BAŞBAKAN SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM ANAP GRUP KONUŞMASI

10 Kasım 1998

Değerli arkadaşlarım, bugün Cumhuriyetimizin Kurucusu büyük Atatürk’ün 60 ıncı ölüm yıldönümüdür. Bugün bütün millet olarak Atatürk’ü bir defa daha saygı, minnet, şükran ve rahmete anıyoruz.

Hiç şüphe yok ki, Atatürk, Türk tarihinin kaydettiği en büyük şahsiyettir. Hatta diyebilirim ki, dünyada hiçbir millet kendi içinden çıkardığı bir insana, bizim Atatürk’e borçlu olduğumuz kadar borçlu değildir. Atatürk, geçen hafta 75 inci yıldönümünü kutladığımız Cumhuriyetimizi kurmakla, Türk toplumunu bir teba olmaktan çıkarmış, eşit vatandaşlardan meydana gelen bir millet mertebesine yükseltmiştir.

İşte, Cumhuriyetimizin özü de, esası da bu millet hadisesinde yatmaktadır. Toplumun fertlerinin bir saltanatın bendeleri olmaktan çıkıp, birbirleriyle eşit, aynı hak ve hürriyetlere, aynı sorumluluk ve yükümlülüklere sahip yurttaşlar haline getirmeleridir. Maalesef, bu çok önemli husus, zaman zaman dikkatlerden kaçabilmektedir. Cumhuriyetin temelinin millette, milletin temelinin de eşit yurttaşlıkta olduğu gerçeği zaman zaman göz ardı edilebilmektedir ve yine açık yüreklilikle tespit etmeliyiz ki, bugün toplumumuzda hala bazı kişiler, Türk toplumunun cumhuriyetle edindiği bu özelliği kavramadan, hala günümüzün olaylarına saltanat mantığıyla imparatorluk mantığıyla bakmaktadırlar. Ve bazıları da Cumhuriyete, milleti dışlayarak veya milleti tefrik ederek, ayrı kamplara ayırarak yaklaşma yanlışı içindedirler. Açıkça söylemek lazım ki, hiç kimsenin buna hakkı yoktur. Çünkü, cumhuriyet kavramı, ne ayrılığı ne de tekelciliği kabul etmez. Cumhuriyet hiç kimsenin tekelinde değildir. Cumhuriyetimizin yegane ve esas sahibi vatandaşlarıdır.

Milletimiz geçen hafta 29 Ekimde doruğuna ulaşan 75 inci kutlama şenlikleriyle bu coşkuya katılımıyla bu gerçeği bir defa daha açıkça ortaya koymuştur.

Değerli arkadaşlarım, cumhuriyetin 75 inci yılını kutlarken ve Büyük Atatürk’ü ölümünün 60 ıncı yıldönümünde anarken, ülke olarak önemli bazı sorunlarla karşı karşıyayız. En önemli sorunlardan birisi, cumhuriyetimize ve milletimizin temel değerlerine karşı takınılan olumsuz tavırlardır. Bazıları milletimizin değerlerini açıkça istismar etmektedirler. Bu vatan üzerindeki varlığımızın en önemli güvencesi olan kutsal değerleri, inançlarımızı kendi ikballeri için kullanmaya çalışmaktadırlar. İnançlarımızı metalaştırmaya çalışmaktadırlar. İnançlarımızı metalaştırmaya çalışmaktadırlar. Yüce dinimizi, devletimize karşı adeta bir dayanak olarak sunmaya çalışmaktadırlar. Buna karşılık, bazıları da, milletimizin değerlerini küçümsemektedirler ve milletin değerleriyle cumhuriyetin niteliklerini, sanki birbirleriyle çatışan şeyler gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Hiç şüphe yok ki, bunlardan hiç olmazsa bir bölümünün esas amacı, bu vatan üzerindeki varlığımızın en önemli güvencesi olan bu kutsal değerlere zarar vermektir, onları zedelemektir.

Türkiye’nin yüzlerce yıl süren çalkantılı dönemlerinden sonra, milletle devletin yeniden buluşmasını sağlayan cumhuriyet olmuştur. Onun için, ne biz ne de öteki siyasi partiler, hiçbirimiz, bu toplumda Cumhuriyet esası üzerine ayrılıklara, tefrikaya sebep olacak hiçbir harekete izin vermemek zorundayız. Milletin değerleriyle devletin nitelikleri arasında çatışma yaratmak isteyenlere geçit vermemek zorundayız.

Cumhuriyeti milletten uzaklaştırmak, Cumhuriyeti milletten esirgemek isteyenlerin önüne mutlaka çıkmak, onların önlerini kesmek zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, 75 inci yılında Cumhuriyetin karşı karşıya olduğu çok önemli bir sorun, bölücü terördür. Hepinizin bildiği gibi, milletimizin birliğine ve ülkenin bölünmezliğine kasteden bölücü terörle mücadelede son dönemde çok önemli gelişmeler sağlanmıştır. Suriye’ye karşı izlediğimiz politika, başlangıçta çok eleştirilmişti. Bunun siyasi hesaplarla, iç politika hesaplarıyla yürütülen bir politika olduğu iddia edilmişti; ama, gördünüz ki, izlediğimiz tavizsiz politika sonucunda, yıllardır bölücü örgütün başını kendi topraklarında barındıran Suriye bu tavrını değiştirmek zorunda kalmıştır.

Bölücü örgütü, tarihinde ilk defa terörist olarak kabul eden Suriye, bu örgütün elebaşını da topraklarından uzaklaştırmıştır. Ele başlarının çok güvendiği ve bel bağladığı bir ülkeden uzaklaştırılması, ülkemiz topraklarında eylem yapma gücünü çok geniş ölçüde kaybetmiş olan bölücü örgütün mensupları arasında çok ciddi bir moral bozukluğuna yol açmıştır.

Ayrıca, Suriye’nin bu örgütün ele başının dışında, topraklarından uzaklaştırdığı yüzlerce bölücü örgüt mensubu, Kuzey Irak’a geçmişlerdir. Henüz daha Türk sınırlarına yaklaşamadan güvenlik güçlerimizin operasyonuyla karşı karşıya kalmışlardır. Şu anda Kuzey Irak topraklarında, Suriye’den Kuzey Irak’a geçen bu bölücü örgüt mensuplarına karşı sınırlı bir askeri operasyon yürütülmektedir ve bunların kökü kazınıncaya kadar da bu operasyon devam edecektir.

Öte yanda, örgütün ele başısı, halen bulunduğu ülkede daha fazla barınamayacağını anladığı için kendisince daha emin saydığı başka bir ülkeye geçmenin gayreti içerisindedir. Burada üzülerek ifade etmek zorundayım ki, aralarında bazı Avrupa Ülkelerinin de bulunduğu, bizim müttefikimiz olan ülkelerin de bulunduğu birçok ülke, teröre karşı mücadele konusunda uluslararası taahhütlerine uymamaktadırlar. Terörle mücadele konusunda Birleşmiş Milletlerde imzalanan bir sözleşme vardır. Ayrıca, NATO içerisinde Başbakan olarak 1991’de benim imzaladığım NATO üyesi ülkelerin birbirlerine yönelik terör olaylarına karşı işbirliği yapmasını zorunlu kılan bir sözleşme vardır; ama, bütün bunlara rağmen, maalesef bu ülkeler bölücü terörle mücadelede, bırakınız bize yardımcı olmayı, bizimle işbirliği yapmayı, bölücü örgütün terörist faaliyetlerini kabullenip bununla ilgili olarak kendileri alması gereken tedbirleri dahi almaktan kaçınmaktadırlar.

Halbuki, terör dediğimiz hadise, iki ucu sivri bir ok gibidir. Yani, sadece hedef aldığı ülkeye değil, yaslandığı, beslendiği destek gördüğü ülkelere de zarar veren bir hadisedir. Nitekim, geçmişte bölücü terörün yandaşlarına kucak açan, onlara topraklarında rahatça hareket etme imkanını sağlayan birçok ülke, bugün çok ciddi surette terörün tehdidi haline gelmişlerdir, tehdidi karşısında kalmışlardır.

Avrupa ülkelerinde bugün çok yaygın yaşanan uyuşturucu alışkanlığı, uyuşturucu ticareti, gasp, öldürme, yaralama gibi suç olaylarının patlamasının en önemli müsebbiplerinden birisi bölücü örgütün mensuplarıdır. Bunlar sadece, Türkiye aleyhine faaliyet göstermekle kalmamakta, bulundukları ülkelerin insanlarına da zarar vermektedirler. Nitekim Almanya, kısa bir süre önce bu gerçeği gördüğü içindir ki, bölücü örgütü terörist örgüt olarak ilan etmiştir. Yani, terör denilen pislik, sadece üzerine sıçratılan yere değil, onu tutan ele de bulaşır. Nasıl hedefini bulamayan bumerang dönüş dolaşıp çıktığı yere çarparsa, terör de aynıdır. Onun için, Hükümet olarak her vesileyle bazı komşularımıza, müttefiklerimize ve bazı Avrupa Ülkelerine sesleniyoruz: Türkiye, terörle mücadelede çok kararlı bir tutum sergilemiştir. Bu örnek mücadele sayesinde de başarılı olmuştur. Türkiye’nin bölücü terörle mücadelesi veya bu mücadeledeki başarısı, aslında sadece Türkiye’nin kendi iç huzuru bakımından, iç güvenliği bakımından önem taşımamaktadır. Bu, aynı zamanda, bütün bölgenin, hatta tüm dünyanın geleceği ve huzuru bakımından önemlidir.

Güç mücadelesinde silahın yerini bilginin aldığı günümüzde, terörü bir koz olarak kullanarak herhangi bir siyasi amaca ulaşabilmek mümkün değildir. Bunun örneği de mevcut değildir. Yani, terörü bir koz olarak kullanıp bundan bir siyasi hedefe ulaşmak hiçbir zaman söz konusu olamaz.

Acıyı çekmemiş olanlar, bu acının ne anlama geldiğini bilemezler. Türkiye, terör acısına katlanmış ve binlerce vatandaşının canını, kanını kaybetmiş olan bir ülkedir.

Biz, bütün bu tecrübelerimizin ışığında diyoruz ki: Terör, sadece sonuçsuz kalmaya mahkum bir mücadele yöntemi değildir, aynı zamanda insanlık için en büyük belalardan birisidir. Onun için, her an patlamaya hazır olan bu bombayı, hiçbir ülkenin kendi eliyle, kendi bünyesine yerleştirmemesi gerekir.

Teröre verilen destek, demokrasiye ve insan haklarına vurulan en büyük darbedir. Yani, açıkçası şunu söylüyorum: Bugün dünyanın en azılı terör örgütlerinden birisi olan PKK’ya, şu veya bu mülahazayla göz yuman, hoşgörü gösteren, hatta destek veren hiçbir ülke, insan haklarından filan bahsedemez. (Alkışlar)

Binlerce masum insanın kanını akıtan bölücü örgütün ele başısını barındırmak, aslında bütün o cinayetlerin vebaline ortak olmak demektir.

