ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
SAYIN MESUT YILMAZ'IN TBMM ANAP GRUP KONUŞMASI

18 Haziran 1997

Değerli arkadaşlarım, bütün milletvekili arkadaşlarımı, bütün milletvekili arkadaşlarım, grup üyesi arkadaşlarımı sevgiyle selamlıyorum. Bugün aramıza yeni katılan Eskişehir Odunpazarı Belediye Başkanı Ayhan BOYER arkadaşıma, anavatan ailesine ve Eskişehir’den grup toplantımıza katılan diğer arkadaşlarımı da, toplantımıza hoş geldiniz diyorum. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Eskişehir, Anavatan Partisi olarak bizim çok önem verdiğimiz bir ilimizdir. Türkiye’nin en hızlı gelişen illerinden birisidir. Ayhan BOYER arkadaşım da, bir süreden beri çalışmalarını takdirle izlediğimiz Eskişehir’de çok sevilen bir arkadaşımızdır. İnanıyorum ki, şimdi kendisinin ve onunla beraber diğer değerli arkadaşlarımızın da katılmalarıyla, Anavatan Partisi Eskişehir’de biraz daha güç kazanmış olacaktır. Kendisinin de biraz önce burada ifade ettiği gibi, aslında partimize bugün yapılan bu katılmaların, normal bir parti katılımının ötesinde bir anlamı vardır. Başta, Ayhan BOYER arkadaşım olmak üzere, bu arkadaşlarımız, aslında öteden beri mensup oldukları, hizmet ettikleri partiye, o partinin ilkesizliği, çelişkileri ve ülkeyi bugün içine sürüklediği yanlışı protesto etmek için ayrılmışlardır. Ve bu örnek, bir defa daha göstermiştir ki, önünde sonunda Türkiye’de bütün nehirler denize akacaktır ve o denize Anavatan Partisidir. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Türkiye bugün, her zamankinden daha fazla Anavatan Partisinin kurulduğu 1983 yılındaki uzlaşmaya ihtiyaç göstermektedir. Bugün herkes, yavaş yavaş görmeye başlamıştır ki, Türk siyasetinin uzlaşma adresi anavatan adresidir. (alkışlar) Çünkü, Anavatan Partisi, bir büyük uzlaşmayı temsil ediyor. Nedir bu uzlaşma? Buradan bir büyük uzlaşmayı temsil ediyor. Nedir bu uzlaşma? Buradan bir defa daha en açık şekilde söylüyorum: Anavatan partisinin temsil ettiği, kendi misyonuyla özdeşleştirdiği uzlaşma, milletimizin temel değerleriyle, devletimizin değiştirilemez ilkelerinin uzlaşmasıdır.

Nedir milletimizin vazgeçilemeyecek değerleri?.. Bu değerler, yüzyıllardan beri bizi başkalarından ayıran, bizi ayakta tutan, bizi birbirimize bağlayan değerlerdir. Bunlardan bir tanesi, dilimizdir, bir tanesi dinimizdir, bir tanesi örf ve adetlerimizdir, birisi tarihimizdir, birisi kültürümüzdür. Bu değerlerdir ki, ülkelerin medeniyet yarışında defalarca yanlış yaptığımız halde, sanayi devrimini kaçırdığımız halde, ondan sonra ona adapte olmak için gereken adımları zamanında atmadığımız halde, sanayi devrimini kaçırdığımız halde, ondan sonra ona adapte olmak için gereken adımları zamanında atmadığımız halde, bu milleti yüzyıllar boyunca bağımsız bir ülke olarak yeryüzünde bağımsız tem Müslüman ülke olarak veya en uzun Müslüman ülke olarak ayakta tutmuştur. Yine bu değerlerdir ki, bugün neredeyse unutmaya başladığımız, tarihin en geniş, en büyük imparatorluğunu kurmamıza imkan sağlayan değerlerdir. 16 ncı yüzyıldaki Osmanlı İmparatorluğunun sınırları, ondan sonra hiçbir imparatorluk tarafından ulaşılamamıştır. Ama, bugün cumhuriyetin kuruluşundan 74 sene sonra, bu milli değerlerimizden hiç taviz vermeden, milletimizin de hiçbir zaman taviz veremeyeceği bu değerlere sımsıkı bağlı kalarak bir büyük uzlaşmayı yaratmanın görevi de anavatana düşüyor.

Bu uzlaşma, devletin ilkeleriyle milletin değerleri arasındaki uzlaşmadır dedim. Devletin ilkeleri nedir; onu da söylüyorum. Devletin ilkeleri, anayasamızda yazan ilkelerdir. Demokratik, laik, sosyal hukuk devletine dayalı; ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan Türkiye Cumhuriyetidir. (alkışlar) Devletin bu ilkeleriyle milletin bu değerlerini birbiriyle bağdaşmaz zannedenler var. Siyaseti, sadece bunlara sahip çıkmak için veya siyaseti, sadece bunları sahip çıkmak için veya siyaseti, sadece bunları istismar etmek için kullanmak isteyenler var. Bugün Türkiye’yi bu durumdan çıkaracak olan da, hem bu değerlere hem bu ilkelere aynı ölçüde, aynı kararlılıkla, aynı samimiyetle, aynı inançla sahip çıkacak Anavatan anlayışıdır. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, dün bu kürsüde bir veda konuşması yapıldı. Ekranlarda akşam baktım, sayın Erbakan burada konuşurken refah milletvekilleri de hüngür hüngür ağlıyorlar. İşte, bu hükümetin sonunda geldiği nokta budur. Bakın, bugün 18 Haziran, eğer 10 gün daha devam etselerdi, tam 1 yıllarını dolduracaklardı. 2000 yılına kadar hükümette kalmaktan bahsediyorlardı, daha birinci yıllarını tamamlayamadılar. Bizde bir laf vardır; güleriz ağlanacak halimize! (alkışlar) Aslında, refah partisi milletvekilleri dün bunun tersini yaptılar. Yani, bu hükümet, hakikaten ağlanacak bir hükümettir; ama, onlar güleriz ağlanacak halimize diye aslında gülmeleri gerekiyordu, şimdi ise gülünecek hallerine ağlıyorlar. (alkışlar)

Dün televizyonda hüngür hüngür ağlayan refah milletvekillerini görünce, doğrusu, hakikaten hallerine acıdım. Ve kendi kendime sordum: Acaba, bu sınırsız, bu ilkesiz koltuk ihtirasının sebebi nedir? Türkiye’nin haline bakın, bir yanda demokrasimizin 50 nci yılında, cumhuriyetimizin 74 üncü yılında Türkiye’nin geldiği noktaya bakın! Bir tarafta, “İlle de ben başbakan olacağım, ben başbakan olmazsam dünya batar” diyen bir Dışişleri Bakanı; öbür tarafta “Eyvah, gidiyoruz!” diye ağlayan refah milletvekilleri.

Şu başkanlık koltuğunda ne hikmet varsa, bizden başka herkesi kendisine esir ediyor. (alkışlar) Ben o koltukta iki defa oturdum; ama. Orayı sadece bir hizmet yeri gördüğüm için, ayrılmayı da hiç mesele yapmadım. Hatırlayacaksınız, 1991 senesinde Anavatan Partisi olarak biz 4 yılımızı tamamladık. Mahalli seçimlerde 3 üncü parti olduk. Şimdi, siz bizim arkamızda yeterli siyasi iradenin olmadığını iddia ediyorsunuz. Halbuki, Türkiye’nin mutlaka siyasi iradeyi arkasına almış cesur icraat yapacak bir hükümete ihtiyacı var. Onun için, biz koltuk davası peşinde değiliz. Gidelim millete, milletin hakemliğinde millet iktidarı belirlesin, bu memleket siyasi bakımdan zaaf içinde olan bir hükümette kalmasın diye, erken seçime gitmiştik. 1991’de erken seçime gitmemizi, milletin hakemliğine gitmemizi, 4 yıllık anavatan iktidarından sonra şimdiye kadar demokrasi tarihinde hiç açılamamış olan 4 yıllık bir hükümet döneminden sonra seçime gitmemizi kaçmak diye niteleyenler, 4 seneden beri meydan meydan dolaşıp, bizi kaçak ilan edenler, şimdi bir yılını tamamlayamadan seçime kaçıyorlar. (alkışlar)

Bakın, biz o zaman iktidardan ayrıldığımız zaman bunu mesele yapmadık, nöbeti başkalarına devrettik ve huzur içerisinde muhalefet görevimizi yapmaya koyulduk. Biz iktidardan ayrıldık diye milletvekillerimiz ağlamadılar. “İlle de ben başbakan olacağım” diye çocukça tutturan, kendisini milletin üstünde gören, milleti adeta kendisine borçlu sayan anavatan partili olmadı. Değerli arkadaşlarım, siyasette tabii ki bir yerlere gelmek önemlidir. Siyasetin amacı bir yerlere gelmektir, bir yenlerde millete hizmet etmektir; ama, bundan daha faziletli olan, geldiğiniz yeri terk etmeyi bilmektir. Hayırlı olan, önemli olan, insan geldiği yeri terk ettikten sonra, arkasından teneke çalınmamasıdır. Ancak, bu hususta çiğ yememiş olan, kendisine güvenen; yani, çiğ yemediği için karnının ağrımayacağını bilen siyasiler koltuklarını gönül huzuru içerisinde devredeler. Diğerleri ise, “Gitmem de gitmem” diye tuttururlar; işte şimdi gördüğünüz tablo aynen bu tablodur. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Refahyol hükümetinin hayati hayırlı olmadığı için, ölümü de zor oluyor. Yani, Allah onların canını yavaş yavaş alıyor, acı çektirerek alıyor. Şimdi bakın, daha önce ne demişlerdi: “18 Haziran, yani bugün saat 10.00’ da Erbakan cumhurbaşkanına çıkıp istifasını verecek” Şimdi ne oldu; saat 13.30. cumhurbaşkanına çıkacaklar çıkamıyorlar, grup yapacaklar yapamıyorlar, aralarında anlaşacaklar anlaşamıyorlar!.. Çünkü, akıllarından millet için hayırlı şeyler geçmiyor. Akıllarından sadece şer geçiyor. Bu yüzden de Allah onlara yardımcı olmuyor. (alkışlar)

Şimdi, bu kadar pazarlıktan, bu kadar düzenbazlıktan sonra, bu kadar Bizans oyunundan sonra, soruyorum size: Refah yol tersyüz edilip yol refah hükümeti kurulsa ne olur?! Ben size söyleyeyim; şimdiye kadar ne olduysa, bundan sonra da aynısı olur. Yani, bu yangın büyüyerek devam eder. Bakın dikkat edin, yangın büyüyerek devam eder.

Başbakan Yardımcısı geçen günü ne demiş; “Eğer ordu müdahaleye karar verdiyse, mutlaka müdahale kalmamız bir şeyi değiştirmez” anlaşılan bunların basireti bağlandı, gözleri görmüyor, kulakları duymuyor, gönülleri hissetmiyor. Ben diyorum ki, her zaman yapılacak bir şey vardır, yeter ki insan yapmak istesin, yeter ki insan önlemek istesin. Ben aylardan beri diyorum ki, bu bina çökecek; ama, Erbakan ile Çiller’in derdi binanın çökmesi filan değil, onlar, hangimiz binanın üst katında oturacağız, hangimiz alt katında oturacağız; bunun kavgasını yapıyorlar. Ben diyorum ki: “Yahu, bina çöktükten sonra önemli mi hanginizin üst katta oturacağı, hanginizin alt katta oturacağız?! (alkışlar)

Memleket elden gidiyor, demokrasinin üzerinde kara bulutlar dolaşıyor, hiç bugüne kadar olmadığı ölçüde gözle kırmızı papuç misali, Çiller tutturmuş “Ben Başbakan olacağım” (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bu sebepten dolayı refah yol hükümeti devam edemez. Yol refah olursa da bir şey değişmez. Sayın Çiller’in azınlık hükümeti de olmaz. Bunların hepsi, aslında, makyajlı birer refah hükümetidir. Ve bu sebeple de, bu senaryoların hepsi hayaldir. Bu, belki bu hayali görenlerin hoşuna gidebilir; ama, bu millet için bir kabustur ve bir sene bu kabusu yaşadıktan sonra, milletin şimdi bu meclisten beklediği, bu kabustan kurtulmaktır.

Milleti makyaj yaptırıp, makyajını değiştirip yeniden refahlı bir hükümete teslim etmek zamanı değildir. Şimdi yapılması gereken, bu hastalığı doğuranları, bu hastalığın müsebbiplerini dışarıda bırakıp, mecliste bulunan diğer bütün cumhuriyetçi partileri kucaklayan, geniş tabanlı bir uzlaşma hükümeti kurmaktır. Bu hükümetle de demokratik seçim şartlarını hazırlayıp, milletin hakemliğine gitmektir.

Değerli arkadaşlarım, önceden ilan edildiği halde, bugün daha önce ilan edilen şeyler ertelendiğine göre, şu saate kadar olmadığına göre, demek ki bu ortakların anlaşmaları aslında ciddi değildir. Anlaştıkları bir tek şey var; bu hükümetin artık devam edemeyeceğinde anlaşmışlar. Bu hükümetin bitmesi gerektiğinde anlaşmışlar. Aslında, hükümetin bittiğinde anlaşmaya da gerek yok, hükümetin bittiğini herkes görüyor. Bu hükümet şimdi de bitmedi, bu hükümet, şubatın sonundaki milli güvenlik kurulu ile bitti.

Sayın Çiller çıkıyor diyor ki: “Bu hükümet, toplumun bütün kesimleriyle ihtilafa düşmüştür. Bu nedenle bu hükümet artık icraat yapamaz” yani, icraat yapma kabiliyetinin olmadığını kabul ediyorlar. Ama, bir şey daha var: Bu hükümet, aynı zamanda otoritesini kaybetmiş. Ne demek otoritesini kaybetmiş? Yani, bu hükümet ülkedeki icraattan sorumlu olduğu halde, artık bu sorumluluğu başkalarıyla paylaşıyor. Hatta, bazı yetkilerini başkalarına devretmiş. Yurt dışından gelen yabancı devlet adamları, hükümetle göstermelik görüşüyorlar veya görüşmüyorlar, gidip genelkurmay başkanı ile görüşüyorlar, genelkurmay ikinci başkanı ile görüşüyorlar. Böyle bir hükümetin otoriteye sahip olduğu söylenemez.

Değerli arkadaşlarım, daha önce de söyledim, şimdi tekrar ediyorum: Bir ülkede demokrasiyi öldüren en büyük hastalık, başta silahlı kuvvetler olmak üzere, icra kuvvetlerinin emrindeki bir hükümettin. Anavatan Partisi'ni, fırsat avcılığından öteye, başka hiçbir davası olmayan diğer partilerden ayıran en önemli unsurlardan birisi, bizim siyaseti sadece bir hükümeti işletmeciliğinden ibaret görmememizdir. Geçen hafta da söyledim; biz Anavatan Partisi olarak milletin emrinde bir meclis, meclisin emrinde bir hükümet, hükümetin emrinde silahlı kuvvetler istiyoruz. (alkışlar) ve bunu da demokrasinin vazgeçilmez şartı olarak görüyoruz.

Şimdi bakın, geçtiğimiz günlerde tartışıldı, önümüzdeki günlerde gene tartışılacak, zannediyorum daha sonra tartışılacak: Türkiye’nin bu duruma gelmesinde kimin ne payı vardır? Türkiye’nin bu durumdan çıkmasında kim ne sorumluluk taşıyor? Eğer, hakikaten bu bunalımdan çıkmak istiyorsak, bunu gerektiğinde özeleştiri yaparak, yani kendimizi suçlayarak, kendi kusurumuzu örterek değil, kendi kusurumuzu da açarak açıkça tartışmak zorundayız. Şimdi, bazıları, bugünkü duruma gelinmesinde büyük birlik partisini kilit parti zannedip ona yükleniyorlar. Büyük birlik partisinin şu geçtiğimiz bir sene içerisinde sergilediği tutumu hakikaten anlamak mümkün değil, tasvip etmek mümkün değil. Bu tutum çelişkilerle doludur. Bakın, nedir çelişki; biz doğru yol partisi ile bir hükümet kurduk. O hükümetin güven oylamasında büyük birlik partisi destek vermedi. Destek vermemesini gerekçesi nedir; Çiller ile hükümet kurmamızdı. Çiller hükümette değildi; ama, Çiller’in başkanı olduğu bir partiyle hükümet kurduğumuz için güvenoyu vermediler. O zaman Çiller’in ortaklığına güvenoyu vermeyenler, şimdi Çiller’in başbakanlığına güvenoyu vereceklermiş. Siyasette böyle tutarlılık olur mu?

Arkasından Çiller ile Erbakan hükümet kurdular. Büyük birlik partisi dedi ki: “Müslümanların hükümetini engellememek için, biz buna güvenoyu vereceğiz” Sanki diğer partilerin kuracakları hükümetler gavur hükümeti! (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, binaenaleyh, görülüyor ki, Büyük Birlik Partisi'nin ilkesi filan yoktur. Büyük birlik partisi, durumdan kendisi nasıl fayda sağlayacaksa, o şekilde davranmayı ilke sayan bir partidir. Bugüne kadar ki davranışları baştan aşağı tutarsızdır. Ben bunu evvelsi gün Sayın Yazıcıoğlu’ na söyledim.

Ha, şimdi özeleştiriye geçiyorum, bize diyorlar ki: “İyi ama, bunları meclise siz taşıdınız. Büyük birlik partisiyle siz ittifak yaparak geldiniz” Evet, biz ittifak yaparak geldik; ama, biz neden ittifak yaptık? Biraz önce söyledim, biz bu ittifakta, buna benzer ittifaklarda Türkiye’nin tek çıkış yolunu gördüğümüz için yaptık. Yani, bu memleketi -bizim yaptığımız araştırmalarda da gözüküyor- bir tarafta laikler, bir tarafta Müslümanlar diye ayırmaya hiçbir siyasi partinin hakkı yok. Bu memleketin bir uzlaşmaya ihtiyacı var. O uzlaşmanın ne olacağını biraz önce söyledim.

Devletin anayasadaki değişmez nitelikleri ve milletin hiçbir zaman vazgeçilemez değerleri. Bunları birbirleriyle bağdaştırmamız lazım. Laikliğin dinsizlik olmadığını, Müslümanlığın yobazlık olmadığını, ayrıca kendimizin anlaması lazım. Bir parti bunları uzlaştıramıyorsa, o partinin Türkiye’de iktidar olması Türkiye’ye bir şey kazandırmaz. Türkiye’deki kavgayı körükler. Eğer, partiler, sadece kendilerini bir kampın arkasına saklıyorlarsa, o kampın kavgasını yapıyorlarsa, kendi karşılarında da aynı büyüklükte iktidarında Türkiye huzura kavuşamaz. Türkiye’yi yöneten partilerin, milletin bölünemeyeceğini, siyaset yoluyla hizmet yapmanın tek çıkar yolunun, bu kamplaşmaları kaldırmak, tıpkı 1983’te Anavatan'ın yaptığı gibi, bu uzlaşmayı sağlamak, herkesi kucaklamak olduğunu bilmesi lazım.

Bakın, açık açık söylüyorum, bu konuda bize kusur atfedebilirler, Anavatan'a kusur atfedebilirler, büyük birlik partisini meclise taşımakla yanlış yaptınız diyebilirler; ama, hiç kimse bizim bu konudaki iyi niyetimizden şüphe etmek hakkına sahip değildir. Yanlış yapan... (alkışlar) Yanlışı yapan büyük birlik partisidir, Anavatan Partisi değildir. Biz, büyük birlik partisinin yanında, o büyük şemsiyenin içine başka partileri de almak istedik; ama, o günkü şartlarda anlaşamadık. Biz istedik ki, anavatan çizgisinin hakim olduğu, anavatan damgasını taşıyan, anavatan amblemini taşıyan bir büyük şemsiyenin altında bir büyük uzlaşmayı memlekete hakim kılalım. Büyük birlik partisi, küçük siyasi hesapların arkasından gitti. Bizim bu büyük idealimizi göremedi. Şimdi kalkmışlar askerin müdahalesinden bahsediyorlar. Askerin müdahalesini Türkiye’de ilk söyleyen benim, en fazla şikayetçi olan benim, en fazla karşı çıkan da benim. (alkışlar) Ama şimdi, siyasetçiler olarak, bütün siyasiler olarak, vicdanı olan siyasiler olarak, sadece vicdanı olanlara söylüyorum: Ellerini vicdanlarına koysunlar bir değerlendirsinler: Askerin bugün geldiği noktada acaba siyasilerin kusuru yok mu?! Bir baksınlar bakalım, üzerinde yemin ettikleri milletvekili yemininde ne yazıyor?! (alkışlar)

Siz çıkacaksınız meclisin kürsüsünde milletvekili yemini edeceksiniz, laik ve demokratik cumhuriyeti korumayı vaat edeceksiniz, ondan sonra çıkıp milletin karşısına kızına küfredeceksiniz... Ondan sonra çıkıp milleti kamplara böleceksiniz, Atatürk’e hakaret edeceksiniz. Bu memleket sahipsiz değil beyler. Bu memlekete sahip çıkmak ilk başta da bize düşüyor, askerlere değil. (“Yılmaz Başbakan” sesleri, alkışlar)

Binaenaleyh şunu söylüyorum: Büyük Birlik Partisi ile ittifak yapmakla hata yaptık. İyi niyetimizin bedelini ödedik. Biz bunu kötü niyetle yapmadık, iyi niyetle yaptık. Ortağımız bizim iyi niyetimizi anlayamadı. Biz bunun cezasını ödedik; işte, hükümetten ayrılarak ödedik. Ama, dikkat edilmesi gereken başka bir şey var: Büyük Birlik partisinin bugün geldiğimiz noktada gereğinin fazla önemsemek, bütün bugün içine düştüğümüz durumun sorumluluğunu, kusurlarını ona atfetmek de yanlıştır. Bu, geçmişte bizim yaptığımız yanlışlıktan daha büyük bir yanlışlık olur. Çünkü, bu işi büyük birlik partisinin sırtına yüklersek, asıl bu durumun müsebbiplerini göremeyiz. Ve bu durumdan çıkmak için asıl sorumluluk taşıyanların sorumluluğunu gözden kaçırmış oluruz.

Değerli arkadaşlarım, benim bugün bunalımdan çıkılması için dikkatinizi çekmek istediğim kilit isim, Sayın Deniz Baykal’dır. Sayın Baykal, bu kirli hükümetin gitmesini istiyor. Burada kendisiyle hemfikiriz, ama, daha sonraki aşama için elini taşın altına sokmaya yanaşmıyor. “Ben ondan sonra hükümete filan girmem, hemen seçim isterim” diyor. İyi ama, o seçimi yapmak için bir hükümet lazım. Bu hükümetin iktidarında seçim yapmanın, hele hele o söylediğimiz değişiklikleri...

Sonra lazım Sayın Baykal’a, önümüzdeki dönem bir seçime gitmesi gerektiğine göre, acaba Türkiye’yi seçime götüren hükümet nasıl bir hükümet olmalıdır? Baykal, bu aşamada, cumhuriyet halk partisinin, böyle bir hükümetin kuruluşuna katkısını önleyince, aslında bugünkü hükümetin ülkeyi seçime götürmesine de zemin hazırlamıştır.

Şimdi, Sayın Baykal’a sormak lazım; madem bu hükümetten memnun değilsin, madem özellikle refah partisinden memnun değilsin, bu ülkeyi, refah partisinin başında, içinde veya arkasında olduğu bir hükümetin seçime götürmesine nasıl izin veriyorsun? Yani, Baykal bir yandan bu hükümete karşı olduğunu söylüyor, öte yandan da, bugünkü Refahyol hükümetinin sadece makyaj değiştirerek, makyaj tazeleyerek devam etmesine yardımcı oluyor.

İnşallah Baykal bunu bilmeden yapıyordur. Bu takdirde, buradan kendisine hatırlatıyorum ki, seçimden kaçmak isteyen filan yok, onun şimdi söylediği seçimi, Türkiye’de ilk söyleyen de benim. Ama, ben bunu üstelik bir yıldır söylüyorum; ama, demokratik bir rejimin şartlarının ne olması gerektiğini de devamlı vurguluyorum. Sayın Baykal, buna da katıldığını söylediğine göre, bu hükümet yıkıldıktan sonra, ülkeyi demokratik ve adil bir seçime götürme görevini bizimle paylaşması lazımdır. Sayın Baykal ülkeyi seçime götürecek olan bir hükümete, birtakım gereksiz görevler yükleyerek, aslında ipe un sermektedir.

Mesela enflasyonu indirelim diyor, yeni kurulacak hükümet enflasyonu indirsin diyor. Şimdi değerli arkadaşlarım, bu enflasyon 15 seneden beri devam ediyor, kurulacak olan hükümetin, bir sene en fazla bir buçuk sene görev yapması söz konusu, üstelik ülkeyi seçime götürecek bir hükümet olacak. 15 seneden beri, tek parti hükümetlerinin bile indiremediği enflasyonu, bir seçim hükümetinin indirmesini teklif ediyor.

Geçen gün bir toplantıda beraberdir, aynı şeyi yine söyledi, kurulacak olan bir hükümet, enflasyonu indirmeyi birinci hedef almalı dedi. Ben de kalktım dedim ki, 1992’de, Anavatan Partisi olarak biz bütün siyasi riskini aldık, Türkiye’de insanların yarıdan fazlası sosyal güvenlik sistemine dahil, hepsinin tepkisini dikkate aldık, hepsinin tepkisini göze aldık, çıktık dedik ki, bu yaptığınız yanlıştır, erken emeklilik kanunu yanlıştır, erken emekliliği çıkarırsanız sosyal güvenlik sistemi iflas eder. Sosyal güvenlik sistemi iflas ederse, bunu bütçeden karşılarsınız, devletin açıkları dağ gibi büyür.

Bugün enflasyonun arkasında yatan kamu açıklarıdır. Kamu açıklarının içerisinde de en büyük kalem, sosyal güvenlik kurumlarının açığı içerisinde de en büyük kalem, sosyal güvenlik kurumlarının açığı oldu. Herkes unutuyor, bir defa daha söylüyorum, 1991 yılında bizim devrettiğimiz Türkiye’de, sosyal sigortalar kurumunun ve emekli sandığının açığı yoktu. Bağ- kur’ un çok ufak bir açığı vardı. O hiç açığı olmayan, 1991’de bizim hiç açıksız devrettiğimiz SSK ile emekli sandığının bu sene ki toplam açığı, önce 520 dediler, sonra 750 dediler, en son rakamlara göre, 800 küsur trilyon lira. 800 küsur trilyon lira, Türkiye, bu sene, sadece o erken emeklilik kanunu sebebiyle Sayın Baykal’ın genel sekreterliğini yaptığı, SHP’nin de ortağı olduğu, üstelik çalışma bakanlığını üstlendiği o koalisyon hükümetinin 1992’de çıkardığı yanlış kanunun bedeli olarak hükümettedir. Yani, Sayın Baykal enflasyonu kaldıralım diyor; ama, enflasyonun bugünkü noktaya gelmesinde en büyük sorumluluk kendi partisinde.

Şimdi, milletin hafıza zayıflığının arkasına saklanıp, sanki enflasyondan kendisi sorumlu değilmiş gibi, bir de enflasyonu düşünmeye talip oluyor.

Şimdi değerli arkadaşlarım, enflasyonu en fazla indirmek isteyen biziz. Ama biz, bu konuda popülist değiliz. Popülist olsaydık erken emekliliğini savunurduk. Hem de muhalefetteydik. Derdik ki, herkes 30 yaşında emekli olsun. Biz dedik ki, hayır, böyle saçmalık olmaz, 38 yaşında Türkiye’de insanlar emekli olmaz dedik. Olursa, ödemezsiniz dedik.

Biz, enflasyonu indirme konusunda samimiyetliyiz. Biz, enflasyonu nutukla falan değil, öyle Baykal’ın yaptığı gibi palavrayla değil, biz enflasyonu ekonomiyle indireceğiz, ekonominin kurallarına uygun şekilde indireceğiz; yani, ekonomiyi disiplin altına alarak, piyasa güçlerini teşvik ederek, üretimi ve verimliliği artırarak indireceğiz. Enflasyonu indirmenin, şimdiye kadar başka bir yolu olduğu da iktisat tarihinde yazılı değildir. Yani bu söylediğimin dışında bir yoldan enflasyonun indirildiğine şimdiye kadar tarih tanık değildir.

Burada, Sayın Baykal’ın yapması gereken, bir an için şu anda kişiliğine tamamen hakim olan siyasetçi kimliğini unutup, meseleye bir bilim adamı gözüyle yaklaşmaktır.

Sayın Baykal, bir de bu hükümette bizimle beraber olmamasını gerekçesi olarak, sekiz yıllık zorunlu eğitimi gösteriyor. Sanki biz bu konuda başka bir şey söylüyormuşuz gibi. Değerli arkadaşlarım, Sayın Baykal bu konuda bizim fikrimizi ya bilmiyor ya da yanlış yorumluyor. Yapması gereken, bizim fikirlerimizi çarpıtan başkalarının ağzından bizim fikrimizi değildir. Bizim fikrimizi doğrudan bizden öğrenmesidir.

Bakın, sekiz yıllık zorunlu ilköğretimi ilk ortaya atan parti biziz. Beş yıllık kalkınma planına ilk koyan biziz. Geçen sene bu konuda eğitim şurasında karar alındığı zaman, bizim hükümetimiz işbaşındaydı, ben başbakandım. Ama biz, bu konuda, Cumhuriyet halk partisinden farklı bir şey söylüyoruz, biz diyoruz ki, evet zorunlu eğitim sekiz sene olmalıdır, kesintisiz olmalıdır; ama, buna bir şey daha ilave ediyoruz: Ülkede bugün yaşanan mesele din eğitimi değildir. Ülkede bugün yaşanan mesele, din eğitimi adı altında gencecik zihinlere aşılanan ilkeliktir. Biz, evlatlarımızın din öğrenmesine değil, bunların Erbakan’ın dediği gibi, bir siyasi partinin militan fideliği olarak kullanılmasına karşıyız.

Bu sebeple, biz, Anavatan Partisi olarak, din eğitimini ortadan kaldırmayı değil, ülke şartlarına göre düzenlemeyi ve siyasete alet olmayacak şekilde reforme etmeyi planlıyoruz. Yani bu ülkede, tercihe ve ihtiyaca bağlı olarak, evlatlarımızın din eğitimi olacaktır. Ama bu okullar, refah yan bahçesi, arka bahçesi, av alanı olarak istismar edilemeyecektir. Bunun için de, eğitimin birliği yasasını tam olarak uygulamayı ve halkın din eğitimi ihtiyacını da devletin kendi okullarına ve laik cumhuriyet şartları içinde entegre etmesini istiyoruz. Altını çizerek tekrar ediyorum, buradaki çerçeve, Atatürk cumhuriyetinin laik devlet düzenidir. (alkışlar) Devlet, bu düzene uygun şekilde ve anayasamızın da amir hükmüne uygun şekilde evlatlarımızın dinini öğrenmesine yardımcı olacaktır ve tabii, bu temel hedefi biz siyasetçiler koyacağız; ama, bunu uygulamak eğitimcilerin işidir.

Bizim, sekiz yıllık zorunlu eğitim meselesine bakışımız, ilke bazında, siyasi bir parti olarak bize düşen, bizden beklenen ilke bazında budur. Yani biz diyoruz ki, zorunlu eğitim sekiz sene olsun, kesintisiz olsun; yani, çocuklar beş seneden sonra diploma almasınlar, sekiz sene herkes okusun, sekiz senenin sonunda çocuklara tek bir diploma verilsin, ilköğretim diploması verilsin. Ama, bundan, daha sonra ki meslek eğitimi zarar görmesin, dini meslek eğitimi dahil, hiçbir meslek eğitimi zarar görmesin. Bu nasıl sağlanacak; buna, eğitimciler karar verecek. Seçme ders mi yapacaklar, yaz kursu mu yapacaklar, hazırlık sınıfı mı yapacaklar; ama, biz diyoruz ki, meslek eğitimi bundan zarar görmesin.

İkinci bir şey daha söylüyoruz, diyoruz ki, biz din eğitimini, bugünkü yanlış şeklinden çıkarıp, refah partisine militan yetiştiren, refah partisinin istismar ettiği bugünkü imam -hatip okulu zihniyetinden kurtarıp, din eğitimini genel eğitim sistemi içerisinde tercihli olarak verilmesini savunuyoruz. Dinini öğrenmek, ailesi istediği takdirde, kendisi istediği takdirde dininin gereğini öğrenmek, sadece imam-hatibe giden çocuklara tanınan bir imtiyaz olamaz. İsteyen herkesin hakkıdır ve anayasaya göre devletin görevidir.

Değerli arkadaşlarım, burada söylediğim çerçeveye, Sayın Baykal’ın bir itirazı olamaz, olmaması gerekir. Varsa, çıkıp, açıkça söylemelidir. Doğru yol partisinin de bir itirazı olamaz. Varsa, gelsinler, bu konuyu milletin önünde tartışalım. Anavatan partisi olarak, bizim sözlerimizin çarpıtılması, bizim kastımızın dışında birtakım anlamlar yüklenmesi karşısında, daha ilk günden beri ortaya koyduğumuz bu görüşlerden geri adım atacak değiliz. Eğer, anavatan bir uzlaşma partisiyse, eğer anavatan, dinimiz dahil milletimizin değerleri ile laiklik dahil devletimizin ilkelerini bağdaştırmayı hedefleyen bir parti ise, Anavatan’ın zorunlu temel eğitime bakışı başka türlü olamaz. Yani, din eğitiminin kendisini tehlikeli göremeyiz. Tehlikeli olan, bugünkü bozulmuş şeklidir, yozlaşma şeklidir. Onu bu durumdan kurtarmak da bizim görevimizdir, devletin görevidir. İmam- hatip okullarını refah partisine militan yetiştiren kuruluşlar olmaktan kurtarmak bizim görevimizdir. Ama, din eğitimi gereksizdir diyemezsiniz, derseniz bunu millete anlatamazsınız. Anlatmaya kalkansanız, milletten koparsınız. Sayın BAYKAL’ ın anlamadığı budur.

Sayın Baykal, eğer, bütün bu söylediklerime rağmen yine de ipe sermeye devam ederse, o zaman bizim kendisine, eskiyi hatırlama ve hatırlatma hakkımız doğar. Ben burada onların detayına girmek istemiyorum; ama, 1973/ 1974’te, bugünkü refah partisinin ağababası olan milli selamet partisini tarihi uzlaşma formülleriyle iktidara taşıyan cumhuriyet halk partisinin içerisinde Sayın Baykal da vardı. Üstelik, bu formülün sahiplerinden birisiydi. Ayrıca, Sayın Baykal’ın siyasi geçmişinde, Çiller’ i son anda kurtarma sabıkası da vardır. (alkışlar)

Şimdi, Sayın Baykal’ın, şu aşamada, bilerek veya bilmeyerek yaptığı iş, bu Erbakan Çiller ikilisi tam ölmüşken, onları yeniden diriltmeye çalışmaktır.

Şimdi ben burada, bütün bunların ışığında, Sayın Baykal’ı, sadece samimiyete çağırıyorum. Lütfen ipe un sermesin, ilkesi olsun, sorumluluk alsın ve gelsin sonrası için işbirliği yapalım. Yani, Sayın Baykal’dan istediğim şudur: Bugünkü Türkiye’nin durumunda hiçbir parti kenara çekilip de “haydi bakalım ne yapıyorsanız yapın” diye seyretme hakkına sahip değil. Bugün, bütün siyasi partilerin, elini taşın altına sokma mecburiyeti vardır. Sayın Baykal’ dan da, elini taşın altına sokmasını istiyorum.

Bakın, buradan ihtar ediyorum, eğer refah yol hükümeti veya tersyüz edilmiş şekliyle yol refah hükümeti veyahut da refah partisinin güdümünde bir azınlık hükümeti, Türkiye’nin bugün yangın yeri haline gelmiş olan bu siyasi ortamında Türkiye’yi yönetmeye devam ederse, yani kurulacak olan 55 inci hükümet, önünde, içinde veya arkasında refah partisinin olduğu bir hükümet olursa, Sayın Baykal’ın bundan sonra, cumhuriyet halk partisini Atatürk’ün kurduğu bir parti olarak övünmeye hiçbir zaman hakkı olmayacaktır. (alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, gazetelerde bir laf var, demişim ki, ben Çiller’ i bitireceğim. Doğru yol partililer de haklı olarak bir tepki göstermişlerdir. Evet, bittiği doğru da ben öyle bir şey demedim. Benim söylediğim şudur: Eğer Türkiye’ de, hakikaten siyasetin dürüst bir zeminde yapılması isteniyorsa, Sayın Çiller’ in siyasetten çekilmesi lazım. Benim söylediğim budur. (alkışlar)

Yani, benim yaptığım bir iddia değildir, benim yaptığım bir tespittir. Aslında, benim yaptığım bu tespiti, doğru yol partisinin milletvekilleri, bu kulislerle her gün yapıyorlar. Yani, Sayın Çiller’ in ülkeyi hangi noktaya getirdiğini, bu noktaya gelmesinde Sayın Çiller’ in kendi çıkarından başka, belki ailesinin çıkarından başka hiçbir değer tanımadığını kendileri söylüyorlar. Ama nedense, kuliste söyledikleri bu lafları gazetede okuyunca tepki gösteriyorlar.

Şimdi değerli arkadaşlarım, hepinizi düşünmeye davet ediyorum. Şu bir sene içerisinde, Sayın Çiller’ in dediklerini bir alt alta koyun. Ben size yardımcı olayım, ben size hatırlatayım. Seçimlerden sonra televizyona çıkıp da, “Refah Partisiyle koalisyon yapmak memlekete ihanettir” diyen Sayın Çiller değil miydi? “Refah partisiyle hükümet kurma, Türkiye’yi karanlığa götürme” diye bana akıl veren Sayın Çiller değil miydi? Peki, bunu diyen Sayın Çiller, sonra kendisi refah partisiyle hükümet kurarken, “ben kurmasaydım Anavatan Partisi kuracaktı” demedi mi? Hiç öyle bir niyetimiz yoktu. Hiç şimdiye kadar söylediğim sözden geri döndüğüm olmadı. Demin büyük birlik partisi örneğini verdim. Bana seçimden önce arkadaşlarım ikaz ettiler, dediler ki, araştırmaya göre bu parti size oy kaybettiriyor. Dedim ki, kaybedilen oyu göze alırım, verilen sözü çiğnemeyi göze almam. (alkışlar)

Bunu niye söylüyorum, ben Erbakan’ la görüştükten sonra geldim size burada söyledim, dedim ki, bu Erbakan’ la biz anlayamayız, biz ortak olamayız, olursak ne olur, bugün Türkiye’de yaşadıklarınız olur; ama, o vebalin altında biz kalırız. Bugün, nasıl doğru yol partisi kaldıysa, bugün doğru yol partisinin barajı aşıp aşmayacağı tartışılıyorsa, eğer ortak olsaydık biz kalırdık. Refah fazla bir şey kaybetmezdi. Refah bir şey kaybetmezdi, biz kaybederdik, biz kaybederdik, biz ona alet olmuş olurduk. Refahçı kadroların devleti işgal etmesinin vebali bizim sırtımızda olurdu.

Bakın, şimdi, genelkurmay’ da birtakım şirketlerin isimleri yayınlandı, bu şirketler irticaya destek veriyorlar, bunlardan alışveriş yapmayın filan. Tabii, işlerin bu hale gelmesinden fevkalade rahatsızım. Genelkurmay’ın ne işi var şirketlerle. Yani, bir şirket eğer yasadışı bir iş var şirketlerle. Yani, bir şirket eğer yasadışı bir iş yapıyorsa, onun hakkında gerekli işlemi yapmak yargının işi. Yargıya yardımcı olmak da hükümetin işi. Ama, işler öylesine birbirine karışmış. Sapla saman öylesine birbirine karışmış, sapla saman öylesine birbirine girmiş ki, hükümet, yapması gereken görevi yapmıyor, yargı yapması gereken görevi yapamıyor, hükümetin yardımcı olmaması yapamıyor, hiç üstüne vazife olmayan Genelkurmay, kalkıp, bu şirketler irticaa yardım ediyor, onun için bunlardan alışveriş yapmayacağım diyor.

Ama değerli arkadaşlarım, burada bazı şeyleri de gözden kaçırmamamız lazım. Bakın size iki tane güncel olay söyleyeceğim. Kombassan diye bir şirket var. Bugünlerde gazetelerde okuyorsunuz, daha dün, mahkeme, bu şirketin bütün malvarlığına ihtiyat kararı koydu. Şimdi, 14 Ankara asliye ticaret mahkemesi, Kombassan Holding’ in 14,9 trilyon lira malvarlığıyla ilgili ihtiyati tedbir kararı aldı. Aslında bu hadise, bu şirketi çok zor duruma sokar. Eğer bir bankayla ilgili olsaydı, bütün mali sistem dalgalanırdı, bütün mali sistem sıkıntıya girerdi. Ama şimdi, bu holding dediğiniz zaman, bu holdingin içinde 45 tane şirket var. Burada 22 bin kişi çalışıyor, 22 bin insan çalışıyor bu holdingde. Ne olmuş bilir musunuz; bu şirket gitmiş, Almanya’ da -belki Türkiye’de de vardır bilmiyorum- 30 bin kişiyi ortak yapmış, 30 bin kişiye hisse satmış. Ama, bunu kayda geçmemiş; yani, bu ortakların ortak olduğunu resmi şekilde tescil etmemiş. Şirketin şu andaki ortak sayısı 100’ ün altında gözüküyor, 40 mı, 50 mi bilemiyorum. 10 tane ortağınız varsa, otomatikman Sermaye Piyasası Kurulu'nun denetimine tabisiniz.

Şimdi değerli arkadaşlarım, aylardan beri, bir şirket, öyle gizli filan değil, gazetelere filan ilan vererek gidiyor yurt dışına hisse satıyor, mark karşılığı hisse satıyor. 30 bin kişiye hisse satıyor. Trilyonlarca lira para topluyor. Bu paraları bavullarda Türkiye’ye getiriyor. Havaalanında yakalanıyor. Bu şirketle ilgili ben hiçbir değerlendirme yapmıyorum, hiçbir suçlama da yapmıyorum, çünkü yargıda zaten, yargı ihtiyatı tedbir kararını vermiş. Suçu varsa, cezasını da yargı verecek. Ben hiçbir şey söylemiyorum, yani Genelkurmay’ın yaptığı gibi, bu şirket zararlı faaliyetleri finanse etmiştir filan demiyorum. Ben size başka bir soru soruyorum, bu memlekette Sermaye Piyasası Kurulu diye bir kurul var, bu Sermaye Piyasası Kurulu'nun görevi bu olayları önlemektir. Varlık nedeni bu. Şimdi ben soruyorum, bir seneden beri 30 bin kişiden para toplayan bir şirkete karşı, eğer tedbir almamışsa, zamanında bu işi önlememişse, bu kurul ne işe yarıyor? Bu 30 bin kişiye bunun hesabını kim verecek? Bu 22 bin işçiye bu işin vebalini kim taşıyacak? Böyle devlet olur mu, böyle hükümet olur mu? Bu kurul görevini yapmamışsa, bunun hesabını ondan soracak hiçbir merci yok mu? Bu devlet bu kadar sahipsiz mi?

Bakın bir tane daha, Ziraat Bankası, Türkiye’nin en büyük bankası. Bütün gazetelerde var bugün, Pazartesi günü kamu maaşlarını ödeyen ziraat bankası, aynı günün akşamı diğer bankalara olan yaklaşık 25 trilyon lira tutarındaki borcunu ödeyemedi. Bu iki defa oluyor. Ziraat bankasının borçlarını gününde ödeyememesi ilk defa oluyor. Çünkü, bütün kamu bankalarını adeta bir merkez bankası gibi kullandılar. Ziraat bankasını, kamu maaşlarını ödeyebilmek için kullandılar, devletin bir finansman kurumu olarak kullandılar. Milletin, devlet bankasıdır, en büyük bankadır diye güvenip parasını, mevduatını emanet ettiği bankayı işte bu hale getirdiler. Şimdi, en son yapmak istedikleri ne biliyor musunuz; Vakıflar bankasının içini boşaltmak. En sağlıklı kamu bankası vakıflar bankasıydı, şimdi giderayak bütün yönetimini değiştirdiler, şube müdürlerine kadar kendi kadrolarını getiriyorlar, refah partisine bağlı vakıflar bankası, aynı duruma vakıflar bankasını da getirecekler.

Onun için, bu hükümetin devamına kim destek veriyorsa, bütün bu vebale de ortaktır. En başta da Baykal’ a söylüyorum.

Şimdi değerli arkadaşlarım, Sayın Çiller, refah partisinin cumhuriyete karşı bir parti olduğunu söyledi, onunla koalisyon yapmanın ülkeye ihanet olduğunu söyledi, bana uyarıda bulundu, sakın bununla ortak olma dedi. Ondan sonra, anavatan olacaktı, mecbur kaldım ben oldum dedi. Şimdi bugün geldiğimiz noktada ne diyor; ben refah partisiyle koalisyon filan kurmayacaktım, bugünkü kadrosunun, ortaklık yapılabilecek, ülkeye hizmet edilebilecek bir kadro olmadığını gördüm.

Refah partisinin yapması gereken, bence, muhalefete geçip, kendi durumunu yeniden sorgulamaktır. Refah partisi, bugünkü kadrosuyla, bugünkü görüşleriyle yoluna devam edemez. Refah Partisi, kendi kendini sorgulamak zorundadır; nerede hata yaptığını, neden hata yaptığını, bu kafayla giderse hep aynı yerlere çarpacağını görmek zorundadır. Bunu öyle danışıklı filan yapamaz. Öyle üç tane milletvekiline, siz istifa edin, ben şu kapatma davasından yakamı kurtarayım, ondan sonra yeniden gelirsiniz, bu arada da oylama olursa dışarıdan oy kullanırsınız filan diye danışıklı bunu yapamaz. Bunu, ciddi biçimde yapmalıdır. Gerekirse, kendi kendisini yeniden yapılandırmalıdır. Refah partisinin kafasıyla Türkiye’ye hizmet etmek mümkün değildir. Refah partisi, bu kafasında devam ettiği sürece, onunla ortaklık yaparak da Türkiye’ye hizmet etmek mümkün değildir.

Binaenaleyh, Sayın Çiller’ in o zaman söylediği, bizimle ilgili iddia doğru değildir. Biz, 15 gün ciddi olarak görüştük, acaba, hakikaten istediğimiz şartlarda, refah partisinin ülkeye zarar vermesini önleyecek şekilde bir işbirliği yapabilir miyiz, onlarla adil bir ortaklık kurabilir miyiz diye görüştük. Gördüm ki, bu mümkün değil. ben, hocanın bana anlattıklarından, Türkiye’nin bugün yaşayacaklarının hepsi gözümün önüne geldi. Dedim ki, siz böyle giderseniz, Türkiye’yi darbeye sürüklersiniz, demokrasiyi tehlikeye atarsınız. Çıksın Erbakan Hoca desin ki, hayır bana böyle bir şey demedi. Dedim, siz bu kafada Türkiye’yi yönetirseniz, Türkiye’ de demokrasiyi tehlikeye sokarsınız. Onun için, bizim Refah Partisi'yle hükümet kurmamamız, son derece bilinçli bir tercihti.

Ama, Sayın Çiller’ in refah’ la niye hükümet kurduğunu bugün Türkiye’ de herkes biliyor. Sayın Çiller’ in, Refah'la hükümet kurmasının altında yatan tek sebep kendisini kurtarmaktır. Ne partisi, ne ülkesi, hiçbiri değil; sadece kendisini kurtarmaktır, kendisini kurtarmak için de, bugün rejimi tehlikeye sokmuştur. (alkışlar)

Ama, bakın bütün bunları şimdi niye söylüyorum; Sayın Çiller, dün çıkmış televizyonda diyor ki, refah partisinin dışlayarak kurulacak bir hükümet demokratik olmaz. Refah partisiz demokrasi olmaz. Neden?.. Refah partisi, 6 milyon oy almıştır diyor. Peki, refah partisiyle koalisyon kurmak ihanettin derken, refah partisi 6 milyon oy almamış mıydı? Bana dönüp de, refah partisiyle hükümet partisinin arkasında yüzde 21 oy yok muydu? Binaenaleyh,Sayın Çiller, çelişki içerisindedir.

Burada bütün görev yapan doğru yol partisi milletvekillerine düşüyor. Biraz önce Ayhan Bey arkadaşım söyledi, doğru yol partililer, daha ne kadar bu çelişkilere, daha ne kadar bu ilkesizliğe, daha ne kadar istemeden ülkeye verdikleri bu zarara tahammül edeceklerdir. İstemeden diyorum; çünkü geçen hafta da söyledim, doğru yol partili milletvekillerinin vatanseverliğinden hiçbir zaman şüphem yok. O vatanseverliğe en fazla ihtiyaç olduğu gün de bugündür.

Şimdi, bir tarafta Çiller var, bugün söylediği altı ay önce söylediğiyle ters düşen, altı ay önce söylediği, ondan altı ay önce söylediğinin tam tersi olan, kendisini kurtarmaktan başka, kendi ailesinin çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmeyen bir Çiller var; bir tarafta da, yangın yeni haline gelmiş olan ve yeniden istikrara kavuşabilmek için, hatta rejimini kurtarabilmek için, mutlaka doğru yol partisi milletvekillerinin de desteğine ihtiyacı olan bir Türkiye var. Bu ikisi arasında bir tercih yapacaklar. Burada en büyük görev onlara düşüyor.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Çiller’le benim, aslında kişiliğiyle filan hiçbir ihtilafım yok. Kişilik olarak kendisiyle bir ihtilafım yok. Benim millete anlatmakta zorluk çektiğim hadise şudur: Benim Çiller’le üç seneden beri, dört seneden beni yürüttüğüm kavga, yaptığım mücadele, aslında Sayın Çiller’ in şahsında, Türkiye’ de siyaseti yozlaştıran, vatandaşın gözünde siyaseti sanki bir kirli iş gibi gösteren ilkesizlikle yapılan mücadeledir. Sayın Çiller’ in kişiliğiyle benim bir derdim yoktur. Hatta yarın, cumhurbaşkanı eğer bana görev verirse, ben doğru yol partisinin başında kimin olduğuna bakmadan, doğru yol partisini muhatap alarak, Anavatan Partisiyle doğru yol partisinin işbirliğinin, Türkiye’ yi yeniden düzlüğe çıkarmak için şart olduğunu bilerek, o kapıyı çalmakta da hiç tereddüt etmem. (alkışlar) Ama, benim şu geçen hükümet tecrübesinden herkesin bilmesi gereken, taviz vermeyeceğimi herkesin anlaması gereken bir hadise var; ben, Başbakan olmak için, başbakan kalmak için, hükümet olmak için böyle bir ilkesizliğe ortak olmam. Yani, bana siyasetteki bütün ilkelerini unut, gel, ilkesizlikte birleşelim, ilkesizlikte işbirliği yapalım diyorlarsa, bunu yapmam mümkün değil. Ama, hiçbir zaman geçmişe dalıp da bugün Türkiye’nin önündeki asıl tehlikeyi görmezlikten gelme gafletinde de bulunamayız.

Geçmişin hesapları, elbette görüşecektir. (alkışlar) Ama, sadece onların esiri olarak, bugün Türkiye’yi bu çıkış yolundan, bana göre tek çıkış yolundan mahrum kılmak, bir sorumsuzluk olur.

Bakın, Çiller’ le ihtilafı olan sadece ben değilim. Benim dışımda, Sayın Çiller’ in, neredeyse bütün dünyayla ihtilafı var. Kendi partisiyle ihtilafı var, daha düne kadar en yakınında olan, ona en fazla destek veren milletvekilleri, bugün aynı benim kullandığım argümanlarla ona karşı çıkıyorlar. Sayın Çiller’ in meclisle ihtilafı var, milletle ihtilafı var, işçiyle işverenle ihtilafı var.

Şimdi, böyle herkesle ihtilafı olan, bugün söylediği dün söylediğini tutmayan, söylediğinin tersini yapan, kendi çıkarından başka hiçbir değer tanımayan birisi, çıkıp ille de ben başbakan olacağım, ben başbakan olmazsam başka bir hükümet kurulamaz diye tutturursa, burada sormak lazım, Sayın Çiller’ e sormak lazım; yani milletin kendisine acaba bir borcu mu var? Acaba milletin Sayın Çiller’ e, onu başbakan yapma borcu var? Acaba, doğru yol partisinin mi ona böyle bir borcu var?

Değerli arkadaşlarım, ben siyaseti milletten alacak tahsil etmek olarak düşünmüyorum. Ben siyaseti, millete devamlı hizmet etmek, ona devamlı borç ödemek olarak anlıyorum. (alkışlar) Ve, bu konuda Sayın Çiller’ in tutumuna karşı anlayışsızlık gösteriyorsam, doğru yol partili milletvekili arkadaşlarım, benim bu anlayışsızlığımı hoş görsünler. Çünkü, benim bunu anlamak mümkün değil.

Bu noktada ne olacak? Değerli arkadaşlarım, bütün buraya kadar söylemek istediğimin özeti şudur: Türkiye bugün, çok derin bir bunalımdır. Ama, bu bunalımdan çıkış yolu vardır. Bu yol, çözümü anormal formüllerde değil, normal formüllerde aramaktır. Yani, makulü normalde aramaktır. Burada yapılması gereken normal çözüm yolu da, geniş tabanlı bir uzlaşma hükümeti kurmak, demokratik seçim şartlarını hazırlamak, ülkenin acil sorunlarını halletmek ve makul bir zamanda seçime gitmektir. Bunun için de, öncelikle yapılması gereken, bir an önce bu hükümetin çekilmesidir. Çekilmediği takdirde, gensoruyla görevden uzaklaştırılmasıdır. Ondan sonra da, Sayın cumhurbaşkanı, öyle ben yapamadım gel sen yap veya ben yoruldum şimdi gel sen oyna diye öyle çocukça oyunlara itibar etmeden, bu oyunlara prim vermeden, demokratik teamüllere uygun olarak başbakanlık görevini, daha doğrusu hükümeti kurma görevini, partilerin büyüklük sırasına göre liderlere vermesidir. Normal usul budur ve ülkenin normalleşmesi ihtiyacına ancak bu normal formüller cevap verebilir.

İhtiyaç, ülkedeki siyasi şartların normalleşmesi olduğuna göre, başbakanlığın böyle mendil gibi elden ele devredilmesini öngören anormal yollarla normalleşme olmayacağı da açıktır. Belki böyle çocukça formüller bazı kişilerin çocukça heveslerini tatmin edebilir; ama, ülkeyi daha büyük bunalıma sürükler.

Bu sebeple, cumhurbaşkanından beklediğimiz, siyaset tecrübesinin cumhurbaşkanına yapmasını dikte ettiği denenmiş usullerin dışına çıkmamaktır.

Ben, burada, huzurunuzda, bu bunalımdan çıkış yolunu tekrar vurguluyorum. Diyorum ki, bunalımdan bir tek çıkış yolu vardır; o da: Mümkün olduğu kadar geniş tabanlı bir uzlaşma hükümetinin kurulmasıdır. Bu hükümet, bir an önce, uyum yasalarını çıkarmalı, nüfus sayımını yapmalı, demokratik şartları hazırlamalı ve milletin önüne sandığı koymalıdır.

Bunun da, önümüzdeki sene nisan ayından önce olmaması gerekir. Neden olmaması gerekir; çünkü, demokratik, adil bir seçimi engelleyen önemli hususlardan birisi de, Büyükşehir belediyelerinin refah partisinin elinde olması ve bunların şimdiye kadar yapılan bütün ara seçimlerde gördüğümüz gibi, son derece sorumsuz, son derece tarafgirane, son derece partizanca kullanılmış olmasıdır. Eğer genel milletvekili seçimleri, normal şartlarda 1999 martında yapılması gereken; ama, Anayasa değişikliğine göre genel seçimlerin yapılması halinde bir yıl öne alınması imkanı olan, erken seçimle birlikte yapılmazsa, İstanbul, Ankara, Konya, Erzurum, Kayseri gibi bazı büyük şehirler, refah partili büyükşehir belediyelerinin güdümünde, aynı devlet imkanlarının bundan önce kullanıldığı biçimde, sorumsuz, partizanca, bugünkü iktidarın lehine kullanılacaktır.

Bir başka sebep daha var; farz edin ki, bu sene erken seçim yapıldı. Anayasaya göre en fazla bir buçuk sene sonra belediye seçimleri yapılacak. Türkiye’ de, önümüzdeki seçimler, siyasetin bir dönüm noktası olmalıdır. O seçimlerden çıkacak olan hükümet... Tabii ki,, bizim de, bu seçim kanunu değişikliğiyle, nüfus sayımıyla, güçlü bir hükümet olmasını sağlamakla yükümlü olduğumuz yeni çıkacak olan hükümet, böyle bir buçuk sene içinde filan ülkenin bütün sorunlarını çözemez. Onun asgari üç yıllık bir programa ihtiyacı var; yani, önünde seçim kabusu görmeden, bir sene sonra belediye seçimleri olacak diye düşünmeden yapması gereken, girişmesi gereken çok ciddi icraatlar vardır.

Onun için diyorum ki, gelin inatlaşmayı bırakalım, seçim konusu kavga konusu değildir. Madem ki milletin hakemliğine gidiyoruz, bu hakemliğin sonuç vermesi lazım, seçimin demokratik olması lazım. Ben 1991’ de seçime giderken, Anavatan Partisi olarak benim mecliste 270 civarında milletvekilim vardı, 260 küsur milletvekilim vardı. Tek başımıza seçim kanunu yapabilirdik, tek başımıza seçim tarihini belirleyebilirdik. Ben, sayın Erdal İnönü’ yü davet ettim, iki defa kendileriyle görüştüm, dedim ki, bu seçime gitmemizin sebebi, bu seçimden ülkenin güçlenerek çıkmasıdır, demokrasinin güçlenerek çıkmasıdır. Benim tek başıma imkanım olduğu halde, ben burada uzlaşmayla seçim tarihini belirlemek istiyorum. Seçim tarihini uzlaşarak belirledik. Seçim kanununda bizim istediğimiz birtakım değişikliklere onlar olmadılar, onları yapamadık.

Binaenaleyh, seçim konusu, inatlaşmayla halledilecek bir konu değildir. Eğer işler buraya geldiyse, bu hükümet artık daha fazla devam edemeyeceğini görüyorsa, kurtuluşu seçimde arıyorsa, bu seçimin hiç olmazsa demokratik olmasını sağlamakla yükümlüdür. Demokratik olabilmesi için de, dediğim işlerin yapılması lazımdır ve bu seçimi demokratik şartlarda yapacak bir hükümetin, mümkün olduğu kadar geniş tabanlı bir hükümetin kurulmasına imkan sağlamak lazım.

Bu hükümetin kurulmasında, Anavatan Partisi olarak biz dayatmacı olamayız, uzlaşmacı olmak zorundayız. İlla bizim başbakanlığımızda olacak, illa içinde şu ölçüde biz olacağız diye dayatamayız. Bu bir uzlaşma hükümeti olacak, bu hükümetin yapması gereken hadise, ülkeyi salimen seçime taşımaktır, ülkedeki siyasi gerginliği aşağı çekmektir. Ülkede uzlaşma sağlanması isteniyorsa, evvela bu hükümetin bir uzlaşma hükümeti olması lazımdır. Öyle, bir- iki oy farkla bu meclisten güvenoyu almış, birtakım çıkar hesaplarıyla kurulmuş bir hükümet, Türkiye’ yi salimen bir seçime taşıyamaz. Bu değişikliklerde de bir uzlaşmayı sağlayamaz.

Binaenaleyh, aklın yolu birdir, yapılması gereken bellidir. Refah Partisi, bugünkü bunalıma sebep olduğunu bir kere görmelidir. Kendisini hükümetin dışına çıkarıp, muhalefette yeniden kendisine çekidüzen vermelidir. Onun dışındaki partilerle, bu Mecliste, mümkün olan en geniş tabanlı bir hükümet kurulmalıdır. O hükümet de, öyle Baykal’ın rüyasını gördüğü gibi, Türkiye’nin 15 yıldan beri halledilemeyen bütün meselelerini halletmek hayaliyle yola başlamalıdır. O hükümetten beklenen bellidir. O hükümet, acil sorunları çözecektir, üzerinde genel uzlaşma olan birtakım işleri yapacaktır, ama daha mühimi, demin saydığım işleri tamamlayıp ülkeyi seçime götürecektir. Seçime gitmenin doğru tarihi de, önümüzdeki sene ilkbahardır. Önümüzdeki sene ilkbahar olmuyorsa, sonbahardır. Ama, 1997 yılında seçim yapılması, hele hele bu saydığım şeyler yapılmadan seçime gidilmesi, ülkenin içinde bulunduğu soruna çözüm getirmez, bu sorunu ancak daha ağırlaştırır.

Bütün bunları niye söylüyorum; herkes duysun diye söylüyorum. Duymayanlara da duyanlar söylesin diye söylüyorum. Çünkü, değerli arkadaşlarım, çözüm günü bugündür. Bugün derken, bugünü kastediyorum, yarın çok geç olabilir. Eğer, yarın çok geç olursa, hiç kimse, bu tarihi çağrıyı yapmadığım için, artık beni suçlamak imkanına sahip olmayacaktır. (alkışlar) Bu çerçevede, bütün partilere, bu mecliste görev yapan bütün partilere son defa ve bugünün önemine uygun biçimde sağduyu çağrısında bulunuyorum.

Şimdi bana bir not geldi, Şevki YILMAZ ve Hasan Hüseyin CEYLAN refah partisinden istifa etmişler. (alkışlar) Bununla ilgili yorumumu zaten biraz önce dile getirmiştim.

Son olarak şunu vurguluyorum: Beni çok rahatsız eden bir şey var; Sayın Erbakan’ la Sayın Çiller, son zamanlarda bazı dış mihrakları da arkalarına alarak, Silahlı kuvvetlerimize karşı, gözbebeğimiz olan ordumuza karşı bir ucuz kahramanlığa soyunmuşlardır. Aslında, bunların yaptıkları bu ucuz kahramanlık, tahrikten başka, yarayı kaşımaktan başka hiçbir anlama gelmez. Bir düşünüre sormuşlar, doğruluk mu daha büyük meziyettir, yoksa yiğitlik mi diye; o da demiş ki, doğruluk daha önemlidir; çünkü, bütün insanlar doğru olsaydı, kimsenin yiğitlik göstermesine lüzum kalmazdı. (alkışlar) Bunun için, ben de diyorum ki, Sayın Erbakan ve Sayın Çiller, bu ucuz kahramanlık gösterilerinden vazgeçsinler. Eğer, ülkeyi bir seneden beri doğru dürüst yönetebilselerdi, silahlı kuvvetler üzerinde sivil otoritelerini tesis edebilselerdi, ülkeyi bugünkü perişan haline getirmeselerdi, bugün zaten böyle ucuz kahramanlığa soyunmalarına mahal kalmazdı.

Şu andan itibaren, Türkiye çok önemli bir dönemeçten geçmektedir. Muhtemelen önümüzdeki dönemde, hatta 2000’li yıllarda Türkiye’nin alacağı şekil, bugünlerde siyasi partilerin, siyasi liderlerin milletvekillerinin göstereceği basirete göre şekillenecektir. Burada, bütün partilere, Anavatan Partisi gibi, kendi kişisel çıkarlarını aşarak, bütün milletvekillerinin kişisel çıkarlarını aşarak, hatta parti çıkarlarını aşarak, parti bağlılığını, lider bağlılığını, lidere sadakati her türlü taassubu aşarak, meseleye ülkenin ortak çıkarları açısından bakma ve bunun gereğini yapma çağrısında bulunuyorum.

Bugüne kadar bu konuda yaptığım çağrıların, kısmen de olsa sonuç verdiğini görmekten de memnunum. Onun için, sonunda iyimserliğimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Doğru Yol Partisi'ndeki milletvekili arkadaşlarımız, bu bunalımdan çıkmanın anahtarının kendilerinde olduğunu unutmamalıdırlar. Bugüne kadar, partilerine karşı sadakatlerini en iyi şekilde ortaya koymuşlardır. Hiç sahip çıkılmaması gereken liderlerine sonuna kadar sahip çıkmışlardır. Ama, bugün geldiğimiz noktada, artık ülkenin önündeki engeli görebiliyorlarsa, bunun gereğini yapmak da onlara düşer.

Hepinize saygılar sunuyorum. (alkışlar)