BAŞBAKAN SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM GRUP TOPLANTISI

( 1 Ekim 1997)

 Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Değerli Partili Arkadaşlarım;

Konuşmamın başında, öncelikle bugün başlayan yeni Yasama Yılı'nın hepimize, Partimiz'e ve milletimize hayırlı olmasını diliyorum. Bildiğiniz gibi, 55’inci Hükûmet, geçtiğimiz Yasama Yılı'nın son döneminde kurulmuştur ve Türkiye'nin o tarihte yaşadığı son derece çalkantılı bir dönemi, ağır bir siyasî krizi hep birlikte aştık. 55’inci Hükûmet'in kurulması için hepiniz, bütün milletvekili arkadaşlarım büyük destek vermişlerdir. Gerek Yüce Meclis'te, gerekse icrayı faaliyetlerimizde bütün milletvekili arkadaşlarımın büyük desteğiyle bugüne geldik. Göstermiş olduğunuz bu büyük sorumluluk örneğine şükran hislerimi, bugün Meclis'in açılışı dolayısıyla bir defa daha dile getirmek istiyorum.

Değerli Arkadaşlarım,

Dün itibariyle Hükûmetimiz'in işbaşına gelmesinden bu yana üç ay geçmiştir. Henüz üçüncü ayında olan Hükûmetimiz, bu kısa zaman içerisinde Türkiye'de, bizden önce uzun yıllar boyunca iktidarların yapamadıkları birtakım önemli yapılanmalara girmiştir. Bu üç ay içerisinde yaptığımız en önemli iş, vatandaşımızın devlete olan güven duygusunu yeniden tesis etmektir. Bugün Türkiye'de. üç ay öncesinden, dört ay öncesinden, altı ay öncesinden farklı olarak, artık karamsarlık bulutları değil, Türkiye'nin geleceğine ilişkin iyimserlik bulutları hakimdir. Bugün konuşulan mesele; artık rejimin geleceği değildir, cumhuriyetin temel ilkeleri değildir. Bugün konuşulan mesele; sokaktaki vatandaşımızın kendi öz meseleleridir. geçim meselesidir, pahalılık meselesidir, yatırım meselesidir, hizmet meselesidir. Demek ki, Türkiye rayına girmiştir.

Bunun yanında, demokratik kurum ve kuruluşların, sivil toplum örgütlerinin ve hatta siyasî partilerin geçen dönemde yaşanan kamplaşmaları, gerginlikleri geniş ölçüde son bulmuştur. Bugüne kadar Hükûmet'i kurduğumuz anda açıkladığımız ilkelere Anavatan Partisi olarak harfiyen riayet ettik.

Kimseyle kavga etmedik, kimsenin kişisel hırslarını, kinlerini siyaset sahnesine taşımasına ortak olmadık. Onlara cevap vermedik. Onlara her zaman tekrarladığım bir tek cevabımız var. Biz, siyaseti insanımıza, milletimize hizmet aracı olarak görürüz. Kavga etmek isteyenlere hizmetle, ülkede bunalım çıkarmak isteyenlere icraatla cevap vermek zorundayız. Bu arada, hırslarını dizginleyemeyip de bize seviyesizce birtakım hakaret edenler olursa, onlar da zamanı gelince cevabını milletimizden alacaklardır. Ama, hızını alamayıp bana "Onbaşı" diyerek hakaret ettiğini zanneden kişiye şunu demek istiyorum: 'Ben bu Yüce Milletin emrinde değil onbaşı, sade bir nefer olarak bile hizmet etmekten gurur duyarım.'

Değerli Arkadaşlarım;

Halen Meclis'te bulunan dokunulmazlık dosyalarının bir an önce görüşülmesini sağlamak, bu Yasama Yılı'nda toplumun bu Meclis'ten beklediği en önemli görevlerden birisidir.

Yine, bu üç aylık dönem içerisinde, 1970'ten beri devletin beş yıllık planlarında yazılı olduğu halde, eğitim şuralarında karar alınmış olduğu halde, hiçbir iktidarın uygulamaya koymaya cesaret edemediği 8 Yıllık Zorunlu Eğitim Reformu'nu da bir seferberlik anlayışı içerisinde uygulamaya koyduk.

Her yerde söylüyorum, bizim başlattığımız bu eğitim reformu, sadece zorunlu eğitimi 5 yıldan 8 yıla çıkarmaktan ibaret bir adım değildir. Netice itibariyle Türkiye'de bugüne kadar, yani bu uygulama başlamadan önce, zaten ilkokul seviyesinde yüzde 90 küsurlarda, ortaokul seviyesinde yüzde 70'lerde bir okullaşma oranı gerçekleşmişti. Şimdi, ilkokulla ortaokulu birleştirip, zorunlu eğitimi 8 yıla çıkarıp 8 yıllık okullaşma oranını yüzde 100'e çektiğimiz gibi, Türkiye'yi üç sene içerisinde eğitim açısından belli bir seviyeye getirmeyi sadece şehirlerdeki çocuklarımız için değil, Türkiye'nin en Ücra köyündeki ilköğretim okulunda okuyan çocuğumuza kadar, yani ilköğretim çağında olan 13 milyon çocuğumuza aynı eğitim düzeyini, aynı eğitim standartlarını sağlamayı hedef alıyoruz. Başlattığımız ilköğretim reformu budur. Ama, düşündüğümüz eğitim reformu, sadece ilköğretimden ibaret de değildir. Buna ilaveten, ortaöğretimde mesleki eğitim ağırlıklı bir yapıya geçmeyi hedefliyoruz.

Yükseköğretimde de aynı şekilde eğitim kalitesini artıran, eğitim kalitesini yükselten bir reformun uygulayıcısı olacağız. Bu iş, şimdiye kadar 30 seneden beri ihmal edilmiş olmasından da anlaşılacağı gibi, yapılması söylenmesi kadar kolay bir iş değildir. Sadece 8 yıllık ilköğretimde bunun faturası, 10 milyar dolardır. Devletin 3 yılda yaptığı toplam yatırımı sadece ilköğretime yaparsak, üç sene sonra bu hedefleri her yerde gerçekleştirmiş olacağız. Bu kadar iddialı bir hedefe varabilmek için bildiğiniz gibi, sizlerin oylarıyla Meclis'te kabul edilen yasada "Özel Eğitime Katkı Payı" adı altında bir gelir öngördük. Sadece geçen hafta, bir haftalık sayısal lotodan 8 yıllık eğitime kesilen para 800 milyar liradır,

zannediyorum bu hafta daha fazla olacak.

Her içilen sigaradan, her içilen alkollü veya alkolsüz içkiden eğitime katkı payı alıyoruz. Tapuda yapılan her muameleden eğitime katkı payı alıyoruz. Her türlü taşıt satışından eğitime katkı payı alıyoruz. Bugüne kadar zannediyorum yanlış bir uygulama olmuş. Maliye Bakanlığı'nın tebliğini yanlış yorumlamışlar, iştirak halindeki mülkiyetin her hissesi üzerinden 5'er milyon lira almışlar. Halbuki bizim söylediğimiz, işlem üzerindendir.

Yani, 100 tane de ortak olsa, o işlemden bir tek eğitime katkı payı alınacaktır, o şimdi düzeltilmiştir. Ayrıca, her beyannameden eğitime katkı payı alıyoruz. Yani, sigorta beyannamesi, vergi beyannamesi dolduran herkes, normal harcına ilaveten eğitime katkı payı ödemek zorundadır ve eğitime katkı payı adı altında

aldığımız bu geçici vergiyi üç sene devam ettireceğiz. Kanuna göre, 2000 yılına kadar bu paraları tahsil edeceğiz ve mutlaka Türkiye'yi artık 100 çocuğun aynı sınıfta okuduğu, 5 sınıfın bir arada eğitim gördüğü, öğretmensizlikten, araçsızlıktan, eğitim yapılamayan bir ülke olma ayıbından kurtaracağız.

Değerli Arkadaşlarım;

Türkiye'nin çağdaş dünyayı yakalayabilmesi için başlattığımız bu eğitim seferberliği, din istismarcıları tarafından hem sabote edilmeye hem de provake edilmeye çalışılmıştır. Bu din istismarcıları, 8 yıllık eğitim uygulamasıyla birlikte, Türkiye'de din eğitiminin engelleneceği yalanını söylemişlerdir. Her zaman bu kürsüden söylediğim gibi, yüce dinimiz İslâmiyet, hiçbir partinin veya hiçbir güruhun tekelinde değildir. Bu millet dinini Refah Partisi'nden öğrenmemiştir. Yurt dışından ithal ettikleri din anlayışlarını kendi siyasî çıkarlarına payanda yapanlar, aslında İslâmiyet’e en büyük zararı verenlerdir. Hiç kimse şüphe etmesin ki, bu dinin asıl sahibi Cenab-ı Allah'tır. Dinimizin en büyük güvencesi de, yüzyıllardan beri olduğu gibi, Türk Milleti'nin tertemiz itikadıdır.

Milletimizin şu geçen zaman zarfında gördüğü gibi, onların söyledikleri yalanların tam tersine, din eğitimi bugün eskisinden daha geniş kapsamlı olarak, daha sağlıklı bir şekilde devam etmektedir. Örgün eğitime ilaveten, yani normal İmam hatip liselerinde yapılan din eğitimine ilaveten, yaygın din eğitimini düzenlemek için Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yönetmeliğinde değişiklik yaptık. Partimiz'in iradesine rağmen, Genel Kurul'da kanun metninden çıkarılan 4'üncü Madde'nin yarattığı boşluğu doldurmak için, Diyanet İşleri Yönetmeliği'nde değişiklik yaptık. Binaenaleyh, din eğitimi, İmam hatip okullarının yanında, bugün yaygın eğitim olarak Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da , hem de eskisinden daha geniş seçenekli olarak, hafta sonu kursları, akşam kursları, yaz kursları olarak düzenlenmektedir. Hafızlık kurslarındaki uygulamada da herhangi bir değişiklik yapılmamıştır.

Ayrıca, sanıyorum bu haftadan itibaren TRT'nin 4'üncü Kanalı'nı da, yaygın din eğitimi için tahsis ediyoruz. Böylece, halkımız din eğitimini en sağlıklı ve en uygun biçimde alacaktır. Ama, din eğitiminin engellendiğini kendilerine siyaset silahı yapmaya çalışanların amacı, vatandaşlarımızın dinini aslına uygun olarak öğrenmeleri filan değildir. Onların bu yoldan ulaşmak istedikleri asıl hedef, din eğitimi yoluyla kendi siyasî propagandalarını yapmaktır, kendilerine siyasî taraftar bulabilmektir. Buna izin verilmeyecektir. Kendi dini kurumlarını, vatandaşın parasıyla ayakta duran kendi kurumlarını, okullarını bir partinin karargahı haline getiren, buna izin veren bir devlet, devletliğini inkar etmiş demektir.

Değerli Arkadaşlarım;

Kanun çıkarken; bu kışkırtmalarla vatandaşlar Anavatan Partisi'ne karşı yönlendirilecek, bize karşı tepkiler oluşturulacak diye birçok arkadaşımın da endişesi vardı. Ama ben gittiğim yerlerde gördüm ki, kışkırtmalara aldırmayan vatandaşlarımız 8 yıllık eğitime sahip çıkmışlardır. 8 yıllık eğitimin Türkiye için ne kadar lüzumlu, ne kadar faydalı olduğu, itikadına sahip olan vatandaşlarımız dahi gayet iyi anlamışlardır. İşte, Refah Partisi'nin dışarıdan desteklemeye çalıştığı Cuma namazı eylemlerinin bir türlü istenilen rağbeti görmemesinin altında yatan esas sebep budur.

Değerli Arkadaşlarım;

Politikalarının temelini yalan ve çarpıtma. Üzerine kuranlar, bu konuda o kadar akıl almaz yöntemlere başvurmaktadırlar ki, şimdi de Anavatan Partisi olarak bizim 163'üncü Madde benzeri bir düzenlemeyi Meclis'e getireceğimizi ve Meclis'ten geçireceğimizi yaymaya çalışmaktadırlar.

Değerli Arkadaşlarım;

13 seneden beri söylüyoruz, duymayanlar için bir defa daha söylüyorum: Anavatan Partisi, bu memlekete din ve vicdan hürriyetini, düşünce hürriyetini, teşebbüs hürriyetini getiren partidir. Anavatan Partisi'nin kaldırdığı bir yasayı yeniden geçirmesi söz konusu olamaz. Bu söylediğim hürriyetlerde, Anavatan Partisi'nin Türkiye'ye getirmiş olduğu, hürriyetlerde yasaklamayı, kısıtlamayı, geriye gidişi amaçlayan bir düzenleme, bir düşünce bizim düşüncemiz olamaz, bizim icraatımız olamaz. Biz, her türlü düşüncenin özgürce ifade edilmesinden yanayız. Bu, aslında demokrasinin, demokratik devletin de temelidir.

İnsan hak ve özgürlükleriyle ifade hürriyetini en geniş şekilde sağlamak zorundayız. En iyi şekilde de korumak zorundayız. Aksi halde, vatandaşına önem vermeyen, onun hak ve hürriyetlerine saygı duymayan, baskıcı, totaliter rejimlerin durumuna düşeriz. Ama, bunun yanında görmemiz gereken bir başka gerçek var. Maalesef, Türkiye'de din ve vicdan hürriyetine bizim gözümüzle bakmayanlar, vatandaşın dini duygularından, dini inancından, itikadından kendisine siyasî çıkar sağlamak isteyenler var. Yani, vatandaşımızın bu duygularını istismar edenler var. Hemen söyleyeyim ki, Hükûmetimiz de, Partimiz de bu konuda son derece duyarlıdır. İrtica ile mücadele, en başta Hükûmetin görevidir ve irtica ile mücadele, bundan böyle de Hükûmet tarafından kesintisiz devam ettirilecektir. Bu mücadelede en önemli prensibimiz, samimi Müslümanlar'la diğerlerinin, o söylediğim istismarcıların birbirine karıştırılmamasıdır. Samimi Müslümanlar'ın rencide edilmemesidir. Ama, bu tür yanlış faaliyetleriyle İslâmiyet'e zarar verenlerin, irticai faaliyetlere bulaşanların bizden müsamaha görmesi de mümkün değildir.

Böylece, samimi Müslümanlar'ın töhmet altında kalmış olmaları da önlenmiş olacaktır. Bu, son derece ince bir ayırımdır, son derece hassasiyet gerektiren bir konudur. bütün arkadaşlarımın, özellikle 8 Yıllık Kesintisiz Eğitim Yasası'nın Grubumuzda tartışılması, Genel Kurul'da görüşülmesi sırasında gösterdikleri sağduyuyu, gösterdikleri özeni, bundan sonra devamlı göstermelerini rica ediyorum.

Biz, samimi Müslümanların sahibiyiz, biz samimi Müslümanların güvencesiyiz, biz onların hürriyetlerinin koruyucusuyuz, ama biz, bunları istismar edenlerin de amansız düşmanı olmak zorundayız.

Değerli Arkadaşlarım;

Bildiğiniz gibi, Almanya'ya iki günlük bir ziyaret yaptım. Bu ziyaret, ben Hükûmete geldikten birkaç gün sonra Alman Başbakanı tarafından bana iletilmiştir. Bildiğiniz gibi, Türkiye'nin Avrupa Birliği ile ilişkileri, bugün her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır. Bugün her zamankinden daha fazla önem taşımasının sebebi şudur. Avrupa Birliği, bu sene sonundan önce, aralık ayı ortasında bir zirve toplantısı yapacaktır. O zirve toplantısında şu anda 15 ülkeden ibaret olan Avrupa Birliği'nin, önümüzdeki 10--15 sene içerisinde ne kadar genişleyeceği, bu genişlemenin içinde hangi ülkelerin olacağı karara bağlanacaktır. Ama, bunun önemi şuradadır. Eğer, bu sene alınacak olan bu kararda, bu genişlemenin içinde olmazsak, ileride olmamız fiilen mümkün olmayacaktır. Çünkü, Avrupa Birliği, bu seneden itibaren kendi içinde çok hızlı bir kurumlaşmaya, çok hızlı bir yapılaşmaya geçecektir. Mesela, iki sene içinde tek paraya geçilecektir. Bütün mark, frank, sterlin kalkacak EUREU adı altında Avrupa parası olacaktır. Bütün ülkelerin merkez bankaları yanında hepsinin ortak bir merkez bankası olacaktır. Yani, para politikaları, ekonomi politikaları artık tek elden yönetilmeye başlanacaktır.

Bu Aralık ayında Avrupa Birliği'nin önümüzdeki dönemde bu genişleme süreci içerisinde almayı düşündüğü ülkelerle bu konularda da çok yakın bir işbirliği, ilişki, uyum sağlanacaktır. Bunun dışında kalan ülkelerin, artık 10--l5 sene sonra kendi içinde bu kadar kurumlaşmış bir Birlik'e üye olmaları fiilen mümkün değildir. Yani, şunu söylemek istiyorum. Bu sene sonunda alınacak genişleme konusundaki karar, daha önce de alındığı gibi, bir aşamaya mahsus bir karar değildir. nihaî bir karardır. Burada alınacak kararla, Avrupa'nın bundan sonraki Avrupa Birliği'nin nihaî sınırları belirlenecektir.

