ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
SAYIN MESUT YILMAZ'IN TBMM GRUP KONUŞMASI

(13 TEMMUZ 1999)

 Değerli arkadaşlarım,

Son Grup toplantımızdan bu yana geçen bir hafta içerisinde, Türkiye, özellikle ekonomik alanda önemli birtakım gelişmelere sahne oldu. Biraz önce Maliye Bakanı arkadaşımın da ifade ettiği gibi, geçen Cuma günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısından sonra, Hükümet, 1999 Bütçe Kanunu'nun kendisine verdiği yetkiye dayanarak, bu yılın ikinci yarısı için memur maaşlarında yapılacak artış oranını yüzde 20 olarak tespit etti, kamuoyuna açıkladı.

Bir kere, hemen başında ifade edeyim ki, kamu çalışanlarına sağlanan bu maaş artışı, onların beklentilerinin altındadır, emeklerinin karşılığı değildir, bizim arzu ettiğimiz miktar da değildir. Ama, maalesef, şu anki bütçe olanaklarıyla ve Türk ekonomisinin şu anda içinde bulunduğu durum dikkate alındığında, bundan daha fazla bir artış yapılması, aslında kamu çalışanlarına iyilik değil, kötülük anlamına gelecektir.

Bir kere, bu ayarlama önemli bir ayarlamadır; çünkü, sadece şu anda devlette çalışan 1 milyon 800 bin memuru değil, çeşitli sosyal güvenlik kurumlarından emekli olanlar, 65 yaşını geçkin devletten maaş alan kesim, işte şehit, dul yetimleri, vesairesi dikkate alındığında, toplam 8 milyon kişilik bir kitleyi ilgilendirmektedir.

Şimdi, bizim geçen sene, 1999 bütçesini Meclise sevk ederken tespit ettiğimiz enflasyon hedefi 1999 yılı için yüzde 35 idi. Yüzde 35 enflasyona karşılık, biz bu kesime, yani memurlara, memur emeklilerine, bütün bu 8 milyonluk kitleye, yılın ilk yarısı için yüzde 30'luk bir maaş artışı getirdik. Bütçeye ikinci altı aylık için koyduğumuz miktar, biraz önce de Sayın Oral'ın ifade ettiği gibi, yüzde 10'a tekabül ediyordu.

Eğer Türkiye, bir erken seçim olayını yaşamasaydı, Türkiye bir siyasi istikrarsızlığın içine düşmeseydi, 1999 yılında yüzde 35'lik enflasyona karşılık, yüzde 30 artı 10, bu aşağı yukarı yüzde 45'e yakın, yüzde 43-44 oranında bir maaş artışı olacaktı. Bu da, memurlarımıza arzuladığımız gibi enflasyonun 810 puan üzerinde bir reel artış sağlama imkânını verecekti.

Ama, hep birlikte yaşadığımız gelişmeler nedeniyle, maalesef Türkiye yılın ilk altı ayında bütün ekonomik hedeflerinden sapmak durumunda kalmıştır. Enflasyon hedefi yeniden revize edilmeye muhtaç duruma gelmiştir. şu anda en iyimser hesaplarla, sene sonu enflasyonu yüzde 50'ler civarında olacağı tahmin edilmektedir.

Şimdi, Bakanlar Kurulu'nun verdiği bu yüzde 20 artış, yılın ilk yarısındaki yüzde 30 ile birlikte mütalaa edilirse, yüzde 56'ya gelmektedir. Yıl sonu enflasyonu 50'ler civarında gerçekleşirse, demek ki enflasyonun bir iki puan altında veya bir iki puan üzerinde bir maaş artışı söz konusu olacaktır. Bu, Hükümetin ve Koalisyon Protokolünde, biz de dahil olmak üzere, bu kesime verdiğiniz, onu enflasyona ezdirmeme taahhüdünü yerine getiren bir orandır. Ama, başta da söylediğim gibi, bizim gönlümüzden geçen, memurlarımızın emeğinin karşılığı olan bir oran değildir.

Şimdi, seçimden yeni çıkmış, arkasında güçlü bir Meclis desteği olan, kendi içinde bir uzlaşmayı, uyumu gerçekleştirmiş ciddi bir hükümetin yapması gereken iş, 1999 yılında ekonomik göstergeleri iyileştirmek, bunu sağlayacak olan yılların biriktirmiş olduğu reformları, yasal düzenlemeleri gerçekleştirmek, önümüzdeki seneden başlayarak kamu çalışanlarının, kamu çalışanlarıyla birlikte geçmişte devlete hizmet etmiş olan -emekliler dahil- bütün bu kesimin hayat şartlarını iyileştirecek bir performansı sergilemektir.

Hemen söyleyeyim ki, bu kolay değildir; çünkü, bu Plan ve Bütçe Komisyonundan çıktığı sekle göre, şu anda Hükümetin takdir ettiği yüzde 20'lik memur maaş artışı, bütçeye 214 trilyon liralık bir ek yük getirmiştir. Yani, daha önce burada Komisyonda kabul edilen, Genel Kurulda kabul edilen bütçede hesaba katılmamış olan 214 trilyon liralık bir yük söz konusudur.

Kaldı ki, Türkiye'nin sene sonunda IMF ile bir anlaşma yapabilmek ve gerek duyduğu dış kaynağı sağlayabilmek için taahhüt ettiği bir başka husus da, su anda yüzde 1 dolayına inmiş olan faiz dışı bütçe fazlasını, yıl sonuna kadar yüzde 1,9'a çıkarmak, önümüzdeki sene, 2000 yılı sonunda da bu oranı yüzde 4'e yükseltmektir.

Faiz dişi bütçe fazlası, geçen sene, 1998 yılında, sene sonu itibariyle yüzde 4,3 olarak gerçekleşmişti. Maalesef, bu senenin altı ayında bu yüzde 4,3'ten, bugün yüzde l'e inilmiştir ve şimdi hükümet, IMF'ye, bunu sene sonuna kadar yüzde 1,9'a çıkarmayı taahhüt etmiştir; daha doğrusu IMF bunu anlaşma için şart koşmuştur. Bunu sağlayabilmek için, Hükümetin bu yılın ikinci altı ayında ek gelir sağlayacak bazı tedbirleri alma mecburiyeti vardır.

Buna ilaveten, şimdi bir de memur maaş artışlarının getirdiği 214 trilyon liralık bir yük binmektedir. Yani, devlet normal bütçesinde öngörülen gelirlere ilaveten, bu sene sonuna kadar, altı ay içerisinde 1 katrilyon liralık ek gelir sağlamak durumundadır. Şimdi, asıl Hükümetin önündeki sorun budur.

Tabii, konu kamuoyunda ekonomik yönüyle değil, daha çok sosyal yönüyle tartışılmaktadır. Sosyal yönüyle tartışılırken de hep siyasi kaygılar ön plana çıkmaktadır. Siyasi partilerin egemen olduğu bir düzende, parlamenter demokraside bu kaygıları doğal karşılamak gerekir; ama, eğer birileri bir noktada ekonomik müştereklerde uzlaşmazlarsa, hele hele secim sonrası dönemlerde bile bu uzlaşmayı sağlayamazlarsa, bunun gerektirdiği basiretli kararları alamazlarsa, Türkiye hep ayni sarmal içerisinde dönmeye mahkum kalacaktır. Bir yerde bu kısır döngüyü kırma zorunluluğumuz vardır, bu durumdan çıkma mecburiyetimiz vardır. Bunun için de, işin ekonomik yönüne -tabii ki sosyal gerçekleri ihmal etmeden- öncelik tanıma mecburiyetimiz vardır.

Değerli arkadaşlarım,

Türkiye'nin ihmal edemeyeceğimiz en önemli sorunlarından birisi, gelir dağılımındaki adaletsizliktir. Bunu bu memur maaş artışları tartışması dolayısıyla bir defa daha yaşıyoruz. Bunu hepimiz biliyoruz ama, bunu değiştirmek için gerekli olan fedakârlığı, değiştirmek için gerekli olan kararlılığı, maalesef hiçbirimiz gerektiği ölçüde gösteremiyoruz. Halbuki, Türkiye'de demokrasinin yaşayabilmesi için, mutlaka bu dengesizliği ortadan kaldırmak zorundayız.

Bu dengesizlik dediğim şudur: Türkiye'yi, gelir seviyesi itibariyle nüfusu, yüzde 20'lik gruplar itibariyle beşe ayırın. En yukarıdaki yüzde 20, şu anda Türkiye'de gelirin yüzde 57 küsurunu almaktadır. En aşağıdaki yüzde 60, yani 5 tane nüfus dilimini üst üste koyun, yüzde 60 nüfus, Türkiye'de toplam gelirin yüzde 24'ünü paylaşmaktadır. Ne en yüksek grupla, yüzde 20'lik grupla, ne de en düşük yüzde 60'lık grupla Türkiye'de demokratik rejimin güvence altında olduğunu düşünemezsiniz.

Türkiye'de kendi nüfus içindeki oranına tekabül eden geliri elde eden, sadece en yüksek grubun altındaki yüzde 20'dir. Onların gelirden aldıkları pay, nüfusta işgal ettikleri paya eşittir. Yani, yüzde 20 nüfus, yüzde 20 geliri paylaşmaktadır. Bu ikinci gelir grubudur. Bizim Anavatan Partisi olarak, orta direk diye tarif ettiğimiz kesim budur. Devlet memurlarının, aslında bu kesimin içinde yer almaları gerekir.

Yani, bizim parti olarak politikamız, Hükümet politikamız, hepsi, devlet memurlarımızı, en azından orta direk içine sokmak olmalıdır. Onların gelirden alacakları payın, bu yüzde 20'lik grubun içinde olmasını sağlamak olmalıdır. Maalesef, durum süratle bundan sapmaktadır. Bugün devlette yeni işe başlayan yüksekokul mezunu bir memurun aldığı maaş, asgari ücretin biraz üstündedir, 105 milyon lira filandır. Yani, gelir olarak artık devlet memuriyeti bir cazibe unsuru olmaktan çıkmıştır. Ama, buna rağmen, hepimizin bildiği bir gerçek, Türkiye'de herkes devlet memuru olmak için can atmaktadır.

Herhangi bir devlet kurumu, bundan sonra ÖSYM ile yapılacak, ama eğer kendisi bir sınav acıyorsa, 100 kişilik eleman sınavına -stadyum dolusu insanlar girmektedir. Yani, bu düşük gelire rağmen, düşük maaşa rağmen, herkes devlet memuru olmaya can atmaktadır, devlet memuru olmak için başvurmaktadır. Bunu bir kere doğru tahlil etmek lazım. Yani, insanlar yeteri kadar maaş almadıkları halde, geçimlerini temin edecek düzeyde gelir elde etmedikleri halde, acaba niçin devlet memuriyetine girmek için birbirleriyle yarışıyorlar?

Bunun esas sebebi; Türkiye'de devlet memurluğunun, yeterli gelir sağlamasa bile, sürekli bir iş güvencesi, sürekli bir sosyal güvenlik şemsiyesi sağlamasıdır. Türkiye'de devlet memuriyeti öyle bir yerdir ki, o limana bir kere sığınırsanız, çok istisnai haller dışında, yani suç islemezseniz, bir daha kimsi sizi o limandan alamamaktadır.

Sadece siz değil, sizden sonraki çocuklarınız, torunlarınız, bilmem ne, hepsi bu sosyal güvenlikten istifade etmektedir. Türkiye gibi verimlilik ölçümü yapılmayan bir ülkede, hiç çalışmanıza filan da lüzum yoktur, devlete verimlilik olarak katkıda bulunmanıza da ihtiyaç yoktur. Bir kere memuriyete girdiğiniz zaman, 75 ile 100 yıl arası geçimini sağlama bağlanmış demektir. Böyle bir sistemin, bu kadar verimlilikten uzaklaşmış bir sistemin uzun süre sürdürülmesi mümkün değildir. Şimdi, Türkiye'nin bugün gündemine getirdiğimiz sosyal güvenlik reformu, aslında bu açıdan önem taşımaktadır. Bu şekilde sosyal güvenlik sistemini sürdürmemiz mümkün değildir.

Değerli arkadaşlarım, sosyal güvenlik meselesi, Türkiye'de maalesef çok yanlış biçimde tartışılmaktadır, çok eksik biçimde tartışılmaktadır. Bakın, bugün dışarıdaki tartışmalara, tepkilere, sokaklardaki gösterilere bakarsanız, mesele getirilmiş sadece emeklilik yaşına indirgenmiştir, bir yaş meselesine bağlanmıştır.

Bizim Türkiye'de yapmaya çalıştığımız, Türkiye'nin mutlaka yapmak zorunda olduğu sosyal güvenlik reformunda, emeklilik yaşı meselesi, sadece unsurlardan bir tanesidir. Belki işin başlangıcıdır; ama, sadece bir ilk adımdır. Reformun kapsamı bundan çok daha geniştir.

Dünyanın neresinde olursa olsun, bir sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilmesi için, aktuaryal hesabı dediğimiz, yani fonun gelirleriyle giderleri arasında belli bir dengenin kurulması lazım. Türkiye'de geçmişte, kabul edelim ki, sadece 1992'deki o, sistemi öldüren değişikliği kastetmiyorum, ama ondan önce de, ilk sosyal güvenlik örgütlenmesine başlandığı, sosyal güvenlik alanındaki ilk devlet düzenlemelerinin gündeme geldiği 1950'lerden başlayarak, siyasi amaçlarla aktuaryal hesapları göz ardı edilmiştir. Sistem bozulmuştur. Bozulma 1992'den çok öncedir.

Bağ-Kur'lu, bağımsız çalışanlara sigorta imkânı getirmişiz, iki sene sonra bir yasa çıkarmışız borçlanma imkânıyla, insanlar tüm borçlanarak ödedikleri primi, bir yıldan kısa süre içerisinde maaş olarak geri almışlar. Yani, sosyal güvenlik sistemini bir sigorta sistemi olmaktan çıkarmışız, adeta devletin bir sübvansiyonu, bir transfer sistemi haline getirmişiz. Bu şekilde sistemi ayakta tutmamız mümkün değil.

Ha, devlet eğer güçsüz insanlarına yardımda bulunmak istiyorsa, fakir, çalışma imkânı olmayan, çalışma gücü olmayan insanlarına yardımda bulunmak istiyorsa bunun yolu bellidir. Bütçede transfer kaleminiz vardır, oraya bütçeden para koyarsınız, ama hesabinizi bilirsiniz ki, devlet bütçesinden su kadarı ben şu kesime vereceğim. Türkiye bunu da yapmıştır, doğru da yapmıştır.

Mesela, Türkiye'de 1960'larda kabul edilen bir yasayla, 65 yaşını aşmış, çalışma gücü olmayan insanlara devlet maaş vermektedir, bugün hala vermektedir. Bunların sayısı 900 bindir, yani 900 bin kişiye şu anda biz devlet bütçesinden maaş veriyoruz. Verdiğimiz maaş komik bir maaştır; bu değişiklikten sonra 50 milyon civarında bir maaş veriyoruz. 65 yaşını geçmiş, çalışamayacak fakir insanlara devlet bütçesinden 900 bin kişiye maaş veriyoruz. Bunu bütçeden doğrudan doğruya veriyoruz.

Demin söylediğim memur maaş artışları kadar, bunu da her sene artırıyoruz. Mecliste kanunlar kabul ediyoruz, gazilere maaş veriyoruz, şehitlerin yakınlarına maaş veriyoruz, gocuklarına maaş veriyoruz. Buna bir engel yek, bütçe imkânlarınız neyi elveriyorsa onu bütçenize koyarsınız, bütçenizin transfer kaleminden o kesimlere para verirsiniz. Devlete emeği geçmiş olanlara verirsiniz, demin dediğim gibi, güçsüz olan, fakir olan insanlara verirsiniz, buna engel yoktur, bunu her devlet yapar. Transfer harcamalarının zaten amacı budur.

Ama, Türkiye'de biz çok vahim bir yanlışı yapmışız: Sosyal güvenlik sistemini, yani insanların ödedikleri primlerin karşılığı olması gereken sistemi, bir nevi transfer sistemine dönüştürmüşüz. Sosyal güvenlik sistemini, bir sosyal yardim sistemine dönüştürmüşüz. Yani, bütçeden transfer ödemeleriyle ayakta tutar hale gelmişiz. Daha önce burada söyledim; bu sene sosyal güvenlik açığımız 2 katrilyon; bütçeden karşılayacağız. Bu her sene ikiye katlanıyor.

Şimdi, bu sistemi sürdürmek mümkün değil. Bu sistemden dolayı ekonominin dengelerini tutturmak mümkün değil. Yani, her sene 2 katrilyon lira sosyal güvenlik açıklarına ödediğiniz zaman, öbür tarafta KİT'lerin açıklarını, öbür tarafta devletin diğer kara delikleri için para ödediğiniz zaman, bu açıklarla sistemi devam ettirmeniz mümkün değil.

Yaptığımız iş, aslında sadece sosyal güvenlik sistemini iyileştirme, ayağa kaldırma operasyonu değildir. Yaptığımız iş, devletin kara deliklerini birer birer kapatma operasyonunun başlangıcıdır. En önemli kara deliklerden birisi olduğu için, sosyal güvenlik önceliklidir.

Biraz önce dediğim gibi, mesele sadece bir yaş meselesi değildir. Yaş meselesi, 1992'de yapılan bir yanlışın düzeltilmesidir. Kendimize karşı bile savunamadığımız, hele hele borç istediğimiz kuruluşlara, borç istediğimiz ülkelere karşı hiç savunmaya yüzümüz olmayan, iste 40 yaşında, 43 yaşında insanların emekli olma yanlışını gidermektir. Bu işin sadece ufak bir yönüdür; ama, yapılan reform bundan çok daha geniştir.

