ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN
TBMM GRUP KONUŞMASI

30 Nisan 1997

 Değerli arkadaşlarım,

Geçtiğimiz Kurban Bayramını da, bundan önceki Ramazan Bayramı gibi, vatandaşlarımızın arasında geçirdim.

Mersin’in bütün ilçelerini, bütün beldelerini, Mersin Milletvekili arkadaşlarımla beraber dolaştık. Hem vatandaşları dinleme imkanımız oldu, vatandaşlarımızın dertlerini birinci ağızdan, onlardan bizzat dinleme imkanımız oldu, hem de Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu bunalım karşısında Anavatan Partisinin görüşlerini onlara anlatma imkanımız oldu.

Çok genel hatlarıyla tespitim şudur: Milletimiz, aslında büyük sıkıntı içerisindedir. Bu sıkıntı, Ankara’dan zannedildiği gibi, sadece rejimle ilgili değildir. Vatandaşımızın çok önemli kişisel sorunları vardır, çiftçilerimizin ağır sorunları vardır. Kısacası, eğitimden sağlığa, geçim sıkıntısına kadar çok çeşitli sorunlar halkımızın belini bükmüş durumdadır. Ama, milletimizin bu sıkıntılarına, son birkaç aydan beri yeni bir sıkıntı eklenmiştir. Çünkü, bu sıkıntıları çözmek için işbaşına gelen Hükümetin kendisi, başlı başına bir sıkıntı kaynağı haline gelmiştir.

Hangi partiye mensup olursa olsun, geçen seçimlerde hangi partiye oy vermiş olursa olsun, vatandaşlarımızın çok büyük çoğunluğu bizzat Doğru Yol Partisine, bizzat Refah Partisine oy vermiş vatandaşlarımız da dahil, bugünkü Hükümetin bu sorunların altından kalkamayacağı, bu sorunlara çözüm getiremeyeceği görüşüne gelmişlerdir.

Yine gördüğümüz bir başka husus, vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunun bu Hükümetin bir an önce işbaşından uzaklaştırılması konusundaki ısrarlı talepleridir. Vatandaşımız da bunu en başta bizden beklemektedir ve bu konuda bize suçlama derecesine varan eleştiriler söz konusudur.

Değerli arkadaşlarım,

Türkiye’de Ankara’nın, medyanın gündemini kaplayan rejim, demokrasi tartışmaları arasında; maalesef, vatandaşlarımızın müşahede ettiğimiz bu günlük sıkıntıları, geçim sıkıntıları, çiftçilerimizin feryatları, ekonominin fevkalade vahim gidişatı gözlerden kaçırılmaktadır. Ama, bu fırtına arasında, bu rejim bunalımı arasında unutturulmaya çalışılan birtakım gelişmeler de vardır; bunların en başında da, Susurluk sonrası ortaya çıkan gelişmeler geliyor.

Artık varlığı bütün kamuoyunun malı olmuş olan birtakım devletin içine sızmış olan çeteler, bu rejim tartışmaları içerisinde, bu demokrasi tartışmaları içerisinde, kamuoyunun gündeminden uzaklaştırılmaya, düşürülmeye çalışılmaktadır. Ama, bundan daha vahim olan bir durum, bu çetelerin maalesef faaliyetlerini halen devam ettirmekte olduklarıdır. Sadece onları unutturmak, geçmişte yapılanları vatandaşın zihninden silmek değil, aynı zamanda bugün hala günümüzde yeni rezaletler, yeni eylemler sergilemektedir. Bu şu anda bunların detaylarına girmeyeceğim. Ama, özellikle medyamızın nedense fazla ilgi göstermekten kaçındığı Türk Ticaret Bankası üzerinde oynanan oyunlara, rezaletlere kamuoyunun dikkatini çekiyorum. Anavatan Partisi olarak, bu meseleyi çok yakından izlemeye devam edeceğimizi söylemekle yetiniyorum.

Değerli arkadaşlarım,

23 Nisan törenlerine katıldıktan sonra iki gün için Almanya’ya gittim. Bir vakfın düzenlediği bir ziyaret vesilesiyle, Almanya’daki bütün siyasi partilerin yetkilileriyle, Hükümet yetkilileriyle, Türk-Alman ilişkileri ve Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ve son zamanlarda maalesef ciddi bir gerginlik içerisinde bulunan ilişkilerinin durumunu görüşme imkanını buldum. Orada da yaptığım tespit şudur: Bir kere, Almanya’daki bütün siyasi çevrelerin, Türkiye’deki iç politika gelişmeleriyle çok yakından ilgili olduklarını gördüm. Meseleleri bizim kadar, hatta bazılarımızdan daha detaylı olarak takip ettiklerini gördüm.

Yine, bütün b çevrelerde Refahyol Hükümetiyle ilgili, bizim söylediklerimizin çok ötesinde, haklı haksız çok ağır eleştirilerin, suçlamaların dile getirildiğini gördüm. Diplomatik üsluba sığmayan, hakikaten Türk vatandaşı olarak beni rencide eden birtakım yakıştırmaların, suçlamaların, eleştirilerin uluorta söylenebildiğini gördüm.

Ben, kendi siyasi hayatım boyunca hiç böyle bir olaya şahit olmadım. Türkiye’deki herhangi bir siyasetçi hakkında, herhangi bir Hükümet üyesi hakkında, bu kadar ağır suçlamaların, bu kadar etkili kişiler tarafından bu kadar ucuz dile getirilebildiğine hiç şahit olmadım.

Değerli arkadaşlarım,

Bu Almanya’daki tespitlerimde bir defa daha gördüm ki, Türkiye, Refahyol Hükümetiyle Avrupa’dan giderek uzaklaşmakta, kopmakta ve adeta içine kapanmış, dünya ile ilişkisi kesik bir ülke konumuna gelmektedir. Bu, 1983 yılında bizim devraldığımız Türkiye’nin, Anavatan İktidarından altı sene sonra, yeniden 1983 öncesinde olduğu gibi, dünyadan kopuk, içine kapanmış bir ülke görüntüsüne girdiğini gördüm.

Değerli arkadaşlarım,

Önümüzdeki dönem, hatta önümüzdeki şu üç aylık dönem, Türk dış politikası açısından hayati önem taşıyan bir dönemdir. Bakın, Mayıs ayında bizim de üye olduğumuz OECD Teşkilatı 2020 yılına kadar OECD ülkelerinde olabilecek ekonomik gelişmeleri değerlendirecek bir perspektif plan ortaya koyacaktır. Haziran ayında Hollanda’da Avrupa Birliği, Avrupa Birliğinin genişleme stratejisini görüşecektir. Ve nihayet temmuz ayında NATO ülkeleri, NATO’nun genişlemesi konusunda önemli bir toplantı yapacaktır.

Şimdi, Avrupa’nın geleceğinin, bu arada Türkiye’nin geleceğinin belirleneceği, böyle önemli bir döneme, Türkiye’nin böylesine aciz., böylesine beceriksiz, böylesine silik bir Hükümetle girmiş olması, Türkiye adına başlı başına bir talihsizliktir.

Değerli arkadaşlarım,

Sayın Erbakan, daha dün burada, bu kürsüden, milletin gözünün içine baka baka, şu televizyon kameralarına baka baka, herkesin bildiği birtakım yalanları fütursuzca dile getirebilmiştir. Millet zam sağanağı altında ezilirken, Sayın Erbakan bu kürsüye çıkmış, kendi iktidarları döneminde bir kuruşluk zam yapılmadığını söylemiştir. Herhalde televizyonlarda akşam siz de gördünüz; ben sadece şunu söylüyorum: Bugün itibariyle bu Hükümet işbaşına geleli tam 10 ay 2 gün olmuştur. 10 ay 2 gün önce bu Hükümete iktidarı devreden koalisyonun içinde biz de vardık. Biz bu Hükümete iktidarı devrettiğimiz zaman, Türkiye’de mazotun litresi 32 bin lira idi. Bugün itibariyle mazotun litresi 64 bin liradır. Erbakan Hükümetinin, sadece 10 ay zarfında mazota yaptığı zam yüzde 100’dür. Ekmeğe yapılan zam, keza yüzde 100 olmuştur. 10 ay içerisinde ekmek fiyatına yapılan zam, yüzde 100 olmuştur.

Şimdi, vatandaşın en önemli harcama kalemi olan ekmeğine 10 ayda yüzde 100 zam yapan, çiftçinin en önemli girdisi olan mazota 10 ayda yüzde 100 zam yapan bir Hükümetin Başbakanı, çıkıp milletin gözünün içine baka baka, 10 ay zarfında hiçbir zam kararı almadıklarını söylüyorsa, başka sebep aramaya lüzum yoktur.

O Kaddafi ile olan utanılacak ilişkilerine filan gitmeye lüzum yoktur. Askerler karşısındaki süklüm püklüm durumunu dikkate almaya da gerek yoktur... Bunların hiçbirine lüzum yoktur. 10 aydan beri Türkiye’de yaşanan rezaletlerin sadece bir tanesi bile bir hükümeti götürebilmek için yeterlidir, o hükümetin gitmesi için yeterlidir. Ama, bugün geldiğimiz noktada, bu Hükümeti hala ayakta tutan şey, işte o milletin gözünün içine bakarak yalan söyleyen Başbakanın pişkinliğidir, yüzsüzlüğüdür.

Sayın Başbakan, denk bütçe iddiasıyla gelmişti. Üç aydan beri de bütçenin fazla verdiğini savunuyordu. Ben de üç aydan beri bu kürsüye çıkıp, Başbakanın doğru söylemediğini, bütçenin en fazla açık vermemesi gereken, fazla vermesi gereken ocak, şubat, mart aylarında dahi, çok büyük ölçüde açık verdiğini söyledim. İşte, mart ayı sonu rakamları ortaya çıkmıştır. Hükümetin açıklamaktan çekinmesi, bu rakamları ortadan kaldırmaz. Üç ay sonunda, 1997 yılı bütçesi 450 trilyon lira açık vermiştir, bu belki 460 da olabilecektir.

Sayın Başbakan, şimdi üç ay rakamları açıklamamış, ama bunu daha fazla da gizlemesi mümkün değil, dün Grup toplantısında buraya çıkıyor, bütçenin açık vermesinin sebebi, denk bütçenin tutturulmamasının sebebi medya imiş! Eğer Türkiye’de iyi şeylerden hükümetler, kötü şeylerden medya sorumlu olacaksa, o ülkede herkes Başbakanlık yapar.

Başbakanın verdiği diğer bütün rakamlar da hayalidir, hepsi yalandır, hepsi yanlıştır. Bizden 27 milyar dolar iç borç devralmışlardır, Başbakan 22 milyar dolara indirdiklerini söylemektedir; gerçekte bugünkü iç borç 31 milyar dolardır. 10 ayda 4 milyar dolar iç borcu artırmışlardır. Hiçbir yatırım yapmadıkları halde sayın Başbakan, yatırımları reel olarak yüzde 40 artırdıklarını söylemektedir; bu da bir yalandır, yatırımlardaki artış sıfırdır.

Değerli arkadaşlarım,

Bu millet 30 sene hep Erbakan’ın aynı nakaratını dinlemiştir. Erbakan millete hep, “Bunları denediniz, hepsi birbirinin aynısıdır, kopyasıdır, bunlar Batı taklitçileridir. Denenmedik bir biz kaldık. Şimdi bir de bizi deneyin” demiştir. Milletimiz, 54 üncü Hükümetle Refah Partisini denemiştir, 10 aydan beri denemektedir. Ve bu 10 aylık denemenin sonunda vatandaşın hükmü, işte bayramda bana söyledikleri, herhalde size söyledikleri, Refah Partisiyle ilgili olarak yaşanan hayal kırıklığıdır. Ama, asıl İslami duyarlılığa sahip olan, yani mütedeyyin olan, samimi Müslüman olan ve bu sebepten dolayı Refah Partisine oy verenlerin yaşadıkları tecrübe, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma tecrübesidir.

Değerli arkadaşlarım,

Refah Partisi, din ve vicdan özgürlüğü bakımından, Demokrat Partiden Anavatan Partisine kadar, merkez sağ partilerin 50 yılda sağladığı bütün imkanları, 10 ay gibi kısa bir zamanda tehlikeye atmıştır. Din ve vicdan özgürlüğü konusunda Refahyol Hükümetinin, halkımızı rahatlatan hiçbir icraatı olmamıştır. Ve bugün gelinen noktada, bu özgürlüklerin korunabilmesi için, Refah Partisinin bir an önce Hükümetten çekip gitmesi zarureti ortaya çıkmıştır.

Değerli arkadaşlarım,

Bir davaya, bir hizmete sahip olma iddiasının doğru olup olmadığını ölçmek için, çoğu zaman bir sınav gerekir. Zorlu bir sınava girmeden, kimin samimi olduğunu, kimin samimi olmadığını anlayabilmek mümkün değildir. Bir davanın istismarcılarıyla gerçek sahipleri, samimi sahipleri ancak böyle sınav zamanlarında meydana çıkar.

Size, Hazreti Süleyman’dan bir örnek vermek istiyorum. Hazret-i Süleyman’ın önüne bir dava getirmişler-çoğunuz biliyorsunuzdur-bir çocuk var, iki kadın da o çocuğun analık iddiasındadır; ama, ikisi de o çocuğun anası olduğunu ıspat edemiyorlar. Bu durumda, Hazret-i Süleyman demiş ki: “Çocuğu ortadan kesin, yarısını bu kadına verin, diğer yarısını da şu kadına verin” Gerçek anası olan kadın demiş ki: “Hayır, ben davamdan vazgeçtim, olduğu gibi çocuğu öbür kadına verin;” Hazret-i Süleyman demiş ki, “O zaman çocuğu vazgeçen bu kadına verin çünkü, gerçek ana çocuğunun zarar görmesine razı olamaz”

Değerli arkadaşlarım,

Erbakan ve partisi, 28 Şubatta Milli Güvenlik Kurulu'nda böyle bir sınava maruz kalmıştır ve maalesef bu sınavda sınıfta kalmıştır. Erbakan ve partisi, inandığını iddia ettiği, uğrunda siyaset yaptığını savunduğu değerlerle iktidar koltuğu arasında bir tercih yapmak durumunda kalmıştır ve maalesef, ne kadar süreceği belli olmayan iktidarı seçmiştir. Eğer Erbakan ve partisi, gerçekten din ve vicdan özgürlüğünü daha da genişletme, daha da artırma mücadelesinin sahip olsaydı, eğer bu davada samimi olsaydı, bütün vatandaşlarımızı ilgilendiren bu özgürlüğü, birkaç günlük iktidar uğruna tehlikeye atmazdı. Emaneti, o özgürlüğü gerçekten koruyabilecek olanlara bırakırdı. En başta Anavatan Partisine bırakırdı.

Ama, gördünüz ki böyle olmamıştır. Erbakan, inandığını iddia ettiği değerlerin gerçek sahibi olmadığını, tek amacının ne pahasına olursa olsun, iktidar koltuğunda oturmak olduğunu ve maalesef, yüzce İslam Dinini de iktidara ulaşmada, iktidarını sürdürmekte bir araç olarak kullanmaktan çekinmediğini açık bir şekilde göstermiştir.

Erbakan ve partisi, bugün inandığını iddia ettiği değer ve kurumlara sahip çıkmak yerine, iktidarını bir süre daha uzatmayı yeğ tutmaktadır. Ancak, üzücü olan şudur: Burada asıl kaybeden Erbakan ve partisi değildir. Asıl kaybeden milletimizdir, asıl kaybeden milli iradedir. Asıl kaybeden demokrasidir, asıl kaybeden din ve vicdan hürriyetinin daha da genişletilmesini bekleyen masum halkımızdır.

Erbakan ve partisi, milli iradeyi, din ve vicdan özgürlüğünü korumak yerine, açık bir şekilde kendi günlük çıkarlarını korumayı tercih etmiştir. Erbakan ve partisi, iktidarda kaldıkları her gün milli iradeyi, sivil otoriteyi biraz daha zayıflatmakta, din ve vicdan özgürlüğünü tehlikeye atmaktadırlar.

Değerli arkadaşlarım,

Kaddafi’nin İslami Halk Komutanlığı meselesi, evet 200 küsur günden beri Sayın Başbakan tarafından cevaplandırılmamıştır. Buz Anavatan Partisi olarak bu konuda gensoru önergesi verdik, diğer partiler de verdi, gensoruda bunu sorduk; Başbakan cevap vermedi. Arkadaşlarımız soru önergesi verdiler, Başbakan yine cevap vermedi. Kaddafi çıktı, bir televizyon programında bu iddialarını yeniledi, Başbakan hala susuyor.

Değerli arkadaşlarım,

Böyle bir Başbakan belki Patagonya’ya yakışır; ama, unutmayın ki, o iddiayı dile getiren, o iddiada bulunan lider daha düne kadar bizim küçük bir vilayetimizin lideridir. Osmanlı İmparatorluğu gibi bir imparatorluğun mirasçısı olan bir ülkenin Başbakanın böyle bir iddia karşısında susma hakkı yoktur.

Değerli arkadaşlarım,

Bugün yaşadığımız en önemli tehlike, Refahyol Hükümetiyle Türkiye’de sivil otoritenin zayıflamış olmasıdır. Sayın Erbakan, Türkiye’de Başbakan olarak sivil otoritenin başını temsil eder. Cumhurbaşkanı devletin başını temsil eder, bizim sistemimizde Başbakan da sivil otoritenin başını temsil eder, yürütmenin fiili başını temsil eder. Sayın Erbakan, sivil otoritenin başı olarak bugüne kadar maalesef, çok büyük bir zafiyet sergilemiştir ve bunun sonucunda da, Erbakan’ın Başbakan olduğu dönemde, Türkiye’de sivil otorite, maalesef, büyük ölçüde zayıflamıştır.

Değerli arkadaşlarım,

Şimdi bakın, dün ve evvelsi gün Genelkurmayda brifing yapılıyor. Genelkurmay, evvelsi gün Türkiye’deki üniversite öğretim üyelerine, dekanlarına, yöneticilerine brifing veriyor, dün de medya mensuplarına brifing veriyor. Ha, bir ülkede Genelkurmay kamuoyunu oluşturan medya mensuplarına brifing veremez mi? Verir. Bizim zamanımızda da vermiştir, daha önce de vermiştir. Türkiye’nin savunma politikasıyla ilgili, hele iç güvenlik konusunda görev aldıktan sonra terörle mücadele konusundaki çalışmalarıyla ilgili Genelkurmay, bu çalışmalar konusunda medyaya her zaman bilgi verir. Üniversitelere niye verir onu bilmiyorum, ama medyaya verir. Diyelim ki üniversitelere de verir. Bu Hükümet işbaşında kalırsa, belki yarın bizi de çağırırlar, bize de verirler...

Ama, ben dikkatinizi başka bir şeye çekmek istiyorum: Bugün gazetelerde okudunuz, acaba o brifingde ne denilmiş? Bakın, o brifingde şu deniliyor: “İrtica bugün Türkiye’nin en önemli meselesidir” İslami radikalizmle PKK; aynı kefeye konuluyor. Yani, “bölücülükle irtica, Türkiye için eşdeğerde tehlikelerdir” deniliyor. “İkisi de aynı ölçüde tehlikelidir” deniliyor ve deniliyor ki: “Türkiye’nin savunma konsepti değişmiştir. Bundan sonra Türkiye’nin savunma konseptindeki birinci öncelik iç tehlikedir” Yani, artık Türkiye’ye yönelik dış tehdit değil, iç tehdit daha önemlidir diyor. "İrtica ve bölücülük, Türkiye için birinci derecede tehlike haline gelmiştir” deniliyor.

Değerli arkadaşlarım,

Şimdi ben soruyorum: Hükümet bu söylenilenle mutabık mı? Başbakan, irticanın Türkiye için birinci öncelikli tehlike olduğunu söyleyebiliyor mu? Kabul ediyor mi? Sayın Başbakan başka bir şey söylüyor: “İrtica tehlikesi, basının uydurmasıdır” diyor.

Genelkurmay diyor ki: “İrtica, Türkiye için birinci tehdittir” Başbakan “basının uydurması” diyor, Genelkurmay “Türkiye için birinci tehdittir” diyor. Yani, “Bir yabancı ülkeden daha büyük tehdittir” diyor; “bölücülükle aynı derecede tehdittir” diyor. Böyle devlet olmaz! Bu, devlet krizidir! Öyle, Genelkurmay Başkanını Başbakanlığın merdivenlerinde karşılayıp uğurlayarak bu çelişkiyi gizleyemezsiniz!

Genelkurmay başka bir şey daha diyor: “Türkiye’deki irtica İran tarafından desteklenmektedir. Onun için, Türkiye İran ile dostane ilişki sürdüremez. İran Türkiye'’in düşmanıdır" ”Bunu brifingde söylüyorlar. “Türkiye, dış politikasını bu gerçeği dikkate alarak yapmak zorundadır” diyor. Bunu Başbakan kabul ediyor mu? Başbakan, İran’ı o D’ 8’lerin içinde düşünüyor. İşte, “haziran ayında anlaşma yapacağız, doğalgaz alacağız” diyor. Şimdi, İran ya Türkiye için tehdit teşkil eden bir ülkedir. Bizim düşmanımızdır. Türkiye’nin iç güvenliğini tehdit eden bir ülkedir. Türkiye'de irticayı, bölücülüğü destekleyen bir ülkedir, ya da Başbakanın düşündüğü gibi kardeşimizdir, işbirliği yapılacak bir ülkedir. İkisi aynı anda olamaz.

Değerli arkadaşlarım,

Bu Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra, yani şubat ve nisan sonunda yapılan Milli Güvenlik Kurul toplantılarından sonra, Genelkurmayın verdiği bu iki günlük brifingler, Türkiye’de bugünkü Hükümet, bugünkü Başbakan, Milli Güvenlik Kurulunda alınan kararlara karşı direnme gösterdiği sürece, takiyye yaptığı sürece, bu işi zamana yaymaya çalıştığı sürece, bu gerginliğin daha da artacağını göstermiştir. Yaşadığımız krizin daha da büyüyeceğini göstermiştir.

Başbakanın herhangi bir konuda bizden farklı düşünmesini, Anavatan Partisi olarak biz eleştirebiliriz, bu bizim hakkımızdır, bizim görüşlerimizin doğru olduğunu söyleyebiliriz, o da kendi görüşlerini savunabilir. Aslında, Türkiye’yi yöneten bir hükümetten beklenen, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasındaki bütün ilkelerle barışık olara, onları benimsemiş, onları içine sindirmiş olarak ülkeyi yönetmesidir.

Ama, Sayın Erbakan’ın yaptığı hadise, bizim Sayın Erbakan’ın tavrında eleştirdiğimiz hadise, sadece bizden farklı düşünmüş olması değildir. Sadece, cumhuriyetin temel ilkelerine ters düşmüş olması da değildir. Onları benimseyememiş olması, cumhuriyetin vazgeçilmeyecek, değiştirilemeyecek temel ilkelerini benimseyememiş olması değildir.

Bizim orda çok daha fazla eleştirme hakkımız olan başka bir tutum var, o da: Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında ağzını açmadan süklüm püklüm oturması, bütün samimi düşüncelerine set çekmesi, önüne getirilen her karara imza atması, ondan sonra burada Grup toplantısına çıkıp mangalda kül bırakmadan rüzgar gibi esmesidir. Eleştireceğimiz budur, bu ucuz kahramanlıktır.

Bir Başbakan Milli Güvenlik Kurulunun diğer üyeleriyle aynı düşünmek mecburiyetinde değildir; ama, farklı düşüncelerini orada söylemek zorundadır. İnanmadığı kararların altına imza atmak; zorunda değildir, ama attığı imzaya sahip çıkmak zorundadır. Başbakanlık sorumluluğu, devlet ciddiyeti ve her şeyden önce ahlak bunu gerektirir. İşte, ben aylarca önce burada Hz Peygamberimizin hadisine dayanarak Sayın Erbakan’ın münafık olduğunu söylediğim zaman bunu kastettim.

Değerli arkadaşlarım,

Şimdi bazıları çıkıp, Türkiye’de sivil otoritenin güç kaybetmesini, zayıf bir koalisyon hükümetinin varlığına bağlayabilirler, Türkiye’de zayıf bir hükümet olduğu için, Mecliste güçlü bir desteğe sahip olmadığı için, tavizlerle, pazarlıklarla ayakta durmayı yeğlediği için, bu Hükümetin otoritesinin zayıfladığını söyleyebilirler. Belki, bu kısmen de doğrudur; ama, şunu kesin olarak söyleyebiliriz: Refah Partisi, bugünkü düşüncesiyle, bugünkü kadrosuyla, bugünkü söylemiyle tek başına iktidara gelse, ki bence bu mümkün değildir, ama bir an için kabul edelim ki tek başına iktidara gelse, hatta Anayasayı değiştirebilecek bir çoğunlukla iktidara gelse dahi, Refah Partisinin bu samimiyetsiz tutumuyla, bugün içinde bulunduğu suçluluk psikolojisiyle Türkiye’de sivil otoriteyi güçlendirmesi mümkün değildir. Yani, demokrasinin gerektirdiği gerçek sivil otorite olabilmesi mümkün değildir.

Refah, kendisini değiştirmediği, cumhuriyetin temel nitelikleriyle barışmadığı, bu cumhuriyetin temel nitelikleriyle kavgalı olan kadroların elinden kurtulmadığı sürece, hangi şekilde, hangi oranda iktidar içinde yer alırsa alsın, bir yandan Türkiye için gerginlik nedeni olacaktır, bir yandan da Türkiye’deki sivil otoriteyi, yani demokrasiyi zayıflatacaktır.

Değerli arkadaşlarım,

Bugün Türkiye’de bir iktidar boşluğu vardır. İşbaşında bulunan Hükümet, gerçekte bir iktidar filan değildir, sadece bir iktidar müsveddesinden ibarettir. İşbasında varmış gibi görünen Refahyol Hükümeti, benim her zaman söylediğim gibi, aslında 28 Şubat 1997 tarihinde bitmiştir; ama, görevden çekilmemiştir. Bitmiş bir iktidarın hala görevde direnmesi, ülkede bir iktidar boşluğu yaratmıştır. Genelkurmay şimdi bu iktidar boşluğunu doldurmaktadır.

Aslında, bu iktidar boşluğu, hükümet bunalımları içerisinde en tehlikeli olanıdır. Çünkü, iktidar olmak, muktedir olmayı gerektirir; muktedir olmayan iktidarlar, otoritelerini kaybederler. İktidar, boşluk kaldıracak bir hadise değildir. İktidarın otoritesini kaybetmesi, toplumda boşluk demektir; kargaşa, kaos demektir. Ve Türkiye’de mevcut Hükümet maalesef, bu anlamda iktidarını kaybetmiştir, otoritesini kaybetmiştir.

Değerli arkadaşlarım,

Yönetimde bir kere otorite zaafı doğunca, o boşluğu doldurmak için birtakım kuvvetler harekete geçerler ve o ülkenin üzerine, demokrasinin üzerine kara bulutlar çöker.

Otoritenin yerini kargaşanın, boşluğun alması, bir ülke için, bir devlet için en büyük tehlikedir. Erbakan, aciz bir Başbakan olarak, yönetim otoritesini elinden kaçırmış, iktidar boşluğu doğurmuş ve sonunda ülkede işleri rayından çıkarmıştır. Bu söylediğim hadiseler, Türkiye’de işlerin artık rayından çıkmış olduğunun delilleridir.

Bu işlerin yeniden rayına girebilmesi için, iktidar boşluğunun giderilmesi, sivil otoritenin yeniden sağlanması güçlendirilmesi şarttır. Bunun için de, bir an önce Erbakan ile Hükümetin görevden uzaklaştırılması lazımdır.

Bu gerçeği bazı siyasetçilerimizin henüz daha kavrayamadıklarını görüyorum. Bazı siyasetçilerimiz, demokrasimizin içinde bulunduğu tehlikeye gözlerini kapatmakta ve büyük bir gaflet göstermektedirler, küçük siyasi hesapların peşinde koşmaktadırlar.

Değerli arkadaşlarım,

Ülke meselelerinin gerçek sahibi olması gereken sivil Hükümet bir kenara çekilmiş, askerler ülkenin bütün meseleleriyle ilgili brifingler vermeye başlamışlarsa, bir Hükümetin varlığından ve sivil otoritenin gücünden hiç kimse söz edemez. Bize göre, bu noktada ilk görev Sayın Erbakan’a ve partisine düşmektedir. Erbakan ve partisi, gerginlikleri artırdıklarını, muktedir olmadıklarını, otorite kuramadıklarını, iktidarı gerektiği şekilde kullanmadıklarını görerek, milletimizin ve demokrasimizin selameti için bir an önce görevi terk etmelidirler.

Değerli arkadaşlarım,

Gerilimin ortadan kalkması için, Refahın iktidardan gitmesi tek başına yetmez. Refah kaynaklı gerilimin tamamen son bulabilmesi için, bu partinin kendisine bir çekidüzen vermesi lazımdır. Çekidüzen verebilmek için, Erbakan ve partisinin, evvela muhalefete çekilmesi ve özellikle cumhuriyetimizin temel nitelikleriyle kendisini barışık hale getirmesi lazımdır, cumhuriyetle barışması lazımdır. Eğer böyle yaparlarsa, ülkeye ve millete hizmet ederler, rejime hizmet ederler. Ama, kendi çelişkilerini ülke yönetimine taşıdıkları gibi, burada muhafaza etmeye çalışırlarsa, Türkiye’ye en büyük ihaneti yaparlar.

Değerli arkadaşlarım,

Erbakan, kendisini cihat emiri, Refah Partisini cihat merkezi, Refah tabanını da cihat ordusu, kendi dışındaki Müslümanları da cihat edilmesi gereken kafirler olarak gördüğü sürece, bu ülkede gerilim sona ermez. Eğer siz siyasete ve hükümete cihat mantığıyla bakarsanız, İslam'a da, ülkeye de en büyük kötülüğü yapmış olursunuz. Erbakan, kendisini destekleyenleri Müslüman, kendisini desteklemeyenleri de patates dinine mensup saydığı sürece, bu ülkede gerilimin düşmesi mümkün değildir.

Burada herkesin dikkat etmesi gereken bir husus var; bu yanlış düşünceyi taşıdıkları sürece, bu yanlış kadrolarla yönetildikleri sürece, biz Sayın Erbakan ile ve onun partisiyle siyaseten sonuna kadar mücadele edilmesi gerektiğini savunuyoruz. Ama, hiç kimse, Refah Partisiyle yapılacak bu haklı mücadeleyi, bu meşru mücadeleyi İslam'la mücadeleye dönüştürme yanlışına düşmemelidir. Refah Partisi ayrıdır, İslam dini ayrıdır. İslamiyet, siyasi partilerden önce de vardır, siyasi partilerden sonra da var olacaktır ve İslamiyet, hiçbir siyasi partinin de tekelinde olmayacaktır.

İslamiyet, bu ülkeye bir siyasi partiyle filan gelmiş değildir, bir partiyle de gitmeyecektir. İslam, bin yıldan beri bu topraklarda vardır ve inşallah ebediyyen de var olacaktır.

Değerli arkadaşlarım,

Şimdi ne olacak; dün Sayın Ecevit ile görüştüm, daha sonra diğer parti liderleri arasında temaslar yapıldı. Kamuoyu, bu işin nasıl biteceğini merak ediyor. Ben diyorum ki, hiç kimse Erbakan’dan, biraz önce söylediğim gibi, ülkemizin ve demokrasimizin çıkarları onun gerektirdiği için kendi rızasıyla koltuğunu bırakmasını beklemesin. Sayın “Erbakan’ın Başbakanlığının devam etmesi için imzalamayacağı” hiçbir kara yoktur. Katlanamayacağı hiçbir hakaret de yoktur. Yapamayacağı hiçbir U dönüşü de yoktur. Sayın Erbakan, attığı imzalara sahip çıkma faziletini göstermekten uzak, rüzgar karşısında eğilen, rüzgar geçince de ayağa kalkan omurgasız ağaçlara benzer.

Değerli arkadaşlarım,

Şimdi, Sayın Erbakan’ın durumu budur; ortağının durumunu söylemeye gerek duymuyorum. Binaen aleyh, Hükümetin durumu budur, bu Hükümetten özveri beklenemez. Bu Hükümetten, ülke yararına davranma basireti beklenemez. O halde, biz ne yapacağız, vatandaş çözümü bizden istiyor. Ana muhalefet Partisi olarak da ilk başta bizden bekliyor. Tabii, bizden beklemesi haklıdır demiyorum. Biz, yapabileceğimiz her şeyi yapmak zorundayız. Benim iddiam, bizim gerekenleri yaptığımızdır.

Türkiye’nin bugüne gelmesinde bizim hiçbir dahlimiz yok, hiçbir kusurumuz yok. Bugünden çıkabilmesi için de bizden beklenebilecek ne varsa, hepsini yapmaya hazırız. Ben, arkadaşlarımın, üç defa Grup toplantısında sabahlara kadar, hepsinin, görüşlerini aldım. Anavatan Partisi olarak ne yapabileceğimiz konusunda günlerce, haftalarca düşündüm, yapabileceklerimi yaptım, söyleyeceklerimi söyledim. Eğer, arkadaşlarımın değişen şartlarda buna ilaveten bazı önerileri olursa, onları da görüşmeye her zaman hazırım, tartışmaya açığım.

Ama, ben inanıyorum ki, Anavatan Partisi olarak, sadece bizim çabamızla yapabileceğimiz azami fedakarlıkla dahi Türkiye’nin bu durumdan çıkabilmesi mümkün değildir. Bizim dışımızda birilerinin bizimle aynı fedakarlık çizgisine gelebilmesi lazım, aynı basireti gösterebilmesi lazım.

Bunun için de, son zamanlarda bazı ümit verici işaretler olduğunu hep birlikte görüyoruz. Ben size daha önce de söyledim, ben daha Refah Partisiyle koalisyon görüşmesi yaparken söyledim; Sayın Erbakan’ın bana anlattığı şeyleri dinleyince, durumun bu olacağını, ama, üç ay sonra, ama altı ay sonra, Türkiye’nin bu noktaya geleceğini o gün gördüm. Bazı arkadaşlarımın “Biz Refah Partisiyle işbirliği yapalım, parti menfaati bunu gerektirir” tezlerine rağmen, Refah Partisiyle koalisyon yapmanın, Anavatan Partisi açısından ve hepsinden önemlisi, ülke açısından doğru olmadığını söyledim.

Bizim iktidarda olmamız, Refah Partisinin bugün Türkiye’ye yaşattığı bu bunalımın ortadan kalkması için yeterli değildi. Türkiye, değişik bir ortamda, değişik koşullarda aynı bunalımı bizim içinde olduğumuz bir koalisyonda da yaşardı. Ama, bu bunalım, nasıl Doğru Yol Partisini zayıflatmışsa, güçsüzleştirmişse, o zaman da onun faturasını biz öderdik.

Değerli arkadaşlarım,

İçinde bulunduğumuz durumun vahameti, artık küçük çıkar hesaplarını bir tarafa bırakmamızı gerektiriyor. Şu an yapılması gereken tek şey, bütün sağduyu sahibi milletvekillerinin işbirliği yapmasıyla, ülkemizi bu zafiyet içerisindeki yanlış Hükümetten kurtarmak ve demokrasiyi korumak olmalıdır.

Bu nedenle de, varlığı ülkemize ve demokrasimize yük olan bu Hükümetten kurtulabilmek için, hangi partiden, hangi düşünceden olursa olsun, sağduyu sahibi bütün milletvekillerine işbirliği çağrısı yapıyorum. Artık herkes şunu bilmelidir ki, mevcut Hükümetle değil ülkenin herhangi bir meselesini çözmek, demokrasiyi korumak ve rejimi işletmek bile imkansız hale gelmiştir. Bu tespitte birleşmeden, bu gerçeği kabul etmeden, atılacak her adım da yanlış olacaktır.

Değerli arkadaşlarım,

Biz, Refah Partisinin Hükümetten uzaklaştırılmasını, bu Hükümetin işbaşından uzaklaştırılmasını, sadece ANAP’ın meselesi olarak görmüyoruz. Ülkenin meselesi olarak görüyoruz. Bu nedenle de, hangi partiden olursa olsun, hangi siyasi düşünceyi paylaşırsa paylaşsın, bütün milletvekillerini, iktidar boşluğunun doğurduğu karmaşaya son vermek, toplumdaki gerginlikleri ortadan kaldırmak, sivil otoriteyi yeniden güçlendirmek için, Meclis çatısı altında demokratik bir çözüme katkıda bulunmaya çağırıyorum. Bu yanlış Hükümetten ülkeyi bir an önce kurtarmak için, aktif görev almaya çağırıyorum.

Şu gerçek hiçbir zaman unutulmamalıdır: Çözümde görev almayanlar, çözüme katkıda bulunmayanlar, sorunun parçası haline gelirler ve bunun vebalini birlikte taşırlar. Bugün bu çağrımıza kulak tıkayanlar, yarın millet önünde ve tarih önünde sorumlu olacaklardır.

Değerli arkadaşlarım,

Bu Hükümet gidecektir. Bu Hükümet, sadece muhalefet istediği için, biz istediğimiz için gitmeyecektir. Bu Hükümet, bizzat kendi içindeki sağduyu sahipleri ve hep şeyden önce milletimizin çoğunluğu istediği için gidecektir.

Bizler, demokratik düzen içerisinde her türlü problemin çözüleceğine yürekten inanıyoruz. Demokrasi içinde sorunları çözmekte zorluklarımız vardır. Türkiye’nin, yıllardan beri biriktirdiği sorunları vardır. Bu sorunlar giderek ağırlaşmaktadır... Ama bütün bunlara rağmen demokrasiden başka çözüm yolu düşünemeyiz. Biz, buraya, bu millet tarafından, kendi sorunlarını çözmek için gönderildik. Şimdi, bu sorunları çözme işini başkalarına ciro edemeyiz, çözümü başkalarından bekleyemeyiz.

