BAŞBAKAN SAYIN MESUT YILMAZ'IN
ANAP GRUP TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA

(22 Ekim 1997)

 Değerli Arkadaşlarım;

Evvela Başkanlık Divanı'nın teşekkülü ile fiilen başlayan yeni Yasama Yılı'nın memleketimize, Meclisimiz'e hayırlı olmasını diliyorum. Biraz önce partimize katılan üç Belediye Başkanı arkadaşımıza ve onlarla beraber katılan Belediye Meclisi Üyesi arkadaşlarıma, Anavatan ailesi adına aramıza hoş geldiniz diyorum.

Değerli Arkadaşlarım;

Bu vesileyle Meclis'in 2'nci Yasama Yılı'nı tamamlamış olması dolayısıyla bir Meclis Başkanlığı seçimi geçirdik. Bu Meclis Başkanlığı seçimi Türkiye'de siyasî partilerin gerçek yüzünü kamuoyuna teşhir etmesi bakımından, aslında fevkalade önemli bir seçim olmuştur.

Ne diyor Anayasamız; “Meclis Başkanlığı'na partiler aday gösteremez. Bütün milletvekilleri bu konuda kendi kanaatlerine göre gizli oy kullanırlar, Grup kararı alınamaz." Ama bakın, bizden başka siyasî partiler --koalisyon ortaklarımızı söylemiyorum-- onlar baştan açıklamışlardır kendi adaylarını göstermeyeceklerini, bize destek olacaklarını. Onun dışındaki muhalefet partileri bu seçimde adaylarını parti olarak göstermişlerdir ve adeta kendi adaylarını desteklemek için

gizli grup kararı uygulamışlardır. Bu seçime birden fazla adayla katılan, Anayasa'nın lafzına ve ruhuna uygun olarak bu seçime katılmak isteyen bütün arkadaşlarım, bu yüce makama talip olan arkadaşlarımızın aday olmasına imkân sağlayan tek parti Anavatan Partisi'dir. Dört arkadaşımızın Meclis Başkanlığı'na aday olmuşlardır. Ben, dört arkadaşımla görüştüm, aday olmalarından memnunluk duyduğumu ifade ettim. Ama biz, aynı zamanda bir siyasî partiyiz. Bir siyasî partinin genel başkanı olarak partimin bu seçimlerde yara almamasını sağlamak görevi de en başta bana düşer. Arkadaşlarıma dedim ki; “Girin, Grub'un temayülünü, Meclis'in temayülünü görün ondan sonra gerekli dayanışmayı gösterin son iki turda Grubumuz birlik içerisinde hareket etsin.

Ama seçimler sırasında görülen nedir? En fazla milletvekiline sahip olmak övünen parti, seçimin ikinci turunda Meclis'e en layık Başkan olarak lanse ettiği kendi adayını bırakmış, bizim bir arkadaşımıza destek vermiştir. İyi niyetle mi vermiştir, bu arkadaşımızı başkan seçmek için mi vermiştir? Hayır. Sadece, bizi birbirimize düşürmek için vermiştir.

İkinci turdan sonra ben Sayın Kamran İnan’ı davet ettim, kendisine dedim ki; "Eğer Refah Partisi sizi desteklemekte samimi ise, ben üç arkadaşıma da rica edeceğim, adaylıktan çekilecekler, sizi oy birliğiyle Meclis Başkanı seçelim", ama Refah Partisi razı olmadı. Çünkü, Refah Partisi'nin hedefi, Meclis'i en iyi yönetecek, Meclis'in itibarını en iyi koruyacak, Meclis'i en iyi temsil edecek durumda olan kişiyi Başkan seçmek değildi. Refah Partisi, bu Meclis seçimini de, Parlamento'nun itibarını düşürmek, sağlık nedeniyle bu görevi gereğince yerine getiremeyecek değerli bir arkadaşımızı buraya aday göstermek suretiyle, adeta rejimle, sistemle kavga etmek için bir vesile olarak benimsemiştir.

Evvela, arkadaşlarıma, bu oyuna gelmedikleri için, bu oyunu bozdukları için teşekkür ediyorum. Tabiî ki, gönlümüz isterdi ki, Meclis Başkanı bizim arkadaşlarımızdan birisi olsun; ama, bu Meclis'in aritmetiği ortada idi. Biz, bunu, 8 yıllık Zorunlu Eğitim Yasası'nın oylamasında da gördük. Cumhuriyet Halk Partisi bizim ile birlikte hareket etmediği takdirde, bizim adayımızın seçilmesi mümkün değildi. Ben bunu baştan gördüğüm için dedim ki, "Bu seçimlerde ya Cumhuriyet Halk Partisi'nin adayı başkan çıkar, ya bizim arkadaşlarımızdan birisi başkan çıkar. Cumhuriyet Halk Partisi, kendi adayını gösterdiğine göre, diğer muhalefet partilerinin birinci hedefi de Sayın Kalemli'nin bu göreve seçilmemesi olduğuna göre, durum ortada idi. Bu durumda, Meclis idaresiyle bir çekişmeye gitmek, Meclis'in itibarına gölge düşürürdü.

Arkadaşlarımız en doğru hareketi yapmışlardır, sağduyulu davranmışlardır. Meclis Başkanlığı'na seçilen arkadaşımız, bu görevi yapacak ehliyette bir arkadaşımız, ılımlı bir arkadaşımızdır, bizim güvendiğimiz bir arkadaşımızdır. Dolayısıyla, Meclis Başkanlığı seçimi, Refah Partisi'nin bu seçimi başka maksatlara alet etme niyetine rağmen, Meclis'in sağduyusuyla sonuçlanmıştır.

Ben, bu vesileyle, iki yıldan beri Meclis Başkanlığı'nı en başarılı şekilde yürüten, Meclis'in itibarını demokratik sistemi içerisinde, Meclis'in konumunu korumada azami itinayı, titizliği gösteren Mustafa Kalemli arkadaşıma, bütün partimiz adına teşekkür ediyorum.

Değerli Arkadaşlarım;

Önümüzdeki yasa yılı, geçen yasama yılından daha zor bir yasa yılı olacaktır. Çünkü, siyasî partilerin asıl millet nezdinde değerlendirilecekleri yer muhalefet değildir, iktidardır. Partilerin marifetlerini gösterecekleri yer hükümettir ve Anavatan Partisi şu anda hükümetin büyük ortağıdır. Bundan sonra Türkiye'de olacak olan bütün iyi işler bizim hanemize yazılacaktır, olacak bütün kötü İşlerin hesabı da bizden sorulacaktır.

Bu kadar ağır bir yükü bu kadar ağır bir dönemde üstlenmiş olmamıza rağmen, parti olarak Meclis'te çoğunluğa sahip değiliz. Hükûmet olarak da, çoğunluğu sahip değiliz. Üç partili bir koalisyon Hükûmetiyiz ama Meclis'te de azınlık Hükûmetiyiz. Binaenaleyh, Meclis'te karar alabilmemiz için, Meclis'ten kanun geçirebilmemiz için, mutla bizim dışımızdaki, hükümet dışındaki partilerden birisinin desteğine ihtiyacımız vardır. Bu şartlarda hükümet olmak, hele böyle bir dönemde hükümet olmak, aslında fevkalade ağır bir sorumluluktur.

Bu kadar ağır bir sorumluluğu üstlenmişken, hiç tahammülümüz olmayan, hiç taşıyamayacağımız husus, parti Grubumuzun içerisinde bir takım dağınıklıkların, birtakım bölünmelerin yaşanmasıdır. Geçmişte, bütün tahriklere rağmen bizim dışımızdaki partilerin bize kurdukları bütün tuzaklara rağmen, parti olarak bu konuda çok başarılı bir sınav verdik. İnanıyorum ki, şimdi buna daha çok ihtiyacımız olan, önümüzdeki dönemde de bu dayanışmamızı, bu birliğimizi devam ettireceğiz. İddiayla ve iftiharla söylüyorum, Anavatan Partisi, Türkiye'nin en demokratik partisidir. Anavatan Partisi, önümüzdeki dönemde de Türkiye'nin en demokratik partisi olmaya devam edecektir. Bütün milletvekili arkadaşlarıma bu kürsü açıktır, bütün platformlar açıktır. Ben dahil, bütün bakan arkadaşlarımı eleştirmek serbesttir. Daha başarılı olmamız için her türlü öneriyi gündeme getirmek serbesttir, ama milletin önüne çıktığımız zaman,. burada birlikte vardığımız mutabakatlar, Meclis'te hepimiz için bağlayıcı olmalıdır. Bu konuda çok ağır bir sınavdan geçtik. 8 yıllık zorunlu eğitim vesilesiyle hiç kimsenin başaramayacağımızı sandığı ağır bir sınavdan geçtik. Az da olsa bir miktar fire verdik, ama inanıyorum ki, bu Grup artık bu sınavı başarmış olmanın gücüyle önümüzdeki dönemde bu konuda da örnek olacaktır. Yani, hem en demokrat parti olacağız, hem de perti birliğini, beraberliğini, dayanışmasını en güçlü gerçekleştiren parti olacağız.

Bu ikisini bir arada gerçekleştirdiğimiz zaman, zaten böyle fuzuli tartışmalara gerek kalmayacak. Parlamenter sistemden vazgeçelim, başkanlık sistemine geçelim gibi bu tartışmalara gerek kalmayacak. Parlamenter sistemde 50 senelik bir geçmişimiz var. 50 sene içerisinde üç tane darbe yaşamışız; az gitmişiz, uz gitmişiz, ama bir yere gelmişiz, bur tecrübe kazanmışız.

Bakın, 1960 darbesinde, darbenin nedeni yargının bağımsızlığı idi. Meclis'in yargıya müdahale etmesiydi. Seçim güvenliğinin olmamasıydı, seçimlerde hakim teminatının olmamasıydı. Bugün artık, o tartışmalar geride kalmıştır. 1971 yılında müdahalenin nedeni, toprak reformunun yapılmamasıydı. Bugün artık o da geride kalmıştır.

Şimdi, bütün bu 50 yılın tecrübesiyle Türkiye'de parlamenter sistemi gerektiği şekilde işletmek istiyorsak, bu sistemden milletimizin refahına en iyi sonuçları çıkarmak istiyorsak, yapmamız gereken iki tane şey var. Bir tanesi, siyasî partiler, evvela kendi içlerinde parlamenter sistemin gerektirdiği yapısal değişimi gerçekleştireceklerdir. Yani, Milletvekilleri robot olmayacaklardır. Milletvekilleri kendi hükümetlerini denetleyecekler. Bunu tabiî ki, parti hiyerarşisi içerisindeki zeminlerde yapacaklar.

Bakın, hepimiz sistemin tıkanmasından bahsediyoruz, parlamenter sistemin tıkandığını söylüyoruz, Türkiye'nin bu sistemle idare edilemediğini söylüyoruz, ama bunun nereden kaynaklandığı konusunda yanlış teşhisler yapıyoruz. Sistemin takınmasının en önemli sebebi, milletvekillerinin milletin menfaatini düşünerek, kendi hür vicdanlarıyla hareket etmeleri gereken noktada, parti disiplinini öne çıkarmış olmalarıdır. lidere bağlılık düşüncesiyle hareket etmiş olmalarıdır, kendi ikballerinin peşine düşerek oy kullanmış olmalarıdır. Aksi takdirde, eğer bu Meclis iki sene önce 0 yolsuzluklar konusunda, mal varlığı konusunda o kadar kötü bir sınav vermemiş olsaydı, kimse bugün yeni sistem arayışlarına girmezdi. ABD kendi Başkanı'nı devirdi, neden devirdi? Rakip partinin telefonlarını dinlettiği için. Daha doğrusu, dinlettiğini inkar ettiği için. Ama, Amerikan Sistemi bundan yara almadı, Amerikan Sistemi bundan güçlenerek çıktı.

İtalya’da bizim beğenmediğimiz parlamenter sistem, iki tane başbakanı hapse gönderdi. İtalya bundan sonra yara almadı, İtalya’daki sistem bundan güçlenerek çıktı. Eğer, biz sistemin iyi işlemediğini söylüyorsak, "Sistem tıkanmış" diyorsak, bu sistemin kabahatinden değil, bu bizim kabahatimizdendir. Bu Meclis'in görevini yapmamış olmasındandır, milletvekillerinin kendilerinden beklenen sorumluğu göstermemiş olmasındandır.

Binaenaleyh, Türkiye'de iki şeyi yaparsak sistem tartışmasına gerek kalmayacaktır. Bir kere, partiler ve partilerin içerisindeki milletvekilleri, görevlerinin gerektirdiği sorumluluğu göstereceklerdir. Mili menfaat söz konusu olduğunda, şahsi ikbal duygularını aşabileceklerdir, hırslarını aşacaklardır. İkincisi, Türkiye'deki iradi sistem, köklü bir revizyona tabi tutulacaktır. Bu da herkesin birleştiği bir ihtiyaçtır. Türkiye'yi artık Ankara’dan idare etmek mümkün değildir, her şeyi Ankara'dan yapmak mümkün değildir. Türkiye'deki kadar merkezi bir sistem dünyada artık kalmamıştır, ama buna rağmen de bu konuda şimdiye kadar 1984'te Anavatan Partisi'nin belediyecilik alanında attığı adımdan sonra, ciddi hiçbir adım atılmamıştır.

Binaenaleyh, eğitim reformundan sonra önümüzdeki dönemde en önemli ihtiyaçlardan birisi idari reformdur. Ben bu konuda Sayın Baykal ile de görüştüm, o da bana destek olacağını vaat etti. Umuyorum ki, diğer siyasî partiler de bu konuyu bir siyasî polemik konusu olarak ele almazlar. Türkiye'nin önümüzdeki dönemde mutlaka bu idari sistemi, bu aşırı merkeziyetçi yapıyı artık tasfiye etmesi lazımdır.

Milletvekillerinin, artık böyle günde 100 tane, 200 tane ziyaretçinin şahsi İşleriyle uğraşı r olmaktan kurtulup, memleketin büyük meselelerine eğilebilecek imkâna kavuşmaları lazımdır.

Değerli arkadaşlarım,

Ben dört aya yakın bir süreden beri Başbakanlık yapıyorum. Bana gelen meseleleri görseniz, duysanız çoğunuz hayret edersiniz. Bir ebenin bir yerden bir yere nakli için bana geliyorlar. Bakana değil, bana geliyorlar. Böyle bir sistem, onu yürütenler ne kadar iyi niyetli olursa olsan, böyle bir sistem Türkiye’yi bir yere taşıyamaz. Bu İşleri artık asli sahiplerine emanet etmemiz lazım. Birini biz söyledik, Anavatan olarak yaptık da. Ekonomiyi asli sahibi olan özel sektöre emanet etmemiz lazım. Devletin yatırım yapmaması lazım. Devletin işletmecilik yapmaması lazım. Devletin altyapısı yapması lazım, yatırım yapılması için gerekli altyapıyı sağlaması lazım ve devletin piyasalara gözetmesi lazım, rekabetin uygulanmasını denetlemesi lazım. Belli yerlerde kalkınma için teşvik uygulaması lazım. Ama devletin makro anlamda ekonomiye müdahil olması lazım. Yoksa, işletmecilik, yatırımcılık yapmaması lazım. Birisi budur, ekonomiyi asli sahibine, özel sektöre emanet etmek.

İkincisi de, yönetimi, bugünkü gibi Ankara'da toplanmış olmaktan kurtarıp, yerinden yönetimi hakim kılmamız lazım. İl idarelerini aktif hale getirmemiz lazım. Bugün Ankara’da yapılan İşlerin yüzde 70'i, aslında mahallinde bitmesi gereken işlerdir. Onun için, önümüzdeki dönemde en önemli gündem maddesi idari reformdur. Bakın, idari reformu yaptığımız zaman kaç çeşit fayda sağlayacağız: Meclis, kendi işiyle meşgul olacak, memleketin meseleleriyle, büyük projeleriyle meşgul olacak. Hükümet kendi işiyle meşgul olacak. Memleketin kaynakları verimsiz kullanılmayacak. İnsanlar fuzuli yere dünya kadar yol tepip de Hakkari'den bir köy yolu için Ankara'ya gelmeyecekler. O işleri mahallinde yapacaklar. Vatandaş zaman kaybından kurtulacak, masraftan kurtulacak. idare daha etkin çalışacak. Hizmet daha çabuk görülecek.

İki şeyi yaptığımız zaman göreceksiniz ki, Türkiye'de artık sistem tartışması gündemden kalkacak: Birisi, Siyasi Partiler Reformu’dur, birisi İdarî Reform’dur.

Değerli Arkadaşlarım;

Hükümetimiz 30 Haziran tarihinde kuruldu, 12 Temmuz'da Meclis'ten güvenoyu aldık. Güvenoyu aldığımızdan itibaren hesaplarsanız, 100 günümüzü geçtiğimiz 20 Ekim Pazartesi günü tamamladık. Hükümetin güvenoyu alıp fiilen göreve başladığı süreden itibaren 100'üncü günü itibariyle geçtiğimiz Pazartesi günü bir basın toplantısı yaptık. O basın toplantısında, esas itibariyle üç şeyi ortaya kaymaya çalıştım. Birincisi, devraldığımız mirastır, nasıl bir Türkiye devraldık? Bunu yakınmak için, kendimizi mazur göstermek için, yapamadıklarımızın mazeretini ifade etmek için yapmadım, ama nereden nereye geldiğimizin, 100 günde aldığımız mesafenin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağı için söyledim.

Şimdi, burada bir defa daha söylüyorum: 100 gün önce, yani hükümetimiz göreve başladığı tarihteki Türkiye'yi hep beraber bir hatırlayalım. 55'inci hükümet kurulduğu zaman, gündemde iki tane tartışma vardı. Birisi, irtica, birisi darbe tartışması idi. Türkiye'nin gündemi bu iki maddeye kilitlenmişti. Devletin kurumları çalışmıyorlar, biz geldiğimiz zaman Bakanlar Kurulu üç ay toplanmamıştı. Her ay yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısı olay oluyordu; acaba bu ay ne olacak, acaba hükümete yeniden muhtıra mı verilecek? Devletin kurumları arasında uyum kalmamıştı. Cumhurbaşkanlığı ile hükümet arasında derin ayrılıklar vardı. Devletin Genelkurmayı, devletin hükûmetini suçluyordu. Devletin kurumları birbirleri aleyhine casusluk yapıyorlardı. Türkiye'de devletin kurumsal çözülmesi, hiçbir dönemde bu ölçüye varmamıştı. Dış politikada Türkiye'nin rotası kaybolmuştu. Türkiye'nin doğuya mı, batıya mı gitmek istediği belli değildi.

Ortaklardan birine bakarsınız, Türkiye İslâm alemiyle bütünlemek hedefini güden bir ülke idi. Diğerine bakarsanız, batıya yönelmesi gereken bir ülke idi. Dışarıdan baktığınız zaman, görünün, Türkiye'nin rotasını şaşırmış, nereye gideceği belli olmayan bir devlet görüntüsü verdiğiydi. Ve maalesef, devletin itibarı zedelenmişti. Çöl çadırlarında Başbakan'ın yüzüne karşı Türkiye’ye hakaret ediliyor ve bu sessizlikle geçiştiriliyordu.

Peki, ekonomide durum nasıldı? Büyük iddialarla 1997 yılı bütçesi yapılmıştı. Denk bütçe olduğu iddiasıyla takdim edilmişti. Biz o zaman da söyledik: Bu bir yutturmaca idi, aldatmaca idi. Biz tam 6'nci ayın sonunda hükümet olduk, 6'ncı ayın sonunda baktık gördük ki, denk dedikleri bütçe 772.5 trilyon açık vermiş. İlk altı ayda bütçenin hiç açık vermemesi lazım. Ve yine 6'ncı ayın sonunda o açığı görünce dedik ki, "Sene sonu açığımız 2,5 katrilyondan aşağı olmaz." Nitekim, şimdi 1997 sonunda göreceksiniz, o denk denilen bütçe 2.4 katrilyon açıkla bağlanacak.

Biliyorsunuz, hayâli birtakım kaynak paketleri açıklanmıştı. Erbakan her tarafta çıkar bir kaynak paketi açıklardı. Söylediğine göre her paketin içinden 10 milyar dolar ek gelir çıkacaktı. Yani, daha önce hiçbir hükümetin aklına gelmeyen kaynakları, Erbakan bulup çıkarmış ve devlete 1997 yılında toplam 1 katrilyon 160 trilyon lire ilave gelir elde edeceğini iddia ediyordu. O hayâli paketlerden 1997 yılında çıkan para

10 trilyon oldu, yani söylediğinin 116'da biridir. O da her zamanki arsa satışlarıdır, özelleştirmedir vesaire... Halbuki neler yoktu o kaynak paketlerinin içinde. Manavgat'un suyunu bile sattı. Devletin idaresinin bu kadar ciddiyetsiz, devlet bütçesinin bu kadar samimiyetsiz olduğu hiçbir dönem Türkiye'de yaşanmamıştır. Yani, o kurumlar arası uyumsuzluk, hükümetin ciddiyetsizliği yanında, ekonomide de bu kadar keyfi bir yönetimin olduğu hiçbir dönemde yaşanmamıştı. Ve devlet dışarıdan borçlanamaz hale gelmişti. Yüzde 10 dolar faiziyle dışarıdan borç para alıyorduk. Yani, Afrika'nın en riskli ülkelerine uygulanan faiz oranları, Türkiye'ye uygulanıyordu. Çünkü, hiç kimse Türkiye'nin nereye gideceğini, Türkiye'de rejimin, ülkenin geleceğinin ne olduğunu kestiremiyordu. Toplam 4.2 katrilyon iç borç stoku devraldık ve 80 milyar dolarlık dış borç stoku devraldık.

Değerli arkadaşlarım,

Bu rakamlar Türkiye için büyük rakamlar değil. İki yüz milyar dolarlık millî geliri olan bir ülkenin taşıyamayacağı yükler değil bunlar, ama işin acı olan tarafı, bize zorluk yaratan tarafı şu idi. Bu iç borçların vadesi 13 ay, yani yaklaşık bir sene, faizi de yüzde 120 idi. Ve ne iç borçlarla, ne dış borçlarla başlayan yürütülen bir tane ciddi yatırım yoktu. Attıkları bir tane ciddi temel yoktu. Bir hatırlayın bakalım. Bir senelik Refahyol iktidarında, başlayan bir tane büyük yatırım söyleyebilir misiniz?

Şimdi, aradan 100 gün geçti. Hükümet olarak geldiğimiz zaman dedik ki, "işimiz kolay değil." o zaman hatırlayacaksınız, söyledim. Önce siyasî istikrarı sağlayacağız. Yani, normalleşmeyi sağlayacağız, kavgayı önleyeceğiz, devletin tepesindeki kavgayı önleyeceğiz, kurumların arasındaki çekişmeyi önleyeceğiz, Türkiye'yi yeniden normal bir ülke haline getireceğiz. İkinci hedefimiz: Ekonomik istikrarı sağlayacağız.

Türkiye'nin bu şekilde yoluna devam etmesi mümkün değil. Bütçenin yarısıyla sadece borç faizlerini ödüyorsunuz. Enflasyon 3 haneye yaklaşmış, yatırım yapamaz hale gelmişiz. Böyle bir bütçeyle, böyle bir tabloyla Türkiye’yi bir yere götürmek mümkün değil. Ekonomik istikrarı sağlamanız lazım. Önce siyasî istikrarı sağlayacaksınız, siyasî normalleşmeyi sağlayacaksınız, sonra ekonomik istikrarı sağlayacaksınız ve bu arada da, artık erteleyemeyeceğiniz, zamana bırakamayacağınız birtakım reformlar var. İşte, bir tanesi eğitim reformu. 5 yıllık mecburî eğitim yapan, dünyadaki üç dört ülkeden biriyiz.

Enflasyonda dünyada ikinciyiz, bütün dünyadaki ülkeler içerisinde ikinciyiz. IMF'nin Türkiye'ye bakan yetkilisiyle görüştük, dedi ki, "IMF'ye üye ülkeler arasında Türkiye, enflasyonda şu anda ikinci durumda." Bir sene önce yüzde 500--600 enflasyon olan Bulgaristan bugün bizim önümüze geçti. Bütün Doğu Avrupa ülkelerinde enflasyon bizim altımızda. Güney Amerika ülkeleri; yılda yüzde bin, iki bin enflasyon yaşamış ülkeler --Venezüella hariç-- bugün hepsi bizden iyi durumda.

Yani, siyasî bakımdan istikrarı sağlayacağız, ekonomi dursun diyecek halimiz yok. Ekonomide de mutlaka acil tedbir almak zorundayız ve bu arada bir eğitim başta olmak üzere, birtakım reformları da bekletmeye hakkımız yok, onları da mutlaka uygulamak zorundayız. Türkiye'de 10 yıldan beri sağlık reformu konuşulur, 30 yıldan beri eğitim konuşulur, bir o kadar zamandan beri idari reform konuşulur, yapılmamış. Sosyal güvenlik reformu; yapmadığımız takdirde diğer yaptıklarınızın hepsi boşa gidecek. Bu sene bütçeden sosyal güvenliğe ödediğimiz para 780 trilyon lira. Ne yaparsak yapalı, seneye 1 .4 katrilyon ödeyeceğiz. Sadece sosyal güvenlik kurumlarının açığını kapatmak için. Peki, nasıl oldu bu açık? Kendi kendine olmadı. bizim karşı çıktığımız o erken emeklilik yüzünden oldu. Bunlara çare bulmadan, Türkiye’yi bir yere götürmek mümkün değil.

Yani, üç şeyi bir arada yapmak zorundayız; siyaseti normalleştireceğiz, ülkede huzuru, istikrarı sağlayacağız, ekonomiye çekidüzen vereceğiz. Aynı zamanda da birtakım reformları yapacağız. Bütün bunları nasıl yapacağız? bir azınlık koalisyonu ile yapacağız.

Değerli Arkadaşlarım ;

Bu şartlar altında 100 gün hükümet ettik ve memnuniyetle söylüyorum ki, birtakım önyargılı yazarların, birtakım siyasetçilerin bize göre gayet normal olan eleştirilerini bir yana bırakarak, kamuoyunda da büyük çoğunluğun kabul ettiğini, teslim ettiğini görmekten memnunluk duyuyorum ki, Hükûmetimiz’in 100 günlük icraat dönemi, fevkalâde başarılı olmuştur.

Şimdi, iktidar partileri kendisini her zaman başarılı sayarlar. Ben demin söylediğim o tabloya, hepinizin yaşadığı o tabloya rağmen, Erbakan Hoca bu kürsüye çıktığı zaman kendini başarılı sayıyordu. Şimdi de kitap basıyorlarmış, bir sene nasıl başarılı olduklarını anlamak için. Muhalefetler de her zaman hükümeti başarısız sayarlar. Biz muhalefette iken onları eleştiriyorduk, şimdi onlar muhalefet oldular bizi eleştiriyorlar. Binaenaleyh, siyasetçilerin kendi konumları icabı yaptıkları bu değerlendirmelere bakmamak lazım. Bir de objektif değerlendirmeler var. yani, kendi siyasî hedefleri kendi siyasî mülahazalarıyla değil, daha objektif ölçülere göre değerlendirmek durumunda olan çevreler var. Ne bunlar? Piyasalar. Piyasaların umurunda değil, hangi partinin iktidarda olduğu. O kendi kazancına bakıyor, kârına bakıyor. Eğer, bir hükümetin icraatının karını artıracağına güveniyorsa, daha fazla yatırım yapıyor. Geleceği görebiliyorsa uzun vadeli yatırım yapıyor. Nedir bunun ölçüsü? Meselâ borsa. 100 gün önce hükûmete geldiğimizde borsa endeksi 1 500 puan; bugün 3 500 puan. Bizim Hükûmetimiz geldiğinde borsaya yatırım yapanlar 100 günde iki mislinden fazla para kazanmışlar. 1 500'den, 3 500'e çıkmış borsa.

Bir de dış piyasalar var. Dış piyasalarda hükümetlerin tutumları farklı olabilir. Onlar siyasî nedenlerle farklı değerlendirmeler yapabilirler, ama dış piyasalar değerlendirme yaparken parasının geleceğini düşünürler. O ülkeye kredi açarken, o parayı geri alıp alamayacaklarını düşünürler. Refahyol hükümeti döneminde dışarıdan borç para bulamazken, şu 100 gün içerisinde, önce Amerika'dan 600 milyon dolarlık bir kredi aldık, arkasından Almanya'dan 1.5 marklık bir kredi aldık. Biz, 750 milyon mark için çıkmıştık, 1.5 milyar marka çıktı. Yani, istediğimizden fazla bize kredi verdiler. Amerika'dan da, Almanya'dan da aldığımız kredi 10 sene vadelidir. Türkiye 10 sene vadeli, daha 10 seneden beri hiç borçlanamadı.

Şimdi, iki şeyi yapmamız lazım. Bir tanesi doğru dürüst bir bütçe yapmamız lazım, samimi bir bütçe yapmamız lazım, güven veren bir bütçe yapmamız lazım ve o bütçeyi de harfiyen uygulamamız lazım. Eğer, biz denk bütçe diye ortaya çıkıp da 2,5 katrilyon açıkla bütçeyi bağlarsak, bundan sonra hiç kimse artık bize kredi vermez. Türkiye'nin hiçbir inanırlığı kalmaz.

Şimdi bakın, bazıları diyorlar ki, düşünüyorlar ki, "Bunlar nasıl olsa azınlık hükümeti, bunların ipi de benim elimde, istersem çekerim, istersem düşürürüm. Memleketin de alınması gereken bazı acil tedbirlere ihtiyacı var. Bunlar bu tedbirleri alsınlar, bu tedbirleri aldığı zaman toplumda da büyük sıkıntı yaratacaklar, tepki çekecekler, siyasî şartlar benim lehime dönsün, ben o zaman seçimi gündeme getireyim, seçimde de bunların hesabını göreyim." Bu hesabın içinde olanlar var. Huzurunuzda iki şeyi söylüyorum; birincisi, bu hesabı yapanlar, ülkeyi değil, kendisini düşünenlerdir. İkincisi biz tuzağa düşmeyecek kadar tecrübeli bir partiyiz. Enflasyon şu anda yüzde 85, 1998 bütçesini yapıyoruz. 1998 için bir enflasyon hedefi koyacağız.

Enflasyonu bir senede yüzde 85'ten yüzde 10'un altına düşürmek mümkün. Bunu yapan ülkeler var, en som İsrail yaptı. Ama, şu anda bizim içinde olduğumuz siyasî şartlar, Türkiye'nin içinde olduğu sosyal şartlar bu imkânı bize vermiyor. Yani, biz "Şok tedavi" dedikleri, böyle bir ekonomik politika uygulamak imkânına sahip değiliz. Böyle bir politikayı uygulamak da doğru değil. Bunu IMF'nin yetkilileriyle tartıştık, onlar dediler ki, "Bunu yapan hükümetler hep kârlı çıktılar. Bakın, 1980'de de siz bunu yapmıştınız. Rahmetli Özal'ın yönetiminde, koordinasyonunda, 1980'de uygulanan politika da bir şok tedaviydi. Yüzde 100'lerin üstündeki enflasyon yüzde 30'lara çekildi, doğrusu budur, bunu yapan iktidarlar da her zaman siyasetten bundan kârlı çıkarlar." Ama, biz de onlara söyledik ki: Türkiye'nin şu andaki sosyal şartları, böyle bir şok tedavi için uygun değildir.

Doğru olan, Türkiye'nin üç yıllık, yani normal seçim zamanına kadar devam edecek üç yıllık bir istikrar programı uygulamasıdır, üç yıllık bir programla enflasyonu tek haneye çekmesidir. Böylece alınacak tedbirler hem tedrici olacaktır, zaman içinde olacaktır, üç yıla yayılmış olarak olacaktır. Böylece fazla tepki çekmeyecektir, fazla sıkıntı yaratmayacaktır. Hem de aynı zamanda bunu uygulayacak Hükûmetin alacağı siyasî risk, asgariye indirilmiş olacaktır. Sonunda kabul ettiler, bizim bu programımıza destek vereceklerini ifade ettiler, bunu da kamuoyuna açıkladılar.

Değerli arkadaşlarım,

1988 yılı bu üç yıllık programın en hayati yılıdır, en zor yılıdır. Aslında hedefimiz, enflasyonu 85'ten 50'ye indirmektir. Daha sonraki sone 20'lere indirmektir, ondan sonra da tek haneye inmektir. ama 85'ten 50'ye inmek, bu üç yıllık hedefin en zor aşamasıdır. Çünkü, Türkiye’de en son tek haneli enflasyonu 1970'lerin başında yaşamışız. Yani, aradan 30 senelik bir zaman geçmiş. 30 seneden beri Türkiye daha hiç normal enflasyonla yaşamamış, tek haneli enflasyonla yaşamamış. 30 seneden beri, yani bir neslin hayatında hep yüksek enflasyonla yaşamış; yüzde 25, 50, 75, 1 00, 150'ye kadar.

Toplumsal kesimler kendilerini yüksek enflasyona ayarlamışlar, adapte etmişler, uydurmuşlar. Sene başı geldiğinde tüccar otomatikman o sene için enflasyon tahminini yapıp, malını ona göre zam yapıyor. İşçiler zaten sendikaları aracılığıyla en az enflasyon kadar --sendikalı işçileri söylüyorum—toplu sözleşmede üücret artışı sağlıyorlar. Binaenaleyh, enflasyon, toplumun bütün kesimleri için alışılmış, beraber yaşanıp giden hale gelmiş. Ama, bu zaman içerisinde, bu 30 yıl içerisinde ortaya çıkan başka bir şey var. Türkiye, gelir dağılımı bakımından dünyanın en adaletsiz ülkelerinden birisi olmuş. Yüzde 5 ile yüzde 55; bakın, bu rakamları unutmayın. En zengin olan beşte bir yüzde 55 alıyorlar. En fakir olan ‘beşte bir’lik kısım sadece yüzde 5 alıyor. Böyle bir toplumu, bu kadar adaletsiz gelir dağılımına sahip bir toplumu uzun süre demokrasi içerisinde istikrarlı bir şekilde yönetebilmek mümkün değildir.

Enflasyonun, bize aslında sanıldığından çok daha fazla, bilindiğinden çok daha fazla zararı var. Dünyada bugün büyük bir sermaye stoku var. Yani, uluslararası bir sermaye stoku var. bunlar gidecek yatırım arıyorlar, parayı yatıracak yer arıyorlar. Geçen sene ve bu sene Güneydoğu Asya'da, yani o “Asya Kaplanları" denilen ülkelerde çok büyük ekonomik krizler yaşandı. Malezya'da, Tayland'da,

Endonezya'da birbirini izleyen ekonomik krizler yaşandı. Oradan büyük miktarda yabancı sermaye kaçışı oldu. Türkiye, aslında bu yabancı sermayenin, bu uluslararası sermayenin en kolay cezbedileceği ülkelerden birisidir. Potansiyeli bakımından, büyüme hızı bakımından, imkânları bakımında, dünyadaki yeni petrol coğrafyasındaki yeri bakımından en kolay cezbedilebilecek, hedef olabilecek ülkelerden birisidir. Türkiye"ye eğer bu potansiyele rağmen, toplam 1 trilyon dolar tutarındaki bu uluslararası sermayeden, nüfusuyla mütenasip miktar dahi gelmiyorsa, yani dünyadaki nüfusumuz yüzde 1 ise, bu sermayenin yüzde l'i bile bize gelmiyorsa, bunun tek sebebi, Türkiye'deki ekonomik ve siyasî istikrarsızlıktır. Çünkü, bir ülkede yüzde 85 enflasyon yaşanıyorsa halâ. Üç sene önce yüzde 120 enflasyon yaşanmışa, enflasyon kronik olarak yüksekse ve değişkenlik gösteriyorsa, o ülkede ileriye dönük hesap yapabilmek fevkalade zordur. Bu belirsizlik ve yatırımcıları caydıran en önemli unsurdur.

Eğer biz istikrarı sağlasak, enflasyonu Avrupa ülkeleri düzeyine çeksek, dünyada yabancı sermayeden en fazla pay alabilecek ülkelerden birisi biz oluruz. bir gelir dağılımında yarattığı adaletsizlik, eşitsizlik, bir Türkiye'nin ekonomik potansiyelini değerlendirmedeki bu engel özelliği dolayısıyla Türkiye mutlaka enflasyonla mücadeleyi birinci öncelikli hedef yapmak zorundadır. İşte, 1998 bütçesini hazırlarken bizim birinci önceliğimiz bu olmuştur, ama bunun uygulanmasında halâ önümüzde çok önemli zorluklar var. Sadece benim değil, sizin zorluklarınız var.

Şimdi, yıl ortasında size gelecekler. Köye köprü isteyecekler, yol isteyecekler, mevcut yatırımlara ödenek isteyecekler, yeni yatırımları programa sokmak isteyecekler, memur maaş artışı isteyecekler, işçiler yeni toplu sözleşme isteyecekler, çiftçiler destekleme fiyatı isteyecekler... bütün bunların hepsini birden yaparsak, bu kesimlerin hiçbirine iyilik yapmayız. Eğer bütün bu kesimlerin hepsine birden bir faydamız olsun istiyorsak, enflasyonu aşağıya çekelim, herkesin gelirini artıralım, devleti yatırım yapabilir hale getirelim istiyorsak, bir süre için herkese antipatik olmayı göze almak zorundayız. Bizi yerden yere vurabilirler, bizi şikayet edebilirler, gittiğimiz yerlerde bize memnuniyetsizliklerini ifade edebilirler, ama biz 14 yıllık bir partiyiz .

Bu 14 yılın bize verdiği bir tecrübe olması lazım. Bu tecrübeyi göz önünde tutarak arkadaşlarımdan şunu istiyorum ki, bir sene için bunları göze alalım, göreceksiniz bir sene sonra herkes bizim arkamızda olacak. Eğer bu bir sene içerisinde bize gelecek bütün talepleri yerine getirmeyi kalkarsak, bir sene sonra hiçbir talebi yerine getiremeyecek duruma geldiğimiz gibi, artı k devleti de bir daha onarılamaz hale düşürürüz, ekonomiyi bir daha onarılmaz hale düşürürüz. Ha, şimdi bunu yaparken, biz siyasî bir partiyiz, vatandaştan da öyle dayanamayacağı fedakârlık falan istemeye hakkımız yok.

Vatandaştan 1994 yılında fedakârlık istediler, 5 Nisan Kararları'nı aldılar. Vatandaş gitti bir defalık vergi ödedi, ek vergi ödedi, enflasyonun altında ücret artışları verildi, ama buna rağmen enflasyon azalmadı, enflasyon gene yüzde 100'leri buldu. Dolayısıyla, vatandaştan fedakârlık istemeye, hele çalışan kesimlerden aşırı fedakârlık istemeye hakkımız yok. Onun için Yüksek Planlama Kurulu'nda 1998 yılı bütçesinin ilkelerini, makro ekonomik hedeflerini tespit ederken, dedik ki, "Ne memuru, ne emekliyi, ne de çiftçiyi enflasyonun altında bir gelir artışına uğratmayacağız. Çiftçimize vereceğimiz taban fiyat da, memurumuza vereceğimiz yıllık maaş artışı da en az enflasyon kadar olacak. " Ama bizden istenen, zaten şu anda istenmeye başlanan önümüzdeki aylarda da giderek daha yüksek sesle dile getirilecek olan o yüksek artışları veremeyeceğiz.

Yatırımlarda, ister istemez, bütçeyle finanse edilen yatırımları kısmak zorundayız. 1998 yılında mutlaka bütçe disiplinini sağlamak zorundayız. Yatırımlar konusunda azami tasarrufu yapmak zorundayız. 1997 yılında yüzde 6 bir büyüme hızı gerçekleşmiş olacak sene sonunda. Enflasyonu indirmek için biz gelecek sene büyüme hızını yüzde 3'e indirmeyi baştan kabul ettik. Yani, Türkiye'nin büyüme hızını yarı yarıya indiriyoruz. O ancak yatırımlardan vazgeçerek olur. Devlete yeni eleman almaktan vazgeçerek olur. Bakan arkadaşlarımın bu konuda ne kadar büyük sıkıntıya gireceklerini biliyorum, girmeye başladıklarını da biliyorum.

Ama şunu söylüyorum ki, başka çaremiz yoktur. Aksi takdirde, önümüzdeki sene enflasyon yüzde 100'ün üzerindedir. Yüzde 100'ün üstünde bir enflasyonla devam edersek, iki sene sonra Türkiye, ekonomik büyüme yerine, ekonomik küçülmeye geçer, eksiye geçer, büyüme hızımız eksi olur. 1994'te yaşadığımız gibi olur. Yani, kalkınmak yerine fakirleşiriz. Halbuki, önümüzdeki sene enflasyonu aşağıya çeksek ve bu üç yıllık programı sonuna kadar uygulasak, üç yılın sonunda Türkiye hem enflasyonda yüzde 3 ile 5 arasında çok düşük bir oranı yakalamış olacak, hem de sağlıklı bir büyüme hızına kavuşmuş olacak. Ondan sonra Türkiye'nin önü açıktır. Esasen, o rakamları yakalamadan Avrupa Birliği'ne üye olmamız filan mümkün değil, masaya oturmamız bile mümkün değil. Şu anda yaptığımız iş, gelin sizinle masaya oturalım işi değildir. Yani, Avrupa Birliği'ne gidiyoruz, görüşüyoruz, ben en son Chirac ile görüştüm, ondan önce Kohl ile görüştüm, 7 Başbakanla görüştüm, ben onlara dedim ki, "Bizim bu müzakereyi yapmak için uygulayacağımız program budur, biz bu programı uygulamaya kararlıyız. Bizim bu programı uygulamamız halinde, bizimle masaya oturmayı kabul ettiğinizi şimdiden açıklayın. Yani, bizi müstakbel aday ülke olarak şimdiden aranıza alın. Ama, biz bunun bu şarta bağlı olduğunu biliyoruz ve biz bunu uygulayacağız.

Binaenaleyh, gelir adaletsizliğini önlemek için ülkedeki sosyal tansiyonu düşürmek için, ülkenin kalkınma potansiyelini değerlendirmek için, Avrupa Birliği ili entegre olmak için enflasyonu düşürmeye mecburuz. Enflasyonu düşürmenin de, söylediğimden başka hiçbir yöntemi yoktur. Bugüne kadar hep abesle iştigal edilmiştir, zaman kaybedilmiştir. Bundan sonra artık kaybedilecek zaman da yoktur. yani, bu iş böyle gitsin diye devam edersek, bu sene yüzde 9 olan bütçe açığının millî gelire oranı, önümüzdeki sene yüzde 14'e çıkacaktır. Bu da enflasyonun üç haneli olması demektir.

Tedbir almaya mecburuz, istikrar programı uygulamaya mecburuz. Bunu üç yıllık bir program içinde yapacağız. Ve Türkiye'de üç yıl içerisinde, biz gitsek hangi hükümet gelirse gelsin, bu programı uygulamadıkça Türkiye'nin geleceği karanlıktır. Şimdi, böyle bir durumda, Hükümet olarak acaba yatırım yapacağız mı, yatırım yapamayacağız mı? bizden beklenen önemli yatırımlar var. En başta enerji yatırımları var. Enerji yatırımlarından Türkiye, maalesef geçmişte zamanı çok kötü harcamıştır. Bizim zamanımızda ortalama 1500 megawatlık her sene kurulu enerji kapasitesi ilave edilmiş, kurulu güç ilave edilmiş. Bizden sonraki, 1991'den sonraki döneme bakıyorsunuz, bu yılda 300 küsura düşmüş. 3 milyar dolar ayrılması gerekirken, 1 milyar doların altında yatırım yapılmış enerjiye. Hiçbir sene 1 milyar doları geçmemiş. Şimdi bunu telafi etmemiz lazım. Nasıl telafi edeceğiz? Bütçenin durumu dediğim gibi. Büzüm bütün bütçeye koyduğumuz yatırım miktarı zaten 3 milyar dolar.