Türkiye'de, Türk-İş'in bana verdiği rakama göre -abartmalı olduğunu düşünüyorum- 4 milyon kişi çalıştıkları halde sigortalı değildir. Yani, Sosyal Sigortalar Kurumuna prim ödemeden, bildirim yapılmadan, kaçak olarak 4 milyon kişi istihdam edilmektedir. Sosyal Güvenlik Bakanlığımızın şu anda çalıştığı en önemli konulardan birisi, bu kesimi kayıt altına almaktır, kayıt dışı istihdamı ortadan kaldırmaktır. Kayıt dışı istihdamı ortadan kaldırdığınız zaman,bundan dolayı Sosyal Sigortalar Kurumunun çok önemli bir gelir artışı olacaktır, prim artışı olacaktır.

Ama bu da yeterli değildir. Bunun yanında yapılması gereken bir şey daha var: Sosyal Sigortalar Kurumu, bugüne kadar yanlış siyasi müdahalelerle, yanlış kanunlarla hesabını kitabını bilmez hale gelmiştir. Halbuki Sosyal Sigortalar Kurumu, Türkiye'nin en önemli fon yönetimlerinden birisidir. Topladığı primleri, bu primlerle sağladığı fonları, ekonomik biçimde, akılcı biçimde yönetecektir ki, çalışanların ilerideki haklarını karşılayabilsin. Bugün bütün bu hesaplar bir yana itilmiştir, fon yönetimi filan yoktur, aktuaryal hesapları altüst olmuştur.

Bugün Sosyal Sigortalar alanında yaptığımız hadise şudur: Bugün çalışanlardan prim topluyoruz, geçmişte emekli olanların maaşını ödüyoruz. Yaptığımız hadise budur. Ne fon yönetimi vardır, ne aktuaryal hesabı vardır, hiçbir şey kalmamıştır. Bunu yaparken de, demin söylediğim o yaşla ilgili filan yanlışlardan dolayı, şu anda Türkiye'de 1,9 çalışan -2 bile değil- 1 emekliyi finanse etmektedir. Kabaca söylemek gerekirse, Sosyal Sigortalar Kurumu, iki tane çalışandan aldığı parayla, daha önceki bir emeklisinin maaşını ödemektedir. Bu oran, hep söyleniyor, Batı ülkelerinde 1/7'dir, dünya standardı l/7'dir. Bu 1/7'den de hiçbir taviz vermezler. Almanya'da 1/7'yi devam ettirmek için emeklilik yaşını 67'ye çıkarıyorlar.

Şimdi, bu kadar çok yanlış yapılmış, bu kadar dejenere edilmiş, yozlaşmış bir sistemi yeniden ayağa kaldırma çabası. Baslı başına büyük bir reformdur. Bu reformun, bir kere bu kapsamda görülmesi lazımdır. Mesele sadece bir yaş meselesi, yok 60 yaş olsun, yok 70 yaş olsun meselesi değildir. Mesele, tümüyle çökmüş olan bir sistemi ayağa kaldırmak meselesidir.

Eğer zengin bir devlet olsak, bütçenizde yeteri kadar para olsa bunu kolayca yaparız. Sosyal Sigortalar Kurumuna devletten veririz ihtiyaç duyduğu fonu, Emekli Sandığı'na veririz, Bağ Kur'a veririz, sistemi ayağa kaldırırız. Ama, bütçe zaten kendi kendine yetmeyecek durumdadır. Bütçenin kendi açığı 9 katrilyon liradır. Binaenaleyh, bütçeden bu kurumlara vereceğimiz bir şey yek, aktarabileceğimiz bir kaynak yek. Bütün toplum olarak, bunu, bu sistemi ayağa kaldırmanın bedelini beraber ödemek zorundayız, fedakârlığa beraber katlanmak zorundayız.

Ha, burada kim fedakârlık yapacaktır; en fazla istifade edecek olanlar fedakârlık yapacaktır. Yani, 43 yaşında emekli olanlar, yeni getirilen düzenlemeyle, eğer kanun çıktığında bu haklarını kazanmışlarsa, iki sene bekleyeceklerdir; yapılan fedakârlık budur. 43 yaşında değil de, 45 yaşında emekli olacaklardır.

Yani, kimseden para mara istemiyoruz, kimseden bir şey istemiyoruz, diyoruz ki: şu anda size sağlanmış olan, ama bu sistemin de çökmesine yol açmış olan bu kolaylıklardan iki sene geç istifade edeceksiniz. "43 yaşında emekli olmayın. Kimse sizi sokağa atmıyor, kimse sizi aç bırakmıyor. Çalışmaya devam edin, iki sene sonra emekli olun" Yapılan değişiklik budur. İste, 10 yıllık bir geçiş süresi içerisinde ikişer yıl emeklilik yaşı ileri alınmaktadır.