Bu hükümetin gitmesi halinde, ülkemizin hiçbir şekilde hükümetsiz kalması diye bir şey söz konusu olmayacaktır. Biz, bu tükenmiş Hükümetin, bitmiş Hükümetin gitmesi halinde, ülkenin hükümetsiz kalmaması için elimizden gelen bütün gayreti, azami özveri içerisinde göstereceğimizi her vesileyle söyledik, bugün bir defa daha tekrar ediyorum.

Bizim için, milletimiz için şu an önemli olan, güya işbaşında gibi gözüken bu bitmiş Hükümetin, bir an önce iktidardan uzaklaştırılmasıdır. Yoksa, yerine gelecek hükümetle ilgili çıkar hesapları içinde değiliz. Alternatif hükümet modelleri konusunun bu çerçeve içerisinde ele alınması lazımdır. Bugün ülkemizin ve demokrasimizin en büyük sıkıntısı, başta söylediğimiz gibi, bizatihi bu Hükümetin kendisidir. Önemli olan, ülkemizi ve demokrasimizi, içinde bulunduğu sıkıntıdan, demokrasimize büyük sıkıntılar veren bu hükümetten kurtarmaktır.

Değerli arkadaşlarım,

Hükümetin büyük bir uyum içerisinde olduğunu ve 2000 yılına kadar göreve devam edeceğini savunan Erbakan, dün bu kürsüden çıktı, bize erken seçim çağrısı yaptı.

Ben diyorum ki, gerekirse erken seçime gideriz. Seçim, demokrasilerde son çaredir, altını çiziyorum, son çaresidir. Henüz daha bu Meclis içerisinde, bu Hükümetin sebep olduğu bu bunalımı aşmaya yarayacak bütün çareler tüketilmiş değildir. Bütün alternatifler denenmiş değildir. Onun için, seçime gitmeden önce, ülkemizin sırtında yük olan, demokrasimizi tehdit altına sokan bu Hükümetten kurtulmak lazımdır.

Önce demokrasimizi bu sıkıntıdan kurtaralım, ülkeyi bu Hükümetten kurtaralım, ondan sonra yeni bir hükümetle seçime gidebiliriz. Seçime gitmeden önce de, mutlaka Seçim Kanununu ve Siyasi Partiler Kanununu değiştirmemiz lazımdır, Uyum yasalarının çıkarılması lazımdır, genel nüfus sayımının yapılması lazımdır, seçmen kütüklerinin yeniden yazılması lazımdır...

Değerli arkadaşlarım,

Şu anda seçmen kütüklerine esas olan nüfus sayımı, 1990 nüfus sayımı sonuçlarıdır. Yani, yedi yıl önceki nüfus sayımı sonuçlarıdır. Yeni yıldan beri Türkiye’de binlerce köy boşaltılmıştır, insanlar terör nedeniyle, fakirlik, işsizlik nedeniyle milyonlara varan bir iç göç hareketi yaşamışlardır.

Benim tahminime göre, bu kütüklerle yarın seçime gidersek, yurtdışındaki 2 milyon seçmen statüsündeki vatandaşımız da dahil, asgari 5 milyon vatandaşımız oy kullanma, seçme hakkından mahrum edilmiş olacaktır. Bu, demokrasiye yapılan bir sabotaj olur.

1995 yılında Anayasayı değiştirdik; ama, Anayasa değişikliğinin gerektirdiği kanunları hala çıkarmadık. Yurtdışındaki vatandaşlarımız bu gidişimde bana yine sordular: “Biz oy kullanmayacağız mı?” dediler. Sınırlarımızda, bizim getirdiğimiz düzenleme, maalesef yeteri kadar vatandaşımızın oy kullanması için yeterli değil. Geçen sefer sadece 80 bin vatandaşımız oy kullanmış; ama, yurtdışında 2 milyon vatandaşımız var. Oturup bu sorunu bu Mecliste çözmemiz lazım; mektupla mı oy kullanacaklar, başka türlü mü, nasıl kullanacaklarsa, o vatandaşlarımızın hepsinin bu seçme hakkını fiilen kullanacakları düzenlemeleri yapmamız lazım.

Yeni nüfus sayımı yapıp, iç göçle göç etmiş olan vatandaşlarımızın yeni ikamet ettikleri yerlerde oy kullanmalarını sağlayacak seçmen kütüğü düzenlemelerini yapmamız lazım. Gerekirse, bir gün sabahtan akşama kadar eve kapanıp, bu sayımı gerçekleştirmemiz lazım.

Bunlar yapılmadan seçime gitmek, Anavatan Partisi içini çekinilecek bir hadise değildir, hale bugünkü ortamda Anavatan Partisini mutlaka büyütecek olan bir olaydır. Ama, meseleye parti gözüyle bakma hakkına sahip değiliz.

İçinde Refahın olduğu bir Hükümetle seçime gitmek, Türkiye’de demokrasiyi tehlikeye atmaktır. Tekrar ediyorum ki, Erbakanlı bir Hükümetle seçime gitmek, demokrasimizi yeni bir sıkıntıya atacaktır. Her şeyden önce, bu Hükümet bir an önce işbaşından gitmelidir. Seçim de dahil, bütün şeyleri ondan sonra düşünürüz ve hiç şüpheniz olmasın, çok kısa zamanda bu Hükümet mutlaka gidecektir.

Hepinizi saygılar sunuyorum.