09 Nisan 1997
Değerli arkadaşlarım, değerli misafir arkadaşlar; ben de, evvela
geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Alpaslan TÜRKEŞ’ i ve dün yine ebediyete
intikal eden Doğru Yol Partisi Bursa Milletvekili Abdulkadir CENKÇİLER’ i rahmetle
anıyorum.
Sayın TÜRKEŞ ile ilgili olarak yapmış olduğumuz çeşitli
beyanatlarda, değerlendirmelerde de ifade ettiğim gibi, Rahmetli TÜRKEŞ, hakikaten
hepimize yol gösterici olması gereken bir hayat çizgisi izlemiştir. Bir darbeci olarak
yola çıkmıştır; ama, hayatının son döneminde, darbelerle Türkiye’nin hiçbir
yere varamayacağını, Türk siyaseti için tek çıkış yolunun, ne pahasına olursa
olsun, demokrasi içerisinde olduğunu devamlı olarak vurgulayan, hatta bu konuda
demokrasiyi tehlikeye sokan birtakım gelişmelerle ilgili olarak, üstüne düşen
görevden daha fazla çaba harcayan bir siyasetçiydi.
Rahmetli TÜRKEŞ, daha çok bir siyaset adamı olarak bilinmektedir.
Bence, bu, onun fikir adamı niteliğine karşı bir haksızlıktır. Rahmetli TÜRKEŞ,
aynı zamanda Türk fikir hayatındaki önemli fikir adamlarımızdan birisidir.
Türkiye’de, milliyetçi düşüncenin topluma yaygınlaşmasında çok önemli
katkıları bulunmuştur.
Ayrıca, Rahmetli TÜRKEŞ’ in çok önemli bir özelliği,
zamanında Türkiye’de herkese hayal gibi görünen, o zaman Sovyetler Birliği
içerisindeki Türk Cumhuriyetlerinin bir gün bağımsızlıklarına kavuşacaklarını,
o ülkelerle ilgilenmenin, Türk hükümetlerinin en önemli dış politika öncelikleri
arasında olması gerektiğini ifade eden bir siyasetçimizdi. Zaman onu haklı
çıkarmıştır; ama, maalesef, bugün geldiğimiz noktada, bugün Türkiye’yi yöneten
hükümet, bu gerçeğin ve bunun taşıdığı önemin farkında değildir. Türk
cumhuriyetleri, bu hükümet zamanında, geçmişte hiçbir hükümet zamanında olmadık
ölçüde ihmal edilmiştir.
İki gün sonra İstanbul’da bir Türk kurultayı yapılacaktır.
Türk kurultayı her sene yapılan, artık geleneksel hale gelmiş olan ve her sene
organizasyonunda rahmetli TÜRKEŞ’ in büyük katkısı bulunan bir toplantıdır,
Türk cumhuriyetlerinden temsilcilerin katıldıkları bir toplantıdır. Şimdiye kadar
ilk defa, bu hükümet, bugüne kadar -belki şimdi TÜRKEŞ’ in rahmetli olmasından
sonra hükümet bir siyasi jest yapma ihtiyacını duyabilir- bugün itibariyle bu
kurultaya 5 kuruş dahi katkıda bulunmamıştır. Halbuki, bundan önceki bütün
hükümetler, bizden sonraki hükümetler, bu kurultaya, gerek tanıtma fonundan gerek
devletin diğer imkanlarıyla her zaman katkıda bulunmuşlardır.
Esasen, biraz önce söylediğim nedenden dolayı, yani Türk
cumhuriyetleriyle olan ilişkilerin Türk dış politikası açısından taşıdığı
önem dolayısıyla da, bu hükümetlerin görevi olmak gerekir; ama, bugünkü
hükümetin, özellikle büyük ortağının, Türk dünyasına, Türk alemine, Türk
cumhuriyetlerine bakışındaki sakatlık nedeniyle, ölümünden önce hatırlıyorum,
rahmetli TÜRKEŞ, hükümetin bu konudaki ilgisizliğinden yakınmıştır. Hepinizin
bildiği gibi, rahmetli TÜRKEŞ, aynı zamanda Türk siyasetinde bölünmüşlüğün
giderilmesine, daha bütünleşmeci, daha uzlaşmacı bir tablonun ortaya çıkmasına
katkıda bulunmak için çaba harcamıştır. Fevkalade uzlaşmacı, ılımlı bir
siyasetçi imajı çizmiştir. En azından, kendisiyle çok yakın diyalog içinde
olduğumuz son bir yıl içerisinde rahmetli TÜRKEŞ’ in bu niteliklerini bizzat
müşahede etme, gözleme imkanı bulmuştum. Kaybı, hakikaten Türk siyaseti için ve
fikir hayatı için çok büyük bir kayıp olmuştur. Kendisine tekrar Allah’ tan
rahmet diliyorum ve memleketimize yaptığı bütün hizmetleri de minnetle anıyorum.
