ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA

(27 Temmuz 1999)

Değerli arkadaşlarım,

Türkiye’nin bölücü, ayrılıkçı teröre karşı yürüttüğü mücadelede, geçtiğimiz hafta içerisinde önemli bir eşik aşılmıştır.

Bugün geldiğimiz noktada, bölücü terör örgütü, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da eskisi kadar rahat ve etkili eylem yapma imkanına sahip değildir.

Güvenlik güçlerimiz bölücü örgütün eylem kabiliyetini geniş ölçüde ortadan kaldırmışlardır. Denilebilir ki, bölücü örgüt bugün dağılma noktasına gelmiştir. Nitekim geçen hafta içerisinde, örgütün önemli elemanlarından birisinin, yurt dışında yakalanıp Türk adaletine teslim edilmiş olması, bu olumlu gelişmelerin yeni bir halkasını oluşturmuştur. Bundan dolayı, güvenlik güçlerimizi, istihbarat görevlilerimizi, partim adına kutluyorum.

Elbette ki, Anavatan Partisi olarak, güvenlik güçlerimizin, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü korumak için, büyük fedakarlıklara katlanarak yürüttükleri mücadeleye, bundan sonra da bütün gücümüzle destek olmaya devam edeceğiz.

Velhasıl, son günlerde, son haftalarda yaşadığımız olumlu gelişmelerden kaynaklanan bu iyimserlik havasına katılmamak mümkün değildir. Ama benim burada hatırlatmak istediğim husus, bu konuda ihtiyatı elden bırakmamak gerektiğidir. Yani, bu konudaki başarılar, gözümüzü kamaştırmamalıdır. Karşımızda, ciddi bir ayrılıkçı bir terör sorunu vardır. Elde edilen üstünlük, sorunun çözüldüğü anlamına gelmemektedir.

Ayrılıkçı terör, sadece Türkiye'de değil, dünyanın pek çok ülkesinde vardır ve örneklere baktığımız zaman görüyoruz ki; ayrılıkçı terör saldırılarını zaman içerisinde aralıklarla sürdürmektedir. Hiçbir ülkede bu sorunun, toptan, kökten çözüldüğü vaki değildir.

Türkiye de karşısındaki olayın niteliğini ve boyutlarını doğru kavramak, politikalarını da ona göre tespit edip uygulamak zorundadır.

Burada, kamuoyunda yanlış beklentiler yaratılmaması önem taşımaktadır. Eğer böyle yapılmazsa, bitti zannedilen olayların devam ettiği görüldüğünde, yarın yeni bir terör olayı yaşandığında toplumda bir yılgınlık havası doğabilir. Bu yılgınlık da milletin ileriki dönemde yürütülecek olan terör mücadelesine vereceği desteği zayıflatıcı bir etki yapabilir.

Değerli arkadaşlarım,

Terörle mücadelede varılan sevindirici aşama, bize, aslında bir imkanı da beraberinde getirmiştir. Bu terör olaylarının asıl hedefi ve kaynağı olan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yönelik sosyal ve ekonomik atılımlarda bulunmak için yeni ve belki daha önce mevcut olmayan gerçek bir imkan ortaya çıkmıştır.

Bu imkanı mutlaka değerlendirmek zorundayız. Burada yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına kalıcı çözümler bulmak için gerekli tedbirleri almak durumundayız.

 

Bu çerçevede, olağanüstü yönetim konusunu da yeniden gözden geçirmeliyiz. 1980 öncesinde başlayan olağanüstü yönetim dönemi, eğer 1980'den önceki birkaç yıllık sıkıyönetimi de hesaba katarsanız, bu illerimizde aralıksız yirmi seneden beri sürmektedir.

 

Olağanüstü yönetim, aslında hukuki, anayasal bir yönetimdir. Belirli gerekçeleri vardır, nedenleri vardır, belli amaçları vardır. Ama, netice itibariyle hak ve hürriyetlerin belirli ölçülerde sınırlanması anlamına gelir, kısıtlanması anlamına gelir. Belli bir sorunu çözebilmek için, belirli bir süre içerisinde bu hak ve hürriyetleri kısıtlayarak, daha uygun bir ortamı yakalamaya çalışırsınız, devletin çözüm kabiliyetini artırmayı hedeflersiniz.

Biz Anavatan Partisi olarak, iktidarda da, muhalefette de, her zaman olağanüstü hal konusuna destek verdik. Hatta, bazen bu işin öncülüğünü yaptık. Ama bugün geldiğimiz noktada kabul etmeliyiz ki, yirmi sene devam eden olağanüstü yönetim olmaz. Eğer bir yönetim yirmi sene devam ediyorsa, olağanüstü yönetim yirmi sene devam ediyorsa, o artık olağan yönetim haline gelmiş demektir. Bugün, bu bölgede, yani Güneydoğu Anadolu Bölgesinde, 1979 yılında doğmuş olan çocuk, bugün 20 yaşına gelmiştir. Yirmi seneden beri hak ve hürriyetlerini normal olarak kullandığı bir yönetimle yönetilmemiştir. Yani yirmi yıldan beri temel hak ve hürriyetleri kısıtlı durumdadır. Bu insanlarımızın hak arama yolları belli ölçülerde kapalıdır. Velhasıl, doğru gerekçelerle alınmış olsa dahi, zamanında kaçınılmaz olsa dahi, bu tedbirler bugün artık savunulamaz duruma gelmiştir.

 

Öte yandan, Türk hukuk sisteminde, olağanüstü halle ilgili olan düzenlemeler de, karmaşık bir hukuki yapıyı yansıtmaktadır. Bir yanda kanun, bir yanda ona dayanılarak çıkarılan kanun hükmünde kararnameler, özellikle Anayasamızın 15. Maddesi çerçevesinde ortaya karmakarışık bir hukuki yapıyı çıkarmıştır.

 

Netice olarak, bugün geldiğimiz noktada, terörle mücadelenin gereklerini gözden kaçırmadan, bu konuda devlet olarak almamız gereken tedbirlerden herhangi bir şekilde geri kalmadan, olağanüstü hal bölgesinde yönetimi ve hayatı normalleştirmenin ve bu bölgenin kalkınması için gerekli ekonomik ve sosyal tedbirleri almanın zamanının geldiğini söylüyorum. Bu konuya devlet olarak, birinci önceliği vermemiz gerektiğini söylüyorum. Eğer bu sorunu, ayrılıkçı terör sorununu Türkiye'nin ufkundan silmek istiyorsak.

 

Bunu, biraz önce ifade ettiğim gibi, hem hukuk sistemimizin bir eksikliğini gidermek için, ama hepsinden önemlisi insanlarımıza bu ülkenin birinci sınıf vatandaşı gibi haklarının, hürriyetlerinin tadına vararak yaşama imkanını sağlamak için istiyoruz.

 

Değerli vatandaşlarım,

Avrupa’nın yaşamış olduğumuz, yaşamakta olduğumuz bölücü terör sorununa sakat yaklaşımı, geçen hafta Avrupa Parlamentosu tarafından alınan bir kararda, bir defa daha çıkmıştır.

 

Bu karar, öncelikle evrensel hukuk ilkelerine aykırıdır. Çünkü bu kararda söz konusu bölücü terör örgütünün başının, Türk mahkemesi tarafından çarptırıldığı cezadır. Bu cezanın infazını engellemeye yönelik bir karar söz konusudur. Ama, bu kararