BAŞBAKAN SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM ANAP GRUP KONUŞMASI

(30 Temmuz 1997)

 Değerli Arkadaşlarım;

Evvela bugün Partimiz'e yeni katılan üç değerli milletvekili arkadaşımıza bütün Anavatan camiası adına hoş geldiniz diyorum. Her üç arkadaşımız da eskiden beri tanıdığımız, takdir ettiğimiz, sevdiğimiz arkadaşlarımızdır. Onların, Partimiz'e katılması, partimize biraz daha güç kazandırmıştır. Biraz önce Tekin Enerem arkadaşımın da bu kürsüde ifade ettiği gibi, inşallah bundan sonra, bugüne kadar ayrı çatılar altında, ama birlikte gönül verdiğimiz davaya, bundan sonra hep birlikte ve daha güçlü olarak hizmet edeceğiz. Bu vesileyle, aynı zamanda aramıza katılan Belediye Başkanı arkadaşıma, Balıkesir Gönen ve Hatay Belediye Meclis Üyesi arkadaşlarıma da hoş geldiniz diyorum. Geçtiğimiz günlerde, annemin uğradığı trafik kazası dolayısıyla, bizzat veya telefonla, telgrafla geçmiş olsun mesajı gönderen bütün milletvekili arkadaşlarıma, bütün partili arkadaşlarıma bu vesileyle bir defa daha şükranlarımı ifade etmek istiyorum.

Değerli Arkadaşlarım:

Bugün, güvenoyu almamızdan bu yana 18'inci gündür. Meclis güvenoyunu almamızdan bu yana sadece 18 gün geçmiştir. Bu 18 günlük Hükûmet icraatını bugün sizlerle çok kısa da olsa paylaşmak istiyorum. Bildiğiniz gibi, 55’inci Hükûmet, bir uzlaşma Hükûmeti olarak kurulmuştur. Türkiye'nin bugün, tıpkı 1983'te Anavatan Partisi'nin Türk siyasetine doğduğu dönemdeki benzer şekilde, Türkiye'nin bir büyük uzlaşmaya her zamankinden daha fazla muhtaç olduğu düşüncesiyle kurduğumuz Hükûmet'in, bir uzlaşma Hükûmeti olması gerektiğini söyledik. Bu uzlaşma, ortaklarımızla uzlaşmadır --yani hükûmetin kendi içinde gerçekleştirmesi gereken bir uzlaşmadır-- ama aynı zamanda bugüne kadar çeşitli vesilerle, çeşitli tertiplerle milletimizi birbirine düşürmek isteyenlere, milletimizi zaafa uğratmak isteyenlere karşı Türkiye'de bir genel uzlaşma ortamının da yaratılması kastedilmektedir.

Hükûmetimiz, bir uzlaşma Hükûmeti olarak kurulmuştur, ama geçen iki haftalık (18 günlük) süre göstermiştir ki, Hükûmetimiz aynı zamanda bir moral Hükûmeti olmuştur. Daha Hükûmetimiz'in kurulmasıyla birlikte Türkiye, nereye gidiyor endişeleri artık yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamıştır. Toplumdaki gerginlikler azalmış, Türk toplumu tıpkı Anavatan iktidarında olduğu gibi, geleceğine umutla bakmaya başlamıştır.

Değerli arkadaşlarım,

Bu faktörü --yani moral faktörünü-- bir ülke yönetiminde en önemli unsurlardan birisi olarak görüyorum. Çünkü siz, hükûmet olarak bütün maddi şartları sağlamış olsanız bile, Türkiye için en doğru projeleri, en iyi programları uygulasanız bile netice alabilmeniz, ancak insan faktörüne bağlıdır. İnsan faktörü dediğim zaman da, her şeyden önce moral faktörünü kastediyorum. İşte Hükûmetimiz'in en büyük şansı, arkasında böyle bir moral desteğinin bulunmasıdır. Toplumun çok geniş bir kesiminin, çok yakın zamana kadar --Hükûmetimiz kuruluncaya kadar-- ekonomiden dış politikaya, güvenlikten yargıya kadar devletin işleyişiyle ilgili her alanda çok ciddi endişeleri, tereddütleri vardı. Artık bugün, henüz daha Hükûmet'in 3'üncü haftasında bu endişeler, bu tereddütler. yerini güvene, huzura, desteğe ve her şeyden önemlisi çalışmak, başarmak konusundaki büyük bir azme bırakmıştır. Burada memnuniyetle ifade ediyorum ki, Hükûmetimiz daha 1 ayını doldurmamış olmasına rağmen, kendisine toplumda duyulan bu büyük güveni boşa çıkartmamış, içeride ve dışarıda başarılı bir performans göstermiştir.

Hükûmet Programı üzerinde Meclis'te yaptığım konuşmada, Hükûmetimiz'in ilk görevinin Türkiye'nin normalleştirilmesi olduğunu söylemiştim. Yani, Türkiye'nin yeniden normale dönüştürülmesinin Hükûmetimiz'in öncelikli görevi olduğunu söyledim. işte bu normalleşme ve onu takip eden iyileştirme süreci hızla devam etmektedir.

Zannediyorum ki, 1983'te --Tabiî o zaman tek parti olarak iktidardaydık-- rahmetli Özal'ın önderliğinde kurulan Anavatan iktidarı dışında bugüne kadar, bu kadar kısa sürede, bu kadar mesafe alan başka bir Hükûmet olmamıştır. Bizden önceki Hükûmetler ilk aylarını tebrik törenleriyle, davul zurnalı kutlamalarla geçirken, Hükûmetimiz daha güvenoyu almadan icraata başlamıştır. Çeşitli alanlarda bunun görüntüleri hergün ortaya çıkmaktadır. Her şeyden önce, artık çalışan bir Hükûmet vardır. Her hafta düzenli olarak Bakanlar Kurulu toplantısı

yapan, ülkenin bütün meselelerini saatlerce müzakere eden, gerekli kararları alabilen bir Hükûmet vardır. Yazın ortasında çalışan bir Meclisimiz vardır. Türkiye'de, artık şartlar normal çalışmaya başlamıştır, normalizasyon süreci işlemektedir. Devletin yerinden çıkmış olan çivileri, birer birer yerine çakılmaya başlanmıştır.

Buraya gelmeden önce bir gazeteci arkadaşım, üçüncü Başbakanlık dönemimde beni en fazla etkileyen hususun ne olduğunu sordu? Yani şu kısa Hükûmetimiz döneminde, benim en fazla dikkatimi çeken değişikliğin ne olduğunu sordu? Hiç tereddüt etmeden dedim ki, “Devletteki tahribat". Hakikaten şu üç hafta içinde gördük, bizden önceki 54'üncü Hükûmet şimdiye kadar hiçbir hükûmetin yapmadığı kadar devlette büyük tahribat yapmıştır. Olmaması gereken kişiler, olmaması gereken yerlere getirilmişlerdir. Belediyelerde dördüncü beşinci sınıf

işlerde çalışan insanlar, devletin genel müdürlüklerinin başına getirilmişlerdir. Devletin bu anlamda tahribatını gidermek, çivileri yeniden yerine çakmak, devleti işler hale getirmek, Hükûmetimiz'in birinci hedef olarak benimsediği normalleşme sürecinin kaçınılmaz adımlarıdır. Evet, geçtiğimiz iki üç hafta içerisinde bürokraside çok hızlı bir yapılanmaya gittik. Zannediyorum, 200'e yakın üst düzey bürokrat atamasını gerçekleştirdik. Aynı süratle de devam edeceğiz. Önümüzdeki bir iki hafta içerisinde devletin bütün üst düzey kadroları, liyakatına güvendiğimiz -yani o göreve layık olduğuna inandığımız-, bizim parti felsefemizi benimsemiş olması şart değil, ama Anayasa'da belirtilen devlet anlayışı, felsefesiyle mutabık olan kişilere emanet edilecektir.

Sayın Erbakan, bana görevi devrederken bir sene zarfında, 54'üncü Hükûmet zamanında devlet kadrolarında hiçbir artış yapmadıklarını; hatta, şimdi hatırlamıyorum, bir kaç bin kişi devlette azalttıklarını söylemişti. Tabii, imkânım olmadığı için selefimin bu beyanlarını doğru kabul ettim. Ama şimdi o çalışmayı tamamladık, bir Bakanımızı görevlendirdik, devlette son bir yıl içerisindeki personel hareketlerinin dökümünü çıkarttık. Gördüm ki, maalesef Sayın Erbakan'ın bana söylediği doğru değil. Geçmiş hiçbir Hükûmetin bir senede yapmadığı kadar bürokraside kadro artışı yapılmıştır. Hem yeni kadrolar ihdas edilmiş, hem de bürokraside gereksiz bir şişkinliğe gidilmiştir. Ama bundan daha önemlisi, daha önce belirttiği gibi, bu görevlere atama yapılırken devletin anayasal nizamına sadakat unsuru bir yana bırakılmış, adeta devlet, içinden fethedilmek istenmiştir. Hükûmetimiz'in gelmesiyle birlikte, Türk Devleti'nin üzerindeki bu kara bulutlar da birer birer dağılmaya başlamıştır.

Değerli Arkadaşlarım ;

Aynı şey dış politika için de geçerlidir. Bakın, parasını ödediğimiz halde iki seneden beri ABD'den alamadığımız üç fırkateyn, üstlerindeki bütün techizatlarla birlikte, bütün donanımlarıyla birlikte önümüzdeki günler içerisinde ülkemize teslim edilecektir. Bu konuda ABD Kongresi'nden karar çıkmıştır. IMF, Hükûmetimiz'in açıkladığı ekonomik politikalara duyduğu güveni ilgili bakan arkadaşımıza gönderdiği bir mektupla teyid etmiştir. Bu politikalarımızı destekleyeceğini, bundan önceki Hükûmet'ten farklı olarak, açıkladığımız bu programın arkasında olduğunu yazılı olarak teyid etmiştir.

Dünya Bankası Başkan Yardımcısı geçen hafta Ankara'daydı. Ben de görüştüm, kendisine Hükûmetimiz'in öncelikli hedeflerini anlattım. Biz, bugüne kadar Dünya Bankası'ndan alacaklı olan bir ülkeyiz. Yani Dünya Bankası'na ödediğimiz aidatlar, Dünya Bankası'ndan kullandığımız fonlardan daha fazladır. Son 5 yıldan beri yeterli proje üretemediğimiz için, Dünya Bankası'na yeterli proje veremediğimiz için sağladığımız katkıdan daha az Dünya Bankası'ndan fon alıyoruz. Dünya Bankası Başkanı geçen gün açıklama yaptı, 5 milyar dolara kadar Türkiye'ye yeni kredi olanağını kullandırabileceklerini ifade etti.

Aynı şey hukuk devleti için geçerlidir. Bir yıldan beri Türkiye'de, bir hukuk skandalı yaşanıyordu. Metin Göktepe isimli gazetecinin öldürülmesiyle ilgili olarak, 5 polis memuru mahkeme tarafından haklarında tutuklama kararı olmasına rağmen, mahkeme önüne çıkartılamıyordu. Bu 5 polis memuru, önceki gün Afyon'da teslim olmuşlardır. Hatta mahkemenin son duruşmasında, haklarında tutuklama kararı çıkarılan diğer polis memurları da birlikte olmuşlardı. Zannediyorum bir--iki tanesi firardadır, onlarda en kısa zamanda adalete

teslim edileceklerdir.

Ben size, burada daha önce yaptığım konuşmamda Hükûmetimiz'in en öncelikli görevlerinden birisinin Türkiye'de, hukuk devletini öyle kağıt üzerinde değil, gerçekte hayata geçirmek olduğunu ifade etmiştim. Bu tür hukuk rezaletleri bizim Hükûmetimiz döneminde bir daha yaşanmayacaktır. Bunu size, en kesin dille burada bir defa daha ifade ediyorum.

Maalesef Refah Partisi'nin tahrikleriyle dün Ankara sokaklarında estirilmek istenen terör dolayısıyla, bizim de Hükûmet olarak hiç tasvip etmediğimiz, hiçbir zaman görmek istemediğimiz münferit de olsa birkaç olay yaşanmıştır. Yasa dışı gösterinin, bu kanunsuz gösterinin bitmesinden, dağılmasından sonra asli görevi orada kamu görevi yapan, gazetecileri korumak olan polis memurlarından birkaçı, gazeteci arkadaşlarımızı fevkalâde çirkin biçimde taciz etmişler, üç gazetecinin yaralanmasına sebep olmuşlardır. Ankara Çevik Kuvvet Müdürü ve bu olaylara sebebiyet veren iki polis memuru anında açığa alınmış ve haklarında soruşturma başlatılmıştır. Ben, bu vesileyle bütün basın mensubu arkadaşlarıma hem geçmiş olsun diyorum, hem de Hükûmet olarak kendilerinden özür diliyorum. Bu tür olayların Türkiye'de bir daha yaşanmaması için Hükûmet olarak, elden gelen herşey yapılacaktır. Ama basın mensubu arkadaşlarımdan --dün de söyledim-- bizim de bir ricamız var. Emniyet mensupları da zor bir görev yapmaktadırlar. Büyük bir kısmı her türlü tahrike, strese rağmen bu görevlerini yasaların gerektirdiği şekilde yerine getirmektedir, münferit olay yanlış yapanlar hakkında da Hükûmetimiz gerekli tahkikatı yapmaktadır. Basın mensubu arkadaşlarımdan ricam, emniyet görevlilerin bu güç görevlerine yardımcı olmaları, onlara engel olmamalarıdır. Basın görevinin ne kadar önemli bir görev olduğunun bilincindeyiz, basın özgürlüğünün çoğulcu bir demokraside ne kadar hayati önem taşıdığının bilincindeyiz, ama basın mensubu arkadaşlarımın, kamu görevini yerine getiren bu arkadaşlarımın da bu görevin önemine mütenasip sorumlulukları olduğunu hiç kimse gözden uzak tutmamalıdır. Arkadaşlarıma, bu olayların bir daha tekrarlanmaması için gerekli her türlü tedbirin alınacağını bu vesileyle bir defa daha ifade ediyorum.

Yine, bu 18 günlük süre içerisinde hepinizin bildiği gibi, memur ve emeklilerimize oldukça yüksek oranlı bir zam gerçekleştirilmiştir. Çiftçimizin alacakları düzenli olarak ödenmiştir. Şimdiye kadar hiçbir iktidar döneminde olmadığı kadar düzenli ödenmiştir. Şu anda alacaklı olan hiçbir çiftçimiz yoktur. Sadece kendi dönemimizdeki peşin ödeme taahhüdünü yerine getirmekle kalmadık, bizden önce aylarca, hatta bazıları yıllarca (2 seneye kadar) ödenmemiş olan tarım sübvansiyonların hepsini de ödedik. 101 trilyon lira ürün bedelini ve 24 trilyon lira da 2 seneden beri ödenmemiş olan tarım sübvansiyonların hepsini ödedik.

Şimdi önümüzde önemli bir görev daha var. Asgari Ücret Komisyonu toplanmıştır, asgari ücreti insanca yaşama düzeyine mutlaka yükseltmek zorundayız. ilk defa olarak Asgari Ücret Komisyonu'nda işveren temsilcilerinin de katkısıyla, şimdiye kadar olmadığı ölçüde yüksek bir artış oranında mutabakat sağlanmıştır. Asgari ücret, tatmin edici bir düzeye çıkarılacaktır. Dediğim gibi, ilk defa olarak işverenlerin de mutabakatıyla, onların da katkısıyla gerçekleşecektir.

Burada uzlaşma Hükûmeti olmanın, Türkiye'de yeni bir uzlaşma sağlama görevi taşımanın bir gereği olarak, toplumda çıkarı birbiriyle zıt olan kesimleri, grupları da belli bir uzlaşma çerçevesinde bir araya getirmeyi amaçlıyoruz. Bunun en tipik örneklerinden birisi de Ekonomik ve Sosyal Konsey'dir. Bildiğiniz gibi Ekonomik ve Sosyal Konsey, ilk defa olarak 53'üncü Hükûmet zamanında --yani benim Başbakanlığımda-- hayata geçirilmişti.

Ekonomik ve Sosyal Konsey'in yapısını yeniden düzenledik. Hükûmet temsilcileriyle, sivil toplum temsilcilerini eşit sayıya getirdik. Ekonomik ve Sosyal Konsey'de sadece bir tane bürokrat bulunacaktır. O da, Devlet Planlama Teşkilatı'nın Müsteşarı'dır. Çünkü, Konsey'in Sekreteryası'nı o yürütecektir, ama onun dışında Konsey'in, benim başkanlığımda on tane ekonomiyle ilgili bakanı, buna mukabil de on tane meslek kuruluşunun temsilcisi üye olarak var.

Türkiye'de bundan sonra alınacak bütün önemli ekonomik kararlar, önce bu konseyde görüşülecektir, karar alınacaktır. Türkiye'de bundan sonra alınacak bütün önemli ekonomik düzeyde bütün toplum kesimleri arasında bir uzlaşma sağlandıktan sonra bu kararlar arkasında böyle bir uzlaşmanın ağırlığını, desteğini almış olarak yürürlüğe konulacaktır.

Ekonomik ve Sosyal Konsey'in gündeminde ilk yer almasını düşündüğümüz konulardan birisi de, Sosyal Güvenlik Sistemi'nin yeniden düzenlenmesidir. Türkiye, bugünkü Sosyal Güvenlik Sistemi'yle bundan önce birçok defalar söyledim, bu Sosyal Güvenlik Sistemi'yle yoluna devam edemez. Her sene bütçesinden, bu sene 800 trilyon, seneye belki 1 buçuk katrilyon, Sosyal Güvenlik Sistemi'nin açığını kapatmak için ödeyerek, Türkiye yoluna devam edemez. 6-7 katrilyonluk bir bütçenin neredeyse 1/4'ünü eğer sosyal güvenlik açıklarını kapatmak için ödersek; biz köylümüzün, vatandaşımızın beklediği yatırımları yapamayız. İnsanlarımıza insanca yaşama düzeyini sağlayamayız.

Türkiye, artık bir erken emekliler cenneti olmaktan çıkmalıdır. Erken Emeklilik Yasası mutlaka yeniden masaya yatırılmalıdır. Ama bu işçi ve işveren temsilcilerinin de katılacağı Ekonomik Konsey'de belli bir mutabakat sağlanarak yapılmalıdır, tek taraflı dayatmalarla yapılmamalıdır. Eğer Almanya'da bugün emeklilik yaşı 67 ise Türkiye'de 43 ise, Almanya'yla bizim aramızdaki açığı hiçbir zaman kapatmamız mümkün olamaz. Bu açık bu sistemle daha da büyür.

Değerli Arkadaşlarım;

Önümüzdeki aylarda 55’inci Hükûmet'in bu saydıklarımdan çok daha büyük başarılarına tanık olacaksınız. Türkiye'nin yıllardan beri gündemine aldığı ama hiçbirini halledemeden gündeminde beklettiği birçok önemli konunun, Hükûmetimiz döneminde birer birer çözüme kavuştuğunu göreceksiniz, fakat Hükûmet Programı'nda da bizim Koalisyon Protokolü'nde de bizim daha önce yaptığımız çeşitli açıklamalarda da Hükûmetimiz'in birinci öncelikli hedef olarak belirlediği husus Eğitim Reformu'dur. Çünkü eğitim öyle bir konudur ki, bunu halletmediğiniz zaman diğer alanlarda yaptığınız reformların hiçbirisi kalıcı olamaz. Türkiye 1980'lerin başında, rahmetli ÖZAL'ın önderliğinde Anavatan Partisi'nin iktidarında ekonomide bugün halâ bütün dünyada hayranlıkla hatırlanan bir büyük değişimi yaşamıştır, yapısal bir değişimi yaşamıştır. Ekonomik sistemi değiştirmiştir, dünyaya açılmıştır. Bunun gerektirdiği temel altyapı yatırımlarını, siyasî bedelini ödemek pahasına gerçekleştirmiştir.