Biliyorsunuz, geçen dönemde bu konuda Türkiye'de iç politikada milletimize bol bol vaatlerde bulunulmuştur. Avrupa'ya ha girdik ha giriyoruz, tam üye olduk, oluyoruz masalları anlatılmıştır. ama, biz Hükûmete geldikten 10--15 gün sonra, maalesef Avrupa Komisyonu, bu söylediğim aralık ayında toplanacak zirveye sunulmak üzere, genişleme konusunda bir öneri paketi hazırlamıştır, bir rapor hazırlamıştır ve Komisyon, Avrupa Birliği'ne yaptığı öneride ilk aşamada 5 ülkenin, ikinci aşamada 6 ülkenin alınmasını. yani, Avrupa Birliği'nin bugünkü 15 üyesine ilaveten 11 üyenin daha önümüzdeki 10 sene içinde Avrupa Birliği'ne tam üye olmasını önermektedir. Bu 11 ülkenin içinde Türkiye yoktur. Yani, bırakınız daha önce milletimize anlatıldığı gibi bugün yarın tam üye olmayı, önümüzdeki 10 sene sonrasında dahi, hatta bütün geleceği kapsayacak şekilde Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olamaması gündeme gelmiştir.

1963'ten beri Avrupa rayında ilerleyen Türkiye treni, ilk defa olarak rayından çıkmıştır veya şimdiye kadar, 1960'tan beri Avrupa Birliği'ne tam üyelik hedefine yönelmiş olan Türk dış politikasının rotası, eğer bu Komisyon önerisi kabul edilirse, Avrupa Birliği'nin kararı haline gelirse, ilk defa olarak rotasından çıkmış olacaktır.

Değerli Arkadaşlarım;

Almanya'ya ziyaretimiz, en başta bu açıdan önemliydi. Çünkü, bizim Avrupa Birliği ile tam Üyeliğimizin önündeki en önemli engel olarak, hep Almanya gösteriliyordu. Almanya'nın bizim tam Üyeliğimizle ilgili birtakım endişeleri olduğu, bize resmi ağızlardan da ifade ediliyordu ve bunların bazılarının altında da kendileri açısından haklı sebepler söz konusu idi. Çünkü, bugün Avrupa Birliği'nin bütçesinin yüzde 19'unu Almanya ödüyor. Ama, bu yüzde 19 dediğim zaman, her ülkenin Birlik bütçesine yaptığı katkıyı söylüyorum. Halbuki, bu katkıdan üye ülkeler aynı zamanda pay alıyorlar. Mesela, zannediyorum İspanya çeşitli şekillerde her sene 8 milyar dolar alıyor, Yunanistan da ona yakın bir para alıyor.

Şimdi, bir ülkenin ödediği parayla çektiği parayı, bu fonlardan kullandığı paraları birlikte hesap ederseniz; yani, aldığı parayı ödediğinden mahsup ederseniz, neticede Avrupa Birliği'nin toplam bütçesinin yüzde 60'ını tek başına Almanya karşılıyor.

Şimdi, bütçesinin yüzde 60'ını tek başına karşıladığı bir Birlikte, tabiî kî Almanya söz sahibi durumundadır. Türkiye, Almanya bakımından iki açıdan önem taşıyor. Birincisi, Türkiye bugün 65 milyon, yurt dışı ile birlikte 70 milyona yakın bir nüfusa sahip. Hesaplamalara göre de 2010 yılında nüfusumuz 80 milyonu aşmış olacak. Şimdi, bu kadar bir nüfus demek, hele bu nüfusun fert başına gelirinin Avrupa Birliği'nin onda biri olduğunu düşünürseniz, Birlik açısından çok önemli bir ek bütçe demektir. Ama, aynı zamanda kendi istihdam piyasasında da çok önemli bir rekabet demektir. Bu nedenle şu ana kadar Almanya, hiçbir zaman bizim tam üyelik hedefimizin mümkün olabileceğini telaffuz etmemiştir.

Bu görüşmemizde ben, Alman Başbakanı'na, Türkiye olarak bizim kimseye yük olmak istemediğimizi, bizim esasen son derece dinamik bir ekonomiye sahip olduğumuzu, bütün siyasî ve ekonomik istikrarsızlıklara rağmen, geçen sene yüzde 7, bu sene de muhtemelen yüzde 6 bir gelişme hızını gerçekleştirdiğimizi, serbest piyasa ekonomisine ve dışa açık ekonomik modele geçişte çok cesur kararlar aldığımızı, Gümrük Birliğinden iki seneden beri devamlı zarar gördüğümüzü, ama, buna mukabil müstakbel faydaları nedeniyle Gümrük Birliği uygulamasına devam ettiğimizi, ancak Komisyon'un yaptığı bu öneriyle; yani Türkiye'nin Avrupa Birliği'nin genişleme sürecinden dışlanmasıyla Türkiye açısından bu rotamızı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu ve bu konuda Almanya'nın desteğine ihtiyacımız olduğunu söyledim.

Bana Alman Başbakanı'nın verdiği cevap aynen şöyledir. "Bu konunun Türkiye'de ne kadar yanlış şekilde saptırılarak yansıtıldığını biliyorum. Siz Türkler, tarih boyunca bizi hiç yalnız bırakmadınız. Doğru yaptığımız zaman da, yanlış yaptığımız zaman da hep yanımızda oldunuz. Bugün şartlar değişti, dünyadaki şartlar değişti, ama, Almanya olarak bizim size bir vefa borcumuz var. Onun için, biz sizi bu Avrupa Birliği meselesinde yalnız bırakmayacağız. Biz, sizin tam üyelik hedefinizi destekliyoruz. Bu desteğe ulaşmanız için de gerekli her türlü yardımı yapacağız. Ama, bizim, sizin üyeliğinizden kaynaklanan bir tane önemli endişemiz var, diğer hepsi hallolur. Zaten bir kısmı sizin iç meselenizdir, bir kısım ekonomik meselelerinize biz de yardımcı oluruz. Bir tane önemli mesele var, o da serbest dolaşım meselesi. Bugün Almanya'da 2 milyondan fazla Türk yaşıyor. Yarın eğer serbest dolaşım uygulamaya konulursa, korkuyoruz ki, Türkiye'den Almanya'ya 7-8 milyon insan iş aramak için gelecek. Biz Almanya'daki bugünkü nüfusu ve onun her seneki artışını kendi imkânlarımızla karşılayabiliriz, onları tatmin edebiliriz. Yani, 2 milyonu, 3 milyonu, 5 milyonu biz taşıyabiliriz, ama bu 10 milyon olduğu zaman biz Almanya'yı yönetemeyiz, kontrol edemeyiz. Bizim bütün dengelerimiz bozulur. Onun için, size her türlü ekonomik yardımı yapmaya hazırız,

sizinle her türlü işbirliğine hazırız. Tam üyelik hedefinizi de destekliyoruz..." Hatta bana şunu söyledi: "O size bol bol vaatte bulunanlar, toplantı gelince hiçbiri ağzını açmaz. Lüksemburg'da sizi ben savunacağım. Ancak, sizden bir tek şey istiyoruz. Bu tam üyeliğiniz gerçekleşinceye kadar, bu serbest dolaşım işini, bize de zarar vermeyecek şekilde aramızda bir çözüme bağlayalım."

Esasen, daha önce tam üye olarak alınan bazı ülkelerde de, bundan sonra bizim dışımızda alınması düşünülen Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerde de, şu anda Avrupa'da ve Almanya'da hakim olan yüksek işsizlik nedeniyle birtakım sınırlamalar getirilmiştir, birtakım geçiş dönemleri getirilmiştir. Yani, tam üye olduğu anda, otomatikman serbest dolaşımdan yararlanma söz konusu olmayacaktır. Ülkelerin durumuna göre, işsizlik oranlarına göre bu serbest dolaşım tam üyelikten daha geç olarak uygulanabilecektir. Bizden tek istedikleri budur, ben de bunu kabul ettim. Yani, serbest dolaşım meselesi, onlara da zarar vermeyecek. Tabii, Türkiye olarak temelli bu hakkımızdan vazgeçmemiz söz konusu olamaz ama, bu söylediği geçici sıkıntılara çözüm olacak bir geçici düzenlemeyi birlikte yapmak konusunu kabul ettik.

Şimdi, böylece Türkiye'nin önündeki en önemli engel aşılmış oluyor. Aslında, yaptığımız iş, raydan çıkan treni tekrar raya oturtmaktan ibarettir veyahut da rotasını kaybetmiş bir geminin rotasını yeniden doğru şekilde tespitten ibarettir. Ne zaman üye olacağımız şu anda belli değildir. Üyeliğimiz sadece başkalarının değil, başkalarından çok bizim başarımıza, bizim icraatımıza, bizim performansımıza bağlıdır. Rakamlar ortadadır, onların fert başına geliri ile bizim fert başına gelirimizin arasında 10 misli fark vardır. Bizde fert başına gelir 3 bin dolardır, onlarda 30 bin dolardır. Onlarda enflasyon yıllık yüzde 2'dir, bizde yüzde 80'in üzerindedir.

Biz bu rakamlarımızı onların seviyesine indirmedikçe veya çıkarmadıkça, yani onlara yakın bir şeye ulaşmadıkça, hiç olmazsa o Birlik içerisinde en yüksek enflasyona sahip olan veya en düşük gelire sahip olan ülkelere yaklaşmadıkça, bizim zaten üye olmak kendi menfaatimize de değildir. Onun için, önümüzde bir dönem var. Bu dönemin uzunluğunu, kısalığını tamamen biz tayin edeceğiz, gerek siyasî alanda, gerek ekonomik alanda atacağımız adımlar tayin edecektir.

Tekrar söylüyorum; önemli olan, önümüzdeki tehlike, bu hedefin önümüzden çekilmesiydi, perspektifin kaybedilmesiydi, rotanın kaybedilmesi, trenin raydan çıkmasıydı. Şimdi, tren raya oturmuştur, ama trenin sürati bize bağlıdır. Evvela şimdi Meclis açıldı, önümüzdeki haftalarda birtakım uyum yasalarını getireceğiz. Mahalli idarelerle ilgili düzenlemeler getireceğiz. Önemli bazı kanun tasarılarının getireceğiz, evvela onları Meclis'ten geçirmemiz lazım. Ortaklarımızı ikna edeceğiz, dışarıdan destekleyenleri ikna edeceğiz, muhalefeti ikna edeceğiz. Şimdiye kadar yeterince mesafe alamadığımız özelleştirme gibi konuları, sosyal güvenlik sisteminin revizyonu gibi meselelerimizi halledeceğiz.

Bugün sağladığımız siyasî istikrarın yanına, ekonomik istikrarı ekleyeceğiz ve ben inanıyorum ki, 0 zaman artık biz Avrupa Birliği'ne tam üye olmak için, bugünkü gibi gidip mücadele vermek durumunda kalmayacağız. Çünkü, öyle bir Türkiye, Avrupa Birliği açısından da mutlaka kazanılması gereken, hiçbir halükarda göz ardı edilmeyecek bir ülke olacak.

Binaenaleyh, şu anda geldiğimiz nokta, daha önceki yanlış gelişmeleri, daha önce ortaya çıkan riskleri, tehlikeleri geniş ölçüde bertaraf ettiğimiz bir noktadır. Ama, bunu sağlama bağlamak için önümüzdeki iki ay içerisinde bu temaslara devam edeceğiz. Ben bir hafta sonra Avrupa Konseyi'nde, bütün Avrupa Konseyi'nin hükûmet başkanlarıyla bir araya geleceğim. Bu Avrupa Birliği'ne dahil ülkelerin başbakanlarıyla da görüşeceğim. Bir iki ülkeye de yine kısa ziyaretler yapacağım, aynı şeyi onlara da söyleyeceğim, onların da desteğini almaya çalışacağım ve Kasım ayının sonunda tekrar Almanya ile görüşeceğim. Umuyorum ki Aralık ayında bizi rencide etmeyecek, bizim önümüzü kapatmayacak tam tersine, Türkiye'nin kendi başarısına, kendi icraatına bağlı olarak tam üyelik hedefini açık tutacak bir kararın alınmasını sağlayacağız. Yani, şu anda işler olumlu bir noktadadır, ama bunu şansa bırakamayız, önümüzdeki dönemde de takip etmek zorundayız. Özellikle şu önümüzdeki üç ay fevkalâde önemli bir dönemdir. Meclis olarak da bu çalışmalarda çok önemli bir yerimiz olacaktır.

Değerli Arkadaşlarım;

Son değinmek istediğim konu... Orada tabiî, Alman iş çevreleriyle görüştüm, onları Türkiye'de yatırım yapmaya çağırdım, Türk işadamlarıyla görüştüm, Türk vatandaşlarıyla görüştüm. Şimdiye kadar ki ziyaretlerimde veya buraya gelen heyetlerde bana en çok iletilen yurt dışındaki vatandaşlarımızın taleplerinin başında, Türkiye'deki seçimlerde oy kullanma geliyordu. Biliyorsunuz, biz 1995'te anayasayı değiştirdik, yurt dışındaki vatandaşlarımızın bulundukları ülkelerde oy kullanmasına anayasal bakımından imkân getirdik. Ama, bunun uygulanabilmesi için bir kanunun geçmesi lazımdı. 1995'te anayasadaki o değişiklikten iki ay sonra seçim kararı alındı, dört ay sonra seçime gidildi. Binaenaleyh, o süre zarfında Meclis bu kanunu çıkaramadı. Bu kanunu çıkaramadığı için de, son

seçimlerde vatandaşlarımız Anayasa imkân verdiği halde, yine eskiden olduğu gibi, 1987'de Anavatan Partisi'nin getirdiği gibi gümrük kapılarında oy kullandılar. Gümrük kapılarında oy kullanan vatandaşlarımız, yurt dışındaki toplam seçmenlerin ancak yüzde 5'i kadardır. O zamandan beri bu konuda Yüksek Seçim Kurulu'nun çalışması devam ediyor. Meclis'te kurduğumuz Partilerarası Uyum Komisyonu'nun çalışması da devam ediyor. Geçen hafta Hükûmet olarak Yüksek Seçim Kurulu ile görüştük ve Hükûmet'te bunu değerlendirdik. Gördük ki, şu ana kadar yapılan bütün çalışmaların ortaya koyduğu husus, yurt dışındaki

vatandaşlarımızın buradaki seçimlere katılabilmeleri için tek yol, mektupla oy kullanmaktır.

Şimdi, bununla ilgili bir kanun tasarısı hazırlıyoruz. Eğer, diğer bütün gruplarla da mutabakat sağlayabilirsek bir ortak kanun teklifi olarak da Meclis'e gelebilir, ama bir Hükûmet tasarısı olarak da gelebilir. Bunu bir ay içerisinde tamamlamayı, hazırlamayı planlıyoruz. Önümüzdeki ay başında Meclise getireceğiz, kasım ayında bunu Meclis'ten geçirmeyi düşünüyoruz.

Biliyorsunuz, 30 Kasım tarihinde Türkiye'de nüfus sayımı yapılacak. Nüfus sayımı ile aynı gün de seçmen kütüklerinin yeniden yazımı yapılacak. Yani, 30 Kasım Pazar günü evleri dolaşacak olan nüfus memurlarının yanında, Seçim Kurulu'nun görevlendirdiği seçmen kütük memurları olacaklar. Birisi nüfus sayımını yaparken, diğeri seçmen kütüğüne yazacak.

Yurt dışındaki bu sayım işlemi bittikten hemen sonra, eğer bu kanunu Kasım ayında çıkarabilirsek, aralık başında yurt dışındaki vatandaşlarımızın seçmen kütüğünün yazımını başlatacağız. Kanunda onlara bir süre vereceğiz. Yüksek Seçim Kurulu, bu iş için en az 4 aylık bir süre istiyor. 4 ay zarfında 0 vatandaşlarımız konsolosluklar marifetiyle, oralara başvurarak seçmen kütüğüne yazılacaklar. Seçim Kurulu'nun bize söylediğine göre, bütün bu işlemlerle birlikte, 6 ila 8 aylık bir zamana ihtiyaç var. Yani, 1998 yılı sonbaharında olacak bir seçimde, eğer bu kanun bu sene sonundan önce çıkarsa, yurt dışındaki bütün vatandaşlarımız da Türkiye'deki seçimler için oy kullanma imkânına sahip olacaktır. Tabiî, vatandaşlarımızın buna ilaveten bir arzusu daha var. şu anki anayasaya göre, vatandaşlarımız yurt dışında oy kullanabiliyorlar ama, seçim bölgesi ihdas edilemiyor. Bizim Anayasamız seçim bölgelerinin ancak Türkiye dahilinde olmasını öngörüyor. Onlar ise, kendilerinin ayrı bir seçim bölgesi olmasını, dolayısıyla seçme hakları yanında seçilme haklarının da olmasını istiyorlar. Yani, mesela Almanya'nın bir seçim bölgesi olmasını ve Almanya'nın da milletvekili adaylarının olmasını istiyorlar. Almanya'daki Türkler'in kendi aralarından aday gösterilmesini istiyorlar. Bunun olabilmesi, ancak anayasa değişikliğine bağlı. Bu konuda da diğer partilerle temas edeceğiz, eğer bir uzlaşma sağlanabilirse, bir anayasa değişikliğiyle o da mümkün olabilir. Ama, şu anda bizim taahhüdümüz, seçme hakkıyla ilgilidir. Yani, bugüne kadar gümrük kapılarında oy kullanan vatandaşlarımız, bundan sonra mektupla bulundukları ülkelerden Türkiye'deki Seçim Kurulu'na doğrudan doğruya oylarını göndereceklerdir ve gönderdikleri oylar Türkiye'deki seçim bölgelerinin oylarına ilave edilecektir.

Son olarak, biraz önce çeşitli partilerden ayrılarak Partimiz'e katılan 21 Belediye Başkanı arkadaşıma, Belediye Meclis Üyesi arkadaşlarıma Anavatan Partisi adına, hepiniz adına tekrar aramıza hoş geldiniz diyorum.

Bundan sonra inşallah elbirliğiyle arkadaşlarımızın kendi beldeleri de dahil, hizmetlerimize devam edeceğiz. Bu önümüzdeki Yasama yılının, sadece Partimiz'in geleceği açısından değil, Türkiye'nin geleceği açısından son derece hayati öneme sahip olduğunu bir defa daha vurguluyorum. bütün arkadaşlarıma saygılarımı, sevgilerimi sunuyorum.