Değerli arkadaşlarım, bugünkü hükümetin işbaşına gelmesinden
bu yana, 9 aydan biraz fazla bir süre geçmiştir. 9 aylık süre, bir hükümetin
icraatının değerlendirilebilmesi için yeterli bir süredir. 9 aylık zamanda
yaptıklarına veya yapmadıklarına bakarak, bir başbakanın ve onun hükümetinin ne
ölçüde başarılı olduğu konusunda bir fikir edinebilmek mümkündür. Biz bu 9 ay
içerisinde, vesilelerle yaptığımız toplantılarda, basına, kamuoyuna çeşitli
vesilelerle yaptığımız açıklamalarda, bu hükümetin icraatıyla ilgili
görüşlerimizi, eleştirilerimizi dile getirdik, zaman zaman bazı tahminlerde bulunduk.
Şimdi, geriye dönüp baktığım zaman, bir kere bu hükümetin
kuruluş şeklini eleştirdik. Bu hükümetin, bir ahlaki zaaftan kaynaklanan nedenlerle
kurulduğunu söyledik, yolsuzlukları örtbas etmek amacıyla kurulduğunu söyledik.
Zaman bizi bu konuda haklı çıkarmıştır. Bu hükümetin kaynak paketlerinin hayali
olduğunu söyledik, zaman bizi haklı çıkarmaktadır. Denk bütçenin bir masal
olduğunu söyledik, işte ocak, şubat ayı rakamları çıkmıştır, mart ayı
rakamları çıkmıştır, mart ayı rakamı da önümüzdeki günlerde çıkacaktır.
Zannediyorum 3 ayın açığı 300 trilyon civarında olacaktır.
Şimdi, dış itibarımızın sıfıra indirilmesinden rahatsız
olduğumuzu söyledik. Bu sebeple meclise gensoru önergesi verdik. Bu hükümetin, dış
politikada ne yaptığını bilmediğini, Türkiye’yi hangi yöne doğru götürmek
istediğine henüz karar veremediğini, bu durumun dış itibarımızı ve dış
politikamızı zedelediğini söyledik. Yolsuzlukların örtbas edildiğini hep birlikte
yaşadık. Hukuk devletini zedelediklerini söyledik, hukuk devletine zarar verdiklerini
söyledik. Bu konudaki uygulamalar, maalesef, halen de devam etmektedir.
İşte, biraz önce konuşan Adil AŞIRIM arkadaşımızın söylediği
gibi, telefonlarımızın dinlenip dinlenmediğinden bile emin olmadığımız bir ortamda
yaşıyoruz. İçişleri Bakanının, Emniyet Genel Müdürünün makam odasını gece
yarısı bastığı bir ülkede yaşıyoruz. Binaenaleyh, böyle bir ülkede,
hiçbirimizin hukuk devletinin fertlere sağladığı güvencelere sahip olduğumuz iddia
edilemez. Yaşadığımız şeyler, maalesef, muz cumhuriyetlerinde dahi ender yaşanacak,
olaylardır; ama, işin asıl kötü tarafı, bu ender olaylar, artık hepimize olağan
gelmektedir. Yani, yaşadığımız şeylerin adeta normal olduğunu düşünüyoruz.
Normal bir hukuk devletinde hiçbir zaman olmayacak olaylar, olmaması gereken olaylar,
hepimiz için vukuat-ı adliyeye dönüşmüştür. İşin asıl acı yönü budur.
Ama, bu hükümetin en kötü icraatının demokrasiyi kötüye
düşürmek olduğunu söyledik. Demokrasiyi tehlikeye düşürmek olduğunu söyledik.
Demokratik rejimin tehdit altında olduğunu ifade ettik.
Ekonomide çizilen pembe tabloların gerçek olmadığını, aldatıcı
olduğunu söyledik... Velhasıl, her fırsatta bu hükümetin icraatını eleştirdik.
Şimdi, 9 aydan sonra bunu bir bütün olarak yapma imkanımız vardır. Sanıyorum, bu
hükümet zaten 10 uncu ayını da tamamlayacaktır. 9 ayın sonunda bir bütün olarak
değerlendirdiğimiz zaman, bu 9 aylık icraatıyla Sayın Erbakan’ın ve partisinin
gerçek yüzünün milletimiz tarafından artık daha iyi görülebildiği
kanısındayım. Bu 9 aylık icraata baktığınız zaman, Sayın Erbakan’ın ve
partisinin gerçek yüzü olarak milletimiz tarafından görülebilecek birtakım
hususları ana başlıklar halinde dile getirmek istiyorum.
Birincisi, refah partisi, bu 9 aylık iktidar döneminde, daha önce
yapmış olduğu vaatlerin hiçbirini gerçekleştirmemiş, ama daha önceki uzun yıllar
boyunca bize yönelttiği veya diğer iktidarlara yönelttiği ne kadar eleştiri varsa,
eleştirdiği ne kadar şey varsa, hepsini fazlasıyla gerçekleştirmiştir.
İsrail’den tutun da faize kadar, eleştirdiği şeylerin hepsini kendisi fazlasıyla
gerçekleştirmiştir. Ama, millete yapmış olduğu vaatlerin hiçbirini
gerçekleştirmemiştir. Bizim geleneğimizde bir laf vardır, söz senettir derler.
Sanıyorum bunun en fazla geçerli olduğu alan da siyasettir.
Ticari hayatta senedi karşılıksız çıkan bir kişinin itibarı
kalmaz. O kişiye kimse bir daha kredi açmaz, borç vermez, mal vermez. Aslında, bu
kuralın ticaretten çok siyasette geçerli olması lazım. Yani, güven unsuru, aslında
siyasi hayatta ticari hayata göre daha fazla önem taşıması gerekir. Sayın
Erbakan’ın ve partisinin seçimden önce vermiş olduğu bütün sözler, yani millete
vermiş olduğu bütün senetler karşılıksız çıkmıştır. Bu vaatlerinden
gerçekleştirdiği bir tek örnek bile gösteremezsiniz. Ama, maalesef, Türk siyasi
hayatı bugün hastadır. Sözünü yerine getirmeyen siyasetçiler, Türk siyasetinde
cezalandırılacak yerde, neredeyse mükafatlandırılmaktadır.
Yine, bu 9 aylık dönemde, hükümet icraatı olarak vurgulamak
istediğim konulardan birisi, refah partisinin din meselesine bakışındaki sakatlığın
ortaya çıkmış olmasıdır. Görülmüştür ki, refah partisi için din meselesi,
vatandaşlarımızın inançlarına saygı meselesi olarak görülmemektedir. Refah
partisi için din meselesi, bir siyasi çıkar aracıdır. Siyasi çıkar amacıyla
sömürülmesi, istismar edilmesi düşünülen bir meseledir. Bu, bizim Anavatan Partisi
olarak felsefemize de, iktidarımızdaki uygulamalara da taban tabana zıt bir tutumdur.
Değerli arkadaşlarım, bu konuda diyeceğim en önemli şey şudur:
Dinin temeli ahlaktır. Hazret-i Peygamberin hadisine de bakarsanız, dinin temeli
ahlaktır. Din, güzel ahlak demektir, iyi ahlak demektir. Yani, ahlaka dayanmadan dinden
ve ahlaki olmayan dindarlıktan söz edilemez. Refah partisi, yolsuzlukların üstüne
örterek, çetelerin kanlı eylemlerini örtbas ederek, Türk siyasetinde ahlak kuralı
tanımadığını ortaya koymuştur. Siyasi çıkar için, ahlakı nasıl göz ardı
edebileceğinin, bundan daha somut bir örneğini görmek mümkün değildir. Devlet
yönetiminden ahlakı bu şekilde saf dışı eden refah partisi, bırakınız İslam
dinini sahiplenmeyi, İslam dininden bahsetmeye dahi hakkı yoktur. (alkışlar)
Yine, bu dönemde refah partisinin tespit edilmesi gereken bir başka
özelliği, şu 9 aylık süre göstermiştir ki, refah partisi, devleti ve milleti
yönetecek kadrolara sahip değildir. Hiçbir hazırlığa da sahip değildir, iktidara
tamamen hazırlıksız olarak gelmişlerdir. 9 aydan beri bu hazırlıksızlıktan doğan
bocalamanın içerisindedirler.