Şimdi, bu kişinin bulunduğu yer konusundaki hassasiyetimiz, aslında teröre karşı yürüttüğümüz, bedeli çok büyük olan mücadeleye ve o mücadelede kaybettiğimiz şehitlerimize olan bir vefa borcumuzdur. Biz, Türkiye olarak, uluslararası taahhütlerine saygılı bir ülke olarak, bu uyarımızla sorumluluğumuzu yerine getirdiğimize inanıyoruz. Bundan sonra bütün sorumluluk, bu eşkıya başını barındıracak olan ülkelere ait olacaktır. PKK’ya şu veya bu şekilde destek veren ülkelere ait olacaktır.

Türkiye, aslında Suriye’ye karşı izlediği politikayla eşkıyayı barındıracak müstakbel ülkelere de gerekli mesajı vermiştir. Bu meselenin artık kendisi açısından ne kadar hassas bir noktaya geldiğini, bunun için yapamayacağı hiçbir şey olmadığı mesajını, yanlış anlamaya mahal vermeyecek kadar açık bir şekilde ortaya koymuştur ve bundan sonuç almıştır. Onun için, şimdi diğer ülkelerin de, yani şu anda bulunduğu ülkeden bu kişinin gitmeyi hedeflediği diğer ülkelerin de bu tavrımızı, bu kararlılığımızı dikkate alma mecburiyetleri vardır.

Değerli arkadaşlarım, çete, mafya gibi adlarla anılan çeşitli organize suç oluşumları da, aslında doğrudan toplumumuzu ve cumhuriyetimizi hedef alan bir başka sorundur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tarihinin hiçbir döneminde bu organize suç örgütleriyle mücadelede bizim kadar kararlı, bizim kadar sonuç alan bir Hükümete sahip olmamıştır. Çetelerle içiçe girme arifesinde olan devleti ve siyaseti, bu melanet odaklarından arındırmak için yürüttüğümüz mücadeleyi, maalesef sekteye uğratmak isteyenler vardır. Bu mücadelede devlet adına ihtiyaç duyduğumuz desteği bizden esirgeyenler, hiç olmazsa bunların küçük bir bölümü, açıkça ifade ediyorum ki, bu çetelerle menfaat birliği, kader birliği içindedirler.

Çetelerle karşı yürüttüğümüz amansız mücadelede elde ettiğimiz sonuçlar, bunların yüreklerine korku salmıştır. Bunlarda bizi engelleyebilmek için en kolay, en klasik yolu seçmişlerdir: Ben dahil olmak üzere, bu mücadeleyi samimiyetle yürüten arkadaşlarımızı yıldırmak amacıyla her gün yeni bir yalan, her gün yeni bir iftira, her gün yeni bir dedikodu üretmektedirler. Oysa, bütün bunlara gerek yoktur; çünkü, benim bu konudaki tavrım son derece açıktır. Çetelere karşı bu mücadeleyi yürüten, bu mücadelede görev alan bütün güvenlik mensuplarına, yargı organlarının mensuplarına ve kamuoyuna bizim açık bir sözümüz vardır. Çetelerin ve bunların bağlantılı ilişkilerinin ucu nereye kadar giderse gitsin, hangi isme ulaşırsa ulaşsın, gereken yapılacaktır. (Alkışlar)

Benim yakınım dahil, yani benim yakınım dahi olsa, benim en yakın arkadaşım dahi olsa, hatta bizim partimizin bir mensubu dahi olsa, açılan soruşturmadan, yapılan işlemden geri dönüş olmayacaktır. Nitekim, bugüne kadar yapılan bütün çalışmalarda bu kararlılık ortaya konmuştur. Hiçbir olayın üstü örtülmemiştir, hiçbir delil göz ardı edilmemiştir, hiçbir isme ayrıcalık tanınmamıştır. Bu tavrımızı ve bu mücadeledeki kararlılığımızı her fırsatta dile getirmemin sebebi, geçmişte olduğu gibi, bu mücadeleyi yürüten kamu kurumlarında çalışanlara, bu kurumların personeline etki etmeye çalışan, onların moralini bozmaya çalışan, işte “ Bu devletin zaman zaman böyle ayranı kabarır, sonra bu iş geçer, eski tas eski hamam gelir, ona göre bu işlere daha dikkatli yaklaşın. Üstümüze gelmeyin” mesajı vermek isteyenlerin oyununun bozmak içindir.

Değerli arkadaşlarım, açıkça huzurunuzda ifade ediyorum: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çetelerle mücadele konusunda, kara parayla mücadele konusunda yeterli donanıma sahip değildir, yeterli birikime sahip değildir. Devletin bu konuda yeterli tecrübesi yoktur. Devlet adına görev yapanların, geçmişte bu işlerin belki bugünkü kadar yaygın olmamasından dolayı, bununla ilgili yasal mevzuatın bulunmamasından dolayı, belki siyasi iradedeki eksiklik dolayısıyla bu konularda zaman zaman bazı zaafları ortaya çıkabilmektedir. Ama herkesin şunu bilmesi lazımdır: Biz Hükümet olarak, devleti, bütün bu eksikliklere rağmen, bütün bu zaaflarına rağmen, bu konuların üstüne kararlılıkla gitme konusunda, kararlılıkla bu işlerin üstüne götürme konusunda üstümüze düşen her şeyi yapıyoruz. Bizim niyetimiz, bizim samimiyetimiz ve bizim ciddiyetimiz konusunda kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Ama, bizim bu kararlılığımız, devlet adına görev yapan kişilerin bu konudaki gayretleri sonuç almaya yeterli değildir. Her zaman söylediğim gibi, sonuç alınabilmesi için parlamentoya düşen görevler vardır. Bu konudaki yasal boşlukların kapatılması lazımdır. Bu konuda bu mücadeleyi yürütenlerin elinin kuvvetlendirilmesi lazımdır. Gerekli yasal tedbirlerin alınması lazımdır, yasalarda değişiklik yapılması lazımdır.

