Bu konuda kurulan meclis araştırması komisyonu, zannediyorum yarın görevini tamamlıyor. Bu komisyonun bu çalışmalarını özetlemek gerekirse, eskilerin deyişiyle, bilafasıla gayri hasıla. (alkışlar) Yani, komisyon, uzun bir çalışma yapmıştır; ama, boy bir çalışma yapmıştır. Hiçbir şey çıkmamıştır. Bu da benim için hiç sürpriz değildir. Ben komisyona gittim, ilk ifade verenlerden birisi benim, komisyona kendim söyledim, dedim ki, siz ne kadar iyi niyetli olursanız olun, hükümet size yardımcı olmadıkça, hükümet sizi engellemeye çalıştıkça, siz hiçbir netice alamazsınız. Bugün geldiğimiz nokta maalesef budur.

Devletin bütün imkanlarını, bütün arşivlerini elinde bulunduran hükümet, maalesef, bugüne kadar, bu konuda hiçbir yardımda bulunmamıştır. Teftiş kurulunu çalıştırmıştır, ne araştırma komisyonuna yardımcı olmuştur ne de savcılığa yardımcı olmuştur.

Aslına bakarsanız, bu hükümet, başka hiçbir iş yapmasaydı, sadece Susurluk’taki kazayla ortaya saçılan o pislikleri yargının önüne getirseydi, yani çetelerin ortaya çıkarılmasına yardımcı olsaydı, çok büyük hizmet yapmış olurdu. Ama, maalesef, bu hükümet, tam tersini yapmıştır. Kazayla ortaya saçılan pisliklerin örtülmesine çalışmıştır. Onun sorumlularının ortaya çıkarılmasına değil, devletin bu çetelerden temizlenmesine değil, bu pisliklerin örtülmesine çalışmıştır.

Bugün, iktidar kontrolündeki bu araştırma, soruşturma makamları, eğer halkımıza dönüp de, 1 Kasım Susurluk’ta patlayan o dağın yalnızca bir fare doğurduğunu söylerlerse, hiç kimseyi inandıramazlar. Maalesef, herkesin gördüğü gerçek, bu hükümetin, bu iktidarın, çetelerin üzerini örttüğüdür.

Değerli arkadaşlarım Susurluk’ta patlak veren çete olayının üstüne gitmemiz, birçok mihrakı rahatsız etmiştir. Bizimle ilgili, partimizle ilgili, bu konuda akla hayale gelmedik bir dedikodu mekanizması harekete geçirilmiştir. Susurluk olayının üzerine, bizden farklı amaçlarla gitmek isteyenler olabilir. Nitekim olmuştur. Ama, bizim bu olayın üstüne gitmekteki tek amacımız, tekrar söylüyorum tek amacımız, devletimizi yıpratan, milletimizi küçük düşüren bir kanser uru gibi devletimize bulaşmış olan çetelerin devletten temizlenmesi içindir. (alkışlar) Biz, zedelenen, yara alan hukuk devleti ilkesinin tamir edilmesini istiyoruz. Biz, bütün bunları, devletimizin güçlenmesi, milletimizin salah bulması için, binaenaleyh, devletimizin ve milletimizin çıkarı için istiyoruz. Yoksa, hiç kimseye karşı herhangi bir intikam duygumuz söz konusu değildir. Bu meseleden dolayı hiçbir siyasi çıkar da beklemiyoruz. Ama, tekrar söylüyorum, 3 kasımdan iki gün sonra burada söyledim, şimdi, beş ay sonra yeniden söylüyorum; Türkiye, bu meseleyi ortadan çıkarmadan, hukuk devletini bu şaibeden, bu çamurdan kurtarmadan yoluna devam edemez.

Korkut Bey’ in biraz önce buraya getirdiği, hakikaten yapmamız gereken, milletimizin bugün yaşadığı dertlerine çözüm bulmak için, rejimi yaşatabilmek için, milletimizin siyasilerden beklediği ve maalesef bir süreden beri artık umutsuzluğa düşen görevlerimizi yerine getirebilmemizin birinci şartı, Türkiye’de kanunların hakimiyetidir, kanunun üstünlüğüdür, yani hukuk devletidir. Bu olmadan hiçbir işlevimizi yerine getirmemiz mümkün değildir. (alkışlar)

Türkiye’de, hukuk işlemiyorsa, kanun işlemiyorsa, kanun birtakım insanların iki dudağının arasındaki sözlerden ibaret sayılıyorsa, hukukla güç birleşmişse, güç kimin elindeyse o haklı hale gelmişse, siyaset yoluyla millete hizmet etmek mümkün müdür? Hatta, demokrasiyi yaşatabilmek mümkün müdür?

Tekrar söylüyorum, hukuk devleti olmayan yerde, siyaset olmaz. Hukuk devleti olmayan yerde demokrasi olmaz. Susurluk’la ortaya çıkan mesele, o şimdi göstermelik hapse atılan, tutuklanan, bu işte araç olarak kullanılan birkaç kişinin marifeti olsaydı, bu dosyayı kolayca kapatabilirdik, gönül rahatlığıyla kapatabilirdik. İsterse onları affetsinler. Ben başka bir şey söylüyorum, ben diyorum ki, şu beş ayda yaşanan olaylardan bu memleketin en ücra köyündeki çoban bile artık gördü ki, bu olaylar öyle özel timdeki polisin marifeti değil. Onun daire başkanının marifeti de değil. onun müdürünün marifeti değil. Bu işin, devletin içerisinde iltisakları var. Bu iş, maalesef, devleti içine yayılmış bir kanser uruna dönmüş. Bu uru ortaya çıkarmadıkça, hukuk devletini göstermelik bir devlet olmaktan, gerçek bir hukuk devleti hüviyetine getirmedikçe, o söylenen şeylerin hiçbirini yapamayız.

Değerli arkadaşlarım, devletimizin de, milletimizin de menfaati meşruluktadır; hukuk devletindedir. Meşruluk sınırlarını aşan, hukuk devleti ilkesinin dışına çıkan her şey, devletin ve milletin zararınadır. Bu, bizim buluşumuz olan bir düşünce değildir. Bu, dünyanın her yerinde, her ülkede geçerli olan bir husustur. Bizim en son düşüneceğimiz şey, devletimize ve milletimize zarar vermektir. Bizim, devletimize ve milletimize en küçük bir zarar vermemiz dahi söz konusu olamaz. Tersine, devleti zayıf düşüren, onu bir kanser gibi kemiren çeteleri temizlemek, devlete ve millete yapılacak en büyük hizmettir.

Biz, devletimize ve milletimize zerre kadar hizmeti geçen herkese, şükran ve minnet duyarız; ancak, devletimize ve milletimize zerre kadar zarar veren herkesin de, hiç kimseden korkmadan karşısına çıkarız. (alkışlar)

Herkes bilmelidir ki, bu hükümetin kötü niyetine, yolsuzluklar gibi bu çeteleri de örtme gayretlerine bakıp da, bu meselelerin yetkili makamlar, organlar tarafından, meclis tarafından bile ortaya çıkarılamamasına bakarak, hiç kimse yanlış yapmamalıdır. Türkiye’de, devletin ve milletin sahipsiz olduğunu kimse düşünmemelidir. Devleti paravan olarak kullanan, kendi kirli emelleri için, gayri meşru işleri için devleti kullanan herkes, eninde sonunda mutlaka cezasını bulacaktır. (alkışlar) Devleti küçük düşürmeye, onu uyuşturucu kartellerinin yönetimindeki bir Latin Amerika ülkesi halinde getirmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Buna kalkışanları, bu devlet, eninde sonunda, mutlaka cezalandıracaktır. Milletimiz de, bu kişileri manen mahkum etmiştir.

Bu nedenle, hiç kemsi, yarın açıklanacak olan o göstermelik raporla Susurluk dosyasının kapanacağını ummalıdırlar. Arkadaşlarımız, bu konuda muhalefet şerhlerini yazacaklardır. Bu meseleyi genel kurulda bütün yönleriyle dile getireceklerdir. Ama, eninde sonunda, milletimiz ve devletimiz, bu dosyayı mutlaka yeniden açacaktır. Bu dosyanın yeniden açılacağının teminatı da, Anavatan Partisidir. (alkışlar)

Binaenaleyh, bu ülkeden çeteleri temizleyinceye kadar, bu mücadelemiz devam edecektir ve çetelerin üzerine örtmeye, devamlı olarak örtmeye, hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.

