ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
SAYIN MESUT YILMAZ'IN TBMM ANAP GRUP KONUŞMASI

14 Mayıs 1997

Değerli arkadaşlarım,evvela biraz önce partimize katılan Samsun il genel meclisi üyesi arkadaşlarıma, anavatan partisi adına, anavatan camiasına hoş geldiniz diyorum.

Bu arada, Samsun’ dan bu grup toplantısına katılmak üzere gelen partili arkadaşlarımı da selamlıyorum. (alkışlar)

Bugün, daha önce de bu kürsüde ifade edildiği gibi, Türk demokrasisi adına önemli bir günün yıldönümüdür. 14 Mayıs, bundan 47 sene önce demokrat partinin ilk defa iktidara gelişinin tarihidir. Ben de vesileyle demokrat partiyi kuran, demokrat parti vasıtasıyla Türk demokrasisine büyük katkılarda bulunan gelmiş geçmiş bütün siyaset adamlarımızı, devlet adamlarımızı rahmetle anıyorum.

Aslında, ben de Feridun arkadaşım gibi, demokrat partili bir aileden geliyorum. (alkışlar) Ama, benim onun kadar hissi konuşmaya hakkım yok. Demokrat parti, birtakım yanlışları da olsa, doğruları çok daha ağır basan, Türk siyaseti açısından, Türk devlet hayatı açısından en büyük katkısı, Türkiye’de o tarihe kadar var olan millet- devlet yabancılaşmasına son vermesi ve millet- devlet kaynaşmasının başlangıcı olmasıdır. Bu itibarla, demokrat parti çizgisi, bu anlamda demokrat partinin felsefesi, anavatan partisinin başlangıçtan bugüne kadar da benimsediği ve özenle devam ettirmeye çalıştığı bir çizgi olacaktır. Bu çizginin, günümüzün siyasi ortamında, her zamankinden daha fazla önem taşıdığına inanıyorum.

Değerli arkadaşlarım, bugün aynı zamanda dünya çiftçiler günüdür. Dün, Türkiye ziraat odaları birliğini temsilen bir heyet beni ziyarete geldi; önümüzdeki hafta Cuma günü, yani 23 mayısta ziraat odaları birliğinin 20 nci yaptığımız çiftçi mitinginde bizzat katılan arkadaşlarımın da müşahede ettikleri gibi, daha önce illerde yaptığımız çalışmalarda köylere giden milletvekili arkadaşlarımızın bizzat tespit edip bana da ilettikleri gibi, çiftçimiz, şu anda büyük sıkıntılarla karşı karşıyadır. Çalışan nüfusumuzun yarıya yakınını teşkil eden çiftçilerimiz, asıl bu sıkıntılarının kamuoyunda makes bulmamasından, dertlerini kamuoyuna duyuramamaktan mustariptirler. Bizim, parti olarak bu konuda onların dertlerine tercüman olmak için yaptığımız açıklamalar, verdiğimiz mesajlar da, maalesef, medya tarafından rağbet görmemektedir. Halbuki, çiftçi, kitlesi, bugün iktidar tarafından geniş ölçüde kaderine terk edilmiş bir durumdadır ve bugünkü iktidarın da, bundan sonra gelecek iktidarların da, Türkiye’de önem vermesi gereken, öncelik vermesi gereken, sahip çıkması gereken kitlelerin başında gelmektedir.

Türkiye’de taban fiyatları tespit edilirken, destekleme alım fiyatları tespit edilirken, genellikle enflasyondan hareket edilmektedir. Yıllık enflasyon rakamına endeksli bir destekleme alım fiyatı artışı tespit edilmektedir. Ama, burada gözden kaçan husus, özellikle son yıllarda çiftçilerin kullandıkları tarım girdiklerindeki artışların enflasyondaki artış ortalamasının çok üstünde olmasıdır. Bu durumda, çiftçilerimiz devamlı olarak reel gelir kaybına uğramaktadır, devamlı olarak fakirleşmektedir. Kaldı ki, destekleme alımları bugün artık eski önemini, eski anlamını, işlevini kaybetmiştir. Toprak mahsulleri, ofisi, açıklanan fiyatlardan alım yapmamaktadır, çoğu zaman sembolik miktarlarda alım yapılabilmektedir. Çiftçilerimiz geniş ölçüde tüccarın insafına terk edilmiştir. Birçok üründe ise, ödemeler -şeker pancarında olduğu gibi- altı yedi aylık bir süreye yayılmaktadır. Verilen artışın da çiftçi açısından fazla bir anlamı kalmamaktadır.

Ayrıca, çiftçilerimizin sosyal güvenlik sorunları vardır. Bağ- Kur'a zorunlu olarak üye yapılmışlardır. Ürün bedellerinden Bağ-Kur aidatları kesilmektedir; ama, Bağ-Kur çiftçilere sağlık hizmeti vermemektedir. Sosyal güvenliğin en önemli kalemi olan güvenlik hakkına sahip olduklarını da iddia etmek mümkün değildir.

Dolayısıyla bütün bu sorunları çiftçilerimiz, en başta siyasi partilerden, milletvekillerinden dile getirilmesini beklemektedir. Mecliste arkadaşlarımız mümkün olduğu kadar bu sorunları dile getirmişlerdir; ama, medyanın ve iktidarın kayıtsızlığı karşısında, bu kitleyi tatmin ettiğimizi söyleyebilmek mümkün değildir. Önümüzdeki hafta Cuma günü yapılacak olan genel kurul toplantısı, bu açıdan bizim için bir fırsattır. Beni o toplantıya davet ettiler, ben katılacağım konuşma yapacağım. Milletvekili arkadaşlarımızın da mümkün olduğu kadar çok sayıda, o genel kurula iştirak etmelerini rica ediyorum.

Yine haftaya Cumartesi günü odalar birliğinin genel kurul toplantısı vardır, oraya da katılacağız. Orada da ekonomideki genel gelişmelere ilişkin, biraz önce Biltekin arkadaşımın burada özetlediği, bize kaygı veren, endişe veren gelişmelerle ilgili görüşmelerimizi ifade edeceğiz.

Keza, her iki toplantıya da, gerek ziraat odaları birliği genel kuruluna gerekse odalar birliği genel kuruluna Ankara’da bulunan milletvekili arkadaşlarımın katılmalarını rica ediyorum.

Bugün, hem demokrat partinin iktidara gelişinin yıldönümüdür hem dünya çiftçiler günüdür hem de zannediyorum Türkiye eczacılar günüdür. Eczacı milletvekili arkadaşlarımız, sayın İbrahim ÇEBİ, Sayın Mustafa BALCILAR arkadaşlarım da bugün partimiz adına eczacılar odasını ziyaret edip, bizim kutlamalarımızı ileteceklerdir.

Değerli arkadaşlarım, geçtiğimiz hafta yaşanan siyasi gelişmeler, hepimiz için aslında endişe verici olmanın ötesinde, bir alarm işareti olmalıdır. Çünkü, bu memlekette meydana gelebilecek olan, düşünülebilecek olan, akla gelebilecek olan en kötü gelişme, dinine bağlı, insanlarımızla, dindar kitlelerle Peygamber ocağı denilen, bu memleketin güvenliğinin emanet edildiği silahlı kuvvetleri karşı karşıya getirmektedir. Bize göre, bu Türkiye’de devlete de, millete de, dinimize de yapılabilecek olan en büyük kötülüktür. Maalesef, Erbakan, küçük, basit adi siyasi hesaplar uğruna, böyle bir çatışmanın, böyle bir kavganın tohumlarını atmaktan çekinmemektedir. (alkışlar)

Anavatan Partisi olarak bu noktada bize düşen birinci görev, ne pahasına olursa olsun, bu gelişmeye engel olmaktır; böyle bir çatışmaya meydan vermemektir. Erbakan’ ın ve partisinin ana politikası, inançlı kesimleri, dindar kesimleri, önce kendi partisi için militarize edip, militan haline getirip, ondan sonra devletle ve orduyla karşı karşıya getirmektir. Sayın Erbakan, bundan iki yıl önce, partisinin grup toplantısında iktidara kanlı mı karsız mı geleceklerini tartışıyordu. Bugün tartışılan husus, refah partisinin ortak olduğu iktidardan gitmemek için aynı metotlara başvurmasıdır. Gündeme olan hadise budur.

Refahlı bir milletvekili; yani sıradan birisi değil, herhangi bir parti üyesi değil, refah partisini bu mecliste temsil eden, bu ülkenin kaderi üzerine oy kullanan, bu mecliste ülkenin bütünlüğü üzerine yemin etmiş olan bir milletvekili, geçtiğimiz hafta “kan dökülecek fıstık gibi olacak” diyebilmiştir; bunu da bütün televizyonlar vermiştir. Aslında, bu milletvekilinin bu sözleri, Erbakan’ın partisinin gerçek düşüncelerini yansıtmaktadır. Bu sözler, Erbakan ve partisinin suçüstü yakalandığının ispatıdır. Değerli arkadaşlarım, bu ülkede yaşayan, bu ülkenin birliğine, beraberliğine inanan hiç kimsenin bu sözleri kınamama hakkı yoktur. Maalesef, Erbakan ve partisi, dindar kesimlerle orduyu karşı karşıya getirme oyununu, şimdi imam hatip camiası üzerinde oynamaktadır. Benim umudum, imam hatip camiasının bu oyuna alet olmayacağıdır.

Şimdi, aklı selimle düşünürseniz, şu geçtiğimiz iki üç ay içerisinde yaşanan olayın özeti şudur: Erbakan, Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına katılmıştır, orada alınan kararlara katılmıştır, o kararların altına imza atmıştır; ama, bugün meydanlara çıkıp partisinin organize ettiği toplantılarla imam hatiplileri orduya karşı kışkırtmaktadır. Hatta hatta, partisinin milletvekilleri, “kan dökülecek fıstık gibi olacak” diye vampirler gibi avuçlarını oluşturmaktadır.

Destek arkadaşlarım, bu yapılan, hiçbir kitaba sığmayan alçakla bir oyundur. (alkışlar) Aslında, Erbakan’ın yapmak istediği, imam hatip okulları konusundaki sorumluluğu başkalarının üzerine atmaktır. Kendi sebep olduğu sorunların faturasını başkasına ciro etmeye çalışmaktır.

Burada açık açık bir defa daha tekrarlıyorum: “Anavatan Partisi'nin imam hatip okulları tavrı net değil” diyenler için tekrarlıyorum; aslında bu konuyu ilk defa parti grubunda hem de açıkça tartışma cesaretine sahip olan bir partinin, üstelik bu görüşünü, sadece bugün değil, bundan bir sene önce hükümet ortağı iken dile getirmiş bir partinin başkanı olarak söylüyorum: Anavatan partisinden imam hatip liselerine zarar gelmesi mümkün değildir. Anavatan partisinin imam hatip liselerine zarar verecek herhangi bir girişimde bulunması da mümkün değildir. (alkışlar) Anavatan Partisi, milletimizin din eğitimine verdiği önemin bilincindedir. Dini eğitimin milletimiz için ne kadar önem taşıdığının bilincindedir. İmam hatip liselerinin Türkiye’de halkın sahiplenmesiyle, böyle bir varlık temeli üzerinde yükseldiğini de çok iyi biliyoruz.

Biz, Anavatan Partisi olarak -daha önce de söylediğim- çocuklarımıza genel eğitim içerisinde dini eğitim verilmesinin bu konudaki halkımızın haklı talebinin sonuna kadar yanındayız. Yarın anavatan partisi iktidar olursa, devletin esaslarını değiştirmeyi düşünmeyen, Türkiye’ye şeriat devleti filan getirmeyi hayal etmeyen, böyle aptalca gayelerin peşinde olmayan; ama, çocuklarının İslam dinini öğrenmesini isteyen hiç kimsenin kaygıya kapılmasına sebep yoktur. (alkışlar) Ama, kim ki, çocuklara din eğitimi vermek için kurulmuş olan o okulları, kendi partisine militan yetiştiren okullar olarak görmek ister; kim ki, o okulları kullanarak Türkiye’de şeriat devletini getirmek ister, onlar bizim iktidarımızdan korkmalıdır. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, tekrar söylüyorum; Anavatan Partisi, imam hatip liselerinin kapatılmasına karşıdır; imam hatip liselerine en küçük bir zarar verilmesine de karşıdır. Bu nedenle, Anavatan Partisi olarak ilk defa kendimiz gündeme getirdiğimiz, kendi iktidarımızda gündeme gelen, kalkınma planına giren, 8 yıllık zorunlu temel eğitim meselesine bu anlayış içerisinde yaklaştık. 8 yıllık zorunlu eğitime geçildiği zaman, meslek okulları, 5 yılda diploma verilemeyeceğine göre, zorunlu temel eğitim 8 yılın sonunda ancak diplomaya hak kazandıracağına göre, bundan dolayı orta bölümleri ilköğretime katılacak olan okulların bu işten zarar görmemesi için, en başta ta imam hatip liselerinin kaynağının kurutulmaması, ilköğretimin 8 yıla çıkmasından dolayı imam hatip liselerinin zarar görmemesi için gerekli tedbirlerin alınması gerektiğini, ancak bu şartla 8 yıllık zorunlu temel eğitime destek vereceğini söyleyen Anavatan Partisi'dir.

Ama, biz buna ilaveten bir şey daha söylüyoruz, diyoruz ki: Türkiye’de din eğitimi, ilköğretim çağındaki 9 milyon, 10 milyona yaklaşan çocuk içerisinde, sadece şu anda imam hatip okullarına devam eden 260 bin çocuğa tanınmış bir imtiyaz olamaz. Sadece bu çocuklar din eğitimi almak hakkına sahip olarak düşünülemez. Eğer, geri kalan 8 milyon küsur çocuğa, bizim eğitim sistemimiz asgari din eğitimini veremiyorsa -tabii ki seçmeli olarak, tabii ki ailesinin talebi üzerine- bu, o çocukların veya o çocukların ailelerinin din eğitimi almasını istemedikleri için değildir.

Bu, sanki imam hatip okullarının Türk eğitim sistemi içerisinde din eğitimi veren tek kuruluş olarak görülmesindendir. İmam hatip okullarının görevi din eğitimi vermek değildir; imam hatip okullarının görevi, dini meslek adamı yetiştirmektir. Binaenaleyh, din eğitimi meselesine, her türlü bağnazlıktan uzak; yani, laikliği dinsizlik olarak gören anlayıştan da uzak, din eğitimi verilmesinin tabii ki laik bir devletin denetiminde, bugünkü Erbakan, kafasındaki imam hatip okullarında olduğu gibi değil, laik bir devletin denetiminde genel eğitim sistemi içerisinde seçmeli olarak din eğitimi verilmesi, Türkiye’de hiçbir şekilde genel eğitim sisteminin imam hatipleştirilmesi olarak düşünülemez. Bu konuda gerekli tedbirleri almak devletin görevidir. Eğer, şu anda imam hatip okulları refah partisinin -bazı araştırmaların gösterdiği gibi, Erbakan’ın fütursuzca ifade ettiği gibi- arka bahçesi haline gelmişse, refah partisine militan yetiştiren kuruluşlar haline gelmişse, bu Türkiye’de devletin gerekli denetimi yapmadığı içindir. Bu, o çocukların günahı değildir; bu, doğrudan doğruya devletin eksikliğidir.

Dolayısıyla sadece zorunlu eğitimi 8 yıla çıkarmak yetmez, sadece imam hatip okullarının kaynağını kurutacak tedbirleri almak yetmez; sadece genel eğitim sistemi içerisinde Anayasanın 24 üncü maddesinden kaynaklanan seçmeli din eğitimi yükümlülüğünü yerine getirmek de yetmez. Aynı şekilde atılması gereken önemli bir adım, imam hatip okullarını bugün içine düştüğü durumdan kurtarmaktır, politizasyondan kurtarmaktır, onun bunun aleti olmaktan kurtarmaktır. Bu okulları gerçek işlevine kavuşturmaktır.

Laik bir devlette, laik devlete karşı, laik devlete düşman insan yetiştiren kurumların varlığı kabul edilemez. Bu konuda gerekli tedbirleri almayan bir devlet, aslında intihar ediyor demektir.

Anavatan partisi olarak bizim bu meseleye bakışımız gayet nettir. Bizi kendi çizgisinde görmek isteyip de göremediği için, bizi net olmamakla suçlayanlar, aslında bu meseleyi kendi siyasi çıkarları için kullanmaya tevessül edenlerdir. Biz onlardan değiliz.

Değerli arkadaşlarım, hiç kimse anavatan partisinin din ve vicdan hürriyetini esas olan bu çabalarını, katı laik yaklaşım sahipleriyle eş tutamaz. Anavatan partisi, milletin partisidir. Milletin mukaddeslerine saygı göstermek de, bu partinin birinci ilkesidir. Biz, halkın mukaddeslerini milli güvenlik kurulunun kapalı kapıları ardında çiğneyen; ama, vatandaşın önüne Sultanahmet meydanına çıkınca bunları istismar etmeye kalkan bir parti olamayız. (alkışlar)

Biz, bu ülkede insanları birbirleriyle kavga ettirmeden, kesimleri birbirleriyle çatıştırmadan, herkesi barış içerisinde bir arada yaşatma ülküsünün sahibiyiz ve bunu Türkiye’de gerçekleştirmek için gerekli hoşgörüye, gerekli anlayışa sahip olan tek partiyiz. Biz, halkımızın mukaddeslerini, halkımızın kutsal değerlerini kavga konusu yapmadan da koruyabileceğini göstermiş ve bundan sonra da koruyabilecek olan tek partiyiz.

Bu ülkede imam hatiplilerin de hakkını koruyabilecek olan tek parti anavatan partisidir. Erbakan ve partisi, imam hatip okullarına gölge etmesinler başka bir şey istenmez. (alkışlar) onlara, refah partisinden ve Erbakan’dan şu noktada beklenen: Mütedeyyin insanlara, dindar insanlara, inançlı insanlara zarar verecek davranışlardan ve beyanlardan kaçınmalarıdır. Hele hele, “imam hatip okulları refah partisinin arka bahçesidir” sözleri bundan sonra bir daha hiç kullanılmamalıdır; çünkü, görülmüştür ki, bu sözler en çok o kitleye zarar vermemektedir.

Değerli arkadaşlarım, rahmetli Necip Fazıl, daha 1970’li yıllarda Erbakan ve partisi için “Bu ülkede İslam'ın önündeki en büyük engel, Müslümanların başındaki en büyük bela” tanımlanmasını yaparken bunları boşuna vermemiştir. Son 10 ayda yaşadıklarımız, 11 ayda yaklaşan şu refah yol hükümetinde yaşadıklarımız, bu ülkede İslam dinine, Müslümanlara en fazla zarar veren partinin refah partisi olduğunu, en fazla zarar veren siyasetçinin de Erbakan olduğunu, aslında şerrin kaynağının onlar olduğunu açıkça bütün millete göstermiştir.

Şimdi, Erbakan’ ın başbakanlığında geçen bu 11 aya yakın süreyi, geriye dönüp bir bakalım. Bugün Türkiye’de yaşanan gelişmelerden rahatsız olmayan, tedirgin olmayan bir tane Müslüman var mıdır? Gelecekten endişe duymayan tek bir inanç sahibi var mıdır? Tam tersine, son 50 yılda, işte en başta demokrat parti döneminde kazanılanları kaybedilme korkusu yaşanmaktadır.

Değerli arkadaşlarım, bu Refahyol koalisyonu ülkemize büyük zararlar vermektedir. Hem de verdikleri zararlar vermektedir. Hem de verdikleri zararlar öyle alanlara uzanıyor ki, bir başka zaman bunlara inanmak değil, bunları düşünmek bile mümkün olmazdı. Mesela, bakın kim diyebilirdi ki, Türkiye’de hür teşebbüsün... alacaklılar listesinde ilk beşin içerisinde hep basın kuruluşları var. İşte, İhlas grubu, bakıyorsunuz halk bankasının en fazla alacaklı olduğu, yani halk bankasına kredi borcu olan grup, bir sanayi kuruluşu değil. Türkiye gazetesinin, TGRT’ nin içinde olduğu İhlas grubu. Başka bir kamu bankasına bakıyorsunuz, emlak bankasına, en fazla kredi verdiği kuruluş ilk üç kuruluştan ikisi diyelim, yine basın kuruluşu.

Yahu, Türkiye’de basını teşvik edelim, tamam; modern baskı tesisleri kursunlar, yurtdışından makine getirsinler teşvik verelim, yatırım indirimi yapalım, gümrük muafiyeti uygulayalım, bunlara bir itirazımız yok, bundan dolayı da hiçbir zaman hükümeti eleştirmedik. Teşvik meselesi, sanayinin gelişmesi için gerekliyse teşvik verilir. Biz de teşvik verdik, biz en çok ihracatı teşvik ettik. Yeni kurulan bazı yatırımları da teşvik ettik. Bizden önce büyük teşviki Demirel yaptı. Adalet parti döneminde en büyük teşvik o zaman verildi. Biz, ne dün ne bugün teşvike karşı çıkmadık. Ama diyoruz ki, bugün artık teşvikin gereği kalmadı. Bugün hele kurulması için devletin teşvik vermesi gereken bir sektör yok. Ha, olursa yine verilir. Teşvik meselesini bundan ayırmak lazım. Teşvik, herkese açıktır. Siz yeni bir yatırım yapmak istiyorsanız, o sektör teşvike tabi ise, aynı imkandan siz de yararlanırsınız. Benim söylediğim başka bir şey; ben iki şeyi dikkatinize getiriyorum: Devlet bankalarının kredileri, bu basın kuruluşlarına rüşvet olarak dağıtılmıştır, dağıtan Sayın Çiller’dir. (alkışlar)

Başbakan olarak baktım listelere, Halk Bankası, Emlak bankası, ziraat bankası en fazla alacakları oldukları firmalar basın kuruluşları. Tansu hanıma dedim ki: “Bu iş böyle olmaz, bunu zamanında siz yapmışsınız, biz devam ettirmek istemiyoruz. Basınla böyle bir çıkar ilişkisine girmek istemiyoruz. Bir karar alalım, bundan sonra kamu bankaları medya sektörüne kredi vermesinler. Bu, hükümetin elinde. Mevcut krediler de tasfiye edilsin. Ha, medyanın kredi ihtiyacı varsa gitsin özel bankalardan alsın; ama, böyle filanın kocası filan devreye girip telefonla kredi vermesin. Kredi karşılığında manşet atılmasın.” Tansu hanımın bana verdiği cevap aynen şudur: “Bunu yaparsak basın bize düşman olur” ve biz bunu uygulayamadık.

Bizden sonra bu hükümet zamanında da aynı şey devam ediyor. Şimdi, aynı kredileri rüşvet mekanizması olarak kendi gazetelerine veriyorlar. O şimdi çıkan kıytırık gazetelere var, onlara veriyorlar. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, demek istediğim şu: Tansu hanımın o Sultanahmet’ teki esip gürlemesi, halkın parasını basına karşı korumak için filan değil, bugüne kadar beslediği birtakım basının artık kendisine sırtını çevirmesine karşı olan tepkidendir. Bir, kamu bankalarının kredilerinin dağıtımında; iki, kamu kuruluşlarının reklamlarında. Yine açtık baktık, burada o dönemden bakan arkadaşlarım var, hatırlayacaklardır, mesela 1995 yılında halk bankası en çok televizyon reklamını HBB denilen bir televizyona vermiş. Sadece aralık ayında, seçim ayında 37 milyar mı ne!... İsmini yanlış hatırlıyorsam başka bir kamu bankası olabilir; ama, halk bankası diye hatırlıyorum. Asıl siyasi iktidarın basın üzerinde baskı kurmasını sağlayan araç, işte kamu kuruluşlarının reklamlarıdır, bir de kamu bankalarının kredileridir.

Bunun çaresi nedir; bunun çaresi bunların hepsinin özelleşmesidir. (alkışlar) Eğer Türkiye’de bizim üz sene önce kanuna koyduğumuz gibi, iki senelik süreye rağmen, bugün hala gerçekleşmeyen kamu bankaları özelleşmiş olsaydı, Tansu Hanım devri iktidarında kendine yakın basın organlarını kamu kredileriyle besleyemeyecekti. Eğer, bu kuruluşlar özelleşmiş olsaydı, kocası telefon açıp istediği gazeteye, istediği televizyona kamu kuruluşlarının reklamlarını rüşvet olarak dağıtamayacaktı.