Ha, bunlar nedir diye soruyorsanız; tekrar söylüyorum: Birincisi, belki de en önemlisi, bu çete olayı ile mafya olayı ile siyasilerin arasındaki bağların kesilmesi lazım. Bunun için geçmişteki bazı şeylerin açıkça ortaya çıkarılabilmesi lazım. Biz parti olarak bu konuda şimdiye kadar üstümüze düşeni yaptık. Hükümet olarak da yaptık. Mecliste bir Anayasa değişikliği tasarısı var. Milletvekili dokunulmazlığının bu fiillerle ilgili olarak sınırlandırılmasıyla ilgili. Bu milletvekilliği dokunulmazlığının ihdasına neden olan, varlık nedeni olan olayla ilgili değildir. Yani, milletvekillerinin ifade hürriyetini kısıtlayan, onların görev yapmasını engelleyen, millet adına görevlerini yaparken gerekli güvencelere sahip olmasını engelleyen bir husus değildir. Bizim zannediyorum diğer partilerle de ortak verdiğimiz bu teklifin esas amacı, bir yandan rüşvet, yolsuzluk, dolandırıcılık gibi suçlar, bir yandan da bu çetelerle ilgili suçlarla ilgili olarak milletvekili dokunulmazlığının işlememesidir. Yani, bu tür olaylarda, işte Mecliste bu dönemde yaşadığımız gibi, yıllarca süren soruşturmalar, fezlekelere, bilmem nelere gerek kalmadan, yargının bu bağlantının üzerine gidebilmesidir. Milletvekilliliğinin burada herhangi bir ayrıcalık oluşturmamasıdır.

Maalesef, bu anayasa değişikliği tasarısı, Anayasadaki prosedür gereği yapılan birinci oylamada yeterli çoğunluğu sağlamamıştır. Meclisin gündeminin de başında, zannediyorum uzun zamandan beri-galiba altı ay oldu-altı aydan beri Meclis gündeminin başında yer almakta; fakat, bu konuda bir uzlaşma sağlanamamaktadır. Dolayısıyla birinci yapmamız gereken şey, bu anayasa değişikliğini gerçekleştirmemizdir. Bunun partiyle bir ilgisi yoktur, şahısla bir ilgisi yoktur; ama, Türkiye’de siyaseti temizleyelim istiyorsak, yargının önünü açalım diyorsak, bu işlerde tek adil hakemin yargı olabileceğinde birleşiyorsak, bu değişikliği gerçekleştirmemiz lazım.

İkinci önemli yasal tedbir, Hükümet olarak bizim sevk ettiğimiz Örgütlü Suçlarla Mücadele Yasa Tasarısıdır. Adalet Komisyonunda görüşülmüştür, Adalet Komisyonunda kabul edilen şekil, bizim hükümet olarak bu yasayı sevk amacımıza uygun değildir, ona cevap verecek nitelikte değildir.

Burada yine bir uzlaşmaya ihtiyacımız vardır. Diğer partilerle bir uzlaşmaya ihtiyacımız vardır. Bu uzlaşmayı sağlarız veya sağlayamayız, ama bu uzlaşma için çalışmamız lazımdır.

Yani, şunu söylüyorum: Bugünkü hukuk sistemimizde şöyle bir garabet var: Eğer siz herhangi bir suçluya yardım ederseniz- Ceza Kanunumuzu söylüyorum, maddeleri filan hatırımda değil-diyelim ki 1 sene ceza alıyorsunuz. Eğer birden fazla kişiden oluşan silahlı bir çeteye yardım ederseniz altı ay ceza alıyorsunuz. Bu bana, hukukçuların söyledikleri bir garabet, mevcut durumdaki bir garabet.

Şimdi, Adalet Komisyonundan çıkan şekilde, bir kere bu suçların görüleceği mahkeme olarak Devlet Güvenlik Mahkemeleri yerine, normal mahkemeler, ağır ceza mahkemeleri kabul edilmiştir. Bu iki bakımdan sıkıntı yaratmaktadır: birincisi, bunların uzmanlaşmış, ihtisaslaşmış belli bir mahkemede görüşülmesi konusundaki amacımıza ters düşmektedir. Ülkenin her yerine dağılmış olan normal mahkemelerle bu konuda sonuç alınabilmesi fevkalade zor görünmektedir, hukuken prosedür gereği. İkincisi, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin tabi oldukları özel yargılama usullerinin bu işlerde kullanılamaması gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Nitekim CMUK hükümlerinin bu yasanın uygulanmasında geçerli olduğu Adalet Komisyonunda yapılan değişiklikle kabul edilmiştir. Bu da bizim amacımıza taban tabana zıttır. Yani, çete suçları gibi, bu ölçülere varmış, devleti tehdit eder hale gelmiş suçlarla mücadelede CMUK gibi normal suçlarda kabul edilebilecek, insani mülahazalarla kabul edilmiş bir usul yasasıyla sonuç alınabilmesi fevkalade güçtür. İmkansız demiyorum ama, fevkalade güçtür.

Onun için, Adalet Komisyonunda kabul edilen şekliyle bu kanunun çıkması, bize bu mücadelede bir şey kazandırmayacaktır, korkarım ki kaybettirecektir. Çünkü, şu anda çete suçlarına Devlet Güvenlik Mahkemeleri bakmaktadır. Biz Devlet Güvenlik Mahkemeleri içerisinde dahi bir uzmanlaşmaya gitmek isterken, yani belli Devlet Güvenlik Mahkemelerinin özel olarak bu çete suçlarını sonuçlandırmasını sağlayacak bir düzenlemeye gitmeye çalışırken, şimdi getirilen Devlet Güvenlik Mahkemelerinden bunu alıp, tüm yargı sistemine dağıtmaktır. Adalet Komisyonundaki arkadaşlarımızın bunu herhangi bir suiniyetle düşündükleri inancında değilim; ama, bu şekliyle netice alabilmenin mümkün olmadığını, bana bizzat bu işleri kovuşturan hukukçular gelip söylediler. Yani, “ bu haliyle çıkacaksa bırakın hiç çıkarmayın kanunu” dediler. Yani, adı “ Örgütlü suçlarla mücadele” olan, amacı da bu suçlarla yargının daha kesin netice almasını sağlamak olması gereken bir yasanın Adalet Komisyonundan geldiği halde çıkması, bizi bu mücadelede güçlendirmez, tersine daha zayıflatır. Mevcut olan yargının bu konudaki zorluklarını daha da artırır.

Üçüncüsü, bilmiyorum Meclisin gündeminde kaçıncı sırada, arkalarda bir yerde olan, bazı suçların faillerine uygulanacak hükümlerle ilgili değişiklik yapılması hakkında bir kanun tasarısı var. Pişmanlık dediğimiz veya itiraf dediğimi yasadır. Geçmişte sadece bölücü terörle mücadelede sağlanmış olan, devlete yardımcı olan, yargıya yardımcı olan kişilerle sağlanmış olan bazı ceza indirimlerinin, çete suçlarıyla ilgili de sağlanabilmesi amaçlanmaktadır. Buna da çok ihtiyacımız vardır; çünkü, şu anda bu çetelerle mücadelede geldiğimiz nokta şudur: Bütün suçların etrafı kuşatılmıştır. İlgili kişiler çemberin içindekilerin bize yardımcı olması lazım. Bu da her zaman mümkün olmamaktadır; çünkü, şu anki yasal duruma göre yargıya yardımcı olan, asıl faillere ulaşılmasına yardımcı olan kişilere yargı sistemimiz hiçbir kolaylık sağlamamıştır, indirim sağlamamıştır. İşte bu yasa onu sağlamaya matuftur. Nasıl PKK ile mücadelede itiraf yasasından devlet önemli yararlar sağlamışsa, çetelerle mücadelede de bu yasadan benzer yararları sağlamayı amaçlıyoruz.

Dördüncü bir yasa da; Memurun Muhakemat Kanununda değişiklik yapılmasına dair olan yasa. Bu da, bu suçlara karışmış olan, bu çetelerle ilişkili olan memurlar hakkındaki yasal takibatı hızlandırmayı amaçlayan bir yasa değişikliğidir. Dolayısıyla çetelerle mücadelede parlamentonun görevi, dört yasadan oluşan bir pakettir. Bu paketin öncelikli olarak meclisten çıkarılması gerekmektedir. Eğer hakikaten çetelerle mücadele etmek istiyorsak, eğer hakikaten Türkiye’yi bu pislikten temizlemek istiyorsak.

Ben bu konuda önümüzdeki günlerde Meclisteki Grubu bulunan partilerin sayın genel başkanlarını ziyaret edeceğim ve bu konuya hükümet olarak verdiğimiz önemi, bu yasaların bir uzlaşmayla meclisten çıkarılması konusundaki arzumuzu kendilerine ileteceğim. Umuyorum ki, diğer konularda olmasak bile bu konularda bir uzlaşmaya varırız ve Türkiye’de hem vatandaşımızın güvenliğini, toplumun huzurunu hem de siyasetin itibarını sağlayacak olan bu paketi meclisten böyle bir uzlaşmayla çıkarma imkanını buluruz.

Değerli arkadaşlarım, bildiğiniz gibi, bu hükümet kurulurken, bu hükümetin ekonomik hedeflerinin, bir yandan enflasyonu aşağıya çekerken, bu konuda kararlı bir istikrar programı uygularken, bir yandan da yatırımlar alanında geçmiş hükümetler zamanında yapılan ihmalleri telafi etmek olduğunu, bunun için de özellikle altyapı yatırımlarında bir büyük atılım gerçekleştirmek zorunda olduğumuzu ifade etmiştim. Bütçe imkanlarıyla bu hedefe ulaşılması mümkün olamayacağı için, özel birtakım finansman yöntemlerinin devreye sokulacağını söylemiştim.

Şimdi geriye baktığımız zaman, enflasyonla mücadele konusundaki programımızın yaşanan bütün krizlere rağmen, uluslararası ekonomik krizlere rağmen, bizim hesabımızı önemli ölçüde etkileyen birtakım doğal afetlere rağmen, geniş ölçüde tutturulmuş olduğunu söyleyebilirim. Geçtiğimiz ekim ayı sonu itibarıyla 12 aylık enflasyon yüzde 62’ye çekilmiştir. Ocak ayına göre 30 puanlık bir düşüş söz konusudur. Tüketici fiyat endeksine bakarsanız 25 puanlık bir düşüş söz konusudur. Sene sonunda bu 62 rakamının 55 ile 58 arasında bir yere oturacağını tahmin ediyoruz. Yani, geçen yılın enflasyon rakamlarıyla karşılaştırdığımız zaman, şu andaki trendi dikkate aldığımız zaman, 55 civarında bir yerde yıl sonu enflasyonunun gerçekleşeceğini tahmin ediyoruz.

Bildiğiniz gibi, hedefimiz, enflasyonu bu yıl sonunda 50’ye çekmekti. Söylediğim sebeplerden dolayı 5-6 puanlık bir fark, bir sapma olabilecektir. Ama buna rağmen, biz değil, bütün ciddi uluslararası ekonomik kuruluşlar, başta IMF olmak üzere, uluslararası finans kuruluşları, Türkiye’nin bu şartlarda bu programı bu noktaya getirmiş olmasını büyük bir ekonomik başarı olarak nitelemektedirler ve zannediyorum ki önümüzdeki günlerde uluslararası kriz biraz dağılmaya başlayınca, uluslararası kredi muslukları yeniden açılmaya başlayınca, bunun yöneleceği ilk ülke Türkiye olacaktır.

Bu konuda çok ciddi zorluklarımız olduğu, sanıyorum hiçbirinizin meçhulü değildir. Özellikle başlatmış olduğumuz altyapı yatırımlarını devam ettirmek için gerekli kaynakları sağlamada çok ciddi darboğazlarla karşı karşıyayız. Bazı yatırımları ister istemez yavaşlatmak zorunda kaldık. 1999 bütçesinde de bu zorluklarımız devam edecektir. 1999 bütçesinin enflasyon hedefini de bu sebeple revize etmek zorunda kaldık.

Bizim hedefimiz, 1998’de yüzde 50, 1999’da yüzde 20 ve 2000 yılında da Avrupa Birliğinin Maastric kriterlerine uygun bir enflasyon oranına ulaşmaktı. Ama, bu bütçenin hazırlanması sırasında yeniden durum değerlendirmesi yaptık ve 1999 yılı için tespit edilen yüzde 20 enflasyon hedefinin gerçekçi olmayacağını, bunun revize edilmesi gerektiğini tespit ettik. 1999 yılı için getirdiğimiz bütçe yasasında tespit edilen yeni enflasyon oranı yüzde 35’tir. Yani, 1998’de muhtemelen yüzde 55 civarında gerçekleşecek olan enflasyonun, önümüzdeki sene sonunda, şu anda devam eden ve ne yönde gelişeceğini kestirmemiz tam olarak mümkün olmayan ekonomik krizi de dikkate alarak, yüzde 20 yerine yüzde 35’e indirmeyi hedefledik. Eğer ekonomik konjonktür uygun gelişirse, 2000 yılında yine orijinal hedefimize ulaşma imkanı ortaya çıkabilir. Ama, şu anda bu konuda bir şey söyleyebilmek mümkün değildir. Şu anda bütün çabamız, bu ekonomik krizden olumsuz etkilenen sektörlerin sorunlarına çözüm getirebilmektir. Sektörel bazı sorunların Türk ekonomisinde genel bir krize dönüşmesini engellemektir. Bunların başında, bildiğiniz gibi, ihracat sektörü gelmektedir, bavul turizmi gelmektedir, özel olarak tekstil sektörü gelmektedir. Bu sektörlerin sorunlarına hükümet olarak çözüm getirmeye çalışıyoruz. Bir yandan da istikrar programımızı sürdürmeyi hedefliyoruz. 1998 bütçe gerçekleşmeleri, şimdiye kadar Türkiye’de yaşanan en başarılı performansı sergilemektedir. Yani, 1998 yılında tespit edilen bütçe hedeflerini ve gerçekleşmelerini karşılaştırdığınız zaman, hem gider yönünde hem gelir yönünde hedeflere tam olarak ulaşıldığını, hatta gelir yönünden hedeflerin aşıldığını görürsünüz.

Bizim bu bütçeyi uygularken taahhüdümüz, sene içerisinde ek bütçe getirmeme taahhüdü idi. Bu taahhüt gerçekleşecektir. Bütçenin hedefleri geniş ölçüde gerçekleşmiştir, bazı kalemlerde aşılmıştır. 1999 bütçesi için aynı kararlılığın mutlaka sergilenmesi gerekir. Halbuki, bildiğiniz gibi, 1998 Türkiye’de seçim yılı olacaktır. Siyasi gelişmelerin yoğunlaşacağı bir yıl olacaktır. Aslında, tıpkı çetelerle mücadele gibi, bölücü terörle mücadele gibi, ekonomik krizle, enflasyonla mücadele konusunda da Türkiye’nin partiler üstü bir uzlaşmaya ihtiyacı var.

Bugüne kadar Hükümet olarak bu konuda yeterli anlayışı, dayanışmayı gördüğümüz söyleyemem; ama, önümüzdeki dönem, belki Türkiye’nin bu uzlaşmayı mutlaka sağlaması gereken bir dönem olabilir. Bu yönde de hükümet olarak çaba sarf edeceğiz.

Velhasıl, bugün geldiğimiz noktada, hükümetin her alanda yürüttüğü mücadelenin olumlu sonuçları verdiğini görüyoruz. Yaşanan bütün olumsuzluklara, güçlüklere, engellere rağmen, bu sonuçların çok açık bir şekilde ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz. Bunlardan bir tanesi de, bu doğalgaz ve petrol bu hatları meselesidir. Orada yapılan bütün tezvirata, dedikodulara, meseleyi magazinleştiren bütün maksatlı yayınlara rağmen, fevkalade olumlu bir mecraya girilmiştir.

Türkmenistan ile doğalgaz konusunda alım anlaşması yapılmıştır. Şimdi, Mayıs ayında kesin güzergahla geçiş anlaşmalarının tamamlanması için temaslar yürütülmektedir. Doğalgazda ciddi hiçbir sorun kalmamıştır.

Petrol boru hatları konusunda şirketler arasında farklı görüşler vardır; ama, 5 ilgili ülke bu konudaki iradelerini 29 Ekimde ortak bir deklârasyonla ortaya koymuşlardır. Meselenin hükümetleri ilgilendiren yönü, siyasi yönü, tam bir başarıyla sonuçlanmıştır. Şimdi teknik yönü, ekonomik yönüyle ilgili olarak konsorsiyumla görüşmeler yapılacaktır. Bu görüşmelerde Hükümetimizin de bazı şirketler açısından meseleyi daha cazip hale getirecek, daha verimli hale getirecek teklifleri olacaktır. Bu konuda arkadaşlarımız çalışmaktadır. Meselenin ekonomik yönünü de olumlu bir şekilde sonuçlandırdığımız zaman, hem Bakü-Ceyhan Projesi hem de ondan daha öz önemli olarak görmediğim, Türkmen Doğalgazının Türkiye’ye getirilmesi meselesi sonuçlanmış olacaktır. Bu iki proje, Türkiye’yi, dünyanın en önemli enerji koridorlarından birisi haline getirecektir, belki de birinci ülke konumuna getirecektir. Çünkü, Türkiye, rezervler dikkate alındığında, dünyanın en zengin rezervlere sahip olan Kafkasya, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri gibi kaynak sahibi ülkelerle dünyanın en büyük pazarı olan Avrupa Ülkeleri arasında doğal bir geçiş ülkesi konumundadır. Türkiye bu projeleri sonuçlandırabilirse, gereksiz birtakım çekişmelerle, dedikodularla, yabancı birtakım şirketlerin sözcülüğünü üstlenen gereksiz polemiklerle vakit kaybetmez, kendi menfaatleri üzerine konsantre olur ve bu konuyu sonuçlandırırsa, 21 inci yüzyılda çok önemli bir ağırlığı olan bir ülke haline gelecektir.

Sonuç almaya başladığımız, kısa zamanda almayı umduğumuz diğer bir alan da Avrupa Birliği ile ilişkilerdir. Biliyorsunuz, Avrupa Birliği ile ilgili olarak Lüksemburg Zirvesinden sonra takındığımız tavır, içte ve dışta birçok tartışmalara konu olmuştur. Bu tavrın bir sonuç vermeyeceği, Türkiye’nin Avrupa’dan dışlanması sonucunu getireceği gibi eleştirilere muhatap olduk. Ve hakikaten Hükümetimizin bu tavrının devamlılığı, Avrupa tarafından çok sıkı denetlenmiştir. Yani, bunun gelip geçici bir tavır mu olduğu, geçmişte çok yapıldığı gibi, daha sonra geri alınacak bir çıkış mı olduğu çok yakından izlenmiştir. Hükümetimiz burada bir santimetre bile geri adım atmamıştır. Lüksemburg zirvesinden sonra yaptığımız açıklamadaki hususlara harfiyen riayet edilmiştir. Bu konuda koalisyon ortakları da gerekli ortak tutumu sergilemişlerdir. Şimdi, bugün itibarıyla söylüyorum, Avrupa Koalisyona, resmen Türkiye’nin aday ülke olduğunu kabul etmiştir, bu konseye önermiştir.

Bizim Lüksemburg Zirvesinde aday statümüzün önünde en önemli engel olan Almanya’nın yeni hükümeti, Türkiye’nin adaylığının kesin olduğunu, ancak Türkiye’nin insan haklarıyla, demokrasiyle ilgili bazı taahhütlerini yerine getirmesi gerektiğini söylemiştir. Bu bize aykırı bir tutum değildir. Bizim için önemli olan, şu aşamada, adaylığımızın tescilidir. Adaylıkla tam üyelik arasında Türkiye açısından gidilmesi gereken önemli bir mesafe olduğunu, yol olduğunu, doldurulması gereken boşluklarımız olduğunu biz zaten her zaman söylüyoruz. Bizi bunları atmaktan alıkoyan temel nedenin de, ülkenin bütünlüğüne, bölünmezliğine yönelik yaygın terör tehdidi olduğunu her zaman söylüyoruz. Dolayısıyla Avrupa Birliği, eğer Lüksemburg’daki yanlışını düzeltirse, Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz çok sağlıklı bir zeminde, bizim mesafe almamızı kolaylaştıracak, Avrupa Birliğinin Türkiye ile ilgili beklentilerini karşılayacak bir zeminde çok daha süratli olarak devam edebilecektir. Bunun için zannediyorum 11-12 Aralıkta Viyana’da bir zirve toplantısı vardır. O zirvede bu konuda bizi tatmin edecek bir adımın atılacağı konusunda çok ciddi emareler vardır.

Diğer netice aldığımız, şimdiye kadar 1981’den beri hiçbir hükümetin netice alamadığı, ama bizim netice alacağımızı umduğumuz veya büyük ölçüde netice almaya yaklaştığımız bir konu, Yunan vetosuna rağmen, Avrupa Birliği ile aramızdaki mali protokolün işlerlik kazanmasıdır. Avrupa Birliğinde biliyorsunuz konsensüs geçerlidir; yani, herhangi bir ülkeyle bir protokol yapılabilmesi, ancak 15 üye ülkenin tümünün rızasıyla, oyuyla mümkün olabilmektedir. Bir ülkenin vetosu dahi bunu engellemeye yetebilmektedir. Türkiye ile ilgili bu konuda, Türkiye 17 seneden beri Yunan vetosu nedeniyle Avrupa Birliğinden 1 dolar dahi mali yardım alamamışken, Akdeniz Meda Projesi kapsamındaki sembolik şeyleri kastetmiyorum, ama mali protokolle doğrudan doğruya devlete verilen kredi ve yardımlarda 1 dolar bile alamamışken, iki gün önce Avrupa Birliğinin 14 ülkesi, Yunanistan’ın itirazına rağmen, oybirliği prensibi aramadan Türkiye’ye mali protokolün işletilmesi konusunda karar almışlardır. Bu kararın da önümüzdeki bir hafta içerisinde yürürlüğe girmesi söz konusudur. Yani, aldıkları karar, bizi tatmin eden bir miktarda değil, zannediyorum 300 milyon dolar filandır. Bizi tatmin eden miktar olmasa bile, Yunanistan’ın vetosuna rağmen, bizimle böyle bir mali ilişkiyi kurma kararıdır. Bu önemli bir adımdır, miktarından bağımsız bir adımdır. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinin ilk defa olarak Yunanistan’ın ipoteğinden kurtarılması olayıdır; çok önemli bir siyasi iradedir ve 14 ülke bu konuda Yunanistan’a karşı birleşmişlerdir.

Dolayısıyla Türkiye’nin gündemini karartan, vatandaşımızın da moralini bozan bütün olumsuz yayınlara, kötü falcılıklara, Türkiye’nin geleceğini ilişkin karamsar spekülasyonlara karşı, el attığımız her alanda bize umut veren, moralimizi düzeltecek ciddi gelişmeler söz konusudur. Bunun en açık ortaya çıkan alanlarından birisi de, altyapı konusudur. Ben bir süreden beri bu açılışlara katılmaya zorluk çekiyorum. Dün Erzurum’da DSİ’ye ait 4 töreni aynı anda yapmak zorunda kaldık. Kuzgun Barajının elektrik üretimine başlaması töreni, Başköy ve Pazaryolu barajlarının temel atma töreni ve Erzurum’a Palandöken Barajından içmesuyu getirecek olan tünelin inşaat töreni, 4 töreni aynı tören halinde yaptık.

Buna Enerji Bakanlığımızın, Bayındırlık ve İskan Bakanlığımızın vermiş oldukları açılış ve temel atma törenlerinin hepsine katılmam mümkün değil. Yani, katıldığım takdirde hiç Ankara’ya uğramamam lazım. Altyapıda böylesine yoğun bir dönem yaşanmaktadır. Ama, maalesef, medyanın gündemini işgal eden diğer öncelikler dolayısıyla vatandaşımız bunların pek farkına varamamaktadır. Bunlar hakkında yeterli bilgi alamamaktadır.

Mesela, dün başlattığımız hadise Türkiye’nin kaderini değiştirecek bir hadisedir: Erzurum-Sivas arasındaki doğalgaz boru hattının temelini attık. Herhalde onlara gidemeyeceğiz, Cumhur Bey gidecek. Sivas- Kayseri arasında, Kayseri-Ankara ve Kayseri-Konya arasında üç yerde daha aynı tören yapılacaktır, temel atılacaktır. Bütün bunlarla Türkiye, Edirne’den Doğu Beyazıt’a kadar ve bir hattıyla da işte Kayseri- Konya üzerinden, ileride İzmir’e kadar; diğer hat yine Bursa’dan İzmir’e, boydan boya doğalgaz boru hatlarıyla örülmektedir. Cumhuriyetin 10 uncu yılında nasıl demir ağlarla Türkiye örülmüşse, 75 inci yılda da Türkiye’yi boru hatlarıyla örmek hükümetimize nasip olmuştur. Ama, bütün bu saydığım olumlu şeyleri, muhalefetin de bizim gözümüzle görmesini bekleyemeyiz. Onlar muhalefettir, onlar bunu az göreceklerdir. Hatta iyiyi kötü göstermeye çalışacaklardır. Muhalefet olarak bu da onların hakkıdır. İktidar olmak, muhalefetin bu tutumuna rağmen netice alabilmeyi gerektirir.

Benim yalnız muhalefetten bir tek isteğim var, parti liderlerini ziyaret ettiğim zaman da söyleyeceğim: Öyle konular vardır ki, o konularda muhalefetle iktidarın menfaati ortaktır. Ve bunun için de iktidarın başarısı muhalefetin başarısızlığı filan nitelemesi yapmak da mümkün değildir. Mesele, doğrudan doğruya, siyaset kurumuyla veya siyaset kurumunun kalbi olan Meclisle millet iradesi arasındaki bir meseledir. Yani, vatandaş, siyasetçiye olan güvenini tazelemek için bizden birtakım adımlar atmamızı istemektedir; ortak adımlar atmamızı istemektedir. Bu adımların atılması için toplumda çok büyük bir beklenti vardır. Bu adımların atılmasından dolayı da hiç kimsenin, hiçbir partinin özel bir menfaati veya zararı söz konusu değildir. İşte, çeteler meselesi böyledir, bu söylediğim yasalarla ilgili durum böyledir. Bu konularla ilgili böyle bir uzlaşma arayışına gireceğiz. Sonucu da gelecek hafta sizlerle görüşeceğiz.

Ben bugün Adıyaman’a gideceğim; orada Atatürk Barajında büyük bir “ Gençlik ve Silahlı Kuvvetler Elele Kampanyası” ile ağaç dikim çalışmaları var. Türkiye’nin 7 tane üniversitesinden binlerce talebeyi, biz de finansmanını üstlendik, oraya gönderdik, orada büyük bir ağaç dikme kampanyası yapıyorlar, 15-20 gün orada kalacaklar, kamp yapacaklar. Ben de bugün onları ziyaret edeceğim. O yüzden şimdi ayrılmak zorundayım; ama, arkadaşlardan ricam, önümüzdeki hafta grubu uzun yapalım. Gerekirse basına kapalı yapalım. Bütün bu meselelerde arkadaşlarımızın soruları varsa cevaplandırayım, size daha geniş bilgi vereyim ve arkadaşlarımızın bu konudaki düşüncelerini öğrenme imkanını bulalım.

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)