İşte, burada şimdi bir dizi tedbir aldık. Önümüzdeki dönemde yatırımlar açısından birinci önceliği enerji sektörüne veriyoruz. Geçen hafta yap--işlet modeli ile 5 tane termik santralı ihale ettik. Bir tanesi kömürle çalışan İskenderun’dadır, dört tane doğalgazla çalışan termik santral, birisi İzmir--Aliağa'da, bir tanesi Sakarya'da, bir tanesi Gebze'de, bir tanesi Ankara'da. bu beş tane termik santralın toplam kapasitesi 5 200 megawattır, yani, Türkiye'nin şu andaki enerji kapasitesinin dörtte biridir.

Bunlar için bizden 5 kuruş para çıkmayacaktır, devlet buna 5 kuruş para vermeyecektir. Yerli ve yabancı ortaklar, tamamen dış kaynakla bunu yapacaklardır. Bunun beşi de üç ila dört senede devreye girecektir. Ondan sonra yapan şirketler bunu işleteceklerdir. Devlet de onlardan belli fiyatla elektrik almayı taahhüt etmiştir. Anlaşma fiyatımız da

fevkalâde iyidir. 4 cent civarındadır. Yani, bizim onlara verdiğimiz tek taahhüt, 4 cente ürettikleri elektriği almaktır. Bütün finansmanını, bütün yatırımını onlar yapacaklardır. 5 tane termik santral, bu şekilde, yap--işlet modeliyle ihale edilmiştir, önümüzdeki günlerde inşaatları başlayacaktır.

12 tane termik santral, bizden önce yapılmış olan termik santral özelleştirilmek için ihaleye çıkılmıştı, bunların 10 tanesi gerçekleşti, 2 tanesi Hamitabat ile Ambarlı'nın ihalelerini iptal ettik, önümüzdeki hafta yeniden çıkacağız. Ama, 10 tane termik santralı şu anda özelleştirdik. Onların ihaleleri sonuçlandı, şimdi sözleşme görüşmeleri yapılıyor. Onları bundan sonra özel sektör işletecek.

Şimdi, önümüzdeki üçüncü bir ihale daha var, sanıyorum bir haftaya kadar o da sonuçlanacak. Türkiye'deki 25 tane dağıtım sistemini özelleştiriyoruz. Yani, şu anda TEDAŞ'ın yürüttüğü elektrik dağıtımını bundan sonra özel sektöre vereceğiz. Biliyorsunuz, şu anda İstanbul’un Anadolu yakasında Aktaş var, Kayseri'de bir tane var, Çukurova'da var bir de Antalya'da Kepez var. Şimdi, bütün Türkiye'yi özelleştiriyoruz.

Yani, dağıtım işi tamamen özel sektöre geçecek. Hem onlardan bir para alacağız, 2 milyar dolar filan alacağız, hem de belli bir süre içinde, modernizasyon yatırımı yapmaya mecbur tutuyoruz... Çünkü, şu anda bizim elektrik iletiminde dünyadaki ortalamasının üç dört katı kaybımız var. Özelleştirdiğimiz zaman bu kaybı önlemek için şebeke yenileme ve modernizasyon yatırımı yapma şartını koyuyoruz. Bütün Türkiye'de mevcut şebekenin bu şekilde taahhüt edilen yatırımı yapıldığı zaman, 6.5 milyar kilowatt/saat, yani bir Keban Barajı kadar ilave bir kapasite kazanıyoruz.

Bunun dışında daha önceden yap-işlet-devret modeline göre ihale edilmiş olan santrallar var. Bir tane Aliağa'da var, bir kaç tane daha var, onlar da şu anda Danıştay safhasındadır, onlar da sonuçlanınca onları da devreye sokacağız.

Binaenaleyh, demek istediğim, enerji meselesinde kapatmamız gereken çok büyük bir açıkla karşı karşıyayız. Bütçede bunu sağlayacak kaynağımız yok. Bütçedeki kaynağımızı, sadece enerji amaçlı hidroelektrik santralların yapımına kullanacağız, onlarla baraj inşaatlarını yapacağız. Ama termik santralların tümünü, hem mevcut santralları, hem de bundan sonra yapılacak santralları özelleştireceğiz.

Böylece, bütün bu tedbirlere rağmen, bu sene 6 milyar kilowatt/saat eneri açığımız vardır. Belki kasım, aralık ayında günlük kesintiye gideceğiz. Önümüzdeki sene bu açık daha da artacaktır zannediyorum... Ama her halükârda seneye de açığımız vardır. Enerji meselesinde bizden önceki hükümetlerin ihmalinin bedelini ödemek zorundayız. Önümüzdeki iki üç sene bir darboğaz var. ama, bu aldığımız tedbirlerle hiç olmazsa 2000 yılında Türkiye'yi enerji bakımından dünya ortalamasını yakalamış ve kalkınmasını besleyebilecek bir hale getirmeyi hedefliyoruz.

Enerji yanında önem verdiğimiz diğer bir husus ulaşımdır. Bizden sonra hiç otoyol yapılmamıştır, yani yeni otoyol yapılmamıştır, yani yeni otoyol yapımına başlanmamıştır. Sanki otoyol Anavatan'ın damgasını taşıyor, onun için otoyol yaparsak Anavatan'ın hanesine yazılır anlayışıyla hiçbir yeni otoyol ihalesi yapılmamıştır. Şimdi, bu aş içerisinde Gaziantep--Şanlıurfa, Ankara--Pozantı otoyollarını ihaleye çıkaracağız. Devam eden otoyollardan İzmir--Aydın, Tarsus-Mersin ve Toprakkale--İskenderun otoyollarını ve tabiî Adana--Gaziantep otoyolunu 1998 yılında bitireceğiz. Ayrıca, İstanbul-Bursa üzerinden İzmir, onu da otoyol olarak yapmayı kararlaştırdık. Gebze'den Orhangazi'ye kadar olan kısmını, dünyanın en büyük ikinci köprüsü dahil, Körfez geçişi dahil anlaşmasını yaptık. Zannediyorum, bu sene sonundan önce temelini atacağız; 1.8 milyar dolardır. Bu söylediğim otoyolların hiçbirine 5 kuruş para vermeyeceğiz, hepsi dış krediyle yapılacak ama, bu köprü geçişi ve Orhangazi'ye kadar olan 64 kilometrelik otoyol, 1.8 milyar dolara maloluyor ve bunun tamamı yabancı sermaye olarak gelmektedir.

Biz bunu geri de ödemeyeceğiz, kullananlar ödeyecek, yani o köprüden geçenler ödeyecek. Biz anlaşmada sadece onun fiyatını tespit ettik, 11 dolar olarak köprüden geçenler bu parayı ödeyecekler. 23 sene köprüyü işleterek o firma parasını alacak, sonra köprüyü bize bırakacak. Şimdi, bu 1.8 milyar dolardır. Bu ne demektir? Şu ana kadar Türkiye'ye gelen en büyük yabancı sermayenin 4 katından daha fazladır. Şimdiye kadar Türkiye'ye bir yatırım için gelen en büyük yabancı sermaye Sakarya'daki Toyota Otomobil Fabrikası imiş, oraya gelen toplam yabancı sermaye de 450 milyon dolar. Bu Körfez geçişi için gelen sermaye, bu yap-işlet-devret modeliyle gelen 1.8 milyar dolardır.

Şimdi, Çanakkale Boğazı için de görüşmelere devam ediyoruz. Biliyorsunuz, Türk Hava Yolları'nın uçak alımı konusunda çok dedikodular yapıldı, eleştiriler yapıldı. Ben hiçbirine kulak asmadım, çünkü yaptığımız işin doğru olduğunu biliyordum. Sonunda 1.5 milyar dolarlık bir alım yapılmıştır, daha bundan sonra da yapılacaktır. Şimdi uzun menzilli uçaklar bundan sonra yapılacaktır, o da 900 milyon dolardır. 1.5 milyar dolarlık alımda bu sene mart ayında kabul edilen teklife göre devlete 75 milyon dolar tasarruf sağlanmıştır. Yani, bizden önceki Türk Hava Yolları yönetimi, 75 milyon dolar daha fazla parayla bu uçakları alacağını konferme etmiştir, yazılı olarak teyit etmiştir. Biz, şimdi Türk Hava Yolları'nın kabul ettiği o fiyattan 75 milyon dolar düşük fiyatla anlaşma yaptık. Birilerinin cebine gidecek olan para Türkiye'ye gitmiştir.

Karadeniz, Türkiye'nin trafik bakımından en sorunlu bölgesi idi. 6 tane ayrı ihale yapılmıştır. Toplam tutarı 860 milyon dolardır. Yine bütçeden 5 kuruş ayrılmamıştır, hepsi dış krediyle olacaktır. Krediyi müteahhitler getirecektir, uzun vadeli dış kredidir ve verdiğimiz fiyatlar da, bundan önceki dolar bazından yapılan inşaatlardan yüzde 20 ortalama daha düşüktür. Bizden bunun hesabını soracaklarmış, keşke sorsalar da propagandasını yapsak diyorum.

Atatürk Havalimanı'nın Dış hatlar Terminali ve üçüncü pisti bu sene sonundan önce, Kasım ayında temeli atılacaktır, her şeyi bitmiştir. Oraya da bütçeden 5 kuruş ayırmadık. Tamamen yap—işlet--devret modeliyle yapılmaktadır. 2,5 sene inşaatı sürecektir, ondan sonra 3--4 sene bir işletmeye imtiyazı verilmiştir, 5 küsur sene sonra tekrar devlete kalacaktır.

Bu ay sonu veya kasım başında İstanbul’da 80 bin kişilik olimpiyat stadının temelini atıyoruz. 9 Kasım'da Artvin'de Deriner Barajı'nın temelini atacağız. Şimdi, bu saydığım projeler içerisinde, dikkat edeceğiniz gibi, büyük kısmı bütçeye herhangi bir yük getirmeyen, ya dış finansmanla yani borçlanma suretiyle ileride ödenmek suretiyle finanse edilen veyahut da doğrudan doğruya yap--işlet--devret modeli ile kendi kendisini finanse eden yatırımlardır. Bundan sonra aynı yatırım yöntemini, aynı finansman modelini diğer öncelikli yatırımlarımızda da uygulayacağız.

Mesela, Çarşamba'daki Samsun Havaalanı, yine dış krediyle yapılmaktadır. Bunun gibi, Antalya--Alanya arasındaki 3'üncü bölümü de dış finansmanla yapacağız. Balıkesir--Akhisar arasındaki otoyolu da aynı şekilde yapacağız. Yenişehir-Bursa arasındaki yolu, Bursa çevre yolunu filan, hepsini bu modelle, devlete herhangi bir yük getirmeden, uzun vadeli dış finansmanla karşılayacağız.

Değerli Arkadaşlarım;

Bizden önceki hükümet döneminde devletin 50 bin kişiye toplam 62 trilyon liralık kamulaştırma borcu vardı. Bu, aslında büyük bir para değil; ama, devlet anlayışı bakımından önemli bir olay olduğu için zikrediyorum. Bu borçların bir kısmı 7 seneden beri ödenmemiştir. Yani, Anavatan iktidardan ayrıldığından beri bekleyen kamulaştırma borçları vardır. Devlet, bunlar için yıllık yüzde 30 faiz ödüyor. Yani, devletin ödediği gecikme faizi yüzde 30'dur. 7 senede enflasyonun ortalama yüzde 100 olduğunu dikkate alırsanız, aslında yapılan işlem doğrudan doğruya bir gasp işlemi idi. Şimdi biz, bu sene sonu itibariyle, bütün kamulaştırma borçlarını, 1997 başına kadar tahakkuk etmiş olan bütün kamulaştırma borçlarını tasfiye ediyoruz.

Yine, bizden önceki Hükümet, iki seneden beri ödenmemiş tarım sübvansiyonu borçlarını da bize devretmiştir. Bunların tutarı da 24 trilyon lira idi, bunların hepsi ödenmiştir, hem de Hükümete geldiğimizin ilk ayında ödenmiştir. Şu anda devletin ne çiftçiye, ne arazisi kamulaştırılan vatandaşlarımıza bekleyen hiçbir borcu yoktur. Daha doğrusu kamulaştırma borçları da sene sonuna kadar tasfiye edilecektir. Çiftçiden aldığımız tüm tarım ürünlerinin bedeli peşin ödenmiştir. Bu arada, sizi rahatsız eden, edecek olan bir olay, çiftçi kredi faizlerinin artırılmasıdır.

Değerli arkadaşlarım,

Çiftçilere ödenen kredilere Ziraat Bankası tarafından cinsine göre değişik faiz oranları uygulanmaktadır. Hayvancılık kredilerine uygulanan faiz oranı yüzde 43 idi. Normal zirai kredilerde yüzde 50 idi. Zirai ekipman alımında uygulananlar da 56 idi. Şimdi, bu oranlar üzerinden çiftçiye kredi veren Ziraat Bankası'nın bu fonları temin ederken ödediği faiz, yani kredi maliyeti ise, yüzde 110 idi. Yani, Ziraat Bankası yüzde 110 ile aldığı parayı , hayvancılık yapan çiftçiye yüzde 43'e veriyordu. Yüzde 110 ile aldığı parayı normal ekim yapan çiftçiye yüzde 50 ile veriyordu.

Şimdi bizim yaptığımız ayarlama şudur. Yüzde 43 olan hayvancılık kredisini yüzde 59'a çıkardık, yüzde 50 olan zirai krediyi yüzde 70'e çıkardık; yüzde 56 olan zirai araç-gereç kredisini yüzde 76'ya çıkardık.

Şu anda dahi devlet aslında yüzde 120 ile malettiği fonları, borçlandığı parayı, yarı parasına çiftçiye kredi olarak vermektedir. Yarısını kendisi finanse etmektedir. Ama daha önemli bir şey var. Eğer bu kredi ayarlaması yapılmasıydı, buna ilave olarak Ziraat Bankası'nın sermayesi 20 trilyondan 100 trilyon liraya çıkarılıp şimdi Meclis'e gelen ek bütçeyle Ziraat Bankası'na 80 trilyon lira nakit ödenmesiyle, bizden önceki hükûmetlerin Ziraat Bankası'na ödemedikleri 1.8 katrilyonluk görev zararı alacağının 300 trilyonluk bölümü yine yılbaşına kadar Ziraat Bankası'na ödenmeseydi, Ziraat Bankası önümüzdeki sene çiftçiye kredi veremeyecekti duruma düşecekti.

Tabiî ki biz, çiftçimizin daha ucuz faizle kredi almasını isteriz: ama, daha ucuz almaktan daha önemli olan, kredi alabilmektir. Eğer siz yüzde 43 ile kredi vereceğinizi ilan edip, ondan sonra çiftçi bankaya gittiği zaman, "Plasman olmadığı için kredi veremiyoruz" cevabıyla çiftçinizi karşı karşıya bırakırsanız, o uygulamadan çiftçiye bir fayda gelmez. Ziraat Bankası, biz devraldığımız dönemde zirai kredi taleplerinin, ancak üçte birini karşılayacak duruma düşmüştü. Bizim yapmamız gereken, sadece çiftçilerin üçte birini düşünmek değildir. çiftçilerin hepsini düşünmektir. Biz, Ziraat Bankası'nı, yeniden kredi verecek hale getirmek zorundayız. Ziraat Bankası'nın mali yapısını güçlendirmek zorundayız.

Bugün Türkiye’de halâ yüzde 59 ile yüzde 70 ile verilen kredi, çok ucuz bir kredidir, teşvik edilen bir kredidir. Bunun daha da aşağıya inmesini arzuluyoruz: ama, bunun daha aşağı inmesinin bir tek yolu vardır, o da hükümetlerin alacağı gayri ekonomik siyasî kararlar değildir. Ancak, enflasyonun düşmesiyle, kredi oranının düşmesiyle, ekonomik şartların elvermesiyle yapılacak olan bir düzenlemedir. Bu da, uzak değildir.

Bakın, dün itibariyle devletin yaptığı ihalede faiz oranı yüzde 91'e düşmüştür. ilk defa oluyor. Bir seneden beri ilk defa devlet, yüzde 91 faizle borçlanma imkânı bulmuştur. Yüzde 130'dan geliyoruz. Bu yüzde 91'i yüzde 60'a indirdiğimiz zaman, yüzde 70'e indirdiğimiz zaman, çiftçiye uygulayacağımız faiz oranı da bugünkünden aşağıya inecektir.

Aynı şey esnafa da yapılmıştır. Halk Bankası'nın esnaf kredilerine uyguladığı faiz oranları da artırılmıştır. Ama halâ bize kredi maliyetinin yarısınadır uyguladığımız faiz oranı. 8 seneden beri Türkiye'de faiz oranı hiç artmamıştı. IMF'ciler önce inanmadılar, dediler ki, "Nasıl cesaret edersiniz, azınlık hükümeti çiftçiye faizleriyle esnaf faizlerini nasıl artırırsınız." Onu gördükten sonra şimdi uygulayacağımız programda ne kadar ciddi olduğumuzu anlamışlardır.

Değerli Arkadaşlarım;

Güneydoğu Anadolu'nun kalkınması, Hükümetimiz'in en önemli önceliklerinden birisidir. Bu konuda zaten uygulanmakta olan teşvik tedbirlerine ilaveten, 11 tane olağanüstü hal uygulanan veya mücavir il statüsünde olan ilimiz için bir dizi ek tedbir getirdik. Bu tedbirlerden bir tanesi, yatırım yapacak olan yatırımcılara bedava arsa tahsisidir. Şu ana kadar devlet olarak bunu turizm alanında otel yapacak olanlara yapıyorduk. Şimdi, Güneydoğu Anadolu'ya yatırım yapacak olanlara yapacağız. Sanayi yatırımı yapacak olanlara bedava arsa tahsis edeceğiz.

Yine bu 11 vilayette teşvik belgesi alarak, sanayi tesisi işleten şirketlere, yatırımcılara elektriği yüzde 50 indirimli vereceğiz. Önce yüzde 30 olarak kararlaştırmıştık, dün Bakanlar Kurulu'nda yüzde 50'ye çıkardık, Cumhurbaşkanı da onayladı, bugün zannediyorum yayınlanır.

Bakanlar Kurulu Kararı'yla bu 11 vilayetteki teşvikli bütün sanayi tesislerinin enerji masrafının yüzde 50'sini Hazine olarak biz üstleniyoruz. Bu yatırımlara üç sene her türlü vergiden muafiyet getiriyoruz. Sağladıkları istihdama göre de bu vergi muafiyetini 10 sene kadar uzatacağız. Ve nihayet, bu yatırımlardaki SSK primlerinin işveren hissesini devlet olarak biz ödeyeceğiz. Yani, işverenin ödemesi gereken yüzde 14 oranındaki işveren payını devlet kendisi üstlenecek. İnanıyorum ki, zaten uygulanmak olan teşviklere ilaveten getirdiğimiz bu ilave teşviklerle Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde büyük bir yatırım hamlesi yaşanacaktır.

Şu ana kadar sadece İstanbul’da faaliyet gösteren Türkiye Kalkınma Bankası'nın Diyarbakır'da cuma günü bir şubesini açıyoruz. Daha sonra bir şubesini de Erzurum'da açacağız. Yine, bu hafta Cuma günü Diyarbakır'da 10 senedir inşaatı devam eden bir tütün işleme fabrikası açıyoruz. Sanıyorum, 8.5 trilyona malolmuş, bin kişiye istihdam sağlayacak.

Ayrıca, yine Diyarbakır--Lice’de özel sektöre tarafından yapılan bir mermer fabrikası faaliyete giriyor, o da bin küsur işçiye istihdam sağlıyor ve tümüyle ihracata dönük çalışacak.

Yine, bu hafta sonu Dicle Nehri üzerindeki iki barajın su tutma işlemini başlatıyoruz. Dicle ve Kralkızı Barajları'nda su tutmaya başlayacağız. Önümüzdeki sene bunların türbinleri devreye girecek, enerji üretimine başlayacak, sulamaya başlayacak. Batman Barajı da, sanıyorum bir iki aya kadar su tutmaya hazır hale gelecek.

Sene sonuna kadar Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde 25 tane yatılı bölge ilköğretim okulunu devreye sokmuş olacağız, tamamlamış olacağız.

Ayrıca, 0 bölgede görev yapan öğretmen ve sağlık personeli, maalesef bölgeye gitmekten imtina ediyordu, orada devamlı elemen açığımız vardı, kadroları dolduramıyorduk. Orada çalışan öğretmenlere ve sağlık personeline yüzde 50 ile yüzde 267 arasında tazminat artışı getirdik. Yani ödenen tazminatları yüzde 267'ye kadar artırdık. Tabii ki, kalkınma sadece Güneydoğu Anadolu'daki illerimizden ibaret bir olay değildir. Türkiye'nin 80 ilinde şu anda Zonguldak’tan Ankara'ya, Ankara'dan da Hatay'a kadar bir çizgi çekerseniz, bu hattın doğusunda kalan bütün illeri kalkınmada öncelikli il yaptık. Yani, daha önceki kalkınmada öncelikli illere ilaveten, iç Anadolu'da Kırşehir, Nevşehir, Kırıkkale, Karaman, Niğde, Aksaray, Karadeniz de; Samsun, Ordu, Giresun, Rize, Trabzon illerini toplam 11 ili kalkınmada öncelikli il yaptık. Bundan sonra Ankara'nın batısında yatırım yapanlar, normal şartlarda yatırım yapacaklar. Zonguldak dahil doğuda yatırım yapanlar, hepsi kalkınmada öncelikli illere uygulanan bu teşviklerden yararlanacaklardır. Şu anda 80 ilimizden 49'u kalkınmada öncelikli il durumundadır.

Biliyorsunuz, bir süreden beri bölücü eşkıyanın Karadeniz'e ulaşma çabası vardı, orada zayıf buldukları eksen, tokat, Ordu, Sivas, Giresun illerinin kesiştiği bölge idi. Orada son iki üç hafta içerisinde art arda birkaç terör eylemi olmuştur. Bizim tespitlerimize göre, çok az sayıda bir eşkıya bölgede şu anda barınmaktadır. Ama, biz buna rağmen, bunların bölgede yerleşmelerine, yayılmalarına engel olmak için olayın üzerine bir dizi zecri tedbirle gideceğiz.

Birincisi, yeniden bir idari yapılanmaya gidiyoruz. Güvenlik mülahazalarıyla bu bölgede bir veya iki yeni il kurulmasına dair bir kanun tasarısı getireceğiz Meclis'e. Bu, sadece güvenlik mülahazasıyla yapılan bir tasarruftur. Onun için, 30 Kasım'da yapılacak nüfus sayımı tamamlanıncaya, ondan sonra bizim idari reform çalışmalarımız belli bir safhaya gelinceye kadar, zaten partimizin de taahhüdü olan yeni il yapılmasıyla ilgili taleplerin arkadaşlarımız tarafından askıya alınmasını rica ediyorum. Bu yapacağımız düzenlemede, yeni il talepleri gelirse, büyük müşkülata girebiliriz. Onu biz genel düzenleme olarak önümüzdeki dönemde yapacağız. Acil olarak şimdi getireceğimiz, sadece buradaki bu terörist hareketlere karşı düşünülen bir idare tedbir olacaktır.

Bölgede idari kadrolarda bazı değişimlere gidiyoruz. Ayrıca, bölgedeki güvenlik kuvvetlerinin de takviyesine gideceğiz, hem jandarma bakımından, hem özel tim elemanları bakımından bölgeyi takviye edeceğiz. inanıyorum ki, kısa sürede bu bölgedeki terör faaliyetleri tümüyle önlenmiş olacaktır.

Değerli Arkadaşlarım,

Sonuç olarak, Hükûmetimiz’in 100 günlük icraatı, bizden önce 30 yıla varan, uzun bir zamandan beri yapılamayan birtakım işlerin yapılmaya başlandığı, önümüzdeki dönemde yapılacak olan ciddi birtakım işlerin hazırlıklarının geniş ölçüde tamamlandığı ve bilançosu her halükarda partimizi ve Hükûmetimiz’i gururlandıracak olan bir dönem olmuştur. Ama, asıl icraat dönemimiz bundan sonraki dönemdir. Seçim tarihini belirleyecek güce sahip olmamamıza bakmadan, Meclis'te çoğunluğa sahip olmadığımıza aldırmadan, Türkiye'nin ihtiyacı için gerekli olduğuna inandığımız, doğru olduğunu bildiğimiz uygulamaları, önümüzdeki dönemde sizlerin desteğiyle birer birer uygulamaya koyacağız.

İnanıyorum ki, milletimiz büyük çoğunluğuyla, kendisine yönelik bütün yanıltıcı propagandalara rağmen, kimlerin ülkeye hizmet etme konusunda samimi olduğunu, kimlerin ehil olduğunu, kimlerin siyaseti, sadece şahsi ikbal açısından yürüttüğünü ayırt edebilecek basirete, sağduyuya sahiptir.

Şimdi kadar savunduğumuz hiçbir görüşten, şimdiye kadar parti olarak ortaya attığımız tezlerin hiçbirisinden vazgeçmemizi, geri durmamızı gerektiren bir durum söz konusu değildir. Tam tersine, bugüne kadar savunduğumuz fikirlere, bundan sonra daha sıkı bağlanmamız gereken, onların milletimizin çoğunluğu tarafından da doğruluğunun daha yakından müşahede edildiği, partimiz açısından şanslı bir dönemi yaşıyoruz. Ama, aynı zamanda başta da söylediğim gibi, büyük zorluklarla karşı karşıya olduğumuz çok güç bir dönemi idrak ediyoruz.

Ben, bütün arkadaşlarımın bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da bu dönemin gerektirdiği sorumluluk duygusu içerisinde hareket edeceklerine inanıyorum ve sabrınız için de hepinize teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.