Değerli arkadaşlarım, şimdi, bu işleri yapan kendisi, bu işlerin mekanizması bu. Şimdi, bu işleri çarpıtmaya çalışıyorlar. Çarpıtırken de bize çamur atmaya çalışıyorlar. Burada zannediyorum bizim tasavvuf dilimizde bir söz vardır, tam onun zamanı, “Edep yahu!” derler. (alkışlar)

Ama, refah yol hükümetinin kavgalı olduğu tek sektör basın değildir. Hatırlayacaksınız, geçen sene çıktı, işçiler için “kan emici” dedi, değil mi?... “Medya darbeci”, “Muhalefet, felaket tellalı”, işçiler “vampir”, işverenler “soyguncu” bu hükümet, sanki hükümet değil de, herkesle kavgaya meraklı bir mahalle kabadayısıdır. Sadece bunlar değil, bakın, bürokrasiyle kavgalı; hala emniyet genel müdürünün tayinini yapamıyorlar. Emniyet genel müdürü milli güvenlik kurulu toplantısına katılamıyor. Cumhurbaşkanı bunun kararnamesini imzalamıyor. TRT genel müdürlüğü 8 aydan beri boş.

Şimdi, bürokrasiyle kavgalılar, işçilerle kavgalılar, işçiyle kavgalılar, neredeyse bütün meslek kuruluşlarıyla, bütün odalarla kavgalılar, orduyla kavgalılar, medyayla kavgalılar, hatta kendi içinde kavgalılar! Aslında, neredeyse, halkın tümüyle kavgalılar!

Değerli arkadaşlarım, refah yol hükümetinde devlette yaşanan, devletin kurumları arasında yaşanan bu kavgalar, aslında hepimizi ürkütmelidir. Bu hükümet, basını susturabilmek için, basını istediği şekilde yayın yapmaya zorlamak için, adeta her yolu, her çareyi mubah gören bir anlayış içerisindedir.

Şimdi, şu Flas- TV’ nin başına gelenlere bakın. Önce baskına uğruyor, ondan sonra bizzat bir bakanın inisiyatifiyle bir bakana bağlı bir kuruluşun emriyle hem de hafta sonu Cumartesi günü kapatılıyor. Daha bu olaylar bitmeden, başbakan yardımcısının sözlerinden etkilendiğini söyleyen bir meczup, hürriyet gazetesini basıyor. Bunlar bitmeden, bizzat başbakan devreye giriyor ve bazı gazetecileri susturmak için savcıları devreye sokuyor. O savcılar kendiliklerinden devreye girmediler, onlara adalet bakanlığı suç duyurusu yaptı. O altı yedi tane gazetecinin darbe çağrısı yaptıkları için, darbe teşviki yaptıkları için ifadesini alan savcılar, adalet bakanlığı tarafından harekete geçirilen savcılardır. Ve bütün bunların üzerine, bir de başbakan yardımcısı basına meydan savaşı açıyor!

Değerli arkadaşlarım, bundan önce de Türkiye’de hükümetlerle basın arasında zaman zaman çekişmeler olmuştur, kavgalar olmuştur; ama, hiçbirisi bugünkü kadar ülkeye ve demokrasiye zarar veren bir kavgaya dönüşmemiştir. Bu iktidarın iki kanadı da basına kızıyorlar. Kızgınlıkları, aslında basına filan değildir, asıl kızgınlıkları, kendi pisliklerinin teşhir edilmesinedir. Bunların basın düşmanlığı, çirkin cadıların ayna düşmanlığıyla aynı şeydir. (alkışlar) Yani, bunlar aslında basına kendi yanlışlarına ayna tuttuğu için kızmaktadırlar. Oysa, aynaya kızılmaz, ayna bakının yüzünü gösterir. Aynadaki görüntü hoşunuza gitmese bile, sizin görüntünüzdür. Bizim bunlara tavsiyemiz, aynaya kızacak yerde, kendi bozuk görüntülerini düzeltmeleridir. Yani, yanlışlarından vazgeçmeleridir.

Değerli arkadaşlarım, yine geçtiğimiz günlerde bir siyasi parti genel başkanının -sır değil, hepiniz biliyorsunuz- sayın Çiller’ in, ordumuzu kendi yanında gösterme yalanına dayalı girişimlerin yaşandığı bir hafta olmuştur. Maalesef, bu olayın genelkurmay tarafından açıkça yalanlanmasından sonra, çok daha vahim olaylar yaşanmıştır. Bir siyasinin, önce komutanlarımızı kendi yanında siyasi tavır almaya çağırması, bunun reddedilmesi üzerine de komutanları emekliye sevk etme tehdidi savurması, maalesef, Türkiye’de demokrasimizin nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Kural tanımazlığın ve iktidar hırsının ulaştığı bu boyutun, ülkemiz ve demokrasimiz açısından ne kadar büyük bir tehlike arz ettiği ortadadır.

Bizim anlayışımıza göre, siyasi partiler arasındaki yarış, ülkemizi ve insanlarımızı daha iyiye, daha güzele ulaştırma yönünde yapılan demokratik bir yarıştır. Ordumuzu bu yarışa, bir partinin yanında veya bir şahsın yanında sokmak isteyen her türlü girişimi, gayri ahlaki, gayri hukuki ve antidemokratik sayarız. Biz, ordumuzun siyasi polemiklere çekilmesinden ve onun üzerinden siyaset yapılma girişimlerinden fevkalade rahatsızız. Genelkurmay Başkanlığımız da, son zamanlarda yaptığı bir dizi açıklamalarda, bu tür girişimlerden ordumuzu ne kadar rahatsızlık duyduğunu ve bu tür girişimlere alet olmayacaklarını açık ve kesin bir dille ortaya koymuştur.

Ordumuz üzerinde siyasi hesap yapan herkesi, ordumuzun üzerinden elini çekmeye ve siyaseti kendi kuralları içerisinde yapmaya, kısacası demokratik ahlaka davet ediyoruz. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, şu anda Türkiye’de, maalesef, yalanın ve yalancıların hakimiyeti vardır. Yalancılık, şu anda Türkiye’de saltanat sürmektedir. Yalancılık Türkiye’de hükümet olmuştur. Hemen her gün, hükümet ortaklarının yeni bir yalanına şahit oluyoruz. Üstelik, bazı yalanlar var ki, hükümetin başındakiler bıkıp usanmadan ısrarla tekrar ettiler, biz de her defasında bunu onların yüzlerine vurmaktan artık usandık. İşte, bunlardan bir tanesi bütçeyle ilgilidir. Biraz önce Biltekin ÖZDEMİR arkadaşım söyledi, bu başbakan büyük tafrayla 1997 yılı bütçesinin denk bütçe olacağını söylemiştir. Ocak ayında çıkmış, milletvekillerine doküman dağıtmıştır, ocak ayı bütçe gerçekleşmesinin fazla verdiğini söylemiştir.

Biz o tarihte bunun doğru olmadığını, başbakanın milleti aldattığını, meclisi aldattığını söyledik. Bugün başbakan bizim söylediğimiz noktaya gelmiştir. Bütçenin dört aylık uygulaması sonucunda, açık verdiğini başbakan da kabul etmiştir; ama, bunun faturasını medyaya yüklemeye çalışmaktadır.

Daha önce burada söyledim; böyle hükümet anlayışı olmaz. Yani, bir ülkede kötü giden işlerden, başarısız icraatlardan medya sorumlu olacak, muhalefet sorumlu olacak, başarılı olan işlerden hükümet puan olacak! Böyle anlayış olmaz.

Şimdi, nisan ayı sonu itibariyle 500 trilyondan fazla bir bütçe açığı vardır ve sanki böyle bir şey olmamış gibi, Sayın Erbakan millete bu konuda yalan söylememiş gibi, şimdi de bir suni gündem gerekçesinin arkasına sığınmaya çalışmaktadır. Güya Türkiye’nin bir suni gündemi vardır, bu suni gündem medya ve muhalefet tarafından yaratılmaktadır. Bütçe açığının da, faizlerin yükselmesinin de... faizlerdeki durum fevkalade endişe vericidir. Dün yapılan ihalede devlet 50 trilyon toplamak için yüzde 29,95 reel faiz vermiştir. Yani, şunu diyor: Enflasyon ne çıkarsa çıksın, enflasyonun üzerinde yüzde 30 daha vereceğim faiz olarak. Türkiye’de reel faiz, sanıyorum Çiller zamanında o bir defalık uygulama dışında, hiçbir zaman yüzde 30’a çıkmamıştır. İlk defa Erbakan’ın hükümetinin 11 inci ayında çıkmaktadır. Yani, Çiller’in o 1994’te rantiyecilere uyguladığı avantanın bir benzeri, şimdi sayın Erbakan tarafından uygulanmaktadır. Rantiyeciler bu ikiliyi ne kadar sevseler, ne kadar alkışlasalar azdır!

Sayın Erbakan, son grup toplantısında aynı zamanda, yılın ilk üç ayında, kaynak paketlerinden 9 milyar dolar beklerken, 1,5 milyar dolar geldiğini itiraf etmiştir. Halbuki, daha önce hatırlayacaksınız, hatırlamayanlar arşive baksınlar, Sayın Erbakan 9 milyar doların hazineye girdiğini söylemiştir. Yani açıklanan üç paketle 30 milyar doların geleceğini, bunun 9 milyar dolarının da hazineye girdiğini söylemiştir.

Biz o tarihte bunun girmesinin mümkün olmadığını söyledik. İşte, şimdi Erbakan kalkmış, kendi kendini tekzip ediyor, 9 milyar değil, 1,5 milyar doların girdiğini söylüyor. Şimdi, ben de size soruyorum, bütün millete soruyorum: Birkaç ay içerisinde bu kadar kendi ifadesinden dönen, açıkça millete yalan söyleyen bir insana güvenip, onun açıklamalarını ciddiye almak mümkün müdür?!

Erbakan, devlet yönetimine ciddiyetsizliğini ve yalanı getirmiştir. Bütçe, Erbakan’ın hayal genişliğiyle hazırlanmış ve daha uygulanmaya başladığı ilk günden itibaren açık vermeye başlamıştır. Yıl sonunda bu açık akıl almaz boyutlara varacaktır. Bizim bütün tahminlerimiz, gerçekleşecek açığın yanında mütevazı kalacaktır.

