ANAP GENEL BAŞKANI SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM GRUP KONUŞMASI

(22 HAZİRAN 1999)

Değerli arkadaşlarım,

Meclis'imizin ilk iki haftalık çalışma temposu, uzun zamandan beri milletimizin beklediği, Meclis'ten beklediği bir çalışma performansını yansıtıyor. Bakin, bu iki hafta içerisinde, Hükümet Programı Meclis'te kabul edilmiştir, Hükümet güvenoyu alarak göreve başlamıştır.

Sanıyorum, 1994'ten ben ilk defa, beş yıldan ben ilk defa bir Anayasa değişikliği Meclis'te yeterli nisap sağlanmak suretiyle yürürlüğe sokulmuştur; Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yapısıyla ilgili Anayasa değişikliği gerçekleştirilmiştir Yine, sanıyorum altı aydan ben ilk defa olarak, Meclis, bir yasayı, hem de çok önemli bir yasayı, Türkiye'deki bankacılık sistemini, acilen belli bir disipline kavuşturulması gereken bir sektörü düzenleyen bir yasa değişikliğini kabul etmiştir.

Meclis'in, bu çalışma temposunun, bundan sonra da sürdürülmesi zorunluluğu vardır. Ben, daha Hükümetin kurulma aşamasında da söyledim, bu Hükümetin başarılı olabilmesi, Meclis'i çalıştırabilmesine bağlıdır, Meclis'in çalışmasına bağlıdır. Çünkü, geçen yasama döneminde, Meclis'in tıkanmış olması, Türkiye'de siyasi istikrarsızlığı yaratan en önemli unsur olmuştur.

Çok önemli yapısal reformlar, Türkiye'nin mutlaka gerçekleştirmesi gereken birtakım düzenlemeler, Meclis çalışmadığı için, Meclis tıkandığı için, Meclisin önü kesildiği için gerçekleştirilememiştir. Şimdi, bugünkü Meclis ilaveten, Vergi Yasası'nda geçen sene Temmuz ayında bizim Hükümetimiz döneminde Meclis'te kabul edilen Vergi Yasası'nda ekonomik konjonktürün gerektirdiği, aradan geçen zaman zarfındaki uygulamanın ortaya çıkardığı birtakım değişikliklerin revizyonu yapılması zorunluluğu vardır.

Piyasanın bugün içinde bulunduğu durgunluktan kurtarılması için, para piyasalarında yaşanan sıkıntıların aşılabilmesi için, bu Vergi Yasası değişikliğinin mutlaka Meclis'te gerçekleştirilmesi lazım. Bu konuda da, Maliye Bakanlığımız çalışmalarını sürdürüyor. Sanıyorum, o da önümüzdeki hafta Bakanlar Kurulu'nda ele alınacak.

Dolayısıyla, bu iki önemli reform ve iki Anayasa değişikliğini gerçekleştirdiği takdirde, bu Meclis, Türkiye'nin iki yıldan ben gündeminde olan; ama, iki yıldan ben Meclis'in önünün kesilmiş olması dolayısıyla sonuçlandırılamamış olan yasal düzenlemeleri yapmış olmanın rahatlığıyla tatile çıkabilir. Ama, vardığımız mutabakat, bunlar gerçekleşmeden Meclisi tatile sokmamaktır.

Tabii bu arada, Meclise gelecek olan başka bazı tasarılar vardır. Mesela, bugün, Anayasa değişikliğinin gerekli kıldığı yasa değişikliği gündeme gelecektir. Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kuruluş Yasası'nda değişiklik yapılması zorunluluğu vardır; o, bugün, ele alınacaktır.

Yarın Koalisyon Protokolüyle bizim için öngörülmüş olan Başbakan Yardımcılığı sayısının üçe çıkarılmasına ilişkin yasa Genel Kurula gelecektir. Ondan sonra Keşif Gücü'nün süresinin uzatılmasına ilişkin Meclis kararı, Hükümet tasarısı gelecektir. Meclis'te Bunun gibi, geçen sene Yalta'da imzalanan Karadeniz Ekonomik İşbirliğine İlişkin Uluslararası anlaşmanın Meclis'te onayı söz konusudur. Başka uluslararası anlaşmalar Meclis'te onaylanabilir.

Dolayısıyla, Meclis tatile girmeden önce Meclisin gerçekleştirmesi gereken önemli birtakım düzenlemeler vardır ve bu düzenlemeler, Türkiye'nin önünü açacak olan, Hükümetin başarısını etkileyecek olan çok önemli düzenlemelerdir.

şu aşamada, hiç kimse, Meclis'in çalışma performansını eleştiremez. Tam tersine, ortada takdir edilmesi gereken bir durum vardır. Hükümetin de, bu konuda, Meclisin önünü açması lazımdır. Daha fazla tasarı göndererek, daha çok çalışarak, gerekirse haftada bir yerine iki toplantı yaparak, Meclise, bir an önce, yasa tasarılarını, çoğu reform niteliğinde olan bu tasarıları göndermesi lazım.

Değerli arkadaşlarım,

Yine Meclisin, şu aşamada en önemli görevlerinden birisi, 1999 bütçesidir. Bildiğiniz gibi, 1999 yılı bütçe kanun tasarısı, Plan ve Bütçe Komisyonunda kabul edilmiştir. Bu hafta Perşembe günü Meclis'te ele alınacaktır ve çok yoğunlaştırılmış bir takvimle, önümüzdeki hafta zannediyorum Salı veya Çarşamba günü sonuçlandırılacaktır.

1999 bütçesi, maalesef, Türk ekonomisinin bugün içinde bulunduğu durumdan çıkarılması için, Hükümetin elinde önemli bir enstrüman olma niteliğini kaybetmiştir. 1999 bütçesi, Meclis'te bugün kabul edilecek olan bütçe, artık ekonomiyi yönetecek, yönlendirecek bir ana araç niteliğinden uzaklaşmıştır. Bunun sebebi, bu yılın ilk beş ayında, Mayıs ayı sonuna kadar, Türkiye'nin bir geçici bütçeyle yönetilmiş olması, bu süre içerisinde yaşanan genel seçimler gibi önemli olaylar nedeniyle bütçe dengelerinin altüst edilmiş olmasıdır.

Geçtiğimiz sene, 55'inci Hükümet zamanında, yıl sonuna kadar tamamen ve tüm göstergeleriyle kontrol altında tutulan ekonomide, maalesef bu yaşanan gelişmeler sonunda, ilk altı ayın sonunda tüm ipler elden kaçmış durumdadır. Bugün, mesele, sadece getirilip bir memur maaş artışı meselesi olarak takdim edilmek istenmektedir. Aslında mesele, bunun çok daha ötesinde bir boyuttadır. Bana öne Hükümetin en önemli önceliğini oluşturmaktadır ve maalesef, bu bütçe tasarısıyla bu konuda yapılabilecek pek fazla bir şey yoktur.

Bu bütçeyle ilgili olarak, birkaç rakam vermek istiyorum. Daha önce de söyledim, Mayıs ayı sonu itibariyle bu bütçenin açığı 4 katrilyon liraya ulaşmıştır. Simdi, yeni yapılan revizyonla birlikte, Plan ve Bütçe Komisyonunda kabul edilen son şekliyle birlikte, bu açığın 10 katrilyon liraya ulaşacağı tahmin edilmektedir, 10 katrilyon civarında gerçekleşeceği tahmin edilmektedir. Bu 10 katrilyona varan açıktan, sadece yılın ilk beş ayında 1 katrilyon 91 trilyon lirası, sosyal güvenlik açıklarından kaynaklanmaktadır.

Geçen senenin ilk beş ayında, 528 trilyon olan sosyal güvenlik açığı, bu senenin beş ayında, 1 katrilyon 91 trilyon liraya ulaşmıştır. Bunun, sene sonunda 2,5 katrilyona yaklaşacağı tahmin edilmektedir. Yani, sosyal güvenlikle ilgili Meclise gelecek olan reform tasarısının neden hayati önem taşıdığını, aslında bu bütçe rakamları ortaya koymaktadır. Sosyal güvenlik sisteminin açığı, bir senede, iki mislinden fazla artmıştır, yüzde 107 artmıştır ilk beş ayda.

Maalesef aynı durum, devletin iş borçlanması açısından da söz konusudur. Bu sene başında, devletin iş borç stoku, 11,6 katrilyon liraydı; yani, bu yıla girerken, biz Hükümeti bıraktığımızda, devletin toplam iş borcu 11 katrilyon liraydı. Bugün, daha Haziran ayında 16 katrilyon olmuştur. Bu tempoya dayanmak mümkün değildir, bu tempoyu götürmek mümkün değildir. Böyle bir borç baskısı altında Türkiye'nin ekonomik sorunlarını çözmek mümkün değildir, Türkiye'nin önünü açabilmek mümkün değildir.

Buna mukabil, bütçenin diğer tarafından, yani gelir kalemlerinde fevkalade olumsuz bir gelişme yaşanmaktadır. İlk beş ay içerisinde, vergi gelirlerindeki artış, geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 48'dir. Yani, enflasyonun altındadır.

Şimdi, bu bütçede, dediğim gibi fazla yapılacak bir şey yoktur. Ama, bu bütçenin kabulünden sonra, Hükümetin, mutlaka ekonomide bir yeni programı yürürlüğe koyma zorunluluğu vardır. Bizim, 1998 yılı başında başlattığımız ekonomik program, maalesef Türkiye'nin gereksiz bir erken seçime zorlanması, onun beraberinde getirdiği istikrarsızlık ortamı ve bu altı aylık süre zarfında Türkiye'nin ekonomik sorunlarına bu nedenlerle gerekli çözümlerin getirilememiş olması dolayısıyla bugün artık yeni bir programa ihtiyaç göstermektedir.

Bizim, Anavatan Partisi olarak, böyle bir ortamda iki şeye duyarlı olmamız lazımdır: Birisi, kendi gelirlerini enflasyona uyarlama yeteneği olmayan, yani gelir artışlarını enflasyona göre ayarlama gücü olmayan çiftçi, işçi ve memur kesiminin -işçi derken kamu kesimindeki işçileri kastediyorum. Çiftçi derken, ürününü devlete satan veya ürününün bedeli devlet tarafından belirlenen çiftçi kesimini kastediyorum; yani, gelir artışları, gelir düzeyleri devlet tarafından belirlenen kesimlerin- enflasyona ezdirilmemesi lazımdır. Bunlara sağlanacak gelir artışının, enflasyonun altında olmaması lazımdır. Ama, bu yapılırken, evvelsi hafta da söylediğim gibi, battı balık yan gider hesabıyla, bütçe dengelerini altüst edecek bir hoyratlığa da girilmemesi lazımdır.

Onun için, bu kesimlerin, kendileriyle ilgili beklentilerinde makul olmaları lazımdır, bir reel artış beklentisinde vazgeçmeleri lazımdır. Fedakarlığı bu anlamda söylüyorum. Enflasyonun üzerinde bir gelir artışı sağlayabilecek bir durumu yoktur devletin. Ama, devletin de, bu kesimleri, enflasyon karşısında ezme zulmünden kaçınması gerekir. Bizim, Parti olarak kollayacağımız ince çizgi budur.

Burada, biliyorsunuz seçimlerden önce kamu işçileriyle, kamuda çalışan işçilerle bir toplu sözleşme yapılmıştır. Seçim ortamında yapılmıştır, seçim şartlarında yapılmıştır. o toplu sözleşmeyle, kamuda çalışan işçiler, enflasyona karşı korunmuşlardır.

Hatta, enflasyonun üzerinde de bir refah payına kavuşturulmuşlardır. Şimdi, vakti geldikçe, Hükümet, tarım alanındaki destekleme fiyatlarını açıklamaktadır. İşte, çay fiyatı açıklanmıştır, çaya yüzde 44 artış verilmiştir. Arkasından hububat alım fiyatları açıklanmıştır. Hububatta ortalama yüzde 50; 50,9 bir artış sağlanmıştır. Bu oranlar, şu anda yüzde 50'de seyreden, sene sonu itibariyle de yüzde 50'den aşağı olmayacağı, aşağıya düşmeyeceği bugün artık ilgili kurumlar tarafından da kabul edilen yıllık enflasyon oranını zor bela karşılayabilecek artış oranlarıdır.

Ama, burada bizim yine takip etmemiz gereken, çiftçilerin mağdur edilmemesi için, ödemelerin, tıpkı bizim Hükümetimiz döneminde olduğu gibi peşin yapılmasıdır. Bu konuda Hükümetin açıklamalarında gerekli netliği göremiyoruz. Netliğin olmaması, tersinin karinesidir. Yani, ödemelerin gecikebileceğinin karinesidir. Bu çiftçiyi mağdur edecektir. Enflasyonun bu kadar yüksek olduğu bir ortamda, aylarca çiftçiye ödeme yapılmaması, aslında verilen bu artış oranlarının aşağı çekilmesi demektir, aşınması demektir. Çiftçinin enflasyona ezdirilmesi demektir. Çiftçinin enflasyona ezdirilmemesi konusunda, hem Hükümet ortağı olarak, hem Meclis'te temsil edilen bir parti olarak gerekli duyarlılığı ve uyarı görevimizi yerine getirmek zorundayız.

Geriye, bu kesimlerden, memurlar kalmıştır. Memurlara yılın ilk altı ayında yüzde 27,5 artış verilmiştir. Şimdi, yılın ikinci yarısı için verilecek artış oranının, enflasyon oranını karşılayacak bir oran olması lazımdır. önceki hafta da söylediğim gibi, eğer 1999 bütçesine Plan ve Bütçe Komisyonunda gerekli ilaveler yapılmasaydı, Meclise sevk edilen bütçeyle verilebilecek olan oran yüzde 10'u aşamayacaktı. Yüzde 10'luk bir maaş artış oranı da, yılın ilk altı ayında verilenle birlikte mütalaa ettiğiniz zaman, memuru enflasyon karşısında ezen bir oran olacaktı.

Simdi, zannediyorum ki, bu sağlanan ilave imkanla bunu yukarıya çıkarma imkânı doğmuştur. Bunun ne kadar olabileceği, nasıl sağlanabileceği konusunda Sayın Başbakan yeni bir yöntem koydu. Yarın, Koalisyon ortağı partilerin Başkanları olarak bir araya geleceğiz, Maliye Bakanı ve Hazineden sorumlu Bakan arkadaşlarımız da katılacaklar ve bu yeni oranı birlikte tespit edeceğiz.

Biz, bu konuda ne popülizm yapılmasını, ne de adaletsizlik yapılmasını kabul edemeyecek konumda olan bir Partiyiz. Bu konuda herhalde tutumunu en açık ortaya koyan bir partiyiz. Bir defa daha tutumumuza açıklık getiriyorum. Bizim, bu konuda iki düşüncemiz vardır: Birincisi, geçimini devletin belirlediği, yani gelir artışını devletin tayin ettiği kesimlerin enflasyona ezdirilmesine razı olmayız. Birinci ölçümüz budur.

İkincisi veya yarın gündeme getireceğimiz ikinci bir konu, mesele sadece memur maaş artış oranının belirlenmesi meselesi değildir, ekonominin tüm dengelerini yeniden ele alan, yeni bir ekonomik pakete ihtiyaç vardır. Bu vergi gelirleriyle, vergi gelirlerindeki bu artışla, devletin borçlanmasındaki kartopu gibi büyüyen bu artışla, Türkiye artık ekonomik dengelerini süratle yitirmektedir.

Hükümetin en öncelikli görevi, buna çare olacak bir oluşumu bir an önce başlatmaktır. Açıkça söylemek gerekirse, şu anda, ekonominin adeta kontrolden çıktığı gibi bir endişe yaşıyoruz. Bu bütçe çıktıktan sonra, çıkarılacak olan diğer yasaların, bu arada Bankalar Yasasının da sağladığı imkanlar iyi kullanılmak suretiyle, Hükümetin bu konuda bir genel iyileşme paketini bir an önce hazırlayıp yürürlüğe koyması lazımdır.

Türkiye'nin içinde yaşadığı güncel tartışmalardan, Türkiye'nin geleceğini belirleyecek olan bu en önemli konunun hak ettiği ilgiyi bulamadığı gibi bir endişemiz var. Bu meselenin, Hükümetin birinci öncelikli gündem meselesi haline getirilmesi lazım.

Değerli arkadaşlarım,

Türkiye'nin iki günden beri gündemini, bir din adamının cemaat önderi olarak tanınan bir kişinin, bazı beyanlarının yer aldığı kasetler tayin etmektedir. Şimdi, bu olayla ilgili görüşlerimizi Başkanlık Divani toplantısından sonra da bir nebze basına açıkladım; ama, bu meselenin çok boyutlu ele alınması gerektiğini burada tekrarlamak istiyorum.

Birincisi, bu meselenin ortaya çıkış şekliyle ilgilidir. Meselenin ortaya çıkış şekli, vatandaşın devlete olan güvenini, devletin devlet gibi çalışıp çalışmadığını ortaya koyacak, bu konuda ipuçları verecek niteliktedir. Ortada suç teşkil eden kasetler mi vardır; o zaman sormak lazımdır, bu kasetler acaba uzun süre elde tutulduktan sonra, zamanı beklendikten sonra belli bir zamanlamayla mi piyasaya çıkarılmaktadır.

Bunu, her türlü iddiadan, her türlü suçtan, adaletten filan bağımsız olarak söylüyorum. şunu söylemek istiyorum: Eğer ortada, işlenmiş bir suç varsa, bu suçu ifade eden birtakım suç delilleri varsa, kasetler varsa, devlete düşen görev, devleti temsil eden, devlet adına görev yapan kişilere düşen görev, hiçbir siyasi mülahazaya girmeden, kimseye tuzak kurmadan, hiçbir siyasi hesabın içinde olmadan, buna muttali oldukları anda bunun gereğini yapmaktır. (Alkışlar) Devlet olmanın, devlet gibi devlet olmanın gereği budur.

Su anda olayı bilmiyoruz. Bunlar nasıl ortaya çıkarıldı, kim bu kasetleri basına verdi, bunları bilmiyoruz. Ama eğer bunlar, devletin içerisinde -hangi kurumdan olursa olsun- devletin içerisindeki bir kurumdan kaynaklanıyorsa, o kurum devletin bu niteliğine gölge düşürmüştür. Çünkü, devlete düşen, emniyete düşen, suçları ve suçluları izlemektir.

Adalete düşen, onların gereğini yapmaktır, onları tecziye etmektir. Devlet, hiç kimseye karşı tuzak kuramaz, hiç kimseyi tuzağa düşüremez, devlet suçu gördüğü anda, delilleri varsa gereğini yapmak zorundadır. Emniyetiyle, adaletiyle, bütün kurumlarıyla gereğini yapmak zorundadır.

Bu olayda vatandaşın kafasında böyle bir şüphe vardır. Bunu dile getirmek de benim görevimdir. Öyle, zamanlamayla, siyasi hesaplarla ona buna tezgah tuzak kurarak devlet yönetmek olmaz. (Alkışlar)

Bunu bir varsayımla söylüyorum. Eğer bunlar devletin bir kurumundan veriliyorsa, emniyetten, MİT'ten, şuradan, buradan devletin bir kurumundan veriliyorsa, bunları basına veren kuruluş, kurumu, kişi eğer kendi tayin ettiği zamanlamaya göre bunları basına sızdırıyorsa ve tekrar söylüyorum, eğer bu kişi veya kurum bir devlet kurumuyla, devlet adına görev yapan, parasını devletten alan bir kişiyse, o zaman yaşadığımız olay çok vahim bir olay demektir. Devlet, bir suçun gereğini yapmaktan öteye, suçlu yaratmaya çalışıyor demektir, insanlara tuzak kurmaya çalışıyor demektir. Böyle bir devlete vatandaşın güven beslemesini bekleyemezsiniz.

Şimdi, tekrar söylüyorum, kasetin muhtevasında suç unsurları olup olmadığı ayrı bir konudur. Yayınlandığı kadarıyla bu bantlardaki ifadeler şüphe uyandırıcı niteliktedir, çok ciddi şüphe uyandırıcı niteliktedir. Yani, bu kişinin takiyye yaptığı, aslında kamuoyuna verdiği mesajlardan farklı niyetler taşıdığı, farklı hedefler peşinde olduğunu gösterecek niteliktedir.

Burada, ciddi, tarafsız, devlete yakışan bir incelemeye, bir soruşturmaya ihtiyaç vardır. İşin arkasını, o kasetlerin önünü arkasını, tümünü dikkate alarak ciddi bir inceleme yapılması gerekir. Ama, bütün bunların sonunda, hakikaten iddia edildiği gibi, ortada laik cumhuriyete karşı bir eylem, bir niyet, bir girişim söz konusuysa, biraz önce söylediğim gibi bu bir suçtur, bunu izlemek emniyetin görevidir, gereğini yapmak da yargının görevidir.

Devletimizin, Türkiye cumhuriyetinin kurumları, bugüne kadar ortaya çıkan bütün zaaflarına rağmen, içlerine sızmış yanlış kişilere rağmen, onların yaptıkları yanlış işlere rağmen, cumhuriyetin niteliklerini korumada, netice itibariyle başarılı olmuşlardır ve tekrar söylüyorum, buradan bütün inancımla söylüyorum, ne kadar maddi gücü olursa olsun, ne kadar yaygın olursa olsun, ne kadar peşine insan takmış olursa olsun, Türkiye'de hiç kimsenin laik Cumhuriyeti değiştirebilmesi, yıkabilmesi mümkün değildir. (Alkışlar)

Bütün bunlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin laik niteliğini, bugüne kadar, bütün zaaflarına rağmen koruyabilmiş olan kurumlar, bundan sonra da korumaya devam edeceklerdir. Açık veya gizli, legal veya örtülü, bu emellerin peşinde olan insanlar, her zaman hüsrana düşeceklerdir, hüsrana uğrayacaklardır. Ama, beni ilgilendiren yönü şudur: Kendilerine zarar verdiği gibi, Türkiye'ye zarar vermektedirler, Türkiye'nin siyasi gündemini değiştirmektedirler, Türkiye'nin ana meselelerinin çözümünü geciktirmektedirler.

Şimdi, bu kasetlerin yayınlanması dolayısıyla, ülkede sanki bir olağanüstü hava yaratılmak isteniyor, büyük bir korku havası, büyük bir endişe havası yaratılmak isteniyor. Böyle bir ortamda, bu olaya soğukkanlı bakmamız gerekir, meseleye gerçekçi yaklaşmamız gerekir, akılcı yaklaşmamız gerekir.

Tekrar söylüyorum, Anavatan Partisi olarak biz, her zaman, Cumhuriyetimizin temel niteliklerini koruma ve kollama görevini yerine getireceğiz; ama, bunu devlet gibi yapacağız, adam gibi yapacağız. Yani, kurumları kullanarak yapacağız, kurallara uyarak yapacağız. Biz, Anavatan olarak, rejimi savunmaya sonuna kadar varız; ama, bu konuda birtakım abartmaların, birtakım saptırmaların yol açacağı yanlışları da doğru görmek zorundayız, bunları da ortaya koymak zorundayız.

Şu anda, hem devletin, hem medyanın, hem de sokaktaki vatandaşın serinkanlı, sabırlı ve akıllı olması gereken bir donemdeyiz. Böyle bir süreç yaşıyoruz. Buradaki tehlikeyi işaret etmek istiyorum, gördüğüm tehlikeyi işaret etmek istiyorum. Cumhuriyeti koruyacağız derken, demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerini bir yana itip, çağdışı birtakım tedbirler alırsanız, yani Cumhuriyetin niteliklerini koruyacağım diye demokrasiyi, insan haklarını bir yana iterseniz, cumhuriyetin en önemli temeli olan demokrasiyi var eden temel unsurdan, vatandaştan onu mahrum bırakırsınız.

Vatandaş olmadan... Vatandaş insan değildir, vatandaş, hakları olan insandır; vatandaşlık hukukuna sahip olan insandır. Vatandaşın haklarını korumazsanız, Cumhuriyetin temelini yıkarsınız. Böyle bir ortamda, demokrasiyi de ayakta tutamazsınız.

Bizim vatandaşımız zaten eziktir. Çünkü, görmektedir ki, hak ve hürriyetleri yeterince korunamamaktadır. Vatandaşın canını, malını, namusunu koruması gereken kurumların içerisinde olmaması gereken insanlar vardır. Bunlar, vatandaşın hakkına tecavüz etmektedir, haberleşme hürriyetine tecavüz etmektedir. Bunların içerisinde yanlış yapan insanlarla işbirliği yapan maalesef çok örnekler, şu yakın geçmişte vatandaşın gözleri önündedir.

Şimdi, Türkiye, Türk Devleti rejimini korumaktan geri kalamaz, rejimini korumaktan vazgeçemez; ama, rejimin korurken, aynı zamanda vatandaşını da, bu tür tecavüzlerden korumak zorundadır, devleti bu yanlışlardan korumak zorundadır.

Binaenaleyh, ben diyorum ki, devleti devlet yapmalıyız, Cumhuriyeti Cumhuriyet haline getirmeliyiz, demokrasiyi demokrasi olarak korumalıyız. Bunun yolu da, vatandaşlık kurumunu sahici bir konuma, gerçek bir konuma kavuşturmaktan geçer, Türk insanını gerçek vatandaş düzeyine çıkarmaktan geçer.

Ama, bu olay vesilesiyle, biraz önce dedim ki, meseleyi farklı boyutlarıyla tartışmak lâzım. Bu devleti ilgilendiren yönü. Bu olay vesilesiyle, olayın bir yönünü daha kamuoyunun dikkatine getirmek istiyorum. Fethullah Hoca denilen din büyüğü, cemaat önderi, neden son yıllarda Türk toplumunda bu kadar itibar kazanmıştır.

Sade siyasi parti liderleri değil, üniversite profesörleri, sanat insanları, kültür insanları hepsi ona itibar etmişlerdir. Acaba bunun altında yatan nedir? Ben diyorum ki, benim görebildiğim kadarıyla, bunun altında yatan o kişinin topluma verdiği imaj ve mesajdır. Verdiği imajın diğer kesimlerden, dini kesimin diğer önderlerinden, isimlerinden farklı yönü, laik cumhuriyetle barışık bir dini lider olduğu imajıydı. Ama, mesajlarının da bir özelliği vardı. Mesajlarında, uzlaşmadan yana, bağnazlıktan uzak, yani Türkiye'deki birtakım din adamlarının, çok yakındığımız, dinimize ters düşen, bağnaz, gerici, karanlık mesajlarının tersine, uzlaşmadan, hoşgörüden yana mesajlar vermekteydi.

Toplumun her kesimiyle, mezhep ayırımı gözetmeksizin, hatta din ayırım gözetmeksizin, başka dinlerin liderleriyle de diyaloglar kurmuş, bir uzlaşma ortamına katkıda bulunma misyonuna soyunmuştur. Sanıyorum, bu kişiye, toplumda saygınlık kazandıran, sevgi, itibar kazandıran, onu toplumun ilgi odağı haline getiren en önemli yönü bu idi.

Eğer bu kişi -ben gerçek niyetini tartışmıyorum, takiyye mi yapıyor, yapmıyor mu, suç mu işlemiş, bunları tartışmıyorum, bunlar yargının görevi, bunlar demin dediğim kurumların görevi; ben, bundan önceki olayı tartışıyorum, onu dikkatinize getiriyorum- bu yönleriyle toplumda bir anda bir sevgi odağı haline geliyorsa, bu kadar büyük itibar kazanıyorsa, o zaman Türk toplumunda bu konuda bir boşluk var demektir, bir ihtiyaç var demektir.

Bu, aynı zamanda, vatandaşımızın tabii temayülünü, doğal eğilimini de ortaya koyan bir husustur. Vatandaşımız, din adamlarının kendilerini cehennemle korkutan, cennetle ödüllendiren insanlar olmasını istemiyor. Vatandaşımız, din adamlarının, devletle barışık olmalarını, kavgadan yana değil, barıştan yana, uzlaşmadan yana, hoşgörüden yana olmalarını istiyor. Din adamlarının devletle kavga eden, devletin idaresini yönlendiren, devletin şeklini değiştirmeye çalışan insanlar olmasını değil, devletin ilkeleriyle barışık, uyum halinde; ama, kendilerine dini açıdan yol gösteren, sahip çıkan insanlar olmasını istiyor. şimdi, bu olay farklı bir yöne girdi diye, bu sosyolojik olayı göz ardı edemezsiniz, görmezlikten gelemezsiniz. O zaman, yarın, benzer bir olaya çarpmaya mahkum kalırsınız.

Eğer vatandaşımız böyle bir ihtiyaç içindeyse, o nedenle ortaya çıkan bu insanlara sarılıyorsa, bundan herhalde en fazla sorun çıkarması gereken kurumlardan birisi de Diyanet İşleri Başkanlığı'dır. Onun için, meselenin bu sosyolojik yönünün de mutlaka değerlendirilmesi gerektiğini söylüyorum.

Değerli arkadaşlarım,

Bu olay vesilesiyle, Fethullah Gülen olayı vesilesiyle, Anavatan Partisi olarak, yakın geçmişte, 28 Şubat surecindeki tutumumuzu da bir açıdan kısaca değerlendirmek istiyorum. Bu değerlendirmede, daha önce yaptığım gibi tek tek olayları ele almayacağım, ama, bir genel perspektifi dikkatinize getirmeye çalışacağım. Bir kere, herkes biliyor ki, 28 Şubat süreci, Anavatan Partisinin yol açtığı, dolaylı da olsa sebep olduğu veya bir şekilde olmasını arzuladığı bir süreç değildir. 28 Şubat süreci, bizim dışımızda ortaya çıkan bir süreçtir, bizim dışımızda gelişen bir süreçtir. Bizim, kaçınılmaz bir şekilde, kendimizi içinde bulduğumuz bir süreçtir. Bizim dışımızda ortaya çıkan; ama, bizim, kendimizi içinde bulduğumuz bir süreçtir.

Burada hemen belirtmeliyim ki, bu süreçte Anavatan Partisi'nin sorumluluk almış olması, hem devletimiz, hem de milletimiz için büyük bir şans olmuştur. Bunu, bugün değilse bile, yarın tarih mutlaka yazacaktır. Çünkü, Anavatan Partisi olarak biz, bu süreçte, hem devletimizin hem milletimizin zarar görmemesi için, elimizden gelen her türlü gayreti gösterdik. Elimizden geldiği kadarıyla, devlet olarak varlığımızın teminatı olan Cumhuriyetimizin temel niteliklerinin de, öte yanda millet olarak varlığımızın teminatı olan temel değerlerimizin de korunmasına çalıştık ve bunları birbiriyle bağdaştırarak bunu yapmaya çalıştık.

Biz, bu süreçte büyük zarar gördük. 18 Nisan seçimlerinde bunun bedelini ödedik. Ama, kendimiz zarar görme pahasına da olsa, birtakım sıkıntılara katlanma pahasına da olsa, bu süreçten, hem devletimizin temel ilkelerinin, hem de samimi dindar insanlarımızın zarar görmemesine çalıştık.

Biz, Anavatan Partisi olarak, devletimizi ayakta tutan temel niteliklerle, milletimizi ayakta tutan temel değerleri bir arada yaşatmayı, devletimizin ve milletimizin bekası bakımından olmazsa olma bir şart olarak görüyoruz. Dikkat ederseniz, hiçbir zaman, bunlardan sadece birisini sahiplenmek kolaycılığına sapmadık, hep bunları birbiriyle bağdaştırmanın önemine işaret ettik. Bunun ne kadar zor olduğunu bile bile, her iki yönde de aşırılıkları pompalayanların bütün gayretlerini göre göre bunu yaptık. Çünkü, biliyorduk ki, bu uzlaşma sağlanmadan, bu değerler ile bu ilkeler arasında -bunun anlamı, devlet ile millet arasında- bu uzlaşma, bu barışma sağlanmadan Türkiye'nin istikrara kavuşması mümkün değildir. Bugün de bu açıdan bir şey değişmiş değildir.

Bu süreçte, Anavatan olarak hiçbir zaman ikiyüzlü davranmadık. Bize göre Türkiye'nin rejim konusunda bir bunalıma sürüklenmesi, devletimizi yok olmaya sürükleyecek kadar olumsuz bir olaydır. Bunun için, cumhuriyetimizin temel niteliklerinin, bu arada tartışılan laiklik niteliğinin, laik devlet niteliğinin korunabilmesi için gerekli bütün tedbirleri aldık. Rejimi yıkmaya çalışan herkesin karşısına dikildik. Din istismarcılarına, irticaya fırsat vermedik. Ama, yine biz inanıyoruz ki, din, milletin en önemli değerlerinden birisidir, can damarıdır. Bu damarın koparılmasına da müsaade edemeyiz. Yani, irticayla mücadelenin, Yüce Dinimiz İslam'la veya samimi dindar insanlarla, mütedeyyin insanlarla mücadeleye dönüşmesine izin veremeyiz. (Alkışlar)

Bu yaşanan süreçten, 28 Şubat sürecinden, dindar insanlarımızın bir zarar görmemesi için elimizden gelen her şeyi yaptık. Bu noktadaki tavrımızı açıkça gösterdik. irticayla mücadelenin, mütedeyyin insanlarla mücadele anlamına gelmeyeceğini söyleyen Milli Güvenlik Kurulu kararlarına, onun konulmasını ben önerdim. (Alkışlar) 28 Şubat sürecinde dahi, bir yandan bu mücadeleyi yaparken, irticayla mücadeleyi yaparken, bir yandan da samimi dindar insanlarımızın hakkına, hukukuna sahip çıkmaya çalıştık.

Tekrar söylüyorum, üzerimizden 18 Nisan seçimi geçti. Bu seçimde büyük zarar gördük, derdimizi millete anlatamadık, onun hukukuna sahip çıktığımıza vatandaşımızı ikna edemedik. Vatandaşımız, bizi, işin öbür tarafında gördü, kendisini ezmeye çalışanların tarafında gördü, hukukuna saldıranların tarafında gördü.

Ama, bu mesele, vatandaşın gözüyle bakıldığında, bir ayda, üç ayda tümüyle görülebilecek bir mesele değildir, çok karmaşık bir meseledir. Meseleyi, uzun vadeli düşünmeye devam etmek zorundayız. Herkesin ayrı fikri olabilir; ama, Anavatan Partisinin bu konudaki fikri, benim söylediğim çizgide olmaya mecburdur. Anavatan Partisi'nin varlık nedeni budur. Biz, devletin niteliklerini koruyacağız, devletin değişmez ilkelerini her zaman korumakta herkesin önünde olacağız; ama, bunu yaparken, milletimizin vazgeçilmez değerlerine de aynı duyarlılıkla sahip çıkacağız. (Alkışlar) Bu ikisinin birbiriyle bağdaşmaz olmadığını gerekirse bir bedel daha ödemek pahasına ispatlamak zorundayız. çünkü, mesele, bizinle ilgili değil, mesele sadece bizimle sınırlı değil. Türkiye'nin kurtuluşu burada. Türkiye, eğer demokratik bir ülke olarak, bir hukuk devleti olarak, bir laik devlet olarak yoluna devam edecekse ve bu niteliklerini koruyarak bir refah devleti, bir gelişmiş ülke olacaksa, bu dengeyi sağlamak zorunda, bu beraberliği sağlamak zorunda. İlkelerle değerleri -bunları simge olarak kullanıyorum- devlet ile milleti mutlaka birbiriyle uzlaştırmak zorundadır.

Değerli arkadaşlarım,

Bu süreçte yaptığımız bir başka şey daha var. Bir meselenin amacından sapmasına müsaade etmedik, etmeyeceğiz bundan sonra da; yani, irticayla mücadele adi altında, devleti değiştirme niyeti olmayan, laik devletle barış içinde yaşayan, ama kendi dinini de serbestçe yaşamak isteyen insanlarla mücadeleye bu işi çevirmemek lazım. Bunu bugüne kadar yapmadık, bundan sonra da aynı çizgide devam edeceğiz. Ama, bir şey daha var: İrticayla mücadelenin, demokratik sistem içinde ve hukuk çizgisinde kalınarak yapılmasına da mutlaka özen göstermek zorundayız. Bizim, 55 inci Hükümet döneminde önem verdiğimiz bir başka konu da budur.

Bu açıdan, Anavatan Partisinin, o süreçte, Hükümet içerisinde görev almış olmasının, son derece önemli sonuçları olmuştur. Eğer basit bir benzetmeyle söylemek gerekirse, 28 Şubat, aslında Türkiye'ye yaklaşan 8 Richter ölçeğinde bir deprem gibiydi, bir sosyal deprem gibiydi. Anavatan Partisinin iktidar olmasıyla, iktidar ortağı olmasıyla, 8 Richter ölçeğindeki deprem ortadan kalkmamıştır, belki 5 Richtere düşmüştür.

Bugün, hala daha az ölçüde de olsa, Türkiye bu depremi yaşamaya devam etmektedir. Burada, ilk konuşmalarımdan birinde söyledim, din ve devlet ilişkilerini sağlıklı bir temele oturtmadıkça da, Türkiye, bu depremi yaşamaya devam edecektir. Ortaya çıkan sonuç göstermiştir ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, önüne çıkan tehlikeleri, demokratik sistem içerisinde ve hukuka bağlı kalarak aşabilecek birikime ve güce sahiptir. Bizim 55 inci Hükümette kanıtladığımız gerçek budur.

Ama, bu süreçte biz, doğru olduğuna inandığımız bir başka şeyi daha yaptık. İrticayla mücadele adı altında, devletin toptancı davranmasına, dindar insanlarımızı bir bütün olarak karşısına almasına da mani olduk. Bir yanda rejimi yıkmaya çalışan, hiç kimseye, hiçbir gruba sahip çıkmadık. Açıkça söylüyorum, o dini grupların hiçbiriyle, hiçbir aşamada hiçbir siyasi diyalogumuz olmamıştır. Ben onların hepsinin liderleriyle görüştüm, defalarca görüştüm. Hiçbiriyle, hiçbir siyasi pazarlığımız olmamıştır, siyasi görüşmemiz olmamıştır. Bizi ilgilendiren yönü, olayın sosyal yönüdür, sosyolojik yönüdür. Eğer insanlarımız, bu insanların arkasından gidiyorlarsa, bunlara önem veriyorlarsa, bunlara itibar gösteriyorlarsa, o zaman bizi ilgilendiren, bunun arkasında yatan ihtiyaçtır. O açıdan, bu kişilerle bizim iyi diyalogumuz olmuştur. Ama, başka partilerle olduğu gibi, hiçbiriyle bizim milletvekili pazarlığımız olmamıştır. (Alkışlar)

Hiçbirinden adayımız filan da olmamıştır. Var mı burada, Anavatan Partisi Grubunda herhangi bir tarikatın adayı? Hiçbiriyle, bu anlamda hiçbir diyalogumuz olmamıştır. Benden başka da, bu Meclis'te, bunu söyleyecek parti lideri yoktur. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım,

Geçmişte yaptıklarımızı yaparken de, bugün bunları söylerken de, bizim amacımız, sadece belli insanlara sahip çıkmak değildir, bir zümreye sahip çıkmak değildir, bir gruba sahip çıkmak değildir. Bizim amacımız, tümüyle hak ve hürriyetleri herkes için isteyen, kendi karşısındakiler dahil herkes için hürriyetleri savunan Anavatan çizgisine sahip çıkmaktır. Bizim yaptığımız budur. Bundan sonra da yapacağımız budur. Bu olaylara, hepsine bakışımızda esas almamız gereken tavır budur.

Bu nedenle, hak ve özgürlükleri bütün vatandaşlarımız için isterken, bütün varlığımızla samimiyiz ve Partimize, Anavatan Partisi'ne bu özelliği kazandıran, kimliğini kazandıran bu tutumunu, bu özelliğini sonuna kadar muhafaza etmek zorundayız.

Şimdi, bütün bunları burada zikretmemin esas nedeni nedir? Devlet, Cumhuriyetimizin temel niteliklerine kasteden her kişiyle, her grupla kararlı bir şekilde, bütün kurumlarıyla mücadele etmek zorundadır, mücadele etmek görevindedir. Bunu yaparken, hukuk kurallarına uygun davranıldığı takdirde, ayırımcılık yapılmadığı takdirde, devlete yakışan bir mücadele yürütüldüğü takdirde bundan hiç kimsenin de gocunmasına gerek yoktur.

Ancak, dinine bağlı olan, dininin gereklerini yerine getirmek isteyen, laik devletle kavgası olmayan dindar insanlarımızın irticayla mücadele bahanesiyle, hiçbir şekilde rencide edilmelerine, hatta rahatsız edilmelerine izin vermemek zorundayız. Bu olaydan bizim çıkarmamız gereken çok önemli bir sonuç budur. Diğer tarafta, rejimi yıkma kavgasından uzak durmaya çaba gösteren kişi ve grupların bu davranışlarını görmezlikten gelmek ve onları itmek yerine, tam tersine, bu yönde özendirilmeye devam edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Özetle, rejimi yıkmayı hedef alan herkese ve her gruba, devlet hukuk çizgisinde kalarak haddini bildirmek zorundadır. Ancak, dini değerlere sahip çıkan, rejimi yıkmakla bir ilgisi bulunmayan insanımızın hak ve hürriyetlerine sahip çıkmak da, aynı şekilde devletin görevidir. Devlet, şu veya bu nedenle bu görevini ihmal ederse, devletin bu görevini biz üstlenmek zorundayız.

Değerli arkadaşlarım,

Aslında yıllardan ben hem toplumsal olarak, hem de siyasi planda giderek sertleşen, tırmanan bir iklimde yaşıyoruz. Milletimiz, aslında, bu sertlikten hiçbir zaman hoşlanmamıştır. Bu sertleşmeden milletimizin hoşlanmadığının en son göstergesi 18 Nisan seçimleridir. Bu seçim sonuçlarını bütün sağduyu sahiplerinin dikkatle analiz etmesi lazımdır.

Bize göre, 18 Nisan seçimlerinin sonuçları, toplumu gerilimlere sürükleyen, farklılıkları bilerek çatışmaları kışkırtan tavırlardan siyasi parti olarak kaçınılmasını gerektirmektedir. Toplum olarak, yumuşamaya, rejim itibariyle de süratle demokratikleşmeye acilen ihtiyacı olan bir toplum ve böyle bir ihtiyacın doruğa çıktığı bir dönemdeyiz. Burada, yangını söndürmenin yolu, akliselimle hareket etmektir. Akıl, aslında her işin başında lazımdır. İş işten geçtikten sonra akıl bir işe yaramaz.

Demokratikleşme, Türkiye'nin en acil sorunudur. Bunu, Batı kriterlerinden hareket ederek, "Avrupa Birliği'ne gireceğim" diye, "Batı'ya şirin gözükeceğim" diye yapmamız, benim kabul edeceğim bir şey değildir. Biz, demokratikleşmeyi, kendi insanımız için istemeliyiz. (Alkışlar)

Benim bu konudaki tek ölçüm, Türkiye'de yaşanan olaylardır, Türk insanının gündemidir. Demokrasiye en fazla ihtiyaç duyduğumuz, demokratikleşmeye en fazla kafa yormamız gereken konu, Türkiye'nin gündeminde demokratikleşmeyi gerektiren konulardır.

Maalesef, önce Susurluk'ta, sonra bu tele kulak olayında, şimdi de bu kaset olayında ortaya çıkan acı gerçek şudur ki: Aydınlatmamız gereken karanlık, bu karanlığın arkasındaki olaylar, çoğu zaman devlete de sirayet etmiş olan karanlıktır. Toplum, bu karanlığın içerisinde nereye gittiğini bilemez haldedir, göremez haldedir. Bu karanlığın aydınlanması için, devlete duyduğu güveni kaybetmek üzeredir. Çünkü, dediğim gibi devlet karanlığın içindedir, karanlık devletin içindedir.

Bütün bunların sonunda, Türk demokrasisi, bugün, temel ilkeleri itibariyle maalesef baştan aşağı yeniden bir yapılanma ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Türkiye'de devletin tepeden tırnağa, bütün fonksiyonlarıyla bütün kurumlarıyla yenilenme ihtiyacı artık daha fazla ertelenemeyecek hale gelmiştir. Eğer Türkiye'de çete olayları bu kadar öne çıkıyorsa, mafya olayları bu kadar öne çıkıyorsa, o mafyaları yakalamak için harcadığımız mesainin bir bölümünü, bu ihtiyacın nereden doğduğuna ayırmak zorundayız.

Eğer, adliye doğru çalışmıyorsa, çabuk çalışmıyorsa, vatandaş adliyeden umudunu kesmişse, bazı insanların haklarını aramak için mafyayla ilişki kurmalarını, haklılıkla değil, ama onlar açısından çaresizlikle değerlendirmek durumundasınız. Bunu anlayışla karşılamak mümkün değil, suç olmaktan çıkarmak da mümkün değil. Ama, bu insanların çaresizliğini de görmek zorundasınız. Eğer eğitim kurumlarınız iyi çalışmıyorsa, sağlık kurumlarınız iyi çalışmıyorsa, sosyal güvenlik kurumlarınız iyi çalışmıyorsa, o zaman insanların çözümü başka yerlerde aramasına da aynı anlayışla bakmak zorundasınız.

İşte, devleti yeniden yapılandırmada, şimdi esas görev Meclis'imizindir. Aslında, önümüzdeki dönemde benim saydıklarıma ilaveten çok önemli bazı başka düzenlemeler de Meclise gelecektir. Bunlardan birisi Örgütlü Suçlarla Mücadele Yasası'dır. Birisi, Yerel Yönetim Reformu'dur. Bütün bu olaylara, bu karanlık olaylara çözüm olarak düşünülen, devletin çözüm olarak ürettiği, birtakım düzenlemeler inşallah önümüzdeki dönemde bu Meclis'ten, yine mümkün olduğunca geniş bir uzlaşmayla, bir konsensüs halinde gerçekleştirilecektir.

Değerli arkadaşlarım,

Türkiye'nin meseleleri, hiç şüpheniz olmasın ki, eninde sonunda, uçlarda değil ortada çözülecektir. Ancak, ortada olanlara çözüm imkanı tanımazsanız veya orta yol çözümleri dışlarsanız, halkın beklentileri ister istemez uçlara kaymaktadır. Bu durum da gayet tabiidir. Çünkü, uçlara gidene kadar meseleler bir aysberg halini almaktadır. Vatandaşın çıplak gözle gördüğü, sadece aysbergin yukarıda kalan kısmı olmaktadır. Meselenin sadece suyun üstündeki kısmını vatandaşa gösterenler, işi basitleştirmek suretiyle, vatandaşın geçici olarak desteğini alabilmektedir. Ama, eninde sonunda işler çözüm aşamasına gelince, yani iş er geç ortaya gelince, işi ortaya taşıyanları dahi ürkütecek boyutlara ulaşmaktadır.

Aslında, herkes işi olduğu gibi ortada görebilse, herkes çözüm için kendi önerisini dile getirme imkanını bulabilse, o zaman çözüme hem daha süratli ulaşma imkanı olacaktır, hem de ulaşılan çözüm daha sağlıklı olacaktır. Böylece de bugün farklı ihtiyaçlar için sarf edilen milletimizin enerjisini, daha doğru işlerde kullanmak imkanı olacaktır. çünkü, tekrar söylüyorum, her meselede çözüm, sağlıklı çözüm ortadadır, orta yoldadır.

İnsan ve toplum hayatımızda sürekli sorunlarla boğuşma hali söz konusudur. Hele başta söylediğim gibi yılların biriktirdiği sorunların birdenbire önümüze geldiği böyle bir dönemde, sorunların hiçbir zaman bitmeyeceği, bütün ömrünüzün bu sorunlarla boğuşmakla geçeceği izlenimine kapılabilirsiniz. Gerçekten de, bugünkü Türkiye'nin sorunlarına baktığımız zaman, bugün Türkiye'de siyaset yapan insanların, bugün bu sorunların çözümü için uğraşanların bütün ömürlerini kapsayacak kadar çok sayıda ağır sorunların olduğunu görüyoruz. Ama, bu sorunların çözümü için de, Anavatan Partisi'nin ambleminde ifadesini bulan arı gibi çalışmaktan başka da hiçbir çaremiz yoktur.

Maalesef, toplum hayatımızda, geçmişin ihmalleri sebebiyle, sorunlara zamanında çözüm getirilmemiş olması sebebiyle, çözümlerin hep gelecek kuşaklara ertelenmiş olması sebebiyle daha çözüm bekleyen, bundan sonra da uzun zamanımızı alacak olan çok yüklü bir gündem vardır. Ama, bir tek şey, hepimizin inanması gereken, belki hepimize moral verecek olan bir tek şey vardır ki, her zorluktan sonra bir kolaylık söz konusudur. Yeter ki, bir kere bu zorlukları aşmasını bilelim, bu zorluklarla mücadele etmeye girişmekten korkmayalım.

Ben inanıyorum ki, bugün yaşadığımız önümüzdeki dönemde devam edecek olan, belki artacak olan zorluklar, zorunluluklar aslında ondan sonraki ferah günlerimizin, parlak günlerimizin de müjdecisidir.

Binaenaleyh, Anavatan Partisi olarak, hem Meclis'te hem Hükümette, halkımızı, içinde yaşadığı karanlıktan, içinde yaşadığı sıkıntıdan, içinde yaşadığı bütün sorunlardan kurtarmak için çok önemli bir fırsata ve çok önemli bir sorumluluğa sahibiz. Bunu, gereğince yerine getirebilmek, bunun gereğini yerine getirebilmek, hakikaten bu dönemde olağanüstü çalışmamızı gerektirmektedir. Geçen hafta da söylediğim gibi, arkadaşlarımın, arka arkaya gelen, hem 55 inci Hükümet dönemindeki çalışmaları, arkasından seçim çalışmaları, ondan sonra yeni Meclis'in açılışından bugüne kadar geçen zaman içindeki bu tempo nedeniyle zorlandıklarını biliyorum. Ama, sizlerden biraz daha dişinizi sıkmanızı rica ediyorum.

İnşallah, su yasaları çıkardığımız zaman, geçen yıllara göre daha kısa da olsa bir tatil yapma imkanımız olacak. Ama, unutmayın ki, o tatilin arkasından, daha büyük bir enerjiyle başlamamız gereken, aradan geçen zaman zarfında yapacağımız hazırlıklardan sonra daha hızlı koşmamızı gerektirecek daha yüklü bir gündem bizi bekliyor olacaktır.

Bütün bunları, sizin gözünüzü korkutmak için, sizi yıldırmak için değil, sadece Türkiye için taşıdığınız önemin ne kadar büyük olduğunun altını çizmek için söylüyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)