ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI MESUT YILMAZ’IN
TBMM GRUP KONUŞMASI

7 Mayıs 1997

 Değerli Arkadaşlarım,

Geçen Grup toplantımızdan bugüne kadar geçen bir hafta içerisinde, 3 Mayıs günü dünyada, Dünya Basın Özgürlüğüne Saygı Günü olarak kutlanmıştır. Dünya Basın Özgürlüğüne Saygı Günü olarak kutlanmıştır. Dünya Basın özgürlüğüne Saygı Gününün bütün dünyada en görkemli kutlandığı ülke Türkiye olmuştur.

Hatırlayacaksınız, Uluslararası Gazeteciler Koruma Komitesi, bir değerlendirme yayınlamıştır ve burada Sayın Başbakan Erbakan, dünyada gazetecilere düşman 10 siyasi liderden birisi olarak bütün dünyaya ilan edilmiştir. Burada asıl üzücü olan husus, Sayın Erbakan dışında bu listede yer alan 9 siyasi liderin hiçbirisi, demokratik ülkelerde işbasında olan liderlerden değildir. Yani, 10 kişilik gazeteci düşman8ı listesinde, demokratik lider Sayın Erbakan’dır.

İşte, Sayın Erbakan, 10 ayı aşan Başbakanlık döneminde, hiç olmazsa bu alanda üstün bir performans göstermiştir. Hatırlayacaksınız, daha önce de Amerikan Tıme Dergisi, yayınladığı bir uluslararası klasmanda, Refahyol yönetimindeki Türkiye’nin, bütün dünyada en çok yolsuzluk yapılan 6 ncı ülke olduğunu ilan etmişti.

Hükümetin basına karşı savaş açtığı böyle bir dönemde, Erbakan’ın dünyadaki gazeteci düşmanı liderler sıralamasında yer almasına şaşmamak gerekir ve geçtiğimiz hafta yaşadığımız olaylar göstermiştir ki, Sayın Erbakan bu unvanı bileğinin hakkıyla kazanmıştır.

Bir televizyon kuruluşuna İstanbul’un ortasında bir eşkıya çetesi tarafından saldırı düzenlenmiştir; daha bunun yarattığı soğuk duş ortadan kalkmadan, bizzat Hükümetin bilgisi dahilinde aynı kanal kanunsuz olarak yayından men edilmiştir.

Hatırlayacaksınız, geçen hafta burada Grup toplantısının başında, Susurluk olayı ile ortaya çıkan çetelerin kamuoyunda unutturulmaya çalışıldığını, ancak, bu çetelerin faaliyetlerine devam ettiklerini söylemiştim ve örnek olarak, Türk Ticaret Bankasındaki olayları ifade etmiştim. Şimdi, daha aradan bir hafta bile geçmeden, geçen hafta bu kürsüden söylediklerimin, bu yaşanan olaylar benim için üzüntü verici olsa da, ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Birilerinin üzerlerini örtme ve unutturma çabalarına rağmen, çeteler varlıklarını Flash TV baskınıyla bir defa daha sergilemekten çekinmemişlerdir.

Değerli arkadaşlarım,

Daha önce bu kürsüden defalarca söyledim; Devletin içine yuvalanmış olan bu çeteler ortaya çıkarılmadan, bu çeteler ortadan kaldırılmadan, bu ülkede hiç kimse, hiçbir şeyden emin olamaz. Son meydana gelen olaylar, bu görüşümüzde ne kadar haklı olduğumuzu bütün milletimize göstermiştir. Aslında, bu baskına muhatap olan, sadece bir tane televizyon kanalı değildir; yani, Flash TV adındaki o televizyon kanalı değildir.

Ertesi gün Ulaştırma bakanının yapmış olduğu tehditvari açıklamadan da anlaşılacağı gibi, bu baskının muhatabı, aslında Türkiye’de faaliyet gösteren bütün basın organlarıdır, bütün televizyon kanallarıdır. Aynı suni gerekçe, aynı bahane, yarın bu kanalların da kapatılması için kullanılabilecektir. VE bu husus, bizzat bu Hükümetin bir bakanı tarafından kamuoyuna ilan edilmiştir. Bu Hükümet, bütün basın yayın kuruluşlarına açıkça gözdağı vermeye çalışmaktadır.

Burada bütün basın kuruluşları bir sınavla karşı karşıyadırlar. Ya Hükümetin bu tehditlerine boyun eğeceklerdir, onun hoşuna gidecek yayın yapacaklardır, yani gerçeklerden sapacaklardır veyahut da bunlara karşı direnecekler ve Türkiye’de demokrasinin, hukuk devletinin olduğunu ve mutlaka ver olmaya devam edeceğini göstereceklerdir.

Burada Anavatan Partisi olarak, Anamuhalefet Partisi olarak, bize düşen, bütün diğer siyasi partilere düşen, bütün sivil toplum örgütlerine düşen, bütün vatandaşlarımıza düşen göre, bu Hükümetin bu kanunsuz baskılarına, tehditlerine karşı direnen basın organlarıyla ortak bir dayanışma ortaya koymaktır. Bunu koymadığımızı takdirde. Hiçbirimiz Türkiye’de geleceğimizden emin olamayız. Bugün Flash TV’ye yapılan saldırı, yarın başka kuruluşlara, hatta bütün diğer vatandaşlarımıza da yapılabilecektir.

Değerli arkadaşlarım,

Burada Hükümeti bu vesileyle bir defa daha uyarmak istiyorum. Gittikleri yol yanlıştır. Bu yolun çıkmaz sokak olduğu, tarihteki sayısız örnekleriyle bellidir. Onun için, bu Hükümet, halkımızın bu gerçeklerden haberdar olmadığı yanılgısıyla, bu kanun dışı tasarruflarına devam etmekten kaçınmalıdır. Halkımız bütün olan bitenlerin farkındadır, olan biten her şeyi görmektedir ve artık nihayet yetkililerin bu konuda harekete geçmesini beklemektedir. Devletin menfaati, hiç şüpheniz olmasın ki hukuka bağlılıktadır. Devletin menfaati, meşruiyettedir.

Devleti, eşkıya sürüsünden ayıran en önemli fark hukuktur. Meşruiyetin olmadığı yerde eşkıyalık vardır. Eşkıyalığın en kötüsü devlet himayesinde yapılan eşkıyalıktır. Devlet gücü kullanılarak yapılan eşkıyalıktır.

Hukuk, herkese lazımdır, hukuk herkes içindir. Bir gün bu hukuksuzluğu yapanların da sığınabilecekleri tek merci, tek sığınak hukukun kendisidir. Bunu, bu Hükümetin unutmaması lazımdır.

Değerli arkadaşlarım,

Dünyada hiçbir yalan baki değildir. Her yalan, er geç ortaya çıkar; çünkü, bütün yalanlar geçici, sadece gerçekler kalıcıdır. Bugün Türkiye’de, maalesef, yönetime yalan hakim olmuştur. Koalisyon ortaklarının her gün yeni bir yalanları kamuoyunun önünde tescil edilmektedir. Yalan, eğer devlet yönetimine hakim olmuşsa, o yönetimi kokuşturur; devletin direği olan adaleti ve hukuku çökertir. Bir devletin yönetimine yalan hakim olursa, orada adaletten, hukuktan, meşruiyetten, maneviyattan bahsetmek mümkün değildir. Yalanın yönetime hakim olduğu her yerde zulüm vardı, haksızlık vardır, bunalım vardır.

Aslında, her yalan zararlıdır; yani, insanların günlük hayatta söyledikleri münferit yalanlar da zararlıdır, her yalan kötüdür. Ama, ülkeyi yönetenlerin yalancılığı, yukarıdan aşağıya sağanak halinde dökülen yağmur gibidir. Onların yalanlarının zararı, o ülkede yaşayan herkese dokunur.

Şimdi, Sayın Erbakan kalkmış, dün Grup toplantısında bu kürsüden doğru haber yasası çıkaracaklarını söylüyor. Basındaki yalan haberlerini önlemek için bir yasa çıkaracaklarmış ve böylece basının bundan sonra yalan haber vermesini önleyeceklermiş. Ben diyorum ki, Sayın Erbakan’ın böyle bir yasa hazırlamadan önce iyi düşünmelidir. Çünkü bu yasadan öncelikle zarar görecek olan Sayın Erbakan’ın kendisidir! Çünkü, yalansız bir ortamda Sayın Erbakan’ın siyaset yapma şansı yoktur. Her konuştuğu zaman yalan söylemek, verdiği sözü tutmamak, emanete ihanet etmek, Sayın Erbakan’ın vazgeçemeyeceği nitelikleridir.

Daha önce de söyledim, bu sıfatları taşıyan kişiye, Hazret-i Peygamberimizin layık gördüğü sıfat münafıklıktır. Ama, ben bu kürsüden defalarca örnekleriyle Sayın Erbakan’ı münafıklıkla suçladığım halde, görüyorum ki Sayın Erbakan bundan da gocunmamaktadır. O zaman, kendisine layık göreceğim sıfat, başmünafıklıktır.

Değerli arkadaşlarım,

Geçen hafta da söyledim, ondan önceki hafta da söyledim, bugün Türkiye’de, maalesef bir otorite karmaşası vardır. İktidar olup da muktedir olmayan bu Hükümet, ülke yönetimiyle ilgili en hasas konulara, en temel konulara hakim olmayınca ortaya bir otorite boşluğu çıkmıştır. Türkiye’de ortaya çıkan bu otorite boşluğu, bir süreden beri askerler tarafından doldurulmaktadır.

Cumhuriyet tarihimizin hiçbir döneminde, Silahlı Kuvvetler bu denli günlük siyasetin içine çekilmemiş, günlük politika konusu olmamış ve bugünkü kadar sık biçimde yazılı açıklama yapıp, siyasete karışır hale gelmemiştir. Bu zayıf Hükümetin, bu aciz Hükümetin döneminde, askerler bugün hem dış politikaya hem de içerideki bütün icraatlara yön verir hale gelmişlerdir. Açıkça söylüyorum; bugün Türkiye’de askeri vesayet altında olan bir Hükümet vardır. Ve maalesef, bu Hükümet, her gün ortaya koyduğu tutarsız tavırlarıyla bu vesayeti biraz daha meşrulaştırmaktadır.

Anayasamıza göre ülke yönetiminin sorumluluğu, birinci derecede hükümete aittir. Yönetimden doğan sorumluluğun taamı hükümetindir. Bu sorumluluğun tamamı hükümetindir. Bu sorumluluğu taşıyan hükümete, Anayasamız, yönetimde çok geniş, çok önemli yetkiler vermiştir. Bu zayıf Hükümet, ülke yönetiminde kendisine tanınan bu yetkileri kullanabilmekten acizdir. Hükümeti aciz duruma düşüren, Hükümet ortaklığının haram ve yalan temelinde kurulması ve Refah Partisinin içinde bulunduğu suçluluk psikolojisidir.

Sayın Erbakan, bir yandan aciz bir Başbakan olarak yönetimde otoriteyi elinden kaçırmış ve ülkede işleri rayından çıkmıştır. Diğer yandan da, bu acziyetine bakmadan kendi görüşünde direnmesi dolayısıyla istikametten sapmıştır. Bugünkü Hükümet, her açıdan bitmiş ve tükenmiş bir Hükümettir. Hükümeti tutan tek şey, sadece Erbakan’ın yüzsüzlük derecesine varan pişkinliğidir. İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif, adeta günümüzün Türkiyesi’nin yönetiminde söz sahibi olan yüzsüzlerini tarif etmek için bakın ve demiş:

“Şarka bakmaz, garbı bilmez; görgüden yok payesi.
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz; bütün sermayesi.”

Değerli arkadaşlarım,

Beli haberiniz yoktur diye söylüyorum, geçen hafta Başkent Ankara’da bir atom bombası patlamıştır. Bunun bizzat buradan Sayın Başbakan millete duyurmuştur. Sonra bu bombanın ne olduğun hep birlikte gördük; Başbakan, Genelkurmay Başkanını kabul edecekmiş! Bu da Türkiye’de atom bombasıymış!

Şimdi, aklı başında olan insanlara soruyorum: Hangi demokratik ülkede bir Başbakanın kendisine bağlı olarak görev yapan Genelkurmay Başkanını kabul etmesi, bizzat o Başbakan tarafından bir atom bombası olarak vasıflandırılabilir?! Bunun, zannediyorum dünyada görülmüş, duyulmuş hiçbir başka örneği yoktur. Aslında, Genelkurmay Başbakanının tamamen sıradan, rutin bir ziyaretine verilen bu anlam, Erbakan’ın demokrasi anlayışının zayıflığını ve otoritesini tamamen kaybetmiş olduğunu göstermektedir. Değerli arkadaşlarım.

Gene bu Hükümet zamanında, maalesef, Türkiye’nin Türk dünyasıyla ilişkileri neredeyse kopma noktasına gelmiştir. Dün mecliste Azerbaycan Devlet Başkanı Sayın Haydar Aliyev konuştu. Sayın Aliyev, Meclisteki konuşmasında Azerbaycan’daki iç gelişmelerle ilgili çok detaylı, çok geniş bilgiler verdi. Ve sonra bu bilgileri Türkiye Büyük Millet Meclisine verme gerekçesini ifade ederken “ben burada size hesap vermek zorundayım; çünkü, size kardeş Türkiye’nin Büyük Millet Meclisisiniz” dedi. Sayın Aliyev’in o sözlerini dinlerken, dedim ki: “Keşke bizim Hükümetimiz de bu Meclise aynı hesabı verme bilincinde olsa! İdi.

Dün Sayın Aliyev’le Meclisteki konuşmasından sonra, yabancı misafirler köşkünde görüştük. Orada öğrendim ki, Sayın Erbakan, bugüne kadar, işbaşına geldiğinden bu yana geçen 10 ay zarfında, Irak Büyükelçisini 7 defa kabul ettiği halde, Azerbaycan Büyükelçisini bir defa bile kabul etmemiş. Bu Hükümet, bir süre daha işbasında kalacak olursa, maalesef, korkarım ki, Türk dünyası ile ilişkilerimiz tamiri fevkalade güç olacak şekilde zarar görecektir. Eğer bu Hükümet İsrail ile ilişkilere verdiği önemin yüzde 1’ini Türk Cumhuriyetlerine vermiş olsaydı, bugün bu cumhuriyetlerle ilişkimiz, çok daha ileri düzeyde olurdu.

Bu cumhuriyetler, bugün Türkiye Cumhuriyetine, Türkiye Cumhuriyetinin Hükümetine gizli veya açık, dolaylı veya doğrudan, “Bizimle daha fazla ilgilenin” mesajını vermektedirler. Ancak, Kaddafi’nin emir kulu olan bir Erbakan’dan kardeş Türk Cumhuriyetlerinin bu mesajlarını anlamasını beklemek boşunadır. Çünkü, onun gözü ve gönlü, sadece İran ve Libya gibi ülkelerdedir.

Değerli arkadaşlarım,

Hiçbir konuda sorumluluk üstlenmek cesaretini gösteremeyen Erbakan, toplumda rahatsızlık yaratan, kavga ortamı oluşturan bütün olumsuz icraatların faturasını da başkalarına çıkarmayan çalışmaktadır.

Sayın Erbakan’ın geçen hafta burada Grup toplantısında yaptığı konuşmaya, hatta dünkü Grup toplantısında tekrar kullandığı ifadelere bakarsanız, Sayın Başbakanın, evvela ekonomideki olumsuz gidişi nihayet itiraf etmek zorunda kaldığını görürsünüz.

Artık o, 1996 yılında esip gürleyen, denk bütçeden bahseden, 10’ar milyar dolarlık kaynak paketleri açıklayan, enflasyonu yüzde 65’e indireceğini taahhüt eden, Türkiye’nin kalkınma hızını yüzde 10’ların üzerine çıkaracağını ifade eden Erbakan gitmiş, onun yerine, kendi başarısızlığına ortak arayan aciz bir Başbakan gelmiştir.

Daha önce de söyledim, eğer bir hükümetin yaptığı bütün başarılı işler kendisine ait, başarısız işler medyaya veya muhalefete ait olsaydı, o zaman ülke yönetiminden kolay hiçbir şey olmazdı. Hükümetlerden beklenen, muhalefete ait olsaydı, o zaman ülke yönetiminden kolay hiçbir şey olmazdı. Hükümetlerden beklenen, muhalefete rağmen, medyaya rağmen, kendi programlarını uygulamaktır. Başarılı icraat ortaya koymaktır. Sayın Erbakan’a bakarsanız, kendi yaptıkları her şey güzeldir, ama bütün bunlar suni gündem yüzünden bozulmaktadır.

Şimdi, enflasyon konusundaki taahhütleri yüzde 65’tir, bütçede koydukları taahhüt yüzde 65’tir. Yılın daha üç ayında – şimdi nisan ayı da açıklandı – dört ayın sonunda enflasyonda geldikleri nokta yıllık kaybı yüzde 85’tir. Yani, yıllık olarak yüzde 65’e indirmeyi taahhüt ettikleri halde enflasyonu yüzde 85’e çıkarmışlardır. Ve korkarım ki Erbakan işbaşında kalırsak, kalmayacaktır, ama kalacak olursa, sene sonu enflasyonu yüzde 100’ü aşacaktır.

Denk olduğunu iddia ettiği bütçe, nisan sonu itibariyle en az 520 trilyon lira açık vermiştir. Biz daha önce denk denilen bu bütçenin sene sonunda 2,5 katrilyon açık vereceğini iddia etmiştik. Bu rakamlar karşısında, 2,5 katrilyonun tutturulamayacağı ve bütçe açığının 2,5 katrilyonu aşacağı gözüküyor.

İç borç stoku, bu Hükümet zamanında 3,6 katrilyon liraya, dış borç stoku da 80 milyar dolara yükselmiştir; ama, hepiniz şahitsiniz, bütün milletimiz şahittir ki, bütün Anavatan iktidarında borçlanmadan daha fazla olan bu borç yükü karşılığında, ülkeye yapılmış olan bir tane kayda değer yatırım yoktur, bir önemli proje yoktur.

Vergi, sosyal güvenlik, özelleştirme ve kamu maliyesi alanında hiçbir iyileştirme yapılmamıştır, hiçbir tedbir alınmamıştır. Ekonomideki kan kaybı, Erbakan’ın kendi tabiriyle pansuman tedbiri olan kaynak paketleriyle idare edilmeye çalışılmaktadır. Ancak, kaynak paketlerinden gelmesi beklenen 30 milyar dolara karşılık, bu güne kadar kocaman bir sıfır elde edilmiştir. Gelen para, sadece, bedelsiz ithalat yoluyla ülkeye sokulacak kullanılmış otomobil ve diğer araçlar için işçilerimizden toplanan geçici kaynaktır.

Dünya Bankasının, dünyadaki 154 ülke arasında yapmış olduğu bir araştırmaya göre, Türkiye, kişi başına milli gelir bakımından dünyada 57 nci sıraya düşmüştür.

Değerli arkadaşlarım,

Anavatan iktidarında Türkiye, bir ara ilk 40 ülke arasında girmekteydi. Anavatansız yılların Türkiye’ye faturası, Türkiye’nin 20 basamak birden aşağı düşmesi olmuştur. Türkiye’de, maalesef, bugün 30 milyon insan, yani nüfusumuzun yarısına yakını, fakirlik sınırında yaşamaktadır.

Bugün Türkiye’de ailelerin gıda harcamalarına bakıldığı zaman, yüzde 32’si yoksulluk sınırına girmektedir. Ama, daha kötüsü, nüfusumuzun yüzde 15’i, gerekli asgari gıda harcamasını bile yapmaktan uzak, açlık sınırında yaşamaktadırlar.

Herhalde televizyonlarda, çöplüklerde yiyecek toplayan çocukları –Ramazan sırasındaki yayınları söylemiyorum- dün, evvelsi gün televizyonlarda yayınlanan çöplüklerden yiyecek toplayan çocukları gördünüz. Türkiye’de bugün maalesef, çocuklarını satlığa çıkaranlar vardır. Yoksulluk ve açlık diz boyu olmuştur. Anavatan Partisi olarak, biz 1991’de Türkiye’yi bu halde bırakmadık. Bu hale getirenler utanmalıdır!

Ekonomiyi, suni gündemlerin bozduğunu söyleyen bu Hükümetin, aslında kendisi sunidir. Bu Hükümet, 28 Şubat 1997’den beri, yani Milli Güvenlik Kurulu Toplantısından beri, suni teneffüsle yaşatılmaya çalışılmaktadır. Aslında, suni bir Hükümetin, ülkenin en önemli meselelerini, en temel meselelerini suni günden olarak nitelendirmesi, aslında başlı başına bir kara mizah örneğidir.

Ama, buna benzer bir kara mizah örneği daha var: Bakın, 1995 yılında ocak-nisan, ilk dört ay içinde, Hükümetin ödediği faiz ödemelerinin toplamı 195 trilyon liradır. Yani, dört ayda Hükümet, rantiyecilere –Erbakan’ın tabiriyle söylüyorum- rantiyeci sınıfına toplam 195 trilyon lira ödemiştir. Geçen senenin ocak-nisan aylarına bakarsanız, bu rakam 434 trilyon liradır. Bu sene ocak-nisan aylarında ise, Refahyol Hükümetinin rantiyeci sınıfa ödediği toplam faiz, 633 trilyon liradır. Yani, şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün hükümetler içerisinde ne rantiyeci hükümet, rantiyecilere en fazla gelir sağlayan hükümet Refahyol Hükümeti olmuştur.

Değerli arkadaşlarım,

Her türlü sorumluluktan kaçan, kendi başarısızlığını medyaya fatura etmeye, suni gündemlere bağlamaya çalışan Sayın Erbakan, şimdi de kendisi Başbakan olduğu, Milli Güvenlik Kurulu kararlarını kendisi kabul ettiği, altına imza ettiği ve bu Milli Güvenlik Kurulu kararlarının uygulanması için kendi imzasıyla bakanlara talimat yazısı gönderdiği halde, şimdi bu uygulamaların da sorumluluklarını üstlenmekten kaçınmaya çalışmaktadır.

Bir yandan askerlere dönmekte, “Milli Güvenlik Kurulu kararlarını uyguluyorum” demektedir; ama, öbür tarafta, kendi yazdığı yazıların gereği olarak, İçişleri Bakanlığının, işte Dörtyol’da, Bursa’da, Van’da bazı Kur’an kurslarını, izinsiz faaliyet gösterdikleri gerekçesiyle kapatması üzerine, orada yaşayan insanlara, “bu olayların benimle ilgisi yok, bu valilerin, emniyet müdürlerinin tasarrufudur” demektedir.

Erbakan ve onun partisi, ülke yönetimindeki her bir icraatlarının doğurduğu hukuki, siyasi ve ahlaki sorumlulukları görmezlikten gelemezler; çünkü, bu sorumluluklar, yeri ve günü geldiğinde kendilerinden mutlaka sorulacaktır, kendilerine mutlaka hatırlatılacaktır.

Değerli arkadaşlar,

Sayın Erbakan, Susurluk olayı ile ilgili olarak Devlet güvenlik Mahkemesi tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisine gönderilen fezlekeleri tam üç ay süreyle sümen altı etmiştir. Ne Adalet Bakanının ne Başbakanın, mahkeme tarafından düzenlenen ve Meclise muhatap olan fezlekeleri bekletmeye hakkı yoktur. Çünkü, ne Adalet Bakanlığı ne de Başbakanlık, bu konuda bir araştırma, inceleme merci değildir. Eğer. bir mahkeme, dokunulmazlığı olan herhangi bir milletvekili hakkında fezleke düzenliyorsa, yani o olayla sınırlı olmak üzere, onun dokunulmazlığının kaldırılması talebiyle Meclise başvuruyorsa, Adalet Bakanlığı da Başbakanlık da, bu konuda, sadece usul bakımından –mahkeme doğrudan doğruya Meclise muhatap olamayacağı için- devrede olan makamlardır. Her ikisine de düşen görev, usule ilişkin bu lazımeyi en kısa sürede yerine getirmek ve mümkünse aynı gün o fezlekeleri imzalayıp, asıl muhatap olduğu Meclise göndermektir.

Ama, Sayın Erbakan, bu meselenin Hükümetini nasıl yıpratacağını, nasıl sarsacağını bildiği için, muhtemelen de bozacağını bildiği için, bu fezlekeleri üç ay süreyle gasp etmiştir. Şimdi, meclise bugün göndermesinin altında dahi, çok basit bir siyasi pazarlık hesabı yatmaktadır. Şimdi, artık ortağına dönüp diyebilecektir ki: “Bak, eğer Milli Güvenlik Kurulu kararlarında olsun, idaredeki kadrolaşma hareketinde olsun, benim isteklerime uymazsan, ben bu fezlekeleri bir an önce komisyona havale ettiririm, bir an önce komisyondan çıkartırım, bir an önce Genel kurula havale ettiririm, bir an önce Genel Kurulda kabul edebilirim...”

Temiz toplumu ilgilendiren bu kadar önemli bir olayın, bir koalisyon içinde pazarlık konusu haline getirilmiş olması, gerçekten hüzün vericidir.

Değerli arkadaşlarım,

Sayın Erbakan, yalanlarının ve aldatmacalarının yanında, İslam'a ve Müslümanlara verdiği zararların hesabını da bir gün hem milletimize hem de asıl hesap sahibine mutlaka verecektir. Bugün dinine bağlı her vatandaşımız, mütedeyyin olan her vatandaşımız büyük tedirginlik içerisindedir. Herkes, gelişmelerin nereye varacağında, olayların nereye tırmanacağından endişelenmektedir. Çocuklarını imam hatip liselerinde okutan vatandaşlarımız, bu okulların geleceğinin belirsizliğinden dolayı endişelidirler.

Kanunlar çerçevesinde faaliyet gösteren, açtığı yurt ve okullarla vatandaşlarımıza eğitim hizmeti veren gönüllü kuruluşlarımız, Erbakanlı bu Hükümet döneminde, cumhuriyet tarihimizin hiçbir döneminde yaşamadıkları tedirginliği yaşamaktadırlar. Erbakan ve partisi, içine düştükleri acziyet çukurunda, iktidarını üç gün daha uzatmak için çırpınırken, dindar halkımızın yaşadığı tedirginliği görmezlikten gelmektedirler.

Burada açık açık söylüyorum: Sayın Erbakan’ın dedi, ne imam hatip liseleridir ne de din eğitimidir. Onun bir tek derdi vardır, o da bir gün daha fazla iktidarda kalmaktır. Sayın Erbakan’ın koltuğunu korumak için veremeyeceği taviz, katlanamayacağı hakaret, yapamayacağı alçalma yoktur.

Eğer bugün birileri çıkıp da Erbakan’a “Camileri kapatalım” derlerse, hiç şüpheniz olmasın ki, Sayın Erbakan “Alman, bana dokunmayın da neyi kapatırsanız kapatın” diyebilecek bir ruh hali içindedir.

Buna karşılık, Türk toplumunun büyük çoğunluğunu teşkil eden, bu toplumun direği olan, milli ve manevi değerlerine bağlı, mütedeyyin vatandaşlarımıza, Anavatan Partisi olarak şunu söylüyorum: Biz, hiçbir zaman, Anavatanın kuruluşundan bugüne kadar, ne iktidarda ne muhalefette, hiçbir zaman, vatandaşımızın kutsal saydığımız manevi duygularını istismar etmedik, bunları siyasi çıkar için kullanmadık; ama, Refahyol Hükümetinin Türkiye’yi getirdiği bu açmazda, bu vatandaşlarımıza bir defa daha söylüyorum: Anavatan Partisi, kimden ne baskı gelirse gelsin, Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğünün zedelenmesine asla izin vermeyecektir.

Biz, devletin Anayasada belirlenen vazgeçilmez, değiştirilemez temel niteliklerini tehlikeye sokmamak kaydıyla, siyasete bulaşılmaması kaydıyla, tam tersine, din ve vicdan hürriyetinin Türkiye’de daha da genişletilmesinden yanayız.

Değerli arkadaşlarım,

Biz bugün ülkemize, milletimize ve demokrasimize bu kadar büyük zararlar veren bu Hükümetin bir an önce işbaşından uzaklaştırılmasının şart olduğunu söylüyoruz. Bunun için de, sorumluluk duygusu taşıyan herkese uzlaşma çağrısında bulunuyoruz.

Diyoruz ki, Gelin, ülkenin ve demokrasinin içinde bulunduğu bu sıkıntıların daha fazla büyümememsi için el ele verelim, Sıkıntıların kaynağı olan Erbakan'lı Hükümetten bu memleketi kurtaralım. Bizim yaptığımız bu çağrı, iktidar hesaplarıyla bağlı bir çağrı değildir. Bizim yaptığımız çağrının altında yatan bir tek hesap vardır, o da bugün rayından çıkmış olan demokrasiyi tekrar rayına oturtmaktır. Binaenaleyh, yaptığımız çağrı, bir koltuk çağrısı filan değildir. Yaptığımız çağrı, bir iktidar çağrısı da değildir. Yaptığımız çağrı, ülke için yapılmış bir uzlaşma çağrısıdır. Ama, bizim bu çağrımıza muhatap olanlar, bizim bu çağrımızı kendilerine başbakanlık talebiyle karşılamışlardır. Ve bizim çağrımızdan kendilerine başbakanlık koltuğu çıkarmak isteyenler, Sayın Erbakan’a dönüp, ondan da başbakanlık istemektedirler.

Yapılan iş, bizim amacımızdan çok farklıdır. Bizim yapmak istediğimiz, rejimi kurtarmaktır. Onların yapmak istedikleri koltuk dilenciliğidir. Bugün meseleyi sadece bir koltuk meselesine indirgeyenler, gözlerini ülke gerçeklerine kapatmışlar, Türkiye’de olan bitenlere yabancılaşmışlar ve kendi siyasi çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünmediklerini ortaya koymuşlardır. Bu, aslında, bir anlamda siyasi körleşmedir. Maalesef, siyasi körleşmenin de tedavisi yoktur.

Değerli arkadaşlarım,

Ülkemizde bugün ekonomik, sosyal ve siyasi bir kriz yaşanmaktadır; ama, bu krizin ağırlaştığı nokta siyasettir. Ülkemizde Refahyol Hükümetiyle başlayan siyasi kriz, maalesef, her gün biraz daha derinleşerek devam etmektedir. Bu krizin aşılabilmesi için, mutlaka ama mutlaka bu Hükümetin işbaşından uzaklaştırılması lazımdır. Ancak, tek başına bu yeterli değildir. İçinde bulunduğumuz krizden çıkabilmek için, Türkiye’nin yeni bir yapılanmaya ihtiyacı vardır. Ülkemizdeki siyasi sistemin yeniden bir toparlanma süresine gitmesi ihtiyacı vardır. Biz bunun demokratik yollardan gerçekleşebileceğine inanıyoruz.

Dün Odalar Birliğini ziyaretimde de söyledim, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu kriz ne kadar ağır olursa olsun, ne kadar derin olursa olsun, bu kriz mutlaka demokratik yollardan Meclis çatısı altında ve siyaset yoluyla aşılmalıdır. Türkiye’de siyaseti kötüleyerek, siyasetçileri toplumun in kötü unsurları olarak halka tanıtarak, bu krizi aşabilmek mümkün değildir. Aslında, bunu yapan köşe yazarlarının yaptıkları, dolaylı olarak darbe çığırtkanlığıdır, darbe çağrıcılığıdır.

Eğer bu ülke, siyaseten bu duruma düşmüşse, bundan çıkmasının yolları da siyasetin içerisinde mevcuttur. Bize düşen görev, bu yolları bulup işletmektir. Bunun için gerekli olan uzlaşmayı gösterebilmektir, hoşgörüyü gösterebilmektir. Yoksa, siyasi körlük içinde, birbirimizle kavga ederek, bu sorunlara çözüm bulamayız ve hiç kimse, ama hiç kimse, yaşanan bunca tecrübeden sonra, son 40 yıl içinde yaşadığımız üç tane tecrübeden sonra, Türkiye’nin bugün içinde yaşadığı sorunların antidemokratik yollardan çözüleceğini beklememelidir.

Bu Hükümetin işbaşında kaldığı her gün, ülkemiz ve demokrasimiz için kayıptır. Bu partinin iktidarda olması nedeniyle bu açıdan ülkede gerilimlerin doğmuş olması bizim için hiçbir şekilde beklenmeyen bir gelişme değildir. Maalesef, Türkiye'’e 120 aydan beri giderek artan bir gerilim yaşanmaktadır. Bu gerilimle birlikte 28 Şubat kararları gündeme gelmiştir ve iktidar boşluğu ortaya çıkmıştır. Çünkü, defalarca söylediğim gibi, aslında 28 Şubatta bu Hükümet bitmiştir. Bitmiş olan bu Hükümeti sürdürme gayretleri ise, Türkiye’de sivil otoritenin her gün biraz daha zayıflamasına yol açmaktadır.

Binaenaleyh, bu Hükümeti işbasından uzaklaştırmak, sadece bugünkü siyasi krizi aşmak için değil, aynı zamanda Türkiye’de demokrasiyi güçlendirebilmek, sivil otoriteyi sağlamak için de şarttır. Ama, dediğim gibi, tek başına bu Hükümetin işbaşından uzaklaştırılması, problemlerin çözümü için yeterli değildir. Hükümet değişikliğiyle birlikte, bugünkü Türkiye’de siyasi istikrarsızlığa neden olan bütün unsurların ortadan kaldırılması, bunun için gerekli değişikliklerin yapılması lazımdır.

Demokrasimizi rayına oturtacak seçim sistemi değişikliklerini mutlaka yapmak zorundayız. Bu Hükümetin yerine kurulacak olan uzlaşma hükümetinin en önemli görevlerinden birisi, seçim sisteminin değiştirilmesi olmalıdır.

Bakın, Sayın Erbakan bu kürsüden iki hafta önce bize hodri meydan demiştir, erken seçim çağrısı yapmıştır. Sonraki beyanlarına dikkat ederseniz, şimdi U dönüşü yapmaktadır, seçimin çare olmayacağını söylemektedir. Biz bu haliyle seçimin çare olmadığını baştan beri söylüyoruz. Anavatan Partisi olarak. Anamuhalefet Partisi olarak, hiçbir zaman seçimden kaçmayız, her zaman de seçime hazırız. Olmak zorundayız; ama, bir şey var: Seçim, demokrasilerde eğer bir son çareyse, bu son çare fonksiyonunu görebilecek hale getirilmesi lazımdır. Seçim sisteminin, Seçim Kanununun bu yönden değiştirilmesi lazımdır.

Bugün, iki sene önce yaptığımız Anayasa değişikliğine rağmen, yurtdışında yaşayan 2 milyon vatandaşımız, şu anda oy kullanma hakkından mahrumdur. Onunla ilgili kanun iki seneden beri bu Mecliste hala çıkarılmamıştır. Hükümet tarafından hala hazırlanmamıştır.

Terör nedeniyle, boşaltılan köyler nedeniyle 3 milyonu aşkın vatandaşımız, yani yurtdışındakilerle birlikte toplam 5 milyonu aşkın vatandaşımız, şu anda seçme hakkını kullanabilecek durumda değildirler. Çünkü, seçmen kütüğüne kayıtlı değildirler. Binaenaleyh, yeni bir nüfus sayımı yapılmadan, bu nüfus sayımına bağlı olarak seçmen kütükleri yeniden yazılmadan, Türkiye’de seçime gitmek, demokrasiye yeni bir darbe vuracaktır, yeni bir yara getirecektir. Çünkü, millet iradesinin demokratik şekilde tecellisine imkan vermeyecektir.

Binaenaleyh, bu Hükümet, mümkünse, yarın işbaşından uzaklaştırılmalıdır. Hiç şüpheniz olmasın ki, bu Hükümetin günleri de sayılıdır. Ama, bu hükümet gittikten sonra, bunun yerine kurulacak uzlaşma hükümeti, yani ufak hesapların dışında, ufak siyasi çıkar hesaplarının üstünde kurulması gereken, uzlaşma anlayışıyla kurulması gereken uzlaşma hükümeti, Türkiye’de seçimin çare olacağı şartları da sağlamakla yüklüdür. Aynı zamanda, daha önce de dediğim gibi, üzerinde uzlaşma sağlanmış olan diğer birtakım önemli icraatları, reform niteliğindeki birtakım yapılanmaları da gerçekleştirmek durumundadır.

Değerli arkadaşlarım,

Burada bir hususun altını çizmekte özellikle fayda görüyorum. Türkiye’de bugün, maalesef, yaşanmakta olan, maalesef tırmandırılmak istenen, kışkırtılmak istenen kavga, laik-antilaik kutuplaşmasıdır. Böyle bir ortamda, ülkemizde herhangi bir sol partinin Refah Partisine alternatif teşkil etmesi mümkün değildir. Bir sol parti, ancak Refah partisinin yer aldığı kutbun karşı uçtaki dengeleyicisi olabilir; ama, asla Refah Partisinin alternatifi olamaz, Çünkü, Refah Partisinin alternatifi, Türkiye’de refah anlayışının alternatifi, ancak ve ancak merkez sağ olabilir. Son 50 yıllık demokrasi tecrübemiz, merkez sağın güçlü olduğu dönemlerde Refah çizgisinin zayıfladığını göstermiştir. Ne zaman Türkiye’de merkez sağ güçlü olmuşsa, Refah Partisi gerilemiştir. Bu çerçevede, Refah Partisinin alternatifi olarak merkez sağı bütünleştirmek, merkez sağı güçlendirmek çabası, aynı zamanda demokratik sistemi, laik sistemi de ayakta tutmanın, güçlü tutmanın ön şartıdır.

Değerli arkadaşlarım,

Bugün Erbakan ve partisi, “sel, refaha doğru akıyor” demektedir. Bana kalırsa, selin aktığı doğrudur: Ama, görülen o ki, Erbakan ve Partisi, o akan selin altında kalacaklardır.

Hepinize saygılar sunuyorum.