Böylesine hesapsız kitapsız, böylesine hayali, bu kadar gayri ciddi devlet yöneten bir kadroyla Türk ekonomisinin iyiye gitmesi mümkün değildir. Maalesef, bu hükümet işbaşında iken. Bu hayali bütçelerle, hayali denk bütçelerle Türkiye yıllarını kaybederken, ekonomide kalıcı tedbirlerin alınma zamanı da gelip geçmiştir. Ekonomide hastalığın daha fazla büyümeden önlenebilmesi için, birinci şart, bu hükümetin görevden uzaklaştırılmasıdır.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye bugün belki de demokrasi tarihinin en ağır bunalımını yaşamaktadır. Halkımız tedirgindir, bürokratlar tedirgindir, partiler tedirgindir, askerler tedirgindir, esnaf tedirgindir, köylü tedirgindir, özel sektör tedirgindir. Sanki, ülkenin her köşesine birer bomba konulmuş ve fitilleri ateşlenmiş gibidir.

Ülkemiz, şu geçen 11 ay içinde bir siyasi krizden diğerine sürüklenmiş, ekonomik çöküntüden rejim bunalımına kadar bütün ağır sorulan birer birer yaşanmıştır. Ekonomi kilitlenmiştir, sermaye yatırım yapamaz hale getirilmiştir, ticaret neredeyse durmuştur.

Refah partisi, işbaşına gelirken ucuzluk getirme vaadiyle gelmiştir. Adil düzen getirmek, ekonomiyi düzlüğe çıkarmak vaadiyle gelmiştir. 11 ayda geldikleri noktayı hep beraber görüyoruz. Biz iktidardan ayrıldığımızda, 140 bin lira olan yağ bugün 280 bin liradır. 90 bin lira olan pirinç bugün 160 bin liradır. 35 bin lira olan soğan bugün 150 bin liradır. Ekmek 25 bin lira olmuştur. Korkarım ki, önümüzdeki günlerde yeniden katlanacaktır. Ama değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin gündeminde pahalılık, vatandaşın kendi hayatında yaşadığı dertler değil, bugün rejim meseleleri ön plana çıkmıştır, kavga meselesi ön plana çıkmıştır. Velhasıl, şu anda demokrasimiz çok önemli bir sınavdan geçmektedir.

Mevcut hükümetin iktidar olma vasfı çoktan ortadan kalkmıştır. Refah yol hükümeti, iktidar olmanın gereklerini yerine getirmekten acizdir. Her alanda adeta silahlı kuvvetlerin vesayetini kabul etmiş gibidir. Demokrasilerde böyle bir duruma düşen bir hükümetin, hemen çekilerek ülkenin ve demokrasinin önündeki tıkanıklığın aşılmasına yardımcı olması gerekir, ülkenin önünü açması gerekir. Oysa, refah yol hükümeti tam tersini yapmaktadır. Yine, bütün demokrasilerde, eğer bir hükümet böyle bir duruma düşmüşse, parlamentodan beklenen, otoritesini kaybeden hükümeti, o dakikada görevinden uzaklaştırmaktadır. Şu ana kadar maalesef parlamentomuzda da böyle bir gelişme yaşanmamıştır. Türkiye’de şu anda tam bir kaos ve siyasi kilitlenme yaşanmaktadır. Hükümet, otoritesini kaybettiğinden dolayı, iktidar olmanın gereklerini yerine getirememektedir, iktidar olmanın sorumluluğunu taşıyamamaktadır ve çoğu işleri de askere bırakmaktadır.

Bizim hükümete ne dediğimiz açıktır, biz hükümete diyoruz ki: Ya adam gibi iktidar ol ya da çek git. Bu hükümetin bu saatten sonra adam gibi iktidar olması artık mümkün değildir. Hükümet, gün geçtikçe daha da acizleşmektedir, gücünü, otoritesini daha da kaybetmektedir; ama, bütün bu aczine rağmen, görevden çekilmediği gibi, tam tersine, koltuğa da dört elle yapışmaktadır. Ülkemizin ve demokrasimizin bu kaosu daha fazla kaldırması mümkün değildir böyle bir durumda, bütün sorumluluk, akıl ve vicdan milletvekillerine düşmektedir. Acze düşmüş olan bu hükümete, bu parlamento dur demek zorundadır ve hiçbirinizin şüphesi olmasın ki, çok kısa zamanda bu parlamentoda bu hükümete dur denilecektir. (alkışlar)

Dün bu kürsüden grubuna hitap eden Sayın Erbakan, refah partisini sevmeyenlerin tedavi olması gerektiğini söylemiş. Bana göre, ortada gerçekten tedavi olması gereken birisi vardır, o da Erbakan’ ın kendisidir. (alkışlar) Millete bu kadar acı çektiren, milleti birbirine düşüren, memleketi bu hale getiren bir Başbakan, şimdi bir de utanmadan milletin karşısına çıkıp, milletle bu şekilde alay ediyorsa, onda mutlaka bir psikolojik rahatsızlık vardır. Velhasıl değerli arkadaşlarım, önümüzdeki Salı günü Anavatan Partisinin 14 üncü kuruluş yıldönümü vesilesiyle bir defa daha minnet ve şükranla anacağımız kurucu ve doğan genel başkanımız Turgut ÖZAL, Erbakan için boşu boşuna “bir tahtası eksik” demiştir.

Hepinize saygılar sunuyorum. (alkışlar)