ANAP GENEL BAŞKANI SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM ANAP GRUP KONUŞMASI

01 Aralık 1998

Değerli arkadaşlarım; bildiğiniz gibi, 55. Hükümet, 30 Haziran 1997 tarihinde kurulmuştur. 12 Temmuz 1997 tarihinde Meclisten güvenoyu almıştır ve kuruluşundan yaklaşık 17 ay sonra, güvenoyu almasından da yaklaşık 16,5 ay sonra, geçen hafta Mecliste verilen bir gensoru önergesiyle görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır.

Mecliste çoğunluğu elinde bulunduran muhalefet partilerinin, böyle ortak bir gensoruyla Hükümeti düşürmüş olmaları, aslında demokratik mekanizmanın işleyişinin tipik bir örneğidir. Bir Hükümet eğer demokratik usullerle göreve gelmişse, gene demokratik usuller içerisinde görevden ayrılmasını yadırganacak hiçbir yönü de yoktur.

Burada özellikle bilmenizi isterim ki, böyle bir demokratik mekanizmanın işlemesinde, Hükümeti demokratik yollardan düşürebilmek gibi bir imkanının açık olmasında, her ne kadar bugün Hükümetimizi görevden uzaklaştırmak için kullanılmış olsa dahi, demokratik rejimin aksamadan işleyişinde bizim Hükümetimizin çok önemli payı vardır. İş başına geldiğimiz günlerde Türkiye’nin durumu hatırlanacak olursa, bu Hükümetin Türkiye’de rejimin işleyişine yaptığı katı daha iyi anlaşılacaktır. 1997 ortasında 55. Hükümetin işbaşına geldiği dönemde, Türkiye, çok yönlü tehditlerin altında, yara bere içindeydi. 55. Hükümet göreve geldikten sonra kısa bir zaman içerisinde, Türkiye’de hem rejimi hem de devletin bütün kurumlarını birbirleriyle uyum içerisinde çalışan bir duruma getirmiş ve Hükümetimiz görevi, rejimin ve devletin uyumlu bir biçimde işlediği durumda devretmiştir.

Değerli arkadaşlarım, hepinizin bildiği gibi, 55. Hükümet bir azınlık Hükümeti idi. Azınlık Hükümeti olarak kurulmuştur ve geçen haftaya kadar görevden bir gensoru önergesiyle uzaklaştırılıncaya kadar bir azınlık hükümeti olarak görev yapmıştır. Aslında, Hükümetin kuruluşunda biz Türkiye’nin o günkü zor şartlarını dikkate alarak herkesin, ama özellikle bize dışarıdan destek vermeyi taahhüt eden Cumhuriyet Halk Partisinin taşın altına elini koymasını istedik. Yani, Hükümete girmesini istedik. Ama, maalesef, Anavatan Partisi olarak biz bütün gövdemizi taşın altına koyarken, bizi dışarıdan destekleyen Cumhuriyet Halk Partisi, taşın altına eline koymak yerine, bütün ağırlığını taşın üstüne koymuştur; bizim işimizi daha zorlaştırmıştır.

Burada bizim açımızdan önemli olan husus, bizim açımızdan asıl üzücü olan husus, katiyen görevden ayrılmak filan değildir. Biz, Anavatan Partisi olarak şimdiye kadar birkaç defa göreve geldik, birkaç defa görevden ayrıldık. Herhalde Meclisteki siyasi partiler içerisinde en çok hükümet görevi üstlenmiş olan, en uzun süre hükümet görevlerinde bulunmuş olan kadro Anavatan kadrolarıdır, onun için bizim Hükümetten ayrılmaktan ötürü herhangi bir rahatsızlığımız, herhangi bir üzüntümüz söz konusu olamaz; ama, bizi üzen husus, bizim için üzücü olan husus, Türkiye’nin bu kadar meselenin, bu kadar kritik bir noktada olduğu bir durumda, böyle kritik bir dönemde ve hiçbir alternatif gösterilmeden hükümetsiz bırakılmasıdır.

Yine üzücü olan, ülkemizin uzun yıllardan beri görmezlikten gelinerek “aman bana bulaşmasın” denilerek, bir kangren haline dönüşmesine göz yumulmuş olan çetelerle, mafyayla mücadele gibi, terörle mücadele gibi, enflasyonla, hayat pahalılığıyla mücadele gibi meselelerinde çok kararlı, çok etkili bir mücadele başlatılmışken ve bütün bu meselelerde netice alınmasına çok yaklaşılmışken böyle bir tutumun takınılmış olmasıdır; çünkü, bu saydığım mücadelelerin hepsinde netice alınabilmesi, başarıya ulaşabilmesi, herşeyden önce sürekliliği bağlıdır. Bu mücadeleler, istikrar, kararlılık; ama, hepsinden önce siyasi sorumluluk gerektirir. Bu mücadeleleri yürütürken hemen hergün sorumluluk gerektiren yeni kararlar almak ve mücadelenin yürütülmesinde an be an müdahil olmak, müzahir olmak zorunluluğu vardır.

Bazı muhalefet partileri, bunun bir devlet politikası olduğunu, Hükümet gitse dahi devletin kurumlarının bu mücadeleleri aynı şekilde devam ettireceğini iddia etmektedirler. Ama ben bu izaha Türkiye’de inanacak bir tek aklı başında vatandaşımızın olduğuna dahi ihtimal vermiyorum. Çünkü, herkes bilmektedir ki, biz göreve gelip de bu meselelere el atıncaya kadar, bu meselelerin üstüne kararlılıkla yürüyünceye kadar, bu konuda atılmış bir tek adım bile yok. Ve bugün bu izahı yapanlar, bu mazeretin arkasına saklananlar, faili meçhul cinayetlerin, yaklaşık 2 bin tane faili meçhul cinayetin, çetelerin, terörün, uyuşturucu mafyasının birbiriyle işbirliği halinde cirit attığı, bankaların battığı, devletin yağmalandığı bir dönemde iktidar olmuşlardır; ama, iktidarlarında adeta sırçalı köşkte yaşamışlardır. Bu rezaletlerin hiçbirisini görememişlerdir, görmezlikten gelmişlerdir, bunlara karşı hiçbir şey yapamamışlardır.

Netice itibariyle, eğer bizim 55. Hükümet döneminde bu meselelerin hepsinin üzerine gidilmişse, işte gensoru önergesiyle ilgili görüşmelerde de dile getirdiğimiz gibi, benim birkaç günden beri televizyonlarda anlattığım gibi, somut neticeler alınmışsa, bütün elebaşları yakalanıp tutuklanmışsa, hepsinin kaynağına gidilebilmişse, bütün bunlar yeni bir devlet kurularak yapılmamıştır. Bütün bunlar, devletin mevcut kadroları kullanılarak yapılmıştır. Biz 55. Hükümet olarak yurt dışından polis memurları filan ithal etmedik. Biz dışarıdan devlet kadroları da getirmedik. Biz, aynı devlet kadrolarını kullandık. Buradaki tek fark, siyasi irade farkıdır. Devletin kadroları, bu mücadelede siyasi iradenin arkalarında olduğunu görmüşlerdir. Bütün bu olumlu neticeler, bütün bu başarılar, bunun sayesinde gerçekleşmiştir.

Değerli arkadaşlarım, şimdi Türkiye’nin önündeki soru: Bundan sonra ne olacağıdır. Bu konuda bütün arkadaşlarımdan gönül rahatlığı içerisinde olmalarını istiyorum. Anavatan Partisi olarak biz ve bizimle beraber 55. Hükümeti oluşturduğumuz partiler, ister iktidarda olalım ister muhalefette olalım, yürüttüğümüz bu mücadeleyi bırakmayacağız. Bizim görevimiz, devletimizin istiklalini, milletimizin istikbalini, her halü şart altında teminat altına almaktır. Bizim varlık nedenimiz budur. Biz, görev bilincine sahip, aklı ve sağduyusu ihtiraslarının gölgesinde kalmayan siyasetçiler olarak, her zaman milletimizin hak ve menfaatlerinin bekçisi olmaya devam edeceğiz.

Şimdi, özellikle bugün Türkiye’nin yeni bir hükümet arayışı içerisinde olduğu bu dönemde, ülkemizin bir belirsizliğe, bir kararsızlığa ve beklemeye tahammülü yoktur. Türkiye’nin öyle küçük hesaplara da tahammülü yoktur. Aslında, bu dönemde, Anavatan Partisinin bu hükümet arayışları döneminde nasıl davranması gerektiğini, ne yapması gerektiğini tartıştığımız zaman, farklı görüşler ileri sürebilir. Anavatan Partisinin bu bunalımdan kendisine menfaat sağlamasını savunanlar da olabilir; ama, benim bir tespitim var: Ben şunu gördüm ki, sudan bahanelerle, hiçbir alternatif ortaya koymadan bu en kritik dönemde Hükümetimizi düşürenler, aslında milletimizin gözünden düşmüşlerdir. Siyaseten kendi kendilerine zarar vermişlerdir; çünkü, ben yine görüyorum ki, milletimiz bugün geldiği noktada, olayların kendisine kazandırdığı olgunlukla, artık sabahtan akşama kadar sadece konuşan; ama, boş konuşan, bağıran, hizipçilikten, entrikacılıktan başka hiçbir özelliği olmayan meslekten politikacılara destek olma kararında değildir. Milletimiz artık bunları tanımıştır ve bunların notunu vermiştir. Milletimiz bundan sonra konuştuğunu yapan, söylediğini yapan, öyle mazeret aramayan, bahanelerin arkasına sığınmayan, kendisine hizmet eden politikacıları destekleme kararındadır.

İşte, 55. Hükümetin sonunda geldiğimiz bu noktada, Anavatan Partisi olarak bizim en önemli kazancımız budur. 55. Hükümetten bizim en önemli kazancımız budur.

Anavatan Partisinin 4 ay sürecek olan bir hükümete girmemekten dolayı hiçbir kaybı olmaz. Hatta denilebilir ki: Siyaseten böyle bir hükümete girmemekten bizim kazancımız olabilir. İşte, Hükümeti düşürdünüz, bunlara bunları yapan, bu başarılı hükümeti, tamamen sudan bahanelerle düşürdünüz, şimdi hükümeti kurmak görevi size düşer; bu bunalımın sorumlusu sizsiniz, o zaman hükümeti kurun denilebilir. Köşeye çekilip, bundan siyasi fayda sağlamayı da düşünebiliriz.

Aslında, Anavatan Partisi olarak bizim, mutlaka iktidarda olmak gibi, gem vurulamayacak bir hırsımız filan da yoktur; ama, eğer ülkenin bugün içinde bulunduğu, içinden geçtiği bu kritik dönem, bizim de içinde olduğumuz bir hükümetin kurulmasını gerektiriyorsa, Anavatan Partisi olarak bu siyasi mütalaalarımızı, siyasi menfaat hesabını bir yana bırakıp, görev üstlenmekten de kaçamayız; bu da Anavatanın bir başka özelliğidir. Bulanık suda balık avlamaya alışmış olanlara nasıl yıkmak yakışırsa, yapılmış olanı yıkmak yakışırsa, Anavatana da yapıcı olmak yakışır. Bize yakışan, güçleştirmek değil, kolaylaştırmaktır. Çözümsüzlük yaratmak değil, çözüm üretmektir. Onun için, bize karşı haksızlık yapılmış olabilir. Biz elbette ki bunu milletimize söyleriz, bunun yanlış olduğunu anlatırız; ama, biz, buna mukabil bir haksızlıkla cevap veremeyiz. Uzlaşmacı olmaya mecburuz; çünkü, bizim uzlaşmazlığımızdan biliriz ki memlekete zarar gelecektir.

İşte, bu anlayışla bize gelecek her teklifi, açık yüreklilikle, yapıcılıkla ve uzlaşıcı bir anlayışla değerlendirmeye hazır olmalıyız. Her formülü konuşmaya hazır olmalıyız.

Burada son günlerde Türkiye’nin gündemine getirilen başka birtakım tartışma konuları var. Mesela, 18 Nisan’da yapılması Meclis kararına bağlanmış olan genel ve mahalli seçimlerin, Türkiye’de siyasi dağınıklığı ortadan kaldıramayacağı, bu nedenle seçim tarihinin daha ileri bir tarihe alınması konusunda ortaya atılan düşünceler var. Değerli arkadaşlarım, Sayın Cumhurbaşkanına da söyledim, huzurunuzda da ifade ediyorum, ben bu görüşlere katılmıyorum. Çünkü, bu görüşler, aslında bir çaresizliğin ifadesidir. Demokrasinin çözüm üretemeyeceğini, milletin yaşadığı bütün denemelere rağmen, demokrasi içerisinde bir çözüm ortaya koyamayacağını, millet iradesiyle hiçbir şeyin iyiye doğru değişemeyeceğinin ikrarıdır. Bunu kabul etmek mümkün değildir.

Ben inanıyorum ki, bütün bu kehanetlerin tersine, 18 Nisan’da yapılması kararlaştırılan seçimler, Türkiye’de siyasi tabloyu çok önemli biçimde değiştirecektir. Türkiye’de siyasi istikrarı sağlayacaktır.

Bizim burada önem vermemiz gereken, gözetmemiz gereken husus, seçime gidilirken, seçim atmosferi içerisinde ortaya koyduğumuz ekonomik programın baltalanmamasıdır.

Bakın, ortaya koyduğumuz program çok tartışılmıştır, bunun hedeflerine ulaşılıp ulaşılamayacağı konusunda çok farklı görüşleri ileri sürülmüştür; ama, iki gün sonra Kasım ayı enflasyon rakamları açıklanacak ve çok kuvvetle tahmin ediyorum ki, Ocak ayında yüzde 100 civarında olan enflasyon, Kasım sonu itibariyle ilk defa yüzde 50’lere inmiş olacaktır. (Alkışlar) Bu, aynı zamanda, daha önümüzdeki bir ay var, geçen sene ki Aralık ayındaki enflasyon rakamının da çok yüksek olduğunu da dikkate alırsanız, sene sonu enflasyonu belki tam hedeflediğimiz gibi yüzde 50 değil; ama, mutlaka 50’li bir rakam olacaktır. Bu, küçümsenecek bir başarı değildir. Ocaktan yıl sonuna kadar, 35-40 puanlık bir düşüş demektir.

Bunun yeterli olmadığını biz daha bu hedefi, bu programı açıklarken söyledik. Türkiye yüzde 50’li enflasyonları hedef alması gereken bir ülke değildir. Asıl enflasyon hedefimiz, tek rakamlı enflasyondur. Girmek istediğimiz Avrupa Birliğinde olduğu gibi, yüzde 3’lük, yüzde 5’lik enflasyondur. Ama, biz bunu milletimize zarar vermeden, çok fazla kemer sıktırmadan, ekonomik dengeleri bozmadan, üç yıllık bir tedrici programla gerçekleştirmeyi hedefledik. IMF bize inanmadı, bunun olmayacağını söyledi; ama, şimdi IMF’si de, Dünya Bankası da, bütün ekonomik kuruluşları da Türkiye’nin modelinin gerçekçi olduğunu ve bu model çerçevesinde Türkiye’nin enflasyonla mücadelede başarılı olduğunu kabul etmektedir. Hatta, uluslararası reyting kuruluşları, yani ekonomilere kredi veren kuruluşlar, bugünlerde açıklamalarında, aslında Türkiye’nin daha iyi bir kredi notunu hak ettiğini, sadece şu Hükümet bunalımı nedeniyle Türkiye’nin muhtemelen notunun aynı kalacağını ifade etmektedirler. Eğer Türkiye bu suni hükümet bunalımına sürüklenmeseydi, bazılarının hırsı yüzünden bugün bir hükümet arayışına girmeseydi, Türkiye bugün kredi notu yükselen, dolayısıyla dışarıdan kaynak bulabilme imkanına sahip bir ülke durumuna gelecekti.

Değerli arkadaşlarım, bu dönemde dikkat etmemiz gereken diğer bir husus, terörle mücadelenin bu seçim ortamından, bu hükümet bunalımından zarar görmemesidir. Türkiye, bölücü terörle mücadelede, hem milletimizin hissiyatına cevap veren hem de devletimizin hedeflerine uygun bir politikayı, her halükarda, bütün zorluklara rağmen, mutlaka sürdürmek zorundadır.

Bölücü terörle mücadelemiz çok önemli bir aşamaya gelmiştir. Dün Milli Güvenlik Kurulunda da konuştuk, orada da ifade ettim, mesele artık sadece bölücü terörün ülke içerisinde ezilmesinden, devletin bölücü terörü etkisiz kılmasından ibaret değildir. Bu hedefe büyük ölçüde ulaşılmıştır, bana göre bu hedefe yüzde 90’ın üzerinde ulaşılmıştır. Bugün bölücü terörün başvurduğu birtakım eylemler, çaresizlikten kaynaklanan, yenilmişlik psikolojisinden kaynaklanan intihar eylemleridir, münferit eylemlerdir. Yoksa, 1990’lı yılların başında olduğu gibi, bir merkezden koordine edilen, bir merkezden idare edilen kitleye yaygın eylemler, artık mümkün değildir. Şu anda devlet, Türkiye’nin her yerinde bu anlamda kontrolü eline almıştır; ama, bölücü terörün eylem yeteneğini ortadan kaldıran, onu başsız bırakan bugünkü konjonktür, bize başka bir tehlikeyi beraberinde getirmektedir. Bu da, meselenin uluslararası planda siyasallaştırılması planıdır.

Burada son günlerde yaşanan birtakım gelişmeler hepimize ışık tutacak niteliktedir. Alman ve İtalyan başbakanlarının toplantısı sonucunda bu ülke hükümetlerinin ortaya koydukları tutum, hukuk adına da, Avrupa adına da yüzkarasıdır. (Alkışlar) Hukuk devleti, hiçbir zaman siyaseten hukukun üstüne çıkarmayan devletin adıdır. Hukuk devletinin en bariz özelliği, hukukun üstünlüğüdür. Hukuk devleti olduğunu iddia eden hiçbir devlette, siyaset hukuka yön veremez; hukuk siyasete yön verir. Siyaset hukuka uymak zorundadır; ama, eğer siyaset hukukun üstüne çıkarılıyorsa, siyaset hukuka egemen hale getiriliyorsa, orada hukuk devletinin en temel prensibi ayaklar altına alınmış demektir. Bugün Almanya’da olan da budur -bu meseleyle bağlantılı olarak söylüyorum- İtalya’da olan da budur. Yani, kendi topraklarınızda işlenen bir suçtan dolayı veya suçlardan dolayı... Bu olayda üç kişinin ölümü söz konusudur, üç kişinin hayatına mal olan bir cinayet söz konusudur. Bir yakalama emri çıkaracaksınız, o yakalama emriyle o kişi yakalanacak; ama, ondan sonra onu alıp yargılamaktan korkacaksınız. Asayişim bozulur, iç barışım bozulur diye, kendi mahkemenizin yakalama emrini gereğini yapmayacaksınız. Böyle hukuk devleti olmaz!

Bu konuda İtalya’nın da, Almanya’nın da işbaşında bulunan hükümetlerinin tutumları, bizzat kendi ülkelerinde, sadece muhalefet partilerinde değil, sadece parlamentolarında değil, hukuk otoriteleri tarafından, basını tarafından alabildiğine insafsızca eleştirilmektedir. Bütün bu eleştiriler de yüzde yüz haklıdır, yüzde yüz isabetlidir.

Biraz önce Halil Cin arkadaşım söyledi; bizim Türkiye olarak tezlerimizi yurt dışında tanıtmada geleneksel bir zafiyetimiz olabilir. Biz bu meselede kendimizi iyi anlatamamış olabiliriz; ama, emin olunuz ki, meselenin bu safhaya gelmesindeki en önemli husus bizim tanıtım eksikliğimiz filan değildir. Çünkü, bu konuda bu tavrı takınanlar, yani Hükümet içerisinde bu politikaları benimseyip yürütenler, bizim görüşlerimizi çok iyi bilmektedirler. Onları bu tutuma iten esas neden, Türkiye ile ilgili tarihi önyargılarıdır. Bu tespiti, bu teşhisi doğru ve açık şekilde yapamazsak gerçeğe ulaşamayız, gerçeği göremeyiz.

Şimdi, bu zafiyetlerini örtebilmek için, bu ayıplarını örtebilmek için, bir uluslararası mahkeme kurulmasını, hatta hatta Kürt meselesinin uluslararası platformda çözümlenmesi konusunda girişimde bulunmayı tasarlamaktadırlar. Yani, onlar büyük devletlerdir, dünyanın gidişine yön veren devletlerdir. Hele şimdi bir araya gelmişlerdir, Avrupa Birliği olmuşlardır, Türkiye’nin çözemediği bir meseleyi onlar bizim için çözeceklerdir!

Değerli arkadaşlarım, büyük devlet olmak için evvela devlet olmak lazım. (Alkışlar) Siz eğer “Huzurum bozulur” diye devlet olmanın en önde gereğini yerine getiremiyorsanız, kendi ülkenizdeki bir suçtan dolayı bir insanı yargılamak için talep etmekten bile kaçınıyorsanız, sizin başka devletlerin iç işine filan karışmaya hakkınız yoktur. Siz devlet olmanın asgari gereğini yapamıyorsunuz demektir.

Bugün geldiğimiz noktada bölücü örgütün başı, her gittiği ülkenin başına bela olmaktadır. İtalyan Dışişleri Bakanı dün Rusya’da, İtalyan Başbakanı İngiltere’de bu meselede kendilerine yardımcı arıyorlar. Orada kaldığı sürece de İtalya’yı rahatsız etmeye devam edecektir, İtalya’nın başına bela olmaya devam edecektir; çünkü, İtalyan Hükümetinin baştan beri bu meseleye bakışı yanlıştır, yaklaşımı yanlıştır.

Uluslararası mahkeme fikri, hiçbir uluslararası anlaşmada yeri olmayan, şimdiye kadar hiçbir örneği olmayan bir ucube öneridir. Uygulanması mümkün değildir; çünkü, yargılanması söz konusu olan kişi bizim vatandaşımızdır. İşlediği bütün cinayetler bizim vatandaşlarımıza yöneliktir. Ortada tamamen bizim iç hukukumuzun geçerli olması gereken bir durum söz konusudur. Bu devletlerin uluslararası anlaşmalara göre yapmaları gereken tek şey bu şahsı bize iade etmeleridir.

Ha, bununla ilgili bizden birtakım güvenceler isteyebilirler; kendi iç hukukları bakımından isteyebilirler. Mesela, İtalyan Anayasası, eğer idam cezası olan bir ülkeye iadeyi kabul etmiyorsa, bu konuda bizden bu cezanın uygulanmayacağına dair bir güvence isteyebilir. Yargılanmayla ilgili birtakım güvenceler de isteyebilir. Ama, “Ben sizin iç hukukunuzu tanımıyorum, ben bunu size iade etmiyorum” dedikleri zaman, en azından yapmaları gereken şey, hukuk devleti olarak yapmaları gereken asgari şey, suçun cezasız kalmamasını sağlamak için kendi hukukuna göre yargılamaktır.

Şimdi, hiç birisini yapamayacaklarını görmüşlerdir; bir an önce bu beladan nasıl kurtulacaklarının arayışı içine girmişlerdir. Ben burada daha önce de söyledim, İtalyan Hükümetinin yaklaşımıyla, İtalyan Hükümetinin mantığıyla bize iade edeceklerine fazla ihtimal vermiyorum. Biz iadeyle ilgili bütün hazırlıklarımızı tamamladık. Yarın veya öbür gün dosyasını vereceğiz. Bu dosyayı sadece kendi hukukçularımızla değil, İtalyan hukukçularıyla beraber hazırladık. Aslında, dosyamız tamamdır; ama, İtalyan Hükümetinin siyaseti, hukukun üstüne koyan, hukuku siyasetin ipoteğine koyan yanlış yaklaşımı nedeniyle bu iade işleminin kolay olmayacağını düşünüyorum.

Yine ihtimal vermediğim bir husus, ne kadar gönüllerinden geçse de ne kadar isteseler de, siyasi mülteci statüsü veremeyeceklerdir. Yani, bu kişiye sığınma hakkı verip, elini kolunu sallayarak serbestçe dolaşmasına imkan tanımayacaklardır.

Şimdi, içine girdikleri arayış, bu kişiyi kabul edecek başka bir ülke bulmaktır; fellik fellik dolaşmalarının esas sebebi budur. Gizli kanallardan, kapalı diplomasi yollarıyla da ayın arayışın içindedirler.

Öte yanda, bu meseleyi bizim aleyhimize olarak, bizim birliğimize, bütünlüğümüze zarar verecek şekilde kaşımaktan da geri kalmayacaklardır.

İşte, yeni bir hükümet arayışı içinde olduğumuz bir dönemde, üstelik dört ay sonra seçime gideceğimiz bir dönemde, bu meselede herhangi bir zaafiyet göstermememiz lazım. Türkiye üzerindeki bu niyetleri, Türkiye üzerindeki bu oyunları iyi teşhis etmemiz ve devlet olarak bu oyunların peşinde olanların eline koz vermememiz lazım.

Önümüzdeki günlerde birtakım provokasyonlar da yapabilirler. Türkiye’nin bu meseleyi kendi kendine çözebilecek bir ülke olmadığı izlenimini yaratacak birtakım olaylar da tezgahlayabilirler. İşte bunlardan bir tanesi yarın oynanacak maçtır.

Onun için, bütün vatandaşlarımı, bütün milletimi bu konuda sağduyuya davet ediyorum. Türkiye’nin düşmanlarının ekmeğine yağ sürecek yanlışlardan kaçınmaya çağırıyorum.

Değerli arkadaşlarım, biz bu oyunlarla ilk defa karşı karşıya gelmiyoruz. Tarihimizin en zayıf döneminde, Kurtuluş Savaşında, biz, yedi düvele karşı, onların istediği çözümü değil, kendi çözümümüzü kabul ettirdik. (Alkışlar) O zaman, bizim nüfusumuz 10 milyondu. O zaman sanayimiz yoktu. O zaman Türkiye’nin durumu bugünküyle kabile kıyas değildi. Bugün biz 65 milyonuz, güçlü bir ekonomimiz var. Dünyadaki 16. ekonomiye sahibiz, büyüklük itibariyle dünyanın 16. büyük ekonomisine sahibiz. Yanlışlarımız var, duraklamalarımız var, zaman zaman geri adımlar atıyoruz. Ama, bugün geldiğimiz noktada, bütün bunları aşacak güce de sahibiz. İşte bu gücümüzü, iç politikanın bu kritik döneminde, birtakım yanlışlarla zayıflatmamamız lazım.

Binaenaleyh, bölücü terör meselesinde Türkiye’yi zaafa sokmamak için, enflasyonla mücadelede koyduğumuz ve bugün itibariyle hedefine uygun bir şekilde seyreden politikalara zarar vermemek için, çetelerle, mafyayla, diğer kanunsuzluklarla mücadelede tam netice alacağımız safhada bir zaafiyetin ortaya çıkmaması için, Türkiye’nin, bu bunalımı çözmesine Parti olarak yardımcı olmamız lazım. Bu yardımın nasıl olabileceğini, bu katkıyı nasıl sağlayabileceğimizi önümüzdeki günlerde hep birlikte tartışacağız. Şu anda daha süreç yeni başlamıştır. Bizim karar almamızı gerektirecek safhada, Grup olarak kapalı toplantı yapacağız. Ben size bilgi vereceğim, alternatifleri koyacağım, onları tartışacağız, yolumuzu birlikte saptayacağız.

Geçen hafta, Merkez Karar Yönetim Kurulunda konuyu tartıştık. Merkez Karar Yönetim Kurulu bana bu konuda yetki verdi. Ama, ben, hem Merkez Kararla hem Meclis Grubumuzla bu konuyu devamlı birlikte götüreceğimizi ifade ettim. Sanıyorum önümüzdeki hafta, Grup Başkanvekillerimiz sizlere duyuracaklar, bir kapalı toplantı yapacağız. Orada, bütün bu şartlar altında Partimizin izleyeceği en doğru politikayı birlikte tespit edeceğiz.

Gazetelerde birtakım şeyleri okuyorum, işte bize toplu katılımlar olacak filan. Hiçbiri doğru değildir. Doğru olan şudur: Bize katılmak için herhangi bir müracaat olursa, Partimizin Başkanlık Divanında onları münferit olarak değerlendirip karar vereceğiz.

İkinci değinmek istediğim husus: Bu soruşturma komisyonlarıyla ilgilidir. Daha önce bir iki yerde daha söyledim, bu meselede gözden kaçan iki tane şey var. Birincisi, maalesef Meclis bugüne kadar soruşturma komisyonları aracılığıyla hukuka yardımcı olma görevini, hiçbir zaman, gerektiği şekilde yerine getirememiştir. Aslında, soruşturma komisyonları, hukuka yardımcı olacak kuruluşlardır, adalete göre çalışmaları gereken komisyonlardır. Oralarda görev yapan insanların, parti bağıyla değil, kendi vicdanlarıyla karar vermeleri gerekir. Maalesef, bugüne kadar her uygulama göstermiştir ki, komisyon üyeleri, vicdanlarına göre değil, partilerine göre karar vermişlerdir.

İkinci olarak bilinmesi gereken bir şey daha var. Anavatan Partisi olarak, devlet hayatında, devlet yönetiminde yapılan en ufak yanlışın dahi cezasız kalmasından yana olamayız. Devlete verilen her zararın, mutlaka hesabı verilmelidir. Ben, onyedi aydan beri Başbakanlık yapıyorum. Bundan önce de iki defa daha Başbakanlık yaptım. Bana yöneltilecek her suçlamanın, en ufak suçlamanın bile, ister komisyonda, ister yargıda, ister Yüce Divanda, her zaman hesabını vermeye hazırım. Ama, buradaki mesele şudur: Soruşturma komisyonları, tamamen partilerin direktiflerine göre çalışmaktadır. Bir siyasi partinin lideri, bu soruşturma komisyonlarını bir siyasi linç makinesi gibi çalıştırmayı kafasına koymuştur. Bunu da açıkça basına söylemiştir. Her iki partinin lideri de, gitsin, Yüce Divanda hesap versin demiştir. Ben, Yüce Divanda hesap vermekten zerre kadar korkmam. Ama, kamuoyunun bilmediği husus şudur: Eğer komisyon kararıyla, komisyonda siyasi olarak verilecek bir kararla Yüce Divana giderseniz, Yüce Divanda, tıpkı daha önce yargılatıp beraat eden arkadaşlarımızın davasında olduğu gibi, bu dava birbuçuk, iki sene sürer. Bu birbuçuk iki sene süre içerisinde, Yüce Divanda yargılanan kişilerin bir daha hükümette görev alabilmesi mümkün değildir. Cumhuriyet Halk Partisini, bu siyasi manevraya yönelten esas düzenleme de budur. Yani, merkez sağın iki partisinin lideri e, komisyon kararıyla Yüce Divana gönderilecek. Yüce Divanda yargılandıkları süre içerisinde Başbakan olamayacaklar, seçimlere Yüce Divanda yargılanıyor sıfatıyla girecekler, o arada Baykal, bunu seçimde istismar edecek ve hatta eğer suçlamaları makes bulursa, bu sayede milletin vermediği iktidarı, bu tür manevralarla, bu tür oyunlarla almanın peşinde olacak.

Komisyonlardaki arkadaşlarımız, sadece bizim arkadaşlarımız değil, Doğru Yol Partili milletvekilleri bu oyunun farkına varmışlardır. Çünkü, Cumhuriyet Halk Partisinin komisyon üyeleri, basına verdikleri demeçlerde, açıkça bunu ikrar etmişlerdir. Yani, biz, her iki liderin de Yüce Divana gitmesi gerektiğini savunuyoruz demişlerdir, ihsası reyde bulunmuşlardır. Oyun, açıkça ortaya çıkmıştır. Şimdi, bu oyunu bozmak için, arkadaşlarımı, siyasi bir tavır içine girmişlerdir. Ama, adaleti de elden bırakmamışlardır.

Burada, yapılmak istenen nedir, milletin istediği nedir, yanlışların hesabının sorulmasıdır, bu işin adil biçimde karara bağlanmasıdır. İşte bu yol, şu anda Meclis gündeminde olan 83. Maddedir. Anayasanın 83. Maddesini, dün Grup Başkanvekillerimiz diğer partileri ziyaret ettiler, onların da tekrar desteğini aldılar, aslında kamuoyun önünde hiç kimsenin buna karşı çıkması mümkün değildir. Buna rağmen, Refah Partisi, daha doğrusu Fazilet Partisi, hem eski Refah Partisi hem şimdiki Fazilet Partisi, buna karşı olduklarını açıkça söylemektedirler. Yani, yolsuzluk yapan, ihaleye fesat karıştıran, zimmet, suiistimal suçu işleyen veya çetelerle işbirliği yapan bir kişi, bu suçları işlemiş olsa dahi, eğer milletvekiliyse, yasama dokunulmazlığına sahipse, yargının bu olaylara el koymasını engelleyebilmektedir. Aslında bu engel Anayasamızdan gelmektedir. Anayasamız, bunu koyarken, Meclisin denetiminin, soruşturma komisyonlarının bu şekilde dejenere edileceğini düşünmemiştir. Soruşturma komisyonlarının bu hale düştüğü, bu şekilde işlemediği, felç olduğu ortaya çıktıktan sonra yapılması gereken şey, yargının önünü açmaktır.

Şimdi, arkadaşlarımızın, her iki komisyon raporunda da öneri olarak getirdikleri husus, Parti olarak bizim takipçisi olduğumuz husus, Anayasanın 83. Maddesinin değişmesidir. Eğer şu anda bu maddeyi değiştirme konusunda destek vaat eden dört parti, bu konuda samimi davranırsa, zaten 330 oy bulunacaktır. Yasama dokunulmazlığı bu suçlar için kalkmış olacaktır. O zaman, herkes hakkında, Başbakan olup olmadığına bakmadan, eski başkan olup olmadığına bakmadan, hangi suç yöneltiliyorsa, hangi itham yapılıyorsa, onların doğrudan doğruya yargıya gitme imkanı doğacaktır. Ama, önemli değişiklik şudur: Bu iddialardan, bu ithamlardan dolayı -tabii bunlar bir savcılığın süzgecinden geçecek, savcılık bunları ciddi bulursa dava açacak- ama, dava açılsa dahi, dava yürüse dahi, bundan siyasi bir sonuç çıkmayacaktır. Önemli olan fark budur. Yani, bir kişi, bu suçlardan dolayı yargılanıyor olsa dahi, o kişi hükümette görev alabilecektir. Ha, denilebilir ki, Türkiye’de yargı acaba bağımsız çalışıyor mu, yani bakan olan, Başbakan olan bir kişi hakkında yargı tarafsız olarak görev yapabilir mi? Değerli arkadaşlarım, bu sorunun cevabı, Türkiye’nin, öyle fazla uzun değil, iki yıllık tarihinde mevcuttur. (Alkışlar) Türkiye’de, yargının savcısı, Yargıtay Başsavcısı, iktidarda olan bir parti hakkında kapatma davası açmıştır. Yani, Sayın Erbakan Başbakanken, Refah Partisi Hükümetin büyük ortağı iken, Refah Partisinin aleyhine yargı kapatma davası açmıştır. O davanın sonucunda da, Sayın Erbakan, siyasetten yargı kararıyla men edilmiştir, Refah Partisi kapatılmıştır. Diğer bazı parti yöneticileri, keza, yargı kararıyla siyasi yasağa maruz kalmıştır.

Binaenaleyh, hiç kimsenin Türkiye’de acaba yargı Hükümetten bağımsız mı, Başbakana karşı, Hükümete karşı, Bakanlara karşı görevini yapabilir mi diye endişeye kapılmasına mahal yoktur. Dünyada yargının yürütmeden en bağımsız olduğu ülkelerden birisi Türkiye’dir.

Onun için, burada, bu mesele, muhaliflerimiz tarafından istismar edilmektedir, milletimize yanlış takdim edilmeye çalışılmaktadır.

Tekrar söylüyorum, benim verilemeyecek hiçbir hesabım yoktur. İster normal mahkemede, ister Yüce Divanda, bana yöneltilecek her ciddi eleştiri konusunda yargılanmaktan da hiçbir sıkıntım olmaz. Ama, buradaki hadise, Meclisin soruşturma komisyonlarını kullanarak, onları dejenere ederek, yozlaştırarak siyasi çıkar sağlama oyunudur. Komisyondaki arkadaşlarımı, aslında bu oyunu bozmuşlardır ve bunu bozarken, milletin önüne, milletimizin çok hassas olduğu bu konuda, çözümü de getirmişlerdir. Çözüm, 83. Maddenin değiştirilmesidir. Birinci görüşmesi bitmiştir, birinci oylaması bitmiştir. Zannediyorum önümüzdeki hafta partilerin uzlaşmasıyla tekrar Meclis gündemine getirilecektir. Gündemin zaten ikinci sırasındadır. Eğer orada partiler kendilerinden beklendiği şekilde davranırlarsa, Anayasanın bu maddesi değişirse, ondan sonra artık milletin istediği hesabın görülmesi, soruşturma komisyonlarının siyasi kararlarına bağlı olmayacaktır. Baykal’ın siyasi manevralarına bağlı olmayacaktır. O hesabın görülmesi, Cumhuriyet Başsavcısının yapacağı değerlendirme sonucunda, bu iddiayı ciddi bulup, doğrudan doğruya dava açması şeklinde çözülecektir. Doğrusu da budur.

Meclis, bu konuda, bugüne kadar çok kötü sınav vermiştir. Siyasi bakımdan büyük sıkıntılar yaratacak yeni bir yanlışın önüne geçilmiştir.

Değerli arkadaşlarım, yine arkadaşlarımız, aynı zamanda Meclis gündemi konusunda da diğer partilerle danışmalarda bulunmuşlardır. Biliyorsunuz Hükümet düştüğü zaman, ancak Başbakanlığın ivedilikle görüşülmesini istediği kanun tasarı ve teklifleri Mecliste görüşülebilir. Yeni Hükümet kuruluncaya kadar, güvenoyu alıncaya kadar, şu anda Meclisin bütün gündemi askıya alınmıştır. İşte, Anayasadaki ve İçtüzükteki bu hükme dayanarak, ben 6 kanun tasarı ve teklifi hakkında öncelik istedir, bu konuda Meclis Başkanlığına yazdım. Bunlardan en acil olanı, Bankalar Yasasıdır, Bankalar Yasasındaki değişikliktir. Anayasa Mahkemesinin Bankalar Yasasındaki bazı maddeleri iptal etmesi üzerine, şu anda bu alanda büyük bir boşluk söz konusudur. Plan ve Bütçe Komisyonunda, zannediyorum bugün veya yarın tasarı bitmiş olacak. Ondan sonra Genel Kurulda en öncelikle görüşmemiz gereken tasarı budur. Bu konuda, diğer siyasi partilerin de destek vereceklerini umuyorum.

Diğer öncelik istediğimiz bir yasa tasarısı, bu televizyon vericilerinin TRT’ye devriyle ilgili olan yasa tasarısıdır. O konuda anlaşma olmuş, zannediyorum yarın Genel Kurulda görüşülecek. Kısa bir kanun tasarısıdır. Onu yarın çıkarırsak çok iyi olacak.

Bunun dışında, Pişmanlık Yasası diye bilinen yasa tasarısı için öncelik istedik. Organize suç örgütleriyle mücadele yasa tasarısına öncelik istedik. Onun, daha önce de buradan söyledim, komisyondan çıkan şekli, bizim amacımıza uygun değildir. Yani bunu Devlet Güvenlik Mahkemelerinde alıp normal mahkemelere veren, CMUK’un uygulanmasını öngören değişiklik, bizim amacımıza uygun değildir. Dolayısıyla Genel Kurulda, komisyondan gelen metinden farklı bir nihai çözüm arayacağız. Bu olmadığı takdirde geri çekeceğiz kanun tasarısını.

YÖK Kanununda bir maddelik bir değişiklik şeyimiz var. Öncelik istediğimiz yasalar bunlar.

Yurt dışındaki vatandaşların oy kullanmasını sağlayacak teklif, şu anda uyum komisyonunda, ihtisas komisyonuna geldi. Onun da öncelikle görüşülmesini istiyoruz komisyonlarda. Seçimden önce bunun çıkması lazım. Uyum komisyonundan geçen şekil, dört ayrı alternatif gerektirmektedir. Bunlardan hangisinin uygulanacağını, Yüksek Seçim Kuruluna bırakmaktadır. Dolayısıyla, Anayasadaki bu boşluk, seçimin iptal başvurusuna neden olabilecek bir boşluk, bu kanunun çıkmasıyla doldurulacaktır. Onun için, onun mutlaka çıkmasını istiyoruz.

Bunun dışında, bütçeyle ilgili olarak, bütçeyi, 1999 yılı bütçesini, 15 Aralık’a kadar askıya almayı kararlaştırdık Bakanlar Kurulunda. Ümit ediyorum ki, önümüzdeki 15 gün içinde Hükümet kurulur. Hükümet kurulduktan sonra, eğer uygun görüyorsa, bizim hazırladığımız bütçeyi kaldığı yerden devam eder. Şu anda komisyonda bir tek Maliye Bakanlığının görüşülmesi kalmıştır. Ama, eğer, bu hükümet bunalımı uzun sürerse, o zaman 15 Aralık’ta geçici bütçe tasarısını Meclise sevk edeceğiz. Geçici bütçe tasarısı, geçen sene ki bütçe üzerinden, yüzde 20 artış getiren ve birer aylık dönemler halinde Hükümete yetki veren bir tasarıdır. O tasarının, geçici bütçe tasarısının kabul edilip yürürlüğe girmesi dahi, 1999 yılı bütçesini kadük hale getirmeyecektir. Ta ki ne zaman bir hükümet kurulur ve güvenoyu alırsa, kaldığı yerden 1999 bütçesini yeniden devreye sokma imkanı mevcuttur.

Böyle yapmamızın hukuki bir nedeni de vardır. Çünkü Danıştay’ın 1989 yılında aldığı bir karar söz konusudur. Bir istişari mütalaa kararı söz konusudur. O kararda, düşmüş olan bir hükümetin, eğer kısa bir süre içerisinde yeni bir hükümet kurulması söz konusu ise, bütçe hazırlayıp Meclise getirmesi ve Meclisten bütçesini çıkarması bir yetki gaspı olarak değerlendirilmiştir. Biz, böyle bir hukuki polemiğe yol açmamak için, aynı zamanda bundan sonra kurulacak hükümeti de bütçeyle ilgili tercihinde serbest bırakmak için, böyle bir uygulamaya gittik. Bundan dolayı muhalefet partilerinin iddia ettikleri gibi, ülkeye, ekonomiye herhangi bir zarar gelmesi söz konusu değildir. Tam tersine, geçici bütçe uygulaması, bizim istikrar programımıza daha uygun bir enstrümandır. Ama, Türkiye’nin yatırım ihtiyaçları dikkate alındığı zaman, 1999 bütçesinin şimdi veya daha sonra mutlaka Meclisten geçirilmesi zarureti vardır. Türkiye’nin bütün bir yıl geçici bütçeyle gitmesi mümkün değildir. Eğer, Aralık ayı içerisinde hükümet kurulursa, bütçe 1999 bütçesi mevcut şekliyle Meclisten geçip yürürlüğe girebilir. Eğer Ocak ayında hükümet kurulursa, 1 Şubat’tan itibaren yürürlüğe girer. En kötü ihtimalle, seçime kadar yeni bir hükümet kurulmasa dahi, Anayasa uyarınca kurulacak olan seçim hükümeti, isterse bizim bütçemizi getirip Meclisten geçirebilir.

Dolayısıyla, bu konudaki tercihimiz siyasi bir tercih değildir, hukuki bir tercihtir. Bizden sonraki hükümeti, bu konuda rahat hareket etme imkanı sağlamaya yönelik bir tercihtir. Bunu, muhalefet partilerinin yanlış değerlendirdiklerini demeçlerinden gördüm. Sayın Baykal, bunun ülkeye karşı büyük bir kötülük olduğunu söylemiş. Halbuki, arşivden çıkardım, 12 Kasım 1998 günü, kendisinin Grupta yaptığı bir konuşma var “bütçeyi yeni hükümet hazırlamalı” diyor. Yani, 15 gün içerisinde bu kadar zigzag çizen bir politikacı, herhalde, Türkiye’de, şimdiye kadar ender gelmiştir.

Ama, bütün bunlara takılmadan, Anavatan Partisi olarak, biz, yapıcı, uzlaşıcı çizgimize devam edeceğiz. Ben, bu anlayış içinde, hepinize saygılar ve sevgiler sunuyorum. (Alkışlar)