Ama maalesef bu yapısal değişimi kalıcı yapacak olan Eğitim Reformu'nu gerçekleştirememiştir. Eğer siz Eğitim Reformu'nu yapamazsanız, yani bu atılımı kalıcı yapacak olan müteşebbisleri yetiştirecek eğitim sistemini getiremezseniz o zaman getirdiğiniz bu değişiklik kalıcı olamaz. Halbuki burada beklenen hadise, tıpkı yuvarlanan bir kartopu gibi ekonomide başlayan bu değişimin, toplumun genelinde büyüyerek devam etmesidir. Bunun tek yolu Eğitim Reformu'dur. Türkiye, daha önce çok söylendi, bugün maalesef dünyada çocuklarına sadece beş yıllık zorunlu eğitim veren birkaç ülkeden birisidir.

Avrupa'da bugün ortalama zorunlu eğitim onbir senedir. İskandinav ülkelerinde on iki senedir, gelişmekte olan ülkelerde dahi asgari sekiz senedir. Türkiye tıpkı gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi, tıpkı yıllık enflasyon gibi zorunlu eğitim alanında da dünyada en kötü sicile sahip olan birkaç ülkeden birisidir. Türkiye, bu ayıbı daha fazla taşıyamaz. Türkiye, çocuklarına öyle yüz kişilik sınıflarda Allahlık eğitim veremez. Türkiye, 4-5 sınıfın bir arada eğitim gördüğü bir ülke olamaz, bu şekilde yoluna devam edemez. Türkiye öğretmenlik mesleğinin laik olduğu değeri yitirdiği, bu nedenle eğitimin bir türlü kendini toparlayamadığı, sadece zengin ailelerin ilave para ödeyerek dersanelere milyonlarca para ödeyip, yabancı dil kurslarına, kolejlere çocuklarını gönderip, ayrıcalıklı eğitim sağladıkları, ama dar gelirli olan geniş kesimlerin çocuklarının bu imkândan mahrum kaldığı bir ülke olamaz. Onun için Hükûmet Programında dedik ki, biz eğitimde sadece fırsat eşitliği değil, biz eğitimde aynı zamanda imkân eşitliği getireceğiz. Yani yaptığımız değişikliğin, yaptığımız devrimin adı şudur. bundan sonra Türkiye'de 6 yaşından 14 yaşına kadar kız veya erkek her çocuk devlet tarafından zorunlu eğitime tabi tutulacaktır.

Türkiye'de şimdiye kadar çok reformlar açıklanmıştır, çok seferberlikler açılmıştır, çoğu fos çıkmıştır. Çünkü altyapısı hazırlanmamıştır. Çünkü refomlar için gerekli kaynaklar sağlanmamıştır. Bu reformları gerçekleştirecek kadrolar oluşturulmamıştır.

Değerli Arkadaşlarım;

Size büyük bir kararlılıkla söylüyorum. 55'inci Hükûmet döneminde Türkiye bu eğitim reformunu, Sekiz Yıllık Zorunlu Eğitim Reformu'nu mutlaka gerçekleştirecektir ve ilerde bu Hükûmeti tarihe geçirecek olan en büyük reform da Eğitim Reformu olacaktır. Zorunlu eğitim reformu dediğim zaman ,sadece çocukların sekiz yıllık mecburi eğitime tabiî tutulmasını söylemiyorum. Bunu Türkiye'nin çağı yakalamasını sağlayacak olan 2000'li yıllara dönük en önemli reform olarak benimsiyorum. Bakın, 1997 yılında içinde bulunduğumuz yılda biz bütçemize eğitim yatırımları için sadece 25 trilyon lira para koyabildik. Bugüne kadar bu paranın ancak yarısı kullanılabilmiştir, şimdi hepsini serbest bırakıyoruz, 25 trilyon toplam para kullanılacaktır. Bu bütçeyle biz, 3-4 yıldan beri inşaat halinde olan Güneydoğu'daki 39 tane Yatılı Bölge Okulu'nu dahi tamamlayamıyoruz. Hükûmet kurulduğu zaman baktık, bütçe ödenekleriyle bunu ödememiz mümkün değil. Bankalar Birliği'yle, Odalar Birliği'yle konuştuk, 5 trilyon liralık bir gönüllü katkı sağladık, böylece 25 trilyon liralık bu eğitim alanındaki yatırım bütçemiz 30 trilyon liraya çıktı. Şimdi, bu 30 trilyon liraya ilave birtakım Acil Destek Fonu'ndan da kaynak sağlayacağız. Ders yılına kadar 12 bin dersliği bitirmeyi hedefliyoruz, sene sonuna kadar da 17 bin derslik yapmayı hedefliyoruz. Ama Sekiz Yıllık Zorunlu Eğitim'e geçtiğimiz zaman aslında tamamlamamız gereken derslik sayısı bunun kat ve kat üstündedir.

Şimdi yapacağımız hadise şudur. elimizde Eğitimi Geliştirme Fonu diye bir fon var. Maalesef yıllardan beri yeterli şekilde değerlendirilmiyor, kaynaklarının büyük kısmı bütçeye aktarılıyor. Şimdi biz Meclis'e herhangi bir kanun getirmeden Hükûmet'in yetkisi içerisinde fonlar arasında aktarma yapacağız. Sosyal Yardımlaşma Dayanışma Fonu'ndan, Tanıtma Fonu'ndan, Savunma Sanayini Güçlendirme Fonu'ndan, diğer fonlardan Eğitim Fonu'na aktarma yapacağız. Buna ilaveten birtakım lüks harcamalara da ilave vergi getireceğiz. içkiden, sigaradan, birtakım lüks mallardan alınan vergileri de az da olsa bir miktar daha arttıracağız.

Neticede bütün bu kaynakları Eğitim Fonu'na aktaracağız ve bu Eğitim Fonu'yla, bu sene sonuna kadar ilave 50 trilyon lira, önümüzdeki sene de asgari 100 trilyon lira yeni yatırım imkânı sağlayacağız. Şimdi bakın bunu işlettiğimiz zaman ne olacak? Hedeflerini bugünden koyacağız. Dört Bakan arkadaşımızdan, bir Bakanlararası Komisyon kurduk, onlar şimdi çalışıyorlar, Pazar günü nihaî şeklini vereceğiz. Önümüzdeki hafta da kamuoyuna açıklayacağız. Ama verdiğimiz hedefler şunlardır.

2000 yılında, Hakkari'nin Yüksekova İlçesi'nin filan köyündeki ilköğretim okulu dahil, Türkiye'deki bütün ilköğretim okullarında mutlaka Bilgisayar Eğitimi olacak, mutlaka her ilköğretim okulunda yabancı lisan laboratuarı olacak. 2000 yılı için yetiştirdiğimiz her Türk çocuğu öyle sadece babasının parasıyla koleje gidenler değil, devletin zorunlu eğitime tabiî tuttuğu her Türk çocuğu, ilköğretimi bitirdiği zaman bir yabancı dili öğrenmiş olacak, her ilköğretim okulunda mutlaka açık ve kapalı spor sahalârı olacak. Çocuklarımıza, spor yapmak artık bugün olduğu gibi bir imtiyaz olmaktan çıkarılacak, spor, eğitimin bir parçası haline gelecektir.

Değerli Arkadaşlarım;

Bu hedefler ve tabiî ki, iletişim teknolojisinin geldiği imkânlardan da yararlanarak; yani uyduyla, televizyon yayınından yararlanarak bütün bu ilköğretim okullarında belli programlar uygulanacak, aynı zamanda öğretmenlerin özlük hakları çok önemli ölçüde iyileştirilecek, öğretmenlik mesleği yeniden cazip kılınacaktır. Böylece sekiz sene 14 yaşına kadar, bu zorunlu ilköğretimi alan her çocuk ilköğretimin son yılında, kabiliyetine göre yönlendirilmek suretiyle, ondan sonra kendi kabiliyeti doğrultusunda ortaöğretime geçecek, yani bugünkü liselere geçecektir. Ortaöğretimde verilecek olan mesleki eğitim için hazırlık sınıfları konulacak, o hazırlık sınıflarında çocuklar hem kendi mesleki eğitimleri için gerekli zorunlu dersleri alacaklar, hem yabancı dil eğitimi görecekler ve nihayet yükseköğretim de bu sistemle entegre olacaktır. Türkiye, eğitimde bana göre yıllardan beri geciktiği, yıllardan beri ihmal ettiği büyük atılımı hiç olmazsa 2000 yılının eşiğinde, önümüzdeki 3 senede bütün topluma yaygın bir büyük seferberlik havası içerisinde gerçekleştirecektir.

Şimdi bu eğitim meselesi, Türkiye'nin geleceği meselesiyken, Türkiye'nin geleceği için en fazla önem taşıyan, en hayati mesele olması gerekirken, siyasetin mutlaka üzerinde ve dışında tutulması gereken bir mesele olmasına rağmen, maalesef bugünkü Türkiye'nin gündemine bakıldığı zaman bu ulvi meselenin, bu kutsal meselenin basit oy çıkarları uğruna istismar edildiğini görürsünüz. Dün Ankara'da insanlar sokağa döküldüler, onları sokağa döken Refah Partisi'dir. Onları Türkiye'nin çeşitli illerinden buraya gönderen Refah Partili Belediyelerdir. Bunların hepsi tespit edilmiştir. O insanlar bir provokasyona alet edilmişlerdir. Şimdi buna rağmen de istedikleri sonuca varamamışlardır. Toplumdan en ufak bir destek görmemişlerdir.

Ama şimdi bu provokasyonlara, bu kışkırtmaya alet olan vatandaşlarıma soruyorum, ne diyorlar? İmam Hatip Okulları kapatılmasın diyorlar. Ben bu kürsüden söyledim, şimdi tekrar söylüyorum. İmam Hatip Okulları kapatılmamaktadır. İmam Hatip Okulları mesleki eğitim veren okullar olarak ortaöğretim seviyesinde tedrisata devam edecektir, hem de güçlendirilmiş olarak devam edecektir. Her İmam Hatip lisesi için hazırlık sınıfı ihdas edilecektir, O hazırlık sınıfında demin söylediğim yabancı dil (tabiî İmam Hatip liseleri için Arapça) eğitimi ve Kur'an eğitimi hızlandırılmış olarak verilecektir. dün sokağa dökülen vatandaşlar ne diyorlar? din eğitimi engellenmesin diyorlar, şimdi şu din eğitim meselesini bir tartışalım.

Ben tekrar söylüyorum, bu kürsüden daha önce söyledim şimdi tekrar söylüyorum. dini öğrenme hakkı, din ve vicdan hürriyetinin ayrılmaz bir parçasıdır. Türkiye'de herkesin Anayasa'ya göre dinini öğrenme hakkı vardır, yine Anayasamız'a göre devletin ailesinin veya çocuğun isteği halinde çocuğa dinini öğretme görevi vardır. Ama bugüne kadar Anayasamız'da yazılı olan bu görevin nasıl yerine getirileceği belli değildir. Hiçbir Kanun'da devlet dinini öğretme konusundaki bu görevini nasıl yerine getireceğini açıklığa kavuşturmamıştır. İlk defa olarak Meclis'e gönderdiğimiz bu yasa tasarısıyla devletin (kendisi veya ailesinin talebi halinde) din eğitimi verdiği her çocuk için bu görevin nasıl yerine getirileceğini kayda bağladık, ilk defa düzenledik.

Getirdiğimiz düzenleme, hem devletin din öğretme görevini yerine getirmesini sağlayan, hem de vatandaşların dinini öğrenme hakkına cevap veren bir düzenlemedir. Ne yaptık? Şu anda örgün öğretim kurumlarında, ilköğretim veren normal okullarda, Anayasa'ya göre mecburi olan her çocuğun, 4'üncü sınıftan başlayıp lise son sınıfa kadar aldığı din kültürü ve ahlak dersi vardır. İlköğretim okullarında bu mecburi ders olarak okutulmaya devam edilecektir. Buna ilaveten, bu din kültürü dersi çocuğuna İslâm dininin gereklerini öğretmeyi amaçlayan ailelerin talebine cevap vermemektedir. Aileler istiyorlar ki veya ailelerin büyük kısmı istiyor ki, çocukları hem çağdaş eğitim alsın, mühendis, doktor, hukukçu olmak için gerekli eğitimi görsün, ama aynı zamanda da İslâm dininin farzlarını öğrensin, namaz kılmasını öğrensin, İslâm'ın emirlerini öğrensin, Kur'an'ın mealini öğrensin. Şimdi biz yeni Kanun'la bu konudaki görevi Millî Eğitim Bakanlığı'nın denetimi ve gözetimi altında olmak kaydıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı'na veriyoruz, yani bu görevi Diyanet İşleri Başkanlığı, yaygın eğitim tarzında, ama ilköğretim kurumlarının dışında yerine getirecektir.

Bu görev yerine getirilirken, ailelerin isteğine bağlı olarak çeşitli seçenekler, alternatifler getirilmiştir. Öyle aile olabilir ki, öyle ebeveyn olabilir ki, çocuğunun sadece haftada iki saat din eğitimi almasını yeterli görebilir. "Benim çocuğum sadece sure öğrensin, namaz kılmasını öğrensin, dinin farz olan kurallarını öğrensin bunun dışında din eğitimi almasına gerek yoktur" diyebilir. Onun ihtiyacını sağlayacak bir eğitim programı, bu söylediğimiz seçeneklerden birisidir. Normal hafta günlerinde verilecektir, ilköğretim okulunun saatleri dışında Diyanet'in açacağı kurslarda normal din eğitimi olarak verilecektir. Ama öyle aile olabilir ki, hayır ben çocuğumun buna ilaveten Kur'an'ın mealini de öğrenmesini istiyorum diyebilir. Ona daha geniş kapsamlı olan, daha süre olarak da, kapsam olarak da, daha geliştirilmiş olan bu din eğitimi programı uygulanacaktır. Ama öyle aile olabilir ki, ben çocuğumun hafız olmasını istiyorum diyecektir, o ailenin talebi de yerine getirilecektir, çocuğa hafızlık eğitimi de Diyanet tarafından verilecektir. Hafızlık eğitiminin verilebilmesi için normal şartlarda asgari 1,5 sene sürekli eğitime ihtiyaç vardır.

Ama neticede bu bir müfredat meselesidir, yaz aylarında, hafta tatillerinde belki 3 sene, belki 4 senelik sürekli bir eğitimle hafız eğitimi almak isteyen çocukların ve ailelerin taleplerine de cevap verilecektir.

Diyanet'e verdiğimiz görev, tabiî eğer aile "Ben, çocuğumun hiç din eğitimi almasını istemiyorum" derse, ona da sayg1 gösterilecektir, o da Anayasa'nın emridir. Ama çocuğunun din eğitimi almasını isteyen ailelerin bu talebi, bu üç alternatife göre yerine getirilecektir. isteyen çocuk haftada 2 saat gidecektir, isteyen çocuk haftada, diyelim 10 saat gidecektir, isteyen çocuk 4--5 sene hafızlık eğitimi görecektir. Bunu öyle belirsiz, sorumsuz kuruluşlar vermeyecektir. Bunu Diyanet İşleri Başkanlığı verecektir, Millî Eğitim Bakanlığı da bunu denetleyecektir.

Değerli Arkadaşlarım;

Koparılmak istenen fırtına nedir? Şu anda Türkiye'de devlet bu görevi kime veriyor? İmam Hatipler'in 1974 yılından beri faaliyette bulunan ve bu Kanun yürürlüğe girerse diğer meslek okulları gibi faaliyetine son verecek olan ortaokul bölümlerinde veriyor, yani İmam Hatip Okulları'nın orta kısımlarında veriyor. Ne kadar veriyor? Bazılarında haftada 4 saat, bazılarında 6 saat öyle mi? 5 mi, 3 mü? Toplam haftada 8 saat veriyor. Toplam haftada 8 saat İmam Hatip Okulları'nın orta bölümlerinde şu an da ilave din dersi veriliyor, altı saat, peki.

Şimdi ben size soruyorum; Türkiye'de ilköğretim gören 10 milyon talebemiz var. Yunanistan'ın nüfusundan fazladır. Acaba bu 10 milyon talebeden şu anda İmam Hatip Okulları'nın orta kısmında kaç talebe okuyor? 270--280 bin talebe okuyor, 300 bin bile değildir. On milyonda yüzde üç bile değildir. Ortaokulda toplam 3.5 milyon talebe var, İmam Hatiplerin orta kısmına giden 270 bindir, oradaki de yüzde 8'e--9'a gelir.

Peki ben size şimdi soruyorum. Geriye kalan ilköğretimdeki 9 milyon 7 yüz bin çocuğun din öğrenmeye hakkı yok mu? Yaptığımız hadise şu an da sadece 270--280 bin çocuğun yararlandığı ilköğretim süresi içerisindeki dinî eğitimden, on milyon çocuğun yararlanmasına imkân sağlamaktır. İstediği takdirde ve istediği düzeyde yararlanma imkânı sağlamaktır.

Şimdi burada diyebilirsiniz ki, Diyanet İşleri Başkanlığı bu görevin üstesinden gelebilecek mi? Diyanet İşleri Başkanlığı'nın şu anda verdiği din hizmetlerinde bile aksamalar var. Diyanet İşleri Başkanlığı'nda görevli oldukları halde, devletin memuru oldukları halde, devletten maaş aldıkları halde kendilerini Refah Partisi'nin militanı addeden, camilerde halkı aydınlatma görevi yerine Refah Partisi'nin propagandasını yapan din görevlileri vardır. Acaba bu sisteme geçildiği zaman daha kötü mü olacaktır? Tehlike daha da mı artacaktır? Yani çocuklarımız bu sefer Refah Partisi'nin militanlarına mı emanet edilecektir? İşte buna karşı, bunu önlemek için bütün vatandaşlarımıza taahhüt ediyoruz ki, Diyanet İşleri Başkanlığı'na verilen ve isteğe bağlı olarak, her çocuk için mutlaka sağlanması kanun gereği olan bu din eğitiminin Anayasaya ve yasalara uygun biçimde denetimi de mutlaka sağlanacaktır. Bunu da Millî Eğitim Bakanlığı yapacaktır. Burada hazırlanacak olan derslerin müfredatları Millî Eğitim Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından birlikte hazırlanacaktır. Bunların uygulanmasını, bu derslerin verilmesini Millî Eğitim Bakanlığı devamlı olarak denetleyecektir.

Değerli Arkadaşlarım;

Refah Partisi'nin bu meseleyi siyasî istismar konusu yapmak istemesinin nedeni, insanları sokağa döküp onlara kanunsuz gösteriler yapmak istemesinin nedeni İmam Hatiplileri korumak filan değildir. Din eğitimi verilmesi de değildir, İslâm dini de değildir. Bunun bir tek sebebi vardır, Refah Partisi şu anda ki İmam Hatip Okulları'nı kendisine militan yetiştiren okullar olarak görmektedir. Şu an ki İmam Hatip Okulları'nı parti olarak ele geçirdiğini, işgal ettiğini düşünmektedir. Bu okulların elinden çıkmamasını istemektedir. Çocukların aslında bugün İmam Hatip Okulları'nın orta kısmında aldıklarından çok daha ileri düzeyde din eğitimi almaları dahi Refah Partisi'nin işine gelmemektedir.

Çünkü Refah Partisi çocukların mutlaka o mekanda kalmasını istemektedir. Yani şu anda kendisine hizmet ettiğini düşündüğü "Arka bahçem" dediği veya sayın Erbakan'ın deyimiyle Refah Partisi'ne mücahit yetiştiren okullar olarak gördüğü İmam Hatiplerin bu haliyle kalmasını istemektedir. Ne çocukların dini öğrenmesi onların umurundadır, ne de İmam Hatip Okulları'nın gerçek görevini yerine getirip getirmediği umurundadır. Onlar sadece parti militanı yetiştirmenin peşindedir.

Ama hiçbir devlet kendisine düşman yetiştiren bir oluşuma izin veremez. Eğer İmam Hatip Okulları bugün yanlış bir yola girmişlerse onları asıl kuruluş amacına uygun olarak doğru noktaya getirmek en başta Hükûmet'in görevidir. Getirdiğimiz yasayla yapmak isteğimiz laik Cumhuriyet'e bağlı Anayasa'daki devletin temel niteliklerini benimsemiş aydın din adamı yetiştirecek dini eğitim kurumlarını oluşturmaktır. İmam Hatip Okulları'nı asıl kuruluş amacına uygun hale getirmektir. Bunu yaptığımız zaman göreceksiniz ki örgün eğitim kurumlarının içinde dahi din eğitimi verilmesine yönelen direnişler ortadan kalkacaktır. Türkiye'de irtica tehdidi vardır, Türkiye'de irtica tehdidini devamlı canlı tutmak isteyen bir takım siyasî odaklar vardır.

Bu siyasî odaklar maalesef Meclis'in içinde de vardır. Ama Türkiye'de devlet bunlara karşı ve bu bütün oluşumları önleyecek, bu irtica tehdidini ortadan kaldıracak kadar güçlüdür. Hükûmetimiz bu meseleyi sadece bir dini meslek eğitimi meselesi olarak görmemektedir. Başta söylediğim gibi Türkiye'de eğitimin tümüyle yeniden düzenleneceği, Türkiye'nin geleceğini birinci derecede etkileyecek bir büyük reform olarak görüyoruz.

Elbette ki, diğer mesleki alanlarda olduğu gibi dinî meslek eğitiminde de gerekli kaliteyi sağlayabilmek için her türlü özveri gösterilecektir. Maddi, manevî ne gerekiyorsa yapılacaktır. Diyanet İşleri'nin bu görevi yerine getirebilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı'na yeterli mali kaynak sağlanacaktır. Yarından itibaren göreceksiniz, açıkladığımız bu projeye bir çok kuruluş çok büyük miktarlarda gönüllü katkıda bulunacaklardır. Türkiye önümüzdeki yıllarda bir okul şantiyesine dönüşecektir. İki bin yılında artık Türkiye'de bir arada ders yapan, yani farklı sınıfları aynı mekanda ders yapan hiçbir okul kalmayacaktır. İki bin yılında Türkiye'de ilköğretim okulları, çağdaş eğitimin bütün teknolojik imkânlarından yararlanan okullar durumuna gelecektir.

Ve inanıyorum ki İmam Hatip Okulları da asıl kuruluş amacına uygun, demin tarif ettiğim gibi laik Cumhuriyete bağlı, aydın din adamı yetiştiren hiçbir siyasî partinin aleti olmayan, hiçbir siyasî partinin kendi arka bahçesi olarak görmeye cesaret edemediği, gerçek dini meslek eğitimi veren okullar olduğu zaman Türkiye'de bugün Diyanet'in yapacağı bu yasayla, Diyanet'in yapacağı yaygın eğitim yoluyla, Diyanet'in yapacağı din eğitimi Avrupa'daki ülkeler gibi, gelişmiş

ülkeler gibi örgün eğitim kurumlarında seçme ders olarak yapılabilecektir. O zaman artık buna karşı direnişin anlamı kalmayacaktır, nedeni kalmayacaktır. Çünkü, Türkiye'de irtica tehdidi diye bir tehlike kalmayacaktır. Çünkü, Türkiye'de Yüce İslâm dininden kendisine siyasî çıkar sağlamayı hedefleyen siyasî partiler, artık bu tavırlarını değiştirmek zorunda kalacaklardır. Bu partilere Türkiye'de toplum, göstermesi gereken tepkiyi ortaya koyacaktır.

Siyasetle dini birbirinden ayırmadan, devletle dini birbirinden ayırmadan bu meseleyi sağlıklı bir şekilde çözmemiz mümkün değildir. Bizim geçmişimizde hiçbir zaman dinle devlet kavgası olmamıştır. Yani Batı'da olduğu gibi, Avrupa'da olduğu gibi kiliseyle devletin kavgası olmamıştır, otuz yıl savaşları olmamıştır. Ama maalesef, Cumhuriyet döneminde dini istismar ederek kendisine siyasî çıkar sağlamak isteyen hareketler olmuştur, isyanlar olmuştur. Bunların amacı din ve vicdan hürriyeti filan değildir, çocukların dinini öğrenmesi değildir, insanların dinî haklarını kullanması değildir, dinî bir inanç hürriyetinin gereğinin yapılması da değildir. Bunların amacının insan haklarıyla ilgisi yoktur.

Bizim savunduğumuz temel haklarla bir ilgisi yoktur. Bunların bir tek amacı vardır, o da siyasîdir. Ama Refah Partisi'nin siyasî hedefleriyle bizim peşinde olduğumuz Türk insanının temel hakları artık birbirinden ayrılmak zorundadır. Ne Türk devletini, ne de Yüce İslâm Dini'ni Refah Partisi'nin bu emellerinin ipoteğine bırakamayız.

Değerli Arkadaşlarım;

Refah Partisi ve onun tahrik edip sokağa döktüğü bu kanunsuz eylemlere karışan vatandaşlarımız, yanlış hesap yapmaktadırlar. Böyle kuru gürültüyle terör havası estirerek, tehditler yağdırarak bizi bu reformdan vazgeçirmeleri mümkün değildir. Bizim gözümüzü yıldırmaları da mümkün değildir. Onun için bütün vatandaşlarımız müsterih olmalıdır. 55’inci Hükûmet toplumu geçmişte bölmek için elinden gelen gayreti yapan, bugünde toplumda huzursuzluk yaratmak için bu tür kışkırtmalara girişen bütün çevrelerin, bu kuru gürültülerine pabuç bırakmayacaktır. Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitimi öngören, söylediğim eğitim reformu mutlaka gerçekleştirilecektir. Hem de bizim Hükûmetimiz’in öncülüğünde ve bu Meclis'in kararıyla gerçekleşecektir.

Değerli Arkadaşlarım;

Gerek Sekiz Yıllık Zorunlu Eğitim, gerekse biraz önce söylediğim eğitimde çağı yakalamamızı sağlayacak olan bu eğitimde 2 bin yıl projemiz aslında bilgili, kültürlü, ahlaklı çağın gerekleriyle donanmış olan bu arada dinini de sağlıklı biçimde öğrenmiş millî değerlerine, manevî değerlerine bağlı bir nesil yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Türkiye'de bunu sağlayabilecek olan en sağlıklı Hükûmet işte bizim kurduğumuz bu uzlaşma hükûmetidir. Türkiye'de bugüne kadar ki gidiş bir büyük uzlaşmaya değil, toplumu bir büyük çatışmaya doğru götüren bir gidiştir. Bir tarafta laikliği dinsizlik olarak ilan eden, biraz önce söylediğim İmam Hatip Okulları'nın kendisine militan yetiştiren okullar haline getirmeyi amaçlayan, bu meseleleri sadece kendi küçük siyasî çıkarları için istismar eden bir düşünce vardır, bir parti vardır. Öbür tarafta da tek parti döneminden kalma bir zihniyetle çocukların din eğitimi almasına karşı çıkan, din eğitimi alırlarsa sanki Cumhuriyet elden gidecek, devlet yıkılacak gibi yaygarayı koparan bir diğer düşünce ve o düşüncenin etrafındaki kadrolar vardır. Biz orta yolu temsil ediyoruz.

Biz diyoruz ki, Türkiye'de yapmamız gereken milletin vazgeçilmez değerleriyle diniyle, diliyle, manevî değerleriyle, örf ve adetleriyle Anayasamız'da yazılı olan devletin değiştirilemez niteliklerini birbirine bağdaştırmaktır. Bunu yapmak aynı zamanda milletle devleti birbiriyle barıştırmaktır. Eğer siz bir yanda bunların amaçlarına hizmet eden bir yandan da bunların amaçlarına hizmet eden ikili bir eğitim sistemi uygularsanız bu ikili eğitim sisteminden yetişen insanlar, ileride belli bir zamanda birbiriyle çatışmaya girerler. 0 çatışma Türkiye'nin sonu olur. Onun için eğitim sistemimizi toplumda böyle bir çatışmaya değil, toplumda bir genel uzlaşmaya, bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir barışmaya götürecek olan bir anlayışla revize etmemiz lazım, gözden geçirmemiz lazım. Yapılan iş aslında budur. Eğitim sadece 5 yıldan 8 yıla çıkarmıyoruz. Biz, eğitim sisteminin Türkiye'nin geleceği için yetiştirmesi gereken insan tipini tartışıyoruz. Bu çocuklar demin söylediğim gibi hem teknolojinin bütün imkânlarından yararlanacaklardır. Dünyadaki en ileri eğitim sistemlerinin sahip olduğu bütün imkânları kullanacaklardır. Hem çağdaş dünyanın gerektirdiği bütün bilgilerle donatılacaklardır. Ama aynı zamanda millî ve manevî değerlerine bağlı onları gerektiği şekilde öğrenmiş nesiller olacaklardır.

Biz, eğer eğitimde bunu sağlayamazsak, çok gecikmiş olarak, aslında dün yapmamız gereken şeyi gecikmiş olarak bugün yapamazsak, yarın Türkiye'nin gelecek kuşaklarına daha iyi bir Türkiye bırakmamız mümkün değildir. Binaenaleyh eğitim reformunu diğer bütün işlerimizin önünde ekonominin, dış politikanın, aklınıza gelebilecek bütün alanların önünde Türkiye'nin en önemli meselesi olarak görüyoruz. Bugünden itibaren bu meseleyi bir seferberlik anlayışı içerisinde 2 bin yılında ilköğretimde bu hedeflerini mutlaka gerçekleştirmiş bir Türkiye'yi yaratmak için bu reformu mutlaka hayata geçireceğimizi ifade ediyoruz. Buna karşı bize yöneltilen tehditlere, eleştirilere hiçbir zaman itibar etmeyeceğimizi, bunlardan yılmayacağımızı tekrarlıyoruz. İnanıyorum ki, bu işin öncülüğü dolayısıyla, Cumhuriyet tarihimizin bu en önemli reformlarından birisinin hayata geçirilmesindeki şeref payı da diğer ortaklarımızla birlikte Anavatan Partisi'ne ait olacaktır.

Bugün, bir danışma kurulu toplantısı yapılmıştır. Herhalde biraz sonra Başkan vekilimiz Grubumuz'a bilgi verecek. Danışma Kurulu'nda Meclis gündemi yeniden belirlenecektir. Eğer anlaşma sağlanamazsa, biraz sonra Meclis'te oylama suretiyle belirlenecektir. Hükûmet olarak bizim görüşümüz Nüfus Sayım Yasası, 8 Yıllık Zorunlu Eğitim Yasası ve Basın affı'yla ilgili yasa çıkmadan Meclis'in tatile girmemesi, bu yasalar çıkıncaya kadar Meclis'in çalışmaya devam etmesidir.

Bugün muhalefet partileri Danışma Kurulu'na bir talep getirmişler. iki tane yasanın bir tanesi, bu talih oyunlarıyla, kumarhanelerle ilgili yasadır, Cumhurbaşkanı'ndan dönmüştür. Komisyonda daha önceki şekliyle tekrar kabul edilmiştir. Bir tanesi de Türkocağı'nın binasıyla ilgili Vakfa verilmesiyle ilgili Kanun'dur. Bu iki Kanunun birinci sıraya alınmasını talep etmişler. Koalisyon ortaklarımızla da görüştük. Biz bu iki yasanın da görüşülmesine hazırız. Ama daha önceden belirlediğimiz, biraz önce söylediğim üç yasanın, ailenin korunması var, Millî Savunma Bakanlığı'nın zannediyorum diğer partilerinde mutabık olduğu kısa bir iki kanunu var. Ama, en önemli demin söylediğim üç kanundur. O üç kanunun öncelikli görüşülmesi kaydıyla Anavatan Partisi olarak biz tatilden önce kumarhanelerle ilgili ve Türkocağı ile ilgili o Kanun'da, Genel Kurul'da ele alınmasına razıyız. Arkadaşlarımın saat 3'de danışma kararının oylanacağı Genel Kurul'a mutlaka tam kadro ile katılmalarını ve bu doğrultuda gündemin belirlenmesine yardımcı olmalarını rica ediyorum. Aramıza yeni katılan arkadaşlarıma tekrar hoş geldiniz diyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum.