BAŞBAKAN SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM ANAP GRUP KONUŞMASI

9 Haziran 1998

Değerli arkadaşlarım, 55 inci Hükümet olarak göreve başladığımız zaman, ne kadar ağır bir sorumluluk üstlendiğimizi, bu aradan geçen 11 aylık süre içerisinde, bu sorumluluğun gereği olarak, hangi icraatları gerçekleştirmenin çabası içinde olduğumuzu hepiniz yakından biliyorsunuz.

Hükümetimiz, sadece Türkiye’de bozulmuş olan siyasi istikrarı, devlette ortadan kalkmış olan uyumu sağlamakla kalmamış, aynı zamanda da memleketimizin yıllardan beri devam eden bütün meselelerine cesaretle el atmıştır. Bir azınlık Hükümeti olmasına bakmadan , üç partili bir Koalisyon Hükümeti olmasına bakmadan, yıllardan beri, bizden önce çoğunluk hükümetleri zamanında dahi çözülmemiş olan bütün köklü sorunlar, Hükümetimizin gündemine alınmıştır.

Bütün bu sorunların, 11 ay içerisinde çözüldüğünü söylemiyorum; ama, 11 ay içerisinde, bu sorunları çözme yolunda çok önemli adımların atıldığını söylüyorum. Nihayet, bunların bir kısmının çözümü, Hükümetimizin gücü dışında, ancak Mecliste sağlanabilecek bir uzlaşmayla, Meclisin bu konuda ortaya koyacağı bir ortak iradeyle çözülebilirdi.

Şimdi, bir yandan siyasi istikrarı sağladık, bir yandan devlette uyumu sağladık, bir yandan bazıları 30-40 yıldan beri gerçekleştirilemeyen, bu nedenle devlet yapısının hantallaşmasına yol açan reformları birer birer devreye koyduk, bir yandan Türkiye’nin 20 seneden beri kronik hastalığı olan enflasyonla mücadele konusunda bir siyasi iradeyi ve doğru ekonomik politikayı ilk defa olarak hayata geçirdik. Ama, bunun yanında, hepinizin bildiği gibi, bizden önce yıllarca ihmal edilmiş olan, daha fazla ihmale tahammülü olmayan, gerçekleştiremediğimiz takdirdi 2000 ‘li yıllarda güçlü Türkiye’yi kurmamıza imkan vermeyecek olan ciddi altyapı projelerini de, mali imkanlarımızın, içinde bulunduğumuz ekonomik şartların bütün zorluklarına rağmen aşmaya çalıştık.

Bütün bunlar, küçümsenecek şeyler değildir. Siyasi rakiplerimizin söylediklerine bakmayın, onlar siyaseten konuşmaya mecburdurlar, onlar bizim icraatımızı beğendikleri anda, siyaseten intihar etmiş olurlar, onlar bizi eleştirmeye devam edeceklerdir. Ama, zannediyorum hepinizin şahit olduğu, benim her hafta yaptığım yurt gezilerinde, Türkiye’nin farklı coğrafyalarındaki vatandaşlarımızdan aldığım izlenim şudur: Aklıselim sahibi vatandaşlarımız, siyasi fanatizm içinde olmayan vatandaşlarımız, bu Hükümetin hangi güçlükler içerisinde, nasıl ağır bir yükü üstlendiğinin ve bu yükü taşımak için nasıl olağanüstü bir çaba harcadığının farkındadır. Aslında, siyasi muhaliflerimizi sinirlendiren hadise de budur, onların sinirini bozan hadise de budur.

Tekrar ediyorum, biz, bir yandan siyasi istikrarı sağladık, bir yandan ekonomik istikrarı sağlama yönünde çok önemli adımlar attık, bir yandan yıllardan beri bekleyen reformların bazıların çıkardık, bazılarını Meclise getirdik, bir yandan da çok önemli altyapı projelerini, bütün imkansızlıklara rağmen gerçekleştirmeye koyulduk.

Ama, bu saydığım icraat içerisinde, zannediyorum, gözden kaçan iki husus var: Biz, aynı zamanda, 55 inci Hükümet olarak, Türkiye’de, demokratik sisteme de çok önemli bir katkıda bulunduk. Neydi Türkiye’nin siyasi hastalığı; siyasi bölünmüşlük. Yani, son seçimde en fazla oy alan parti yüzde 21 oy almış. Mecliste 6 siyasi parti gruba sahip. Böyle bir tablodan siyasi istikrar çıkmaz, iddia budur. Bu iddianın ışığında önerilen nedir? O zaman, parlamenter demokratik sistemden vazgeçelim, başkanlık sistemine geçelim veya başka bir sisteme geçelim.

Değerli arkadaşlarım, dünyada, parçalanmış, bizim sahip olduğumuz tabloya benzer parçalanmış siyasi tabloya sahip olan tek ülke biz değiliz. İskandinav Ülkeleri, bazı Avrupa Ülkeleri, yirmi seneden beri, otuz seneden beri aynı şekilde, hem de bizimkinden daha parçalanmış siyasi tabloyla yaşıyorlar. Buna rağmen, hem demokratik sistemi bizden çok daha iyi işletiyorlar, hem de sorunları çözmede, kendi toplumlarına refah sağlamada çok önemli mesafeler alıyorlar.

Binaenaleyh, asıl eksiklik, siyasi tablonun bölünmüş olması değildi, asıl eksiklik, bu siyasi tablodan, ülkenin sorunlarına çözüm getirebilecek olan bir uzlaşmayı yaratmaktı, bir uyumu yaratmaktı.

Tekraren ifade ediyorum, bu kürsüden daha önce çok söyledim, 55. İnci Hükümet, şu anda Türkiye’yi yöneten Hükümet, Türkiye’de gelmiş geçmiş en uyumlu koalisyon Hükümetidir. Biz, milletimize, koalisyonların öyle korkulacak bir şey olmadığını kanıtladık. Eğer, koalisyonun ortakları içinde iyi niyet hakimse, eğer parti menfaatleri gerektiğinde ülke menfaatlerinin arkasına atılabiliyorsa, ülke menfaati her şeyin önüne konabiliyorsa, o zaman koalisyon hükümetlerinin öyle korkulacak bir şey olmadığını milletimize gösterdik.

İkinci bir şey daha gösterdik; koalisyon hükümetleri neden şimdiye kadar Türkiye’de hep eleştiri konusu olmuştur; çünkü, koalisyon hükümetleri icraat yapamamıştır, koalisyon ortaklarının birbirlerini çelmeleme gayretleri, birbirlerine karşı siyasi prim yapma çabaları, koalisyon hükümetlerini ülkenin sorunlarını çözmekten alıkoymuştur. 1970’li yılların Türkiye’ye gösterdiği gerçek budur. Bizden önceki koalisyonların gerçeği di budur. Görünüşte uyumlu gözüken koalisyonlar, ülkenin en temel meselelerine, mesela enerji açığına hiçbir çözüm getirmemişlerdir. Ama biz, hem uyumlu bir koalisyon hükümeti olduk, hem de ülkenin bütün sorunlarına el atan bir koalisyon hükümeti olduk. Farklılığımız buradadır.

Şimdi, eğer Türkiye’de, bizim ortaya koyduğumuz bu model, yani uyum içinde çalışan, uzlaşmaya dayalı olan bir koalisyon hükümeti modeli başarıya ulaşırsa, o zaman sistem arayışlarına gerek yoktur; hangi siyasi tablo çıkarsa çıksın, eğer o siyasi tablonun içerisinden uyumlu çalışacak bir ortak Hükümet çıkabiliyorsa, o zaman siyasi istikrar sorunu kalmayacaktır. Ama, daha önce de söyledim, geçen hafta da söyledim, mesele sadece hükümetin uyumlu olmasıyla, hükümetin iyi niyetli olmasıyla, hükümetin kararlı olmasıyla, hükümetin çalışkan olmasıyla çözülmüyor; Meclisin de ona ayak uydurması lazım. Parlamenter demokratik sistemde, parlamento, sistemin kalbidir. Parlamento çalışmadığı zaman, sistemin iyi çalışması mümkün değildir. İşte, Hükümetimizin, sisteme yaptığı ikinci önemli katkı, Parlamentoyu çalıştırma yönünde ortaya koyduğu iradedir.

Burada, sizlerle, bir ay önce, iki ay önce özeleştiri yaptık, dedik ki, iktidar olarak Meclisi çalıştırmak öncelikle bizim görevimizdir. Biz, bir kere Meclise tam olarak gelmemiz lazım. Muhalefet Meclisi çalıştırmak zorunda değil, hatta bu konuda bizimle işbirliği yapmak zorunda da değil. Tabii, onların da topluma karşı bir sorumluluğu var, elbette toplumun gerektirdiği yasaların çıkarılması konusunda toplumun onlardan da beklentileri var; ama, esas görev bizimdir. Biz, bir kere, Parlamentoyu çalıştırmak için kendi görevimizi yapmak zorundayız, Meclise tam gelmek zorundayız. memnuniyetle ifade ediyorum ki, arkadaşlarıma da şükranla ifade etmek istiyorum ki, Parti olarak, sadece bizim partimiz değil, ortağımız olan partiler de, bu konudaki gerekli disiplini geniş ölçüde sağlamışlardır. Geçtiğimiz haftalar içerisinde, muhalefete gerek kalmadan Meclisi toplayacak çoğunluğu elde ettik. Ama, hepinizin bildiği gibi, Meclisin, şu andaki gündemi olağanüstü yüklüdür. Sanıyorum 300 küsur kanun tasarısı, teklifi vardır. Önümüzdeki süre de son derece sınırlıdır. Bir ay ancak çalışabiliriz diye düşünüyorum. İnşallah daha uzun çalışırız. Ama, bu bir ayda, Meclisin, çok yoğun bir çalışma temposunu yakalaması lazım. Bir aylık bir maratona girmemiz lazım. Öyle dünya kupasından filan etkilenmeden, yaz sıcağından etkilenmeden oturup burada bu kanunları çıkarmamız lazım.

Biz, ne kadar kararlı olsak, hiç eksiksiz Meclise gelsek, ortaklarımız hiç eksiksiz Meclise gelseler dahi, maalesef bunu sağlamamız fevkalade zordur, süre bakımından zordur. İşte, hepiniz gördünüz, 1 tane kanun bizi iki hafta uğraştırdı, sonunda çıkaramadık, kamu sendikaları kanunu. Çünkü, bu Meclisin içtüzüğü, maalesef, Meclis çalışsın diye değil, çalışmasın diye yapılmış. Oylamalarla, yoklamalarla, her fıkra üzerinde 3 tane, 4 tane önergeyle bu Meclisten kanun çıkarmak fevkalade zordur. Hele hele bizim getirdiğimiz reform kanunlarını çıkarmak daha da zordur. Biz, şimdi Vergi Kanununa gireceğiz, Vergi Kanunu 80 küsur maddedir, geçicilerle beraber 100 küsur maddedir, arkadan Mahalli İdareleri getireceğiz, o da o kadardır. Şimdi, Ceza Kanununu getirsek, 400 maddedir. Bu kanunları, Meclisten, bu haliyle geçirmemiz mümkün değildir.

Onun için, Meclisi çalıştırmak için birinci tedbirimizi aldık, kendi içimizde disiplini sağladık, arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. İkinci tedbir, Mecliste bu konuda çoğunluğu sağlayabileceğimiz bir uzlaşmayı yakalayabilmektir. İşte, geçen hafta, Sayın Baykal’a vardığımız anlaşmanın tek amacı budur. Meclisin çalışmasını sağlayacak bir çoğunluğu, bir çoğunluk uzlaşması sağlamak.

Bugün, buna ilaveten bir adım daha attık, çoğunluğu sağlayabilsek dahi, gereksiz engellemelerden dolayı Meclisin çalışmasını önleme gayretine karşı Meclis Başkanımızı ziyaret ettik. Sayın Ecevit’le beraber, Meclis Başkanından, yeni Genel Kurul salonunu bir an önce açmasını rica ettik. Daha sonra gittik salonu gezdik, Meclis Başkanıyla görüştük. Şu anda, bana göre Meclis salonunun açılması için hiçbir engel yoktur. Çok basit teknik birtakım şeyler söyleniyor. Bunlar iyi niyetle, kolaylıkla aşılabilecek olan engellerdir. Ben, engelin daha çok siyasi olduğunu düşünüyorum, teknik değil siyasi olduğunu düşünüyorum. Salon, fevkalade modern bir salondur, Avrupa’daki parlamentolardan çok daha modern bir salondur. Bütün ihtiyaçlar düşünülmüştür. Sadece oylama ve yoklama için bize kazandıracağı süre, bu salonun açılması için yeterli sebeptir. Meclis Başkanına, bu konuda, Hükümet partileri olarak arzumuzu ilettik. Kendisi, yardımcı olacağını vaat etti. Zannediyorum Emlak Konutla ilgili bir sorun varmış, asıl sorumluluk Emlak Konuttaymış. Onlarla da görüşeceğim, onlara da bu şeyimizi söyleyeceğim. Hedefimiz, önümüzdeki hafta yeni Genel Kurul salonunda vergi kanununa başlamaktır. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Sayın Baykal’la yaptığım görüşme ve bu görüşme sonunda kamuoyuna açıkladığımız uzlaşma konusunda kamuoyunda birkaç günden beri bazı yorumlar yapılıyor. Bu yorumların çoğunun gerçekle ilgisi yoktur. Olayın bir ek gerçeği vardır. O gerçeği, görüşmeden sonra basına söyledim, burada bir defa daha söylüyorum; biz, Hükümet olarak, kendi içimizde fevkalade uyumluyuz. Biz, Hükümet olarak, Türkiye’nin yararına çok önemli hizmetler yaptığımıza inanıyoruz. Demin söylediğim gibi, sadece reform yasalarını hazırlamak, enflasyonla mücadele etmek, sadece siyasi istikrarı sağlamak değil, aynı zamanda sisteme de çok önemli katkılarda bulunduğumuzu düşünüyoruz. Ama, buna ilaveten, yapmamız gereken hadise, demin söylediğim gibi, Meclisin de üstüne düşen görevi yapmasını sağlamaktır. Bu konuda, bizden önceki hükümetler gibi düşünebilirdik, onlar gibi davranabilirdik, nasıl olsa iktidardayız, bu koltukta 2000 yılının Aralık ayına kadar oturalım diye kanun çıkaramadan, Meclisten reformları çıkaramadan görevde kalmada diretebilirdik.

Hepiniz de biliyorsunuz ki, bu Hükümeti, Cumhuriyet Halk Partisinin düşürmesi, kendisi açısından son derece risklidir. Biz, bizim için bir koltukta kalma güvencesi olabilirdi. Yani, Cumhuriyet Halk Partisi, bu Hükümeti sayısal olarak düşürebilir; ama, düşürdüğü zaman, bundan doğacak olan siyasi istikrarsızlık ortamının da altında kalır. Onun için, buna da hiçbir zaman cesaret edemezdi. Ama biz, buna dayalı olarak, bu hesaba dayalı olarak Hükümet etmekte diretemezdik, benim anlayışım buna uymazdı. Benim anlayışıma göre, biz, Hükümet olarak, şu anda ancak Meclisi çalıştırarak netice alabilecek bir noktaya geldik. 11 ayda önemli reformları hazırladık, Meclisin gündemine getirdik, eğer bunları Meclisten geçiremezsek, sadece kararnamelerle ülkeyi yönetmeye devam edersek, bu Hükümet Türk siyasetinde iz bırakan bir Hükümet olamaz. Bu Hükümet, sadece kendi ömrünü uzatmaya düşünen, iş yapsa da, yapmasa da Türkiye’nin kendisini taşıması gerektiğine inanan yanlış bir Hükümet olur ve güç kaybeder, kan kaybeder.

Tekrar söylüyorum, Sayın Baykal’la anlaşmamızın bir tek gayesi vardır, o da Meclisi çalıştırmaktır. Başka ikinci bir gaye yoktur, ikinci bir endişemiz de yoktur, ikinci bir hesabımız da yoktur. Bir tek gayemiz vardır, Meclisi çalıştırmak. Çünkü, bugün Türkiye’de Meclisin çalışması, sistemin işlemesiyle eş anlamlı olmuştur. Bu Meclis çalışmadığı takdirde, Türkiye’ye çok yeni elbiseler biçilecektir ve daha önemlisi, bizim önünü açmak istediğimiz Türkiye’nin önü kapalı kalmaya devam edecektir. İdari sistemimiz, aşırı merkeziyetçi yapısıyla, Türkiye’yi taşıyamaz durumda kalmaya devam edecektir. Vergi sistemimiz, vergi vereni cezalandıran, vergi vermeyi ödüllendiren adaletsiz yapısını korumaya devam edecektir. Bugünkü sistemle, Türkiye’nin 2000 yılına ulaşması, 2000’de güçlü ülke hedefini yakalaması mümkün değildir. Onun için, kendi Hükümetimiz süresinden taviz veririz, Başbakanlıktan taviz veririz, her şeyden taviz veririz; ama, Türkiye’nin önünü açmaktan taviz veremeyiz. (Alkışlar)

Sayın Baykal’la görüşmemizde, evvela 23 Nisan tarihinde yaptığımız, kamuoyunda yanlış anlaşılan, yanlış algılanan, daha önceki uzlaşmamızın neden yürümediği konusunu tartıştık. Ben, sizlere de söylediğim gibi, kamuoyuna da söylediğim gibi, Sayın Baykal’a şunu söyledim: Biz, sizinle üç konuyu görüştük, bu üç konunun ikisinde mutabakata vardık. Neydi bunlar; biz, normal süresinden birbuçuk sene önce, önümüzdeki senenin baharında, erken genel seçim taahhüdünde bulunacağız, bizim edimimiz budur Hükümet olarak. Buna karşılık siz, o tarihe kadar üzerinde mutabık kalacağımız yasaların çıkarılması, Meclisin çalıştırılması konusunda bizimle işbirliği yapma, bize destek verme taahhüdünde bulunacaksınız. Bu, bana göre Türkiye’nin lehine olan, adil bir anlaşmadır. Biz, süremizden bir buçuk yılı fedakarlık ediyoruz, on ay sonra seçime gitmeyi kabul ediyoruz, Sayın Baykal da, bu süre içerisinde bize Mecliste vermeyi, kendisinin de birlikte tespit edeceğimiz yasaları çıkarma konusunda bizimle birlikte tespit edeceğimiz yasaları çıkarma konusunda bizimle birlikte hareket etmeyi bize taahhüt edecek. Bu anlaşma tamam. 23 Nisanda da tamamdı, son görüşmemizde de tamamdır, burada hiçbir ihtilaf yok.

23 Nisanda yaptığımız anlaşmanın yürümesinin sebebi veya yanlış anlamaya yol açan hususu, bu iki unsurun dışında, anlaştığımız bu iki unsurun dışında, Türkiye’nin nasıl bir siyasi modelle seçime gideceğine ilişkindi. Sayın Baykal, 23 Nisanda, bana, Türkiye’nin bugünkü Hükümet yerine, bir bağımsızın başkanlığında, bir seçim hükümetiyle seçime gitmesini önermiştir. Bu seçim hükümetinin başbakanının bağımsız olmasını ve bu Hükümetin süresinin de 4 veya 5 ay olmasını önermiştir. Ekim ayında da, Meclis yeniden açıldığında bu hususu görüşmemizi teklif etmiştir. Ben, bu konuda, kendisine olur demedim ve ortaklarımla bu konuyu danışmam gerektiğini, çünkü ortaklarımın bana verdikleri yetkinin diğer iki hususla ilgili olduğunu, bu hususta ortaklarımın itirazları olabileceğini, bu hususun görüşmeye tabi olduğunu söyledim. Ama, sanki Ekim ayında Hükümet istifa edecekmiş şeklinde kamuoyunda bir anlayış hakim olunca, 23 Nisanda, bildiğiniz gibi kamuoyunda çok büyük tepkiler ortaya çıktı, ortaklarımızdan tepkiler geldi, bizim Partimizden tepkiler geldi. Altı aylık bir seçim hükümeti olmak dendi, bana göre doğruydu. Bağımsızlığın başkanlığında bir hükümet, bir ara rejim formülüdür, parlamenter demokrasiye yakışan bir formül değildir dendi, bende doğrudur.

Netice itibarıyla, aradan geçen 1 ay 1 haftalık zaman içerisinde, Sayın Baykal bu gelişmeleri değerlendirdi, ben ortaklarımla yeniden temas yaptım. Sonunda, geçen hafta yaptığımız görüşmede, ilk iki unsurda aynen anlaşmamızı teyit ettik. Yani, Sayın Baykal hemen o basın toplantısından itibaren, Hükümetin Meclisteki çalışmalarına destek vereceğini bana taahhüt etti, ben de kendisine önümüzdeki sene ilkbaharda erken seçim konusunda Meclise ortak öneri getirmeyi taahhüt ettim.

Biliyorsunuz, daha önce mutabık kaldığımız tarih, mahalli seçimlerin yapılacağı 28 Mart tarihiydi, bu tarihin bayrama rastladığını daha sonra belirledik. Şimdi üzerinde mutabık kaldığımız tarih 18 Nisan veya 25 Nisandır. Yani, bundan sonraki çalışmaların şeyine göre, seyrine göre, 18 Nisan veya 25 Nisan tarihinde genel seçimlerle mahalli seçimlerin birlikte yapılması konusunda mutabık kaldık. Daha doğrusu, bu konuda Meclise ortak bir önerge getirme konusunda mutabık kaldık.

Şimdi, aramızda anlaşmazlık konusu olan daha önceki husus, Türkiye’nin bu seçime nasıl bir hükümet modeliyle gideceğiydi. Sayın Baykal, bu konuda üç aylık bir süreyle mutabık olduğunu ifade etti. Yani, 3 ay, 3,5 ay neyse, yıl sonunda, bu Hükümetin, daha doğrusu benim istifa etmemi, bu uzlaşmanın temel şartı olarak ileri sürdü. Ben kendisine şunu söyledim: benim bütün ısrarım, bütün hedefim, bu Hükümetin, bugünkü yapısıyla, benim başkanlığımda sene sonuna kadar işbaşında kalmasıdır. Çünkü, bu bütçe, bizim hazırladığımız bir bütçedir, bu bütçenin önemli ekonomik hedefleri vardır, bu hedefler şu ana kadar müspet şekilde tecelli etmiştir. Bu Hükümet, bir iddianın sahibidir. Sene sonunda enflasyonu yarıya indirme hedefinin sahibidir. Bu Hükümet aynı zamanda, bütçe disiplinini uygulama kararlılığına sahiptir. Bu Hükümetin, çoğunu sıfırdan başlattığı, çok önemli aşamaya getirdiği birtakım önemli projeler vardır, bu projelerin hayata geçirilmesi için bu süreye ihtiyacımız vardır. Biraz önce söyledim, bu Hükümetin Meclise getirdiği reform yasaları vardır. Bu reform yasalarını hayata geçirme iddiası vardır. Onun için, ben, yılsonuna kadar bu hükümeti devam ettirmek istiyorum. Bunu da, topluma karşı bir vecibe olarak, bir borç olarak görüyorum.

Sayın Baykal, son görüşmemizde, bizim bu isteğimizi müspet karşılamıştır. Sene sonuna kadar bu süreyi vermiştir. Sene sonunda istifa etmemiz konusunda ısrarlı olmuştur. Ben, kendisine aynen şunu söyledim: Sene sonunda Başbakanlıktan istifa etme konusunda kişisel olarak benim hiçbir itirazım yoktur. Ben, birbuçuk sene, Hükümetin belli hedefleri gerçekleştirdikten sonra, Hükümetin başından ayrılmaya hazırım, bunu içime sindiriyorum. Nasıl olsa üç ay sonra seçime gidilecektir. O üç aylık süreyi de, ben siyaseten daha iyi değerlendiririm.

Yani, üzerimde Başbakanlık olmaksızın, Türkiye’nin dört bir yanını dolaşırım, birbuçuk senede yaptıklarımı anlatırım, önümüzdeki dönemde de onların devamı olarak yapacaklarımı anlatırım, siyaseten bu benim işime gelir. Benim hiçbir itirazım yok, ben bunu içime sindiriyorum, ortaklarımın itirazı var. Ama, ben, ortaklarımı da bu konuda ikna etmek için elimden geleni de yaparım. Ama, ortada, işin mahiyetinden gelen bir zorluk var. Onu, itiraz olarak değil, bahane olarak değil, sadece değerlendirmeniz için sizin dikkatinize getiriyorum. Nedir? Birincisi Cumhurbaşkanı faktörü. Bizim mutabık kalacağımız bu anlaşmanın, Cumhurbaşkanının onayı olmadan işlemesi mümkün değildir. Ben yılbaşında istifamı veririm; ama, Cumhurbaşkanı, anayasanın 109 uncu maddesine göre, istediği kişiyi görevlendirmekte serbesttir. Eğer bu konuda teamüllere uyarsa, görevlendireceği ilk kişi, Mecliste en fazla sandalyeye sahip olan partinin başkanıdır. Eğer bu konuda ülkenin içinde bulunduğu şartları değerlendirirse, bu sıralamaya uymak zorunda değildir. Ama, hiçbir halukarda da, bizim kendisine götürdüğümüz öneriyi aynen uygulamakla yükümlü değildir. Kaldı ki, bundan bir sene önce, Cumhurbaşkanının, bizzat kendisinin uyguladığı bir görevlendirme söz konusudur. Orada, Cumhurbaşkanı, Başbakanın istifası halinde, 278 milletvekilinin imzasıyla kendisine önerilen kişiyi değil, sıralamaya uyarak, ikinci parti olarak bizim partimizin başkanı olarak beni görevlendirmiştir. Bu, tamamen, Cumhurbaşkanının kendi siyasi değerlendirmesiyle yapılmış bir tasarruftur.

Şimdi biz, bir sene önce, bizim Hükümetimizin kuruluşundaki usule ters düşen bir öneriyi Cumhurbaşkanına götürürsek, evvela Cumhurbaşkanını zor bir duruma sokmuş oluruz. Bir sene önceki uygulamasıyla çelişkiye sokmuş oluruz. İkincisi, Cumhurbaşkanı, velev ki bu önerimizi kabul etse, bizim mutabık kaldığımız kişiyi görevlendirse dahi, Anayasamıza göre bu bir seçim hükümeti değil, normal bir görev hükümeti olarak işbaşı yapacaktır.

Yani, bir hükümetin kurulmasında hangi prosedür izleniyorsa, bu hükümetin kuruluşunda da aynı prosedür geçerli olacak. O şahıs gidecektir, bizim mutabık kalıp Cumhurbaşkanının görevlendirdiği şahıs, bir hükümet listesi hazırlayacaktır, Cumhurbaşkanı onun arkasında Meclis çoğunluğu olduğu kanaatine varırsa onu atayacaktır. Atanan hükümet göreve başlayacak, gelecek Meclise programını sunacaktır. Meclis o programı tartışacaktır, ondan sonra güven oylamasıyla o Hükümeti onaylayacaktır.

Şimdi, bütün bunlar yapılırken, seçim kararı alınmış, seçim tarihi belirlenmiş, Türkiye seçim ortamına girmiş, biz meydanlara düşmüşüz, seçim propagandasına başlamışız, böyle bir ortamda, acaba bütün bu prosedürü işletmek kamuoyuna biraz haksızlık olmaz mı diye Sayın Baykal’ın dikkatine getirdim. Yani, kamuoyu gereksiz yormaz mıyız; netice itibarıyla bütün bu, belki bir ay sürecek bir prosedür sonunda kurulacak hükümet, iki ay sonra zaten seçime gidilecek. İki ay görev yapacak olan bu Hükümet, ancak rutin bir hükümettir. Batılıların kier taker dedikleri, geçici bir hükümettir, sadece günlük işleri gören bir hükümettir. Böyle bir hükümet için bu kadar formalitenin yapılması doğru mudur diye Sayın Baykal’ın dikkatine getirdim. Bunu, bir itiraz olarak değil, bir bahane olarak değil, sadece ortak aşmamız gereken, vardığımız uzlaşma mucibince ortak aşmamız gereken bir zorluk olarak getirdim. Sayın Baykal, bana, Cumhurbaşkanının bu konudaki yetkisiyle mutabık olduğunu, açıklamamızda da bu konuya atıf yapabileceğimizi ifade etti. İkinci olarak da, bu konuyu, daha sonraki temaslarımızla oluşturup kesinleştirme konusunda mutabık kaldık. Ama, Sayın Baykal’ın söylediği en önemli bir husus şudur: Bu Hükümetin Başkanı bağımsız olmayacaktır. Bu Hükümetin başkanı, bizim mutabık kalacağımız partili bir milletvekili olacaktır. Şu anda vardığımız mutabakat budur.

Değerli arkadaşlarım, bu mutabakatın, hepimizin içine sinen, hepimizin gönlüne uygun, gönlünden geçene uygun bir mutabakat olduğunu söylemiyorum. Diyorum ki, karşılıklı olarak fedakarlık yaptık. Biz, erken seçime razı olduk, seçimi 2000’de 1999’a aldık. Sayın Baykal, karşılığında, bu hükümete yedi aylık bir icraat imkanı, hem de arkasında Meclis desteği olan bir icraat imkanını sundu.

Burada, arkadaşlarımın dikkat etmesi gereken husus şudur: biraz önce söyledim, bizi bu anlaşmaya sevk eden husus, Meclisin çalışması zorunluluğudur. Bu anlaşmanın yürümesi şöyle olacaktır; Önce Grup Başkanvekillerimiz bir araya gelecekler. Bizim Grup Başkanvekillerimiz, ortak olduğumuz partilerin grup başkanvekilleriyle de istişare edecekler, önce onlarla bir araya gelecekler, biz yaz tatiline kadar, Meclisin tatile girmesine kadar hangi yasaların Meclisten çıkmasını zorunlu gördüğümüzü evvela Hükümet olarak belirleyeceğiz. Bu yasaları, arkadaşlarımız, Cumhuriyet Halk Partisinin grup başkanvekilleriyle birlikte görüşecekler, meclisin tatile kadar ki gündemini yapacaklar. Ondan sonra, bu gündemi, hangi takvim içinde sonuçlandıracağımızı görüşecekler; yani, Meclisin hangi günler, hangi saatler çalışması gerektiği hususunda bir mutabakat sağlayacaklar. Bunu Danışma Kuruluna getireceğiz, Meclise götüreceğiz. Neticede, Cumhuriyet Halk Partisiyle beraber, Hükümet Partileri olarak, tatile kadar ki süreci kararlaştırmış olacağız.

Bu ortak gündemin içinde nelerin olduğunu, dediğim gibi Grup Başkanvekillerimiz görüşecek. Ama, bizim, Sayın Baykal’la mutabık olduğumuz bir şey var; bunun içerisinde mutlaka vergi yasası olacak, şu anda görüştüğümüz Haller Yasası olacak, Avrupa Birliğine karşı çıkarmakla yükümlü olduğumuz Gümrük Yasası, ithalatta haksız rekabetin önlenmesi yasası, Akreditasyon Kurulu kurulması hakkındaki yasa gibi 3 tane önemli yasa var, Avrupa Birliğiyle ilgili, onlar olacak. Yine, bu şeyin içerisinde, bizim şu anda Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülen Mahalli İdareler reformu olacak. Buna ilaveten, Hükümetin önerdiği, onların da uygun gördüğü diğer yasalar olacak.

Bu yasalarda, söylediğim yasalarda, temelde bir farklı görüşümüz söz konusu değil. Sadece, Mahalli İdareler Yasasında, onların, birkaç madde değişiklik önerileri olacak, ben de onları görüşmeyi kabul ettim. Yani, komisyondan çıkan şeklinde bazı değişiklikler gündeme gelebilir, bunları görüşüp bir orta şeye varmayı kabul ettim. Ama, onun dışında, prensip olarak onlar, sadece bazı iyileştirme önerileri yapacaklar, bunları şart koşmayacaklar. Mesela, Sayın Baykal, bana, vergi kanunuyla ilgili olarak, vergi mükelleflerinin sağlık, eğitim ve sigorta harcamalarının matrahtan düşülmesi önerisini getirdi. Ben, bütçe dengesini bozmamak kaydıyla, yani maliyenin kabul etmesi kaydıyla ancak buna sıcak bakacağımızı söyledim. O da, bütçeye herhangi bir taşınması güç yük getirmek niyetinde olmadığını, binaenaleyh bu konuda ısrarlı olmadığını bana iletti.