Ve nihayet, maalesef, ortaklarıyla birlikte Türkiye’de rejimi
tehlikeye atmaktan da çekinmeyeceklerini ortaya koymuşlardır.
Burada, bu hükümete bir uyarıda bulunma ihtiyacımız var. Bu zaten
bitmiş olan hükümeti, bundan sonra artık kurtarmak mümkün değildir. Onun için, bu
iktidar ortaklarının yapması gereken hadise, fuzuli olarak bu hükümeti kurtarmaya
çalışmak yerine, bundan sonra artık rejimi kurtaracak çarelere kafa yormaktır, bu
konuda gereken davranışı göstermektir. Yoksa, bu hükümeti kurtarmak, ne kadar
uğraşsalar artık mümkün değildir.
Yine, bu hükümet zamanında, maalesef Türkiye’de hukuk devleti
ilkesi zedelenmiştir. Biraz önce de söyledim, telefon dinlenmesi olayı var, işte en
son emniyet genel müdürünün görevden alınması olayı var. Geçen hafta ifade ettim,
bu görevden alınma, hiçbir şekilde hukuk kurallarıyla bağdaştırılamaz.
Türkiye’de devlet memurları kanunu, bakanlara çok istisnai hallerde vekaleten
görevlendirme veya geçici olarak görevlendirme yetkisi verir. Ama bu yetki, bütün
Türkiye’nin asayişinden sorumlu olan en yüksek makam için kullanılamaz. Bu yetki,
ancak bakanlar kurulu kararnamesiyle atanan emniyet genel müdürü için kullanılamaz.
Bu, yetkinin kötüye kullanımı olur. Bu, devlet teamüllerine aykırı olur, bu, devlet
ciddiyetine aykırı olur; ama, olay sadece bununla da kalmamıştır. İçişleri
bakanı, bizzat kendisinin yönettiği bir çete operasyonuyla emniyet genel müdürünün
gece yarısı makamını basmıştır. Bu, dediğim gibi, bir hukuk devletinde değil,
normal hiçbir ülkede rastlanmaması gereken bir durumdur, rastlanmayacak bir durumdur.
Sayın Cumhurbaşkanı, yapılan tasarrufun hukuka aykırı olduğunu,
Başbakana yazılı olarak bildirmiştir, bu konuda görüşlerini kamuoyuna
açıklamıştır. İçişleri bakanı, cehaletten kaynaklanan bir meydan okumayla
“isteyen mahkemeye gitsin” demiştir. Dün idare mahkemesi, yürütmeyi durdurma
kararı vermiştir, hem de içişleri bakanlığının savunmasına bile gerek hukukun
yerine getirilmesi değil, hukuk tanımayan iktidara ve onun İçişleri bakanına
atılmış bir şamardır. (alkışlar)
Şimdi, İçişleri Bakanı muhtemelen bu kararı uygulamayacaktır.
Yani, 60 gün içerisinde bu kararı uygulayıp uygulamama konusunda süresini
kullanacaktır. Ama, herkes görmüştür ki, emniyet genel müdürlüğü ile ilgili
bütün vatandaşlara güven vermesi gereken bir operasyonu dahi, bu hükümet yüzüne
gözüne bulaştırmıştır. Kendi arasında anlaşamadığı için, ortak bir kararname
çıkaramadığı için, bu tür muvazaalı yollara başvurmuştur. Onu dahi
gerçekleştirememiştir, hukukun duvarına çarpmıştır.
Binaenaleyh, bu hükümet işbaşında olduğu sürece, Türkiye’de
hiç kimse hukuk devletinin işlemesini beklememelidir. Hukuk devletine kavuşulması
isteniyorsa, yapılması gereken, bir an önce bu hükümetten kurtulmaktır.
Değerli arkadaşlarım, burada bizden önce yapılan grup
toplantısında, sanıyorum dialarla, sinevizyonlarla filan 5 nisan kararlarının ne
kadar başarılı olduğu, ekonominin ne kadar parlak bir tablo arz ettiği ifade
edilmiş.
Şimdi, 5 nisan kararları, geçen hafta itibariyle 4 üncü senesine
girmiştir. Hiç öyle uzun boylu üzerinde tartışmaya filan gerek yoktur. Eğer, bir
ekonomik program uygulamaya konulduktan 3 sene sonra, yani üzerinden 3 sene geçtikten
sonra, bir ülkede enflasyon yüzde 85 ise, faiz oranı yüzde 120 ise, o programa
başarılı diyen... Kelimeye siz doldurun... Ben kullanmıyorum... (alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, 1991 yılında Anavatan Partisi iktidardan
ayrıldığında, Türkiye’de enflasyon yüzde 60’lar seviyesindeydi. Daha önceki
yıllara bakarsanız, Türkiye’de hakikaten bir ekonomik istikrarsızlık trendi
gözüküyordu, biz bunu istikrarsızlık olarak görüyorduk. Çünkü, yıllar
itibariyle zannediyorum bizim dönemimizin son üç dört yılındaki ortalama enflasyon
da yüzde 50-60 düzeyini aşağıya çekebilmek için, ekonomiyi, üye olmak istediğimiz
Avrupa ülkelerinin istikrarına kavuşturabilmek için erken seçime gittik. Erken
seçime giderken de söyledik: “Daha bizim bir yıl süremiz var, istesek bu yılı
kullanırız: ama, bir yılda alınması gereken tedbirler, seçime giden bir iktidarın
alabileceği tedbirler değildir. “Millete gittik, milletten yetki istedik “Bize yetki
verirseniz, biz mutlaka enflasyon canavarını ortadan kaldıracağız” dedik.
İstediğimiz sonucu alamadık, sonunda bizden sonraki hükümet geldi,
işte o 500 günlük programlar uygulandı, vesaire... Sonunda Türkiye 5 nisan
kararlarına geldi. 5 nisan kararlarının öncesiyle sonrası arasını
karşılaştırdığınız zaman, 5 nisan kararları öncesinde Türk ekonomisi, yüzde
50-60 arasında seyreden bir enflasyon trendi içindedir. 5 nisan kararlarından sonraki
Türk ekonomisinin enflasyon ortalaması yüzde 90’dır. Yani, 5 nisan kararları
istikrarı sağlayıcı, enflasyonu düşürücü gayelerle yapıldığı halde, bunun tam
tersine sonuç vermiştir.
Aslında, Türk halkı açısından maliyeti çok yüksek olan
tedbirler olmuştur; çünkü, hepinizin bildiği gibi, esnaftan, beyannameli
mükelleflerden, bir defaya mahsus olmak kaydıyla ek vergi alınmıştır. Yani,
istikrarın sağlanabilmesi için herkesten ek fedakarlık istenmiştir. Akaryakıta
yüzde 90 zam yapılmıştır, elektriğe yüzde 100 zam yapılmıştır, KİT
ürünlerine yüzde 100 zam yapılmıştır; ama, maaşlara ve ücretlere aynı oranda zam
yapılmamıştır ve memurların ve işçilerin reel gelirlerinde yüzde 30’ luk bir
düşme olmuştur, bir gelir kaybı olmuştur. Yani, aslında en büyük fedakarlığı, o
zaman da söylediğim gibi, sabit gelirle geçinen zümreler yapmışlardır. Bunlar gelir
kaybına uğramışlardır; ama, hepimizin birlikte uğradığımız gelir kaybı,
yapılan bu fedakarlık hiçbir sonuç yaratmamıştır. 3 sene sonra Türkiye bugün, 5
nisan kararlarının alındığı gündekinden daha yüksek bir enflasyonla karşı
karşıyadır.
Türkiye’deki enflasyonla Batıdaki enflasyonu, şimdi biz Avrupa
Birliğine üye olmak istiyoruz, zaman zaman da meydan okuyoruz bizi almadıkları için.
Değerli arkadaşlarım, Avrupa Birliğinde, mesela Almanya’da şu anda yıllık
enflasyon yüzde 1,9’dur. Türkiye’de son ay itibariyle, mart sonu itibariyle yıllık
enflasyon yüzde 80’dir. Yani, Türkiye’deki bir yıllık enflasyon yüzde 80’dir.
Yani, Türkiye’deki bir yıllık enflasyon, Almanya’daki 40 yıllık enflasyona
eşittir. Türkiye’deki enflasyon Almanya’dakinin 40 katıdır. Bizde 4 gündeki
enflasyon, orada 1 senelik enflasyona eşittir.