Bugün işe girenler için emeklilik yaşı da, son gelen tasarıda kadınlarda 58, erkeklerde 60 olacaktır. Bu, bugün işe girenler için geçerlidir. Bugün ise girenler çalışma hayatlarının sonunda, 60 yaşında emekli olacaklardır. Ama, şu anda çalışanlar için, su anda Sosyal Sigortalar Kurumuna prim ödeyenler için, dediğim gibi, 10 yıllık bir dönemde ikişer yıllık erteleneler söz konusu olacaktır. Yapılan fedakârlık budur.

Değerli arkadaşlarım, söylediğim her iki mesele de, memur maaşlarına yapılan artış konusu da, sosyal güvenlik sisteminde yapılan bu iyileştirme, onunla ilgili reform yasası da, Hükümet içerisinde bizim sorumluluğunu taşıdığımız bakan arkadaşlarımız tarafından hazırlanmıştır. Ama, memnuniyetle ifade ediyorum ki, her iki konuda da koalisyon partileri arasında tam bir mutabakat söz konusudur.

Eğer bu iki düzenlemeden dolayı, bir siyasi bedel ödemek gerekiyorsa, ki gerekiyordur, bu bedelin sadece koalisyon ortaklarından birisi tarafından, bir parti tarafından, bizim tarafımızdan, Anavatan Partisi tarafından ödenmesini beklemek haksizlik olur. Bu konuda üç koalisyon partisinin de bu bedeli paylaşması lazımdır. Belki biraz rötarla da olsa, Hükümet ortaklarımız, bu konuda sorumlu bir tutum ortaya koymuşlardır. Sayın Başbakanın ifadeleri vardır, Hükümet her iki düzenlemenin de arkasındadır.

Sosyal güvenlik reformuyla ilgili olarak, önümüzdeki hafta Grup toplantısında, komisyondan da geçmiş sekliyle -bu hafta komisyonda ele alınacaktır- Sayın Çalışma Bakanımız tekrar size bilgi verecek, son şekliyle ilgili tekrar arkadaşlarımızın sorularını cevaplandıracak, tereddütlerini gidermeye çalışacak. Ama, benim kişisel görüşüm, bu düzenlemenin Hükümetten geldiği şekliyle Meclisten geçmesi lazımdır. Çünkü, su anda yapılacak olan müdahaleler -gelen tepkilerden aldığım- işin yanlışını düzeltmeye, teknik olarak sakıncalarını gidermeye yönelik değildir, hepsi duygusal tepkilerdir. Hatta işin içinde, bu meseleyle hiç birlikte düşünülmemesi gereken şeyler vardır. Sendikaların birbirleriyle rekabetleri vardır. Bunları su aşamada dikkate alamayız. Şu aşamada kendi parti hesaplarımızı da dikkate alamayız. Şu aşamada bizim gözeteceğimiz tek husus, Hükümet ortaklarımızın da bizim gibi bu reformun arkasında sağlam durmalarıdır. Bunun dışında kim kar edermiş, kim zarar edermiş; bu hesapların içine giremeyiz. Bu sistemi ayağa kaldıracaksak, mutlaka bunun gerektirdiği basireti, bunun gerektirdiği kararlılığı göstermemiz lazımdır.

Değerli arkadaşlarım,

Geçen hafta Sayın Başbakanla, Sayın Maliye Bakanımızın da katıldığı bir görüşme yaptık. O görüşmede, Türkiye'nin gündemi ile Meclisin gündemini yeniden birlikte değerlendirdik. Meclisin tatile girmesinden önce mutlaka 4 düzenlemenin Meclisten çıkarılması konusunda mutabık kaldık. Bunlardan bir tanesi, biraz önce ifade ettiğim sosyal güvenlik yasasıdır; zaten şu anda Meclistedir, Perşembe günü komisyonda görüşülecektir. Zannediyorum önümüzdeki hafta da Genel Kurula inecektir.

Biliyorsunuz, DGM'lerle ilgili değişiklikten sonra iki anayasa değişikliği gündemdedir; Hükümet programında ve Koalisyon Protokolünde belirtilen iki anayasa değişikliğimiz vardır. Birisi, milletvekillerinin dokunulmazlıklarına ilişkin, 83 ve 100 üncü maddelerdir. İkincisi, biraz önce Sayın Ersümer'in ifade ettiği, uluslar arası tahkim imkanı sağlayan anayasanın 47, 125 ve 155 inci maddelerine ilişkin değişikliklerdir; iki ayrı anayasa değişikliği gündemdedir.

Buna ilaveten, milletvekillerinin emekliliği ile ilgili düzenlemenin Anayasa Mahkemesinde iptalinin doğurduğu boşluğu gidermeye yönelik, Parlamenterler Birliği'nin yaptığı bir çalışma söz konusu idi. O çalışma bana da intikal etti, Hükümete de intikal etti. Sayın Başbakanla mutabık kaldığımız husus, bütün bu anayasa değişikliklerinin, üç kalemde veyahut da milletvekillerinin özlük haklarıyla ilgili mütalaa ederseniz -dokunulmazlık ve emeklilik beraber, tahkim ayrı olursa iki kalemden müteşekkil- bu anayasa değişikliklerinin tek bir düzenlemeyle yapılmasıdır.

Yani, 83 ve 100 üncü maddelerde partiler arasında zaten üzerinde mutabakat sağlanmış olan değişiklikler. Milletvekillerinin emekliliğinin özel kanunla düzenleneceğine ilişkin Anayasanın 86 ncı maddesinde yapılacak bir ilave ve uluslararası tahkimle ilgili olarak yapılması gereken 3 maddelik -47, 125 ve 155- düzenleme. Velhasıl Anayasanın 6 maddesindeki -bu 7 de olabilir- değişikliği, tek bir anayasa değişiklik teklifi olarak gündeme getireceğiz. Bunun da mutlaka Meclisin çalışmalarına ara vermesinden önce Meclisten geçmesini hedefliyoruz.

Yine, tatilden önce mutlaka çıkaracağımız bir düzenleme, Vergi Yasası konjonktürel şartların gerektirdiği değişikliklerle ilgili çalışmasını tamamlamıştır. Bu konuda meslek kuruluşlarıyla da gerekli diyalog sağlanmıştır, onların hepsinin görüşleri alınmıştır. şimdi, Maliye Bakanlığımız bu tasarısını Hükümete getirecektir, Hükümet bunu süratle Meclise gönderecektir. Meclisin tatilinden önce Vergi Yasası değişikliğinin de mutlaka Meclisten geçmesi lazımdır.

Ve nihayet, son bir haftadan beri yaşadığımız gelişmelerin bir yerde zorunluluk olduğu bir başka değişiklik söz konusu, o da Sermaye Piyasası Yasası'nda yapılacak değişikliktir. Daha önceden, 55 inci Hükümet zamanında hazırlanmış bir kanun tasarısıdır. Ama zannediyorum bu gelişmelerden sonra daha da müstacel hale gelmiştir veya gerekliliği daha iyi anlaşılmıştır. Bu dört kanunun, Sosyal Güvenlik Yasası, Anayasa değişiklikleri, Vergi Yasası değişikliği ve Sermaye Piyasası Yasası'nda değişiklik yapan tasarının mutlaka Meclis tatilinden önce çıkması hususunda mutabık kaldık.

Buna ilaveten, Meclis gündemi imkan verdiği takdirde, yine görüşülecek olan başka tasarılar da olabilir. Bunlardan bir tanesi, geçen hafta görüştüğümüz, çıkar amaçlı suç örgütleri ile ilgili, onlarla mücadeleyi düzenleyen yasa tasarısıdır. Sanıyorum İçişleri Komisyonundan geçti, Perşembe günü de Adalet Komisyonunda görüşülecek. Demek ki önümüzdeki hafta Genel Kurula gelecek.

Değerli arkadaşlarım,

Geçen dönem Meclisin verimli çalışmamasından dolayı biz çok şikayetçi olduk, ülke olarak da bunun çok ağır bedelini ödedik. Bu dönem, Türkiye'de hiç kimsenin Meclis çalışmalarını eleştirme hakki yoktur, tam tersine, Meclis takdir edilecek bir çalışma düzeni içine girmiştir. Hükümet partileri sağlam bir çoğunlukla Meclis çalışmalarını yürütmektedir. Komisyonlarda da aynı çalışma düzeni söz konusudur; ama, geçen hafta ve içinde bulunduğumuz bu hafta, Hükümetin yasa tasarılarını Meclise sunmasıyla Genel Kurula inmesi arasındaki komisyonlardaki çalışmalar dolayısıyla Genel Kurulun gündeminde bir boşluk ortaya çıkmıştır. Muhtemelen bu hafta da Meclis Genel Kurul çalışmaları, uluslararası anlaşmaların onaylanması, olağanüstü halin uzatılması ve Kıbrıs ile ilgili özel gündem gibi konularla geçecektir.

Ama, önümüzdeki haftadan itibaren, bu söylediğim yasaların komisyonlardan geçip Genel Kurula gelmesini müteakip, Genel Kurul çok hızlı bir çalışma düzenine girecektir. Muhtemelen yine DGM'lerle ilgili Anayasa değişikliğinde yaptığımız gibi, Danışma Kurulu kararıyla hızlandırılmış bir Meclis takvimini kabul edeceğiz. Aksam çalışacağız, hafta sonu çalışacağız. Anayasa değişikliği dahil bu 4 yasayı mutlaka Meclis tatilinden önce çıkaracağız.