Yine, Sayın Baykal’la bir sohbetimiz, bugün Grup toplantısında da değinmiş, bana, Temmuz ayında yapılacak olan, yılın ikinci yarısına ilişkin memur zammı konusundaki projeksiyonumuzu sordu. Ben, kendisine, bizim memurlara, emeklilere taahhüdümüzün, 1998 yılında onlara sağlanacak olan maaş artışının, enflasyonun altında kalmaması olduğunu ve bu taahhüdümüzü tutacağımızı söyledim. Yılın ilk altı ayında, bildiğiniz gibi biz, memur ve emeklilere yüzde 30 maaş artışı verdik. Bu yüzde 30 maaş artışına karşılık, 5 inci ayın rakamları çıkmıştır, şu anda 5 aylık enflasyon rakamı yüzde 24’tür. Haziran ayında beklediğimiz enflasyon rakamı da yüzde 1’le 2 arasındadır. Binaenaleyh, yılın ilk altı ayında biz, memurlarımıza, verdiğimiz maaş artışının üzerinde bir reel artış sağlama hedefini yakaladık. Yılın ikinci yarısı için bizim bütçede öngördüğümüz, yani personel ödeneği olarak ayırdığımız miktar, yüzde 20 artışa tekabül etmektedir. Yüzde 20 artış verdiğimiz takdirde biz, bir yıllık olarak, yüzde 56 memura bir artış sağlamış olacağız.

Buna ilaveten, vergi Yasasında 10 puanlık bir indirim söz konusudur. Yani, vergi yasası çıktığı takdirde, memurun maaşı 10 puan artacaktır. Eğer, yıl sonu enflasyonu, bizim sağladığımız bu artışın üzerinde olursa, biz aradaki farkı da, karşılamayı taahhüt ettik. Biz, bu taahhüdümüzle bağlıyız, ama hiç kimse bizden, şu anda rakamlar bizim öngördüğümüz şekilde seyrederken, bütçe dengelerini bozarak, memur maaşları konusunda popülist politika izlememizi beklememelidir. Yani, enflasyona zarar verecek bir maaş artışını hükümet olarak bizim kabul etmemiz mümkün değildir. Ama, dediğim gibi, sene sonunda eğer enflasyon bizim verdiğimizin üstünde gerçekleşirse, biz onu mutlaka telafi edeceğiz. Aynı şey çiftçiler için de geçerlidir. Bizim destekleme alımlarında verdiğimiz artış oranı, yüzde 60-65 arasındadır. Eğer enflasyon bunun üstüne geçerse, seneye yeni fiyatları belirlerken, mutlaka bu da dikkate alınacaktır.

Dolayısıyla, buralarda hiç popülizme sapmak niyetinde değiliz. Öyle şu kesim, bu kesim gösteri yapıyor diye politikamızdan taviz vermek, sapmak niyetinde değiliz. En önemli hedefimiz, bütün çalışan kesimlere sağlayacağımız en önemli fayda, enflasyon hedefini yakalamaktır. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, enflasyon konusunda unutmamız gereken şudur: Türkiye’nin, bugün, nüfusunun yarısı 23 yaşın altındadır. 23 yaşın altındaki nüfusumuzun yarısı, daha şimdiye kadar hiç enflasyonsuz bir yıl geçirmemişlerdir, en düşük enflasyon yüzde 35 olmuştur. Biz, enflasyonu, dünya ölçülerine, gelişmiş dünyanın ölçülerine indirmeyi hedef aldık. Tek rakamlı enflasyonu hedef aldık. Bizim topluma sağlayacağımız en önemli fayda enflasyonu indirmektir.

Pazar günü IMF’nin ikinci adamı Türkiye’deydi, Sayın Güneş Taner getirdi, onunla görüştük İstanbul’da, bana söylediği aynen şudur: Geçtiğimiz sene, biz Hükümet geldiğimiz zaman, dünyada Türkiye’yle birlikte bazı güneydoğu Asya Ülkeleri, bazı eski Doğu Bloku ülkeleri IMF’in gözetimi altındaydı, gözlemi altındaydı. IMF, bize, işbaşına geldiğiniz zaman, enflasyonla mücadele konusunda şok bir program önermiştir. Şok program şudur: Enflasyonu bir sene içerisinde, mevcut yüzde 80’den, yüzde 90’dan yüzde 5’ e indirmektir. Şok enflasyon politikası uygulamanın birtakım bilinen tedbirleri var.

İşte, döviz kuruna bağlı, şuna bağlı, buna bağlı. Ama, bunlar hepsi, toplumda çok büyük sıkıntı yaratabilecek olan, bir süre için büyük sosyal sorunlar yaratabilecek olan tedbirlerdir. Biz, Hükümet olarak kendi aramızda değerlendirdik ve IMF’ye bir şok program uygulamayacağımızı söyledik. Bizim açıkladığımız program, bildiğiniz gibi, üç yıllık bir programdır. Üç yıllık programın yıllık hedefleri vardır, hatta üçer aylık hedefler söz konusudur. Biz, birinci yıl enflasyonu yüzde 50’ye, ikinci yıl 20’ye, üçüncü yıl da hedeflediğimiz tek rakama indirecek bir programı açıkladık. IMF bize inanmadı; yani, bu programı uygulayabileceğimize inanmadı; yani, bu programı uygulayabileceğimize inanmadı. Niye inanmadı; çünkü, biz bir azınlık hükümetiydik, bu programın uygulanabilmesi mutlaka bütçe disiplininin sağlanmasına bağlıydı.

Ayrıca, haklı oldukları bir şey vardı; bu programı siz başarıyla uygulasanız bile, yarın seçim olursa, siz gidersiniz, başka bir hükümet gelirse, o hükümet aynı kararlılıkla bunu devam ettirmediği takdirde netice alınması mümkün değildir. Binaenaleyh, üç yıla yayılmış bir enflasyonla mücadele programının, üç yıllık bir siyasi istikrar dönemine ihtiyacı vardır. Ama, bizim hükümet olarak üç yıl devam etme imkanımız yoktu. Böyle bir durumda IMF, bize çok ısrar etti, şok program uygulanması için çok ısrar etti. Bizim buna karşı çıkmaktaki en önemli gerekçemiz de şudur: Türkiye, benzer programları uygulamış olan ve başarılı sonuçlar almış olan ülkelerden çok daha adaletsiz bir gelir dağılımına sahiptir. Dünyadaki en adaletsiz gelir dağılımına sahip ülkelerden birisiyiz. Düşünün ki, nüfusun en zengin yüzde 20’si, tüm gelirin yarısından fazlasını alıyor, en fakiri yüzde 5,5’u alıyor. Bu kadar adaletsiz bir tabloyla, bu kadar adaletsiz bir gelir dağılımı tablosuyla şok program uyguladığız zaman, bunun altında kalma ihtimaliniz fevkalade yüksektir. Yani, bunun toplumda yaratacağı sosyal reaksiyonlar, sosyal tepkiler, sosyal komplikasyonlar, önceden öngörülemeyecek kadar yüksek olur. Zaten, açlık sınırında olan, zaten sefalet sınırında olan insanları, bir de böyle şok programla ezdiğiniz takdirde, belki rakamları yakalarsınız, ama sosyal olarak o aradaki süreyi taşıyamazsınız.

Onun için biz dedik ki, biz üç yıllık bir program uygulayacağız. IMF’nin önerisini uygulayan bazı ülkeler, zaman içerisinde çok büyük sıkıntılara girdiler, işte örnek Endonezya. Endonezya’da insanlar sokaklara döküldüler, dükkanlar yağma yaptılar, devlet başkanını değiştirdiler; ama, Türkiye, bütün yaşadığı sıkıntılara rağmen, demokratik sistem içerisinde ekonomik politikasını yürütmeyi becerdi.

Yıl sonunda, Amerika’ya gittiğimde IMF’in başkanıyla buluştum. IMF’nin başkanı, bize yaptıkları öneriler konusunda bir yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyduklarını, bizim uyguladığımız programın doğru olabileceğini düşündüklerini; ama, hala çok ciddi kaygıları olduğunu bana söyledi. Mutlaka radikal birtakım yapısal tedbirlerin alınması gerektiğini bana söyledi.

Şimdi bir altı ay daha geçti, tekrar görüştük İstanbul’da Pazar günü, bana söylediği, açıkça şudur: Bizim önerimizi uygulamamakla doğru yaptınız. Uyguladığınız politika, fevkalade doğru sonuç vermiştir. Alınan neticeler fevkalade umut vericidir, cesaret vericidir. Ama, sizi bir hususta uyarıyoruz. Siz, bu neticeleri, sadece bütçe disiplinini uygulayarak aldınız. Eğer vergi reformunu, eğer sosyal güvenlik reformunu çıkarmadığınız takdirde, bu iyi gidişin kalıcı olması mümkün değildir. Onun için, bundan sonra esas yapmanız gereken, bu yasaları çıkarmaktır, bu reformları yapmaktır. İşte bu da, benim size söylediğim, bizim zaten baştan beri söylediğimiz, Meclisi çalıştırma noktasına gelmektir.

Sanıyorum Temmuz ayı içerisinde, IMF’ le bir anlaşmaya varacağız. O anlaşma bir mali anlaşma olmayacak, bir stand-by anlaşması olmayacak. Eğer sosyal güvenlik reformuyla ilgili bize önemli bir yük getirecek bir yasayı çıkarma hususunda bize büyük bir fon sağlamadıkları takdirde, bizim IMF’den herhangi bir mali destek talebimiz yoktur. Onların ifadesi de, zaten, bizim böyle bir desteğe ihtiyacımız olmadığıdır. Ama, bizim başka bir desteğe ihtiyacımız var; IMF’nin bize, kapalı kapılar ardında söylediğini, resmen dünyaya söylemesi lazım. Yani, Türkiye’nin uyguladığı politika doğru politikadır, bir yıllık sonuçları olumludur, şu tedbirleri aldığı takdirde, bu politikayla Türkiye’nin enflasyonunu tamamen ortadan kaldırılması kaçınılmazdır şeklinde bir sinyal vermesi lazım. Bizim IMF’den şimdi beklediğimiz budur. Almak istediğimiz de budur. Bunu da, zannediyorum, Temmuz ayı içerisinde alacağız.

Adam, bizle görüştükten sonra gitmiş, dün Güneş Bey konuştu, hemen Board’a rapor etmiş, şu anda velhasıl bütün göstergeler iyidir. Bugün de, OECD’nin 1998 raporu yayınlandı. Türkiye ile ilgili. Hükümet, cesur anti-enflasyonist politikalar uyguluyor, enflasyonunun hem bu yıl, hem de gelecek yıl iniş trendinde olacağını tahmin ediyoruz diye, OECD de bize aynı şekilde ekonomik politikalarımıza destek vermiştir.

Velhasıl, geçen sene aslında büyük bir risk almışızdır. IMF’nin desteği olmadan, kendi bildiğimiz politikayı, kendi yapımıza uygun olduğuna inandığımız enflasyonla mücadele politikasını uygulamaya koyduk. Ama, Allah’a şükür bugün geldiğimiz noktada, IMF’nin önerileri doğrultusunda program uygulayan bütün ülkeler sıkıntıdadır, bizim hiç bir sıkıntımız yoktur. Bizim, tek sorunumuz, şimdi bunu tamamlayacak olan reformları hayata geçirmektir. Ödemeler dengemiz rekor düzeydedir. Merkez Bankamız onun için iki ay döviz alımını dahi kısıtlamıştır. Ziraat Bankası dün ikinci defa faiz indirimine gitmiştir. Size söylediğim gibi, Temmuz ayında, çiftçi ve esnaf kredilerinin faizleri de enflasyon oranında düşürülecektir. (Alkışlar)

Binaenaleyh, bütün göstergeler, ekonomideki bütün göstergeler olumludur. Ama, önemli olan, bu olumlu göstergelere kapılıp rehavete girmemektir, reformlardan vazgeçmemektir.

Değerli arkadaşlarım, biraz önce size dedim ki, memura enflasyonun üzerinde maaş artışı vereceğiz. Çiftçiye, enflasyonun üzerinde alım fiyatı ödeyeceğiz. O zaman haklı olarak bana sorabilirsiniz, dersiniz ki, o zaman bu enflasyonla mücadelenin bedelini kim ödeyecek? Biz, en yüksek vergi ödeyenlerin de vergi oranını artırmıyoruz Vergi Yasasında, indiriyoruz, 15 puan indiriyoruz, yüzde 40 oluyor en yüksek vergi. Şu anda 55’tir, 40’a indiriyoruz.

Yani, kazanç duygusunu, kazanma arzusunu öldürmek de istemiyoruz. Vergiyi teşvik eden bir konuma getirmek istiyoruz. Peki, o zaman bana soracaksınız şimdi, bu enflasyonla mücadelenin bedelini kim ödeyecek? Vergi Kanununu getirmemizin tek sebebi, enflasyonla mücadelenin bedelini gelir elde edip de kayıt dışı ekonomiden yararlanarak vergi ödemeyenlere ödetmektir. (Alkışlar) Herkesi vergi kapsamına almaktır. Türkiye’de ekonominin yarısı vergi dışıdır, kayıt dışıdır. Kayıt dışı demek vergi dışıdır. Haller Kanunu da bununla ilgilidir.

Mecliste filan şimdi bazı itirazlar oluyor, takip ediyorum; hiçbirine kulak asmayacağız. Türkiye’de gelir elde edenler, gelirin vergisini ödeyeceklerdir. Biz, taşınmayacak vergi istemiyoruz. Bizim istediğimiz adil vergidir. En düşük vergiyi, yüzde 55’ten, yüzde 40’a indiriyoruz. 15’le, 40 arasında herkes kazandığı paranın vergisini ödeyecektir. Öyle, ben götürü vergi ödüyorum, ben bilmem ne yapıyorum, ben kamyonla tarladan alıyorum, getiriyorum şehirde satıyorum, vergi ödemiyorum şeyi kalkacaktır. Bavul ticaretinden de vergi alacağız, sınır ticaretinden de vergi alacağız, herkesten vergi alacağız, ama taşınmayacak vergi almayacağız, adil vergi alacağız.

Neticede, vergi ödeyenlerin hepsinin vergi yükü azalacaktır. Kim bugüne kadar adil vergisini ödemişse, işçi memur zaten stopaja tabidir, onların vergi kaçırması söz konusu değildir, onların vergi yükü azalacaktır. Ama, beyannameye tabi olan, yani gelirlerini beyan edip bunun üzerinden vergi ödeyenler, eğer adil, doğru beyanda bulunmuşlarsa, bundan sonra onların da vergi yükü azalacaktır. Binaenaleyh, enflasyonla mücadelenin yükü, vergisini dürüst ödeyenlere değil, hiç vergi ödemeyenlere ödetilecektir, onlara taşıtılacaktır.

Değerli arkadaşlarım, değinmek istediğim iki konu daha var. Hepiniz biliyorsunuz, Hükümetimiz döneminde hem eşkıya, hem mafya, yani halkımızın huzurunu bozmak isteyen bu iki belli başlı mikrop, her fırsattan yararlanarak başını kaldırmaya, huzuru bozmaya çalışmaktadır. Ya güneydoğuda her gün eşkıyanın sebep olduğu bir olayla karşılaşıyoruz, ya da büyük şehirlerimizde yine eşkıyanın veya mafyanın giriştiği birtakım asayiş olayları yaşıyoruz. Türkiye, 65 milyonluk bir ülkedir. 65 milyonluk Türkiye’nin asayişini sağlamak için, bizim toplam 180 bin polisimiz var. Bu 180 bin polisin faal olarak görev yapanı da 100 bin civarındadır. 100 bin polisle, 65 milyonun asayişini sağlıyoruz. 65 milyonluk bir ülkede, suç işlenmemesi mümkün değildir. Hele, bu ülkeyi bozmak için, bu ülkeyi bölmek için faaliyet gösteren bölücü terörün böylesine yaygın olduğu, yurt dışından desteklendiği bir ortamda, mafyanın zamanında göz yumulmasıyla alıp başını gittiği, mafyanın devlet içine sızdığı böyle bir ortamda suç işlenmemesi mümkün değildir. Ama, size konuşmamın başından beri Hükümetimizi olumlu icraatı olarak anlattığım şeylere ilaveten eklemek istediğim önemli bir konu, Türkiye’nin huzurunu sağlamada, asayişi sağlamada yürüttüğümüz mücadeledeki başarımızdır. (Alkışlar)

Bizim dönemimizde, yani 11 aydan beri, işlenip de faili meçhul kalmış olay yoktur. Düşünün ki, 10 milyonluk İstanbul’da, banliyö trenine bomba koyan adamı, polisimiz dün yakalamıştır. (Alkışlar) Tabii, polisimizin bu başarısından rahatsız olanlar var. Örgütler rahatsız olacak, mafya rahatsız olacak. Mafyayla amansız bir savaş başlatılmıştır haberiniz olsun. Mafyanın bütün kaynaklarının üzerine gidiyoruz. Çünkü, gördüm ki, mafya terör filan bunlar hepsi birbiriyle iç içe. Türkiye’de, aslında, ufacık bir azınlık, Türkiye’yi bölmeye çalışan, Türkiye’nin huzurunu bozmaya, asayişi bozmaya, kendisine kirli yollardan menfaat sağlamaya çalışan ufacık bir azınlık, dev bir güç haline gelmiş. Eğer devlet bu konuda, şimdiye kadar gerekli duyarlılığı gösterseydi, kararlığı gösterseydi, bunun bu hale gelmesi mümkün değildi. Açıkça söylüyorum ki, devletin sadece zaafından değil, devlet içindeki bazı kişilerin işbirliğinden yararlanarak bu hale gelmiştir.

Şimdi, devletin içinde, buna göz yuman, bununla işbirliği yapan kim varsa, hepsini birer birer devletten ayıklıyoruz. (Alkışlar) Bunlarla amansız bir mücadele başlatılmıştır ve yaptıklarının da hepsini biliyoruz, kimlerle temas ettiklerini, ne yaptıklarını, ne melanetin peşinde olduklarını, hepsini biliyoruz. Ama bakın, benim dikkate getirmek istediğim husus şudur: Hükümetimiz, engellenmesi , önlenmesi mümkün olmayan bu tür olayların faillerini bulmada, bununla ilgili, bunları yakalayıp adalete sevk etmede olağanüstü başarılıdır. İçişleri Bakanlığımız, Emniyet Müdürlüğümüz, polis teşkilatımız olağanüstü başarılıdır. Ama, bizden istenen hadise, sadece ülkenin huzurunu sağlamaktan ibaret değildir. Bizden istenen hadise, bizden önceki hükümetler döneminde işlenmiş olan suçların faillerini bulup ortaya çıkarmaktır, o olaylarla ilgili esrar perdesini de yırtmaktır.

Şimdi, işin en komik tarafına geliyorum. Bunu bizden isteyenler kimdir biliyor musunuz; bu olaylar olduğu zaman iktidarda olanlardır. (Alkışlar) Şimdi Meclise gensoru vereceklermiş. Kim verecek gensoruyu, Doğru Yol Partisi. Neyle ilgili, Susurlukla ilgili. Susurluk, hangi partinin iktidarında oldu; Doğru Yol Partisinin. İçindeki milletvekili hangi partinin milletvekili; Doğru Yol’un milletvekili. Kendi acizliklerinin hesabını, şimdi benden soruyorlar!... (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Susurluk olayının üstüne sonuna kadar gitmeye, milletin önünde söz verdim. Sizin önünüzde de tekrarlıyorum. Ne yetkim varsa, emrimde kim varsa, devletin ne imkanı varsa, hepsini seferber edip, hiç kimseden korkmadan, hiç kimseyle pazarlığa girmeden bu olayın üstüne gitmek için ne gerekiyorsa yapıyorum, yapmaya da devam edeceğim. Ama, zorluğum var. Bu işlerin içine karışmış insanlar, devletin içinde olan veya dışında olan, bu işlere şurasından burasından başlamış olan insanlar, bu konuda bize yardımcı olmuyorlar, bizimle işbirliği yapmıyorlar. Çünkü, onlar menfaati, gerçeğin ortaya çıkmasında değil, gerçeğin saklanmasındadır. Gerçek ortaya çıkarsa, onlar ceza görecekler. İşte bu konuda, daha önce de söyledim, iki tane şeyin yapılması lazım: Biri, dokunulmazlıkların sınırlandırılmasıdır, bu olayların dokunulmazlık kapsamı dışına çıkarılmasıdır. Meclise getirdik, gördünüz ne yaptıklarını, kimleri oyuyla bunun engellendiğini gördünüz. İkincisi, pişmanlık yasasıdır. Pişmanlık yasasını, parti başkanlarının ortak imzasıyla getirdik, hala Genel Kuruldan geçiremedik. Anavatan Partisi olarak, bütün Grup adına söylüyorum, Pişmanlık konusunda bizim hiçbir çekincemiz yoktur. Ama, maalesef, oraya imza koyan partilerin, başkanları oraya imza koyan partilerin milletvekilleri bu konuya bizim kadar sahip çıkmamaktadırlar.

Binaenaleyh, ben elimden geleni yapmaya devam edeceğim. Benim esas görevim, kendi hükümetim dönemindeki olayları aydınlatmaktadır. Ama, ben daha ileri gidiyorum, benden önceki hükümet dönemindeki olayları aydınlatmak için de elimden geleni yapıyorum, yapmaya da devam edeceğim. Ama, bu konuda böyle, hem suçlu, hem güçlü olmak, zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkmak için şov yapmaktan vazgeçsinler. (Alkışlar)

Değinmek istediğim bir konu daha var. Yakında okullar tatile girecek. Okullar tatile girince, veliler çocuklarını çeşitli faaliyetlere yönlendirecek. Kimisi gidecek tatil yapacak, kimisi gidecek spor kursuna girecek, kimisi bale kursuna girecek. Bazı mütedeyyin vatandaşlarımız da, eskiden olduğu gibi, çocuklarının Kuran kurslarına gitmesini istiyorlar yaz aylarında. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, şunu lütfen unutmayın: Bunu saptırmak isteyenlere karşı da bunu her yerde anlatmanız lazım. Biz, sekiz yıllık eğitim yasasını çıkarırken, o kanunu içerisinde, o yasanın içerisinde 4 üncü maddeyle bir hüküm getirdik, dedik ki “hafta tatillerinde, yaz tatillerinde, 5 inci sınıfı tamamlayan çocuklar, Diyanet’in düzenleyeceği kurslara gidebilirler.” Dediğimiz buydu. Yani, iki şart koştuk; kursları Diyanet açacak, yaz aylarında açacak ve bu kurslara da, 5 inci sınıfı tamamlayan çocuklar geçecek. Çünkü, bu kanun çıkmadığı takdirde, Kur’an kursuna gitmek için ilkokul mezunu olmak lazım. 5 inci sınıfı bitiren, 6,7,8 inci sınıfa giden çocukların Kur’an kursuna gitme imkanı kalmayacaktı. Şimdi, unutmamanızı, herkese anlatmanızı istediğim husus şu: Bizim getirdiğimiz bu düzenleme, Genel Kurulda, o zamanki Refah Partisinin, Doğru Yol Partisinin ve Cumhuriyet Halk Partisinin işbirliği yapmasıyla tasarıdan çıkarıldı.

Biz bu konuda samimiyetimizi devam ettirdik. Diyanet İşleri Başkanlığının yönetmeliği var. O yönetmeliğin 8 inci maddesini değiştirdik. Kanunla yapmak istediğimiz orada yönetmeliğe koyduk. Dedik ki, aynı kanunda dediğimiz gibi, “ Diyanet İşleri Başkanlığı, akşamları, yaz tatilleri, hafta tatilleri, 5 inci sınıfı bitiren çocuklar için Kur’an kursu düzenleyebilir.” Bu yönetmeliği çıkardık, yürürlüğe girdi. Gittiler, bunun aleyhine idare mahkemesine dava açtılar ve sonunda Danıştay bu maddeyi iptal etti. Bunun üzerine, biz hala yılmadık, Anavatan Partisi olarak yeniden kanun getirdik. O kanunda, 4 üncü maddeyle iptal edilmiş olan, daha önce Refah Partisinin, Doğru Yol’un Cumhuriyet Halk Partisinin oylarıyla kanundan çıkarılmış olan 4 üncü maddeyi, yeniden yasa şekline getirdik.

Ama, bu sefer, bir sınırlama yaptık, yaz tatillerinde dedik. Çünkü, Diyanet İşleri Başkanlığı bize dedi ki, yaz tatilleri benim ihtiyacıma yeter, benim ihtiyacıma cevap verir. Yani, ben okulların tatilde olduğu üç-dört ay sürekli Kur’an kursu açarsam, üç sene de bunu devam ettirirsem, ben ileride, dini eğitim almak isteyen, imam-hatip okullarına gitmek isteyen çocuklara gerekli eğitimi veririm. Üç defa yaz kurslarında bunu sağlarım. Veyahut da, dini eğitim almadan Kur’an öğrenmek isteyen çocuklara vermem için bu yaz tatili bana yeterlidir. Diyanet’in isteğime uygun olarak biz bu kanunu getirdik. Kanun konusunda, bu sefer de, Milli Eğitim Komisyonunda, aynı kanunda olduğu gibi, bu sefer Fazilet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi ve Doğru Yol Partisi işbirliği yaptılar ve neticede getirdiğimiz tasarıyı reddettiler, getirdiğimiz teklifi reddettiler.

Dediğim gibi, bir-iki hafta sonra okullar tatile girecek. Sekiz yıllık zorunlu eğitime göre, çocuğunu ilkokula götürmek mecburiyetinde olan velilerin, yaz tatillerinde, çocuklarını isterse bale kursuna, isterse Kur’an kursuna gönderebilmelerini sağlamak, Hükümet olarak bizim görevimizdir, bizim sorumluluğumuzdur. (Alkışlar) Maalesef, Mecliste, her iki uçtan partilerin engellemesi dolayısıyla, bu konuda yasal bir düzenlemeyi şu ana kadar yapamadık. Ama, Diyanet İşleri Başkanlığıyla konuştum, Diyanet İşleri Yönetmeliğinin şu anda yürürlükte olan 9 uncu maddesi var. Bu 9 uncu maddesi - ki, Diyanet İşleri Başkanı şimdi onu tüm müftülüklere de tamim etmiştir-yaş tahdidi olmaksızın, yani 5 inci sınıfı bitirme tahdidi de olmaksızın, çocuklara, camilerde veya camilerin mütemmim cüzü olan binalarda dini eğitimi imkanını zaten vermektedir ve Diyanet İşleri Başkanlığına bizim verdiğimiz talimat, yönetmeliğin bu maddesini işletmektir. (Alkışlar)

Bu, bizi, bir husustan alıkoymaktadır. O da, camilerin veya camilerin mütemmim cüzü olan, müştemilatı olan binaların dışında, biz istiyorduk ki, yaz aylarında, Diyanet İşleri Başkanlığı, okul binalarında, yurtlarda, diğer uygun görülecek mahallelerde de çocuklar için Kur’an kursu açabilsin. Yasayı çıkarmadığımız için, çıkaramadığımız için, yönetmelik iptal edildiği için, bu imkan yoktur. Ama, çocuklarımız, Kur’an kursu göremeyecekler diye de hiç kimsenin endişe etmesine gerek yoktur; çünkü, dediğim gibi, hiçbir yaş tahdidi olmadan, camilerde ve camilerin müştemilatında bu kursları düzenlemeye Diyanet İşleri Başkanlığının şu anki yönetmeliğinin 9 uncu maddesine göre zaten yetkisi vardır.

Burada, bu tartışmaların Türkiye’de ne kadar sağlıksız bir zeminde yapıldığını, meselelerin aslında Allah’la kişi arasında, kul arasında olması gereken bu meselenin, nasıl siyasi amaçlarla istismar edildiğine, herhalde bütün arkadaşlarım katılacaktır. Onun için, Anavatan Partisi olarak, bizim bu konuda çok sağlıklı ve değişmez bir çizgi ortaya koymamız lazım. Biz, sadece Anayasamızın laiklik ilkesinin güvencesi değiliz; biz, aynı zamanda, her vatandaşımızın da dini hak ve hürriyetlerinin güvencesiyiz. (Alkışlar) Biz aynı zamanda, bu ikisinin, hem de hiç siyasete karıştırmadan, siyaset olarak ondan hiçbir karşılık beklemeden, yani bu dini duyguları istismar etmeden, onları ucuzlatmadan, onlardan siyasi menfaat sağlamadan bu ikisinin birbiriyle bağdaşabileceğini milletimize, hatta bütün dünyaya göstermekle yükümlüyüz.

Bu konuda, arkadaşlarımın, söylediğim esaslar içerisinde herhangi bir endişeye kapılmamalarını istiyorum ve bu gerçeği de herkese anlatmalarını rica ediyorum.

Bu ayın sonunda, bu ayın 30’unda Hükümetimizin kuruluşunun Birinci Yıldönümüdür. Birinci Yıldönümü dolayısıyla, bir yıllık icraatımızı anlatacağımız bir basın toplantısı yapacağız. Bütün milletvekili arkadaşlarımın, o basın toplantısına gelmelerini rica ediyorum. Bütün Hükümet üyeleri katılacaktır, bütün milletvekillerimiz de katılsınlar. Ona göre ayarlıyoruz. Büyük bir salonda, aynı zamanda dialarla, grafiklerle, gösterilerle Hükümetimizin bir yıllık icraatını kamuoyuna anlatacağız.

Bu konuda, arkadaşlarımdan da, önümüzdeki dönemde, özellikle Meclis tatile girdikten sonraki dönemde beklediğim en önemli husus, vatandaşlara, olayların içyüzünü anlatmaktır. Sadece Hükümetimizin icraatını değil, yani yaptıklarımızı, yapacaklarımızı değil, aynı zamanda muhalefetin tahrif ettiği, saptırdığı, vatandaşa yalan yanlış anlatmaya çalıştığı hususların doğrusunu vatandaşımıza anlatmaktır.

Binaenaleyh, önümüzde, şimdi, daha belirlenmiş ir takvim vardır. Demin dediğim gibi, ortağımız olan partilerin bu konularda bazı kaygıları vardır; onu da açıkça söylemektedirler. Ama, netice itibarıyla, Sayın Baykal’la yaptığımız mutabakat yürüyecektir. En azından ben, bu mutabakata yüzde yüz bağlı kalacağım. Ortağımız olan bu partilerin de kaygıları olmakla birlikte, bu mutabakatı kerhen desteklemekle birlikte, bazı önerileri olmakla birlikte, aramızdaki mutabakatın ana unsurları, hepimiz için bağlayıcıdır.

Bu, bizim önümüze, Türkiye’ye çok daha iyi hizmet edebileceğimiz, daha net bir dönemi getirmektedir. Şimdi, önümüzde, on aylık bir süre vardır. Bu on ayı, en iyi şekilde değerlendirmek zorundayız. Bunun içinde kanun çıkarmak da vardır, icraat yapmak da vardır, vatandaşa gidip ona icraatımızı anlatmak, ona ülkenin gerçeklerini anlatmak da vardır ve hiç şüpheniz olmasın, bütün bunları yaptığımız zaman da, önümüzdeki baharda yapılacak seçimlerde, Anavatan Partisi çok daha güçlenmiş olarak seçimden çıkacaktır. Birtakım uydurma anketlerle, birtakım propaganda kokan beyanlarla, demeçlerle bu gerçeği değiştirmek mümkün değildir. Çünkü, benim yaptığım yurt gezilerinde aldığım izlenim, vatandaşımızın Hükümetten memnun olduğudur, Partimizden memnun olduğudur, bizden daha fazla icraat beklediğidir. Özellikle, birtakım güçlükler karşısında yılmadan hizmete devam etmemizi beklediğidir. Bizim yapmamız gereken de, her zaman olduğu gibi, vatandaşımızın bizden beklediğini yapmaktır.

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)