Ee, şimdi biz böyle bir ekonomiyle bütünleşmeyi, gümrük birliği
de yetmez diyoruz, tam üye olmayı hedef alıyoruz. Tam üye olmanın yolu, batılılarla
kavga etmekten filan geçmiyor, tam üye olmanın yolu, evvela ekonomimize ve tabii
demokrasimize çekidüzen vermekten geçiyor. Yüzde 80 enflasyonla bizi Avrupa Birliğine
alsalar dahi, bizim girmememiz lazım. Bizim yapmamız gereken, önce, enflasyonu hem
halkımızın istediği, bu kadar fedakarlığa katlandığı hem de onların bize kriter
olarak koydukları şart olarak koştukları seviyeye indirmektir. Yüzde 80 enflasyonla
Türkiye hiçbir yere varamaz.
Geçen sene ki büyüme oranını filan örnek gösterip, ekonominin
parlak olduğunu söylemek aldatmacadan ibarettir. Bakın, 1994 yılında ekonomi
çöktü, ama, bir sene önce, 1993 yılında Türkiye’de yine büyük bir kalkınma
oranı gerçekleşmişti. Bu, tamamen talepten kaynaklanan hem de ithalata dayalı olan
bir büyümedir. Üretimden kaynaklanan bir büyüme değildir. Ve maalesef, Türkiye,
biraz önce Sayın TANER’ in de söylediği gibi, bugün hazırdan yemektedir,
geleceğini yemektedir, yeri bir krize gebedir. Yani, 5 nisan kararlarının 3 üncü
yılında Türkiye istikrarı yakalamak yerine, istikrardan daha uzaklaşmıştır. Bu
kararlara rağmen, yapılan fedakarlıklara rağmen daha uzaklaşmıştır ve bu gidişle
Türkiye, çok kısa bir sürede, 1994’te yaşadığı yüzde 150 enflasyon ve ekonomik
büyüme yerine, yüzde 6,5 ekonomik küçülme tablosuyla yeniden karşı karşıya kalma
tehlikesiyle yüz yüzedir.
Değerli arkadaşlarım, sadece enflasyon açısından değildir
hastalık işaretleri, faizler açısından da aynı şey geçerlidir. Hazinenin dün
yapılan faizindeki oran yüzde 122’dir. Yani, yıllık faizler, düşmek bir yana,
devamlı tırmanmaktadır. Yüzde 122 faiz, devlet teminatıyla çıkarılan kağıtlara
yüzde 122 faiz ödenen bir ülkede enflasyonun yüzde 80 olduğu bir ülkede istikrardan
filan bahsetmek mümkün değildir. Söylenen her şey aldatmacadır. Doğru rakamlar
söylediğim rakamlardır; rakamlar da yalan söylemez. Ama, milleti aldatmak isteyenler,
rakamları çarpıtabilirler. Bugün yapılan da budur; Erbakan’ ın yaptığı da
budur, Sayın Çiller’ in yaptığı da budur. Rakamları çarpıtarak Türkiye’nin
hiçbir yere varması mümkün değildir.
Enflasyonun yüzde 80 olduğu bir ülkede, ekonominin iyi olması
mümkün değildir, ekonominin değil, herhangi bir şeyin iyi olması mümkün değildir.
Enflasyon oranının yüzde 80 olduğu bir ülkede ekonomi, hasta değil, kanserli
demektir. Dünyada enflasyon oranının bizden daha yüksek olduğu, zannediyorum iki veya
üç ülke var. Yani, o girmek istediğimiz Avrupa Birliğinde filan değil, OECD
ülkelerinde değil, bütün dünyada yıllık enflasyonu şu anda bizden yüksek olan iki
üç tane ülke vardır. İşte, Bulgaristan’ dan misafirlerimiz var, Bulgaristan’da
enflasyon astronomik rakamlara çıktı, şimdi süratle düşüyor. Bütün Doğu
Avrupa’da da aynı şey yaşandı 1990’dan sonra. Korkarım ki, bir iki ay sonra
Bulgaristan da bizden daha iyi bir enflasyon oranına kavuşacaktır. Yani,
Bulgaristan’ın kavuşmasını istiyorum da, Türkiye’nin hala aynı rekortmenliğini
korumasından korkuyorum. Dünyada bizden kötü enflasyona sahip ya iki ya üç ülke
vardır.
Değerli arkadaşlarım, dış borç stokundaki, iç borç stokundaki
artışların tekrarlamayacağım; ama, maalesef, rakamlar hiç de iç açıcı değildir.
1996 yılı rakamları hala açıklanmamaktadır, dikkatinizi çekiyorum. Tablo iyi ise,
rakamları niye milletten gizliyorlar. Şu anda 1996 sonunda Türkiye’nin ne kadar dış
ticaret açığı verdiğini bilmiyoruz. Ne kadar cari işlem açığı verdiğini
bilmiyoruz. Şu an itibariyle iç ve dış borç stokunu da bilmiyoruz. Ama, bundan
önceki son rakamlar ve şu andaki muhtemel rakamlar dahi, fevkalade korkutucudur,
fevkalade düşündürücüdür. Her şeyden evvel, ciddi tedbir almayı gerektiren
rakamlardır. Hükümet, böyle masal anlatarak, pembe tablolar çizerek, ne kadar
başarılı olduğunu kendisi de inanmadığı halde, olabilir de erken seçime filan
gidilirse milletin zihnini karıştırmak için bu tür masalları anlatırsa, korkarım
ki, bu durumu değiştirmek için yapılması gereken asıl iş yapılamaz. Türkiye’de
orta vadeli bir istikrar programı yapmadan, bunun gerektirdiği yapısal tedbirleri
almadan, köklü tedbirleri almadan, bu tablonun değişmesi mümkün değildir ve
maalesef, bu hükümetin bunu yapmaya ne mecali vardır ne gücü vardır ne de bunu
yapacak aklı vardır.
Evet, son olarak değinmek istediğim husus şu, biraz önce
Susurluk’tan bahsetti Sayın TOPÇU. Değerli arkadaşlarım, Susurluk meselesine, bu
iktidardan değerlendirmesini yaparken bütün arkadaşlarımın şunu unutmaması lazım:
Biz, bugün Türkiye’de büyük bir mücadelenin içerisindeyiz. Bu mücadele, sadece
bir siyasi mücadele değildir, bir siyaset mücadelesi değildir. Yaptığımız
mücadele, aynı zamanda ahlak ve fazilet mücadelesidir. Yaptığımız mücadele, aynı
zamanda demokrasi mücadelesidir. Yaptığımız mücadele, aynı zamanda hukuk
mücadelesidir. Türkiye’de, devlete ve millete siyaset yoluyla hizmet etmek isteyen
insanlar, bu saydığım şeyleri göz ardı ederek hedeflerine ulaşamazlar. Yani,
ahlakı, fazileti bir yana bırakıp, siyaset yoluyla hizmet edemezsiniz. Hukuku bir yana
bırakıp, siyaset yoluyla millete hizmet yapamazsınız. Demokrasi olursa olsun, olmazsa
olmasın, diyemezsiniz. Bunların hepsini- eğer siyasetçiyseniz, siyaset yoluyla millete
hizmet etmek istiyorsanız- gözetmeye, bunların kavgalarını yapmaya mecbursunuz.
Millete ve devlete sahip çıkmanın yolu, hukuktan, ahlaktan,
faziletten ve demokrasiden geçer. Kim ortaya çıkıp da: “Ben bunları çiğnesem
dahi, devlete ve millete hizmet ediyorum” derse veyahut da kim bunların çiğnenmesine
göz yumarsa, çiğnenmesine seyirci kalırsa, bilin ki onlar, bindiği dalı kesen
kişilerdir. Çünkü, bunlar olmadan, bizim için, yani başkalarının gölgesinde
değil, kendi gücüyle siyaset yapmak isteyen insanlar için, bu saydığım şeyler
olmazsa, hizmet yapmak mümkün değildir. Bunların olmaması, bizim bindiğimiz dalı
kesmek anlamına gelir.
Eğer, ülkede ahlak, fazilet kalmamışsa, insanlar yaptıklarının
hesabını vermek ihtiyacını duyamıyorlarsa, sistem onlardan bunun hesabını
soramıyorsa, neticede olan, işte Türkiye’de bugün yaşadığımız gibi,
siyasetçiye güven erozyonu olur. Siyasetçiye güvenilmemesi olur. Hiç kimsenin,
siyasetçiyi kendi temsilcisi olarak görmemesi, ona güvenmemesi olur. Siyasetçinin en
fazla ihtiyaç duyduğu, hizmet yapabilmek için en fazla ihtiyaç duyacağı şey
güvendir. Demin söyledim, siyasette güven, ticaretten daha önemlidir. Bizim hep
“Siyasi ahlak, siyasi ahlak” diye nakarat haline getirmemizin altında yatan sebep
budur. Kendimize kredi sağlamak için, kendimize prim sağlamak için değildir.