Değerli arkadaşlarım, önce Antalya’da başladığımız, daha sonra Trakya’da sürdüğümüz, bu hafta da Hatay’da yapacağımız halkın ayağına gitme, halkın sorunlarını bizzat halkımızdan öğrenme, o konuda Anavatan Partisi olarak çözümlerimizi halka anlatmak, halkı yanımıza kazanmak, demokrasi içerisinde, konuşmamın başında söylediğim, hiç vazgeçemeyeceğimiz halkla birlikte halinde hareket etme zihniyetiyle, zorlu yoldan, yorucu yoldan, demokrasi içerisinde netice alma çabalarımıza, önümüzdeki haftalarda, aylardan daha da artırarak devam etmek zorundayız. Çünkü, gittiğimiz yerlerde, ben ve arkadaşlarım gördük ki, maalesef, tabandaki vatandaşlarımıza, medya, bizim mesajlarımızı ulaştırmamaktadır. Teşkilatlarımızın bu konudaki gayretleri de yeterli olmamaktadır. Binaenaleyh, bu yaptığımız, milletvekili arkadaşlarımızın katılımıyla yaptığımız bu çalışmalar, parti çalışmalarımız açısından en değerli olan ve zannediyorum en kısa sürede netice alabileceğimiz çalışmalardır. Hem teşkilatlarımızı harekete geçirecektir, teşkilatlarımızın çalışma şevkini artıracaktır, hem de halkımızın Anavatan Partisinin görüşlerini öğrenmesine, bugünkü çaresizlik ortamında, Anavatan’ a yönelmesine katkıda bulunacaktır.

Bu çalışmalarımızı, önümüzdeki dönemde temposunu artırarak sürdürmek zorundayız. Ben, bu hafta, Cuma günü İskenderun’da olacağım. Cumartesi günü Hatay’ da olacağım. Önümüzdeki hafta Cuma günü Arhavi’de olacağım, Artvin’de olacağım. Cumartesi Pazar günü Manisa’da olacağım. Önümüzdeki hafta aynı çalışmamızı Manisa’da yapacağız. Milletvekili arkadaşlarımızı da Manisa’da bu çalışmalara iştirak ettireceğiz. Önümüzdeki hafta Pazartesi günü, yani aynı 14’ünde, Merkez Karar yönetim kurulu toplantımızı İzmir’de yapacağız. Ben, bayram tatilinde de, İçel ilimizin bütün ilçelerini ve bütün beldelerini dolaşacağım, yani dört gün, bayram süresince Mersin’de olacağım.

Arkadaşlarımdan da, programlarını yaparken, önümüzdeki hafta bu Manisa’daki çalışmaya katılmalarını ve Bayram’ da da, mümkünse bütün arkadaşlarımın, kendi illerindeki parti teşkilatımızın düzenleyeceği çalışmalara katılacak şekilde programlarını yapmalarını rica ediyorum.

Bu çalışmalarımızın ne kadar yararlı olduğunu zannediyorum çalışmalara katılan bütün arkadaşlarımız da tespit etmişlerdir. Medyanın bunları görmezlikten gelmesini, bunları küçümsemeye çalışmasına aldırmadan, bu konudaki gayretlerimizi devam ettirmemiz lazım. İnanıyorum ki, eninde sonunda yaşadığı bunca tecrübeden sonra, milletimiz, anavatan partisinin kendisi için, ülkenin bugün içine düştüğü bu bunalımdan kurtarılması için, tek çözüm olduğunu kavrayacaktır.

Bizim için şu anda önemli olan, demokrasinin kesintiye uğramamasını sağlamaktadır. Demokrasi içerisinde bu mücadeleyi sürdürmektir ve bu mücadeleyi, en etkili şekilde sürdüreceğimiz şekil de, milletimizde bütünleşmektir.

Onun için, bu çalışmalara, bugüne kadar katılan arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Bizi, bu konuda destekleyen, bize bu çalışmalarda destek olan teşkilatlarımıza, belediye başkanlarımıza hepsine bir defa daha teşekkür ediyorum. Bundan sonraki çalışmalara da, arkadaşlarımın, aynı şevkle devam etmelerini rica ediyorum.

Hepinize saygılar, sevgiler sunuyorum. (alkışlar)