Sayın Başbakan, buna ilaveten 250 civarında maddesi olan Gümrük Kanunu'nun, eğer muhalefet partileri ile bir uzlaşma olursa -Sayın Bakanımız sindi onu sağlamaya çalışacak- Mecliste sadece tümüyle görüşülüp, İç Tüzüğün verdiği imkândan yararlanarak, maddelerine teker teker girilmeden, tümüyle görüşülüp tatilden önce çıkarılması arzusunu dile getirdi. Eğer o da olursa, Gümrük Kanunu fevkalade önemli bir düzenlemedir. Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz açısından çok önemlidir, Türkiye'nin kendi iç hukuku bakımından çok önemlidir, çok gecikmiştir. Gümrük yasalarında da şu anda yapılan, arada yapılan tek tük düzenlemeler dolayısıyla işin sistematiği bozulmuştur.

Bunu sağlayacak olan 250 maddelik Gümrük Yasasının yeniden Meclisten geçirilmesi sağlanacaktır. Eğer bunları gerçekleştirebilirsek, mutabık kaldığımız bu takvimi uygulayabilirsek, sanıyorum arkadaşlarımız gönül rahatlığı içerisinde, çok uzun olmayan bir yaz tatili yapma imkanını bulacaklardır. Ondan sonra da, bu tatil döneminde Hükümetin hazırlayacağı yeni tasarılarla, ki bunların arasında bizim çok önem verdiğimiz yerel yönetimler reformu var, diğer reform niteliğinde yasa düzenlemeleri var, onları çıkarmak için yaz tatilinden sonra yine ayni çalışma düzenini sağlamak zorundayız.

Dolayısıyla Meclis çalışmalarında herkesin memnun olması gerekir. Herkesin bu Hükümete, Türkiye'nin yılların biriktirdiği sorunlarıyla boğuşan, bu sorunları çözmeye çalışan bu Hükümete ve bu Hükümetin gerek duyduğu yasaları çıkaran bu Meclise yardımcı olması gerekir; ama, görüyorum ki, maalesef, Türkiye'de hala sapla saman birbirine karıştırılmaktadır.

İnsanlar kendi yakındıkları hususlarda dahi, asgari fedakârlığı, asgari basireti göstermekten çoğu zaman uzak durmaktadır. Aslında, sanıyorum ki Türkiye'nin en önemli sorunlarından birisi, bedel ödeyip, fedakârlık üstlenip, bütün zararları üstüne almaya razı olup, bu sorunları çözmeye çalışanları, sorunlarla boğuşan insanlarla "Türkiye iyiye gitsin, bütün sorunlar çözülsün; ama, kimse bana dokunmasın, ben hiçbir bedel ödemeyeyim" diye düşünen insanların bir noktada buluşamamasıdır; sorunlarımızın esas kaynağı budur.

Ama, Anavatan Partisi olarak bizim bu konularda şimdiye kadar ortaya koyduğumuz tutumu değiştirmemizi gerektirecek hiçbir şey yoktur. Geçmişte ağır bedeller ödedik, belki bugün de ödemeye devam ediyoruz, yarın da ödeyeceğiz; ama, unutmayın ki, önce ülke sonra parti; önce Türkiye sonra Anavatan diyen bir anlayışın başka türlü davranması da hiçbir zaman mümkün değildir. (alkışlar)

Bugün bu anlayışla hareket etmek için uygun bir ortamda görev yapıyoruz, uygun bir ortamda hizmet yapıyoruz. Biraz önce söyledim, koalisyon ortaklarıyla sağlam bir uyumumuz söz konusudur. Bu Hükümet, sağlam bir uzlaşma üzerinde görev yapmaktadır.

Bütün beklediğimiz husus, Hükümet ortaklarımızın bizim hazırlayıp gündeme getirdiğimiz, bizim toplumda savunmaya devam ettiğimiz bu reformlar konusunda bu dayanışmalarını devam ettirmeleridir. Bu konuda bugüne kadar ortaya koydukları tutumdan da memnunuz, bunun için de müteşekkiriz. İnşallah elbirliğiyle bu Hükümet, Türkiye'nin önünde kabus gibi birikmiş olan tüm bu sorunların üstesinden gelecektir. Bunun en büyük şerefi de, bu Temmuz sıcağında Meclis çalışmalarına katılan siz değerli arkadaşlarımın olacaktır.

Hepinize saygılar sunuyorum.