Siyasetçinin güvenirliğini kurtarmak içindir; ama, maalesef rakiplerimize bunun
önemini anlatmak mümkün olmamıştır.
Velhasıl, bilinmelidir ki, millet ve devlet, ancak bu saydığım
değerlerle ayakta durur. Bu değerler olmazsa, millet de, devlet de çökmeye mahkumdur.
Bir şeyin daha bilinmesi lazım; eğer, milleti ve devleti ayakta
tutan değerler, bu saydığım değerlerse, hukuksa, ahlaksa, demokrasiyse, o zaman
bunları yıkarak devleti ve milleti korumak da mümkün değildir. Susurluk konusuna
herkesin o açıdan bakması lazımdır. Herkesin Susurluk meselesine bakışını, bu
değerlere göre bir defa daha gözden geçirmesi lazımdır.
Değerli arkadaşlarım, bu hafta mecliste hükümetin iki çok önemli
kurumu daha ele geçirme planı yürürlüğe konulacaktır. Bir tanesi, YÖK kanunudur.
YÖK kanunu, zannediyorum daha önceki bir danışma kurulu kararıyla öncelikli olarak
gündeme alınmıştı, bugün veya yarın gündeme gelebilir, bilmiyorum. Burada
yapılmak istenen, mevcut YÖK’ u lağvedip, kendi isteğine göre yeni bir YÖK
oluşturmaktır. Bizim buna bütün gücümüzle karşı çıkmamız lazım.
İkincisi, bugün danışma kuruluna getirmişlerdi, bilmiyorum ne
oldu... Görüş birliği sağlanamamış, oylamaya gelecek... TRT Kanunu ile ilgili
hükümet yeni bir tasarı getirmektedir. 48 saat içinde komisyonda görüşülmesi için
danışma kurulunda öncelik istediler, biraz sonra oylanacak. TRT genel müdüründe,
biliyorsunuz, bu hükümet altı aydan beri anlaşamıyor. RTÜK’ ün önerdiği 3
adaydan 3’ünü de hükümet beğenmedi. Şimdi, birisi istifa etti, oyun yerine RTÜK
yeni bin ay bildirecek. O adayda zannediyorum anlaştılar, fakat bir zorluk var, o
adayın yaşı, şu anda geçerli kanundaki yaşı tutmuyor; yani, hükümetin
anlaştığı adayın yaşı... Onun için kanunu değiştirmeye karar verdiler. Mevcut
kanuna göre, TRT genel müdürünün 40 yaşından genç olmaması lazım. Şimdi,
alelacele getirip çıkarmak istedikleri bu tasarıda bunu 35’e indirmek istiyorlar ve
mevcut kanunda 15 yıl hizmet şartı var, o şartı da kaldırıyorlar. Yani, buldukları
adayın hem yaşı 40’tan küçük hem de 15 yıllık devlet hizmeti yok. Şimdi, kanunu
ona uydurmaya çalışıyorlar. Bunun için öncelik istiyorlar.
YÖK’e ve TRT’ye sahip çıkmamız lazım. Bu konuda
arkadaşlarımın, bugün ve yarın bu konuda genel kurula katılmalarını ve oylamalarda
mutlaka bulunmalarını rica ediyorum.
Hem bu meclis gündemindeki bu önemli konu nedeniyle hem de rahmetli
TÜRKEŞ’ in cenaze töreni nedeniyle bu hafta ki Manisa’ da planlanan
çalışmamızı, ileri bir tarihe erteledik. Ama, Cumartesi ve Pazar günleri programı
aynen uygulayacağız. Ben orada gideceğim, İl Divanını yapacağız, belediye ziyareti
ve mesir şenliğine katılacağız.
Önümüzdeki hafta zannediyorum meclis tatil olacak. O yüzden,
önümüzdeki hafta herhalde grup toplantısı yapacağız. Bu nedenle, ben bugünden,
bütün arkadaşlarımın mübarek Kurban Bayramını tebrik ediyorum. Hepinize saygılar,
sevgiler sunuyorum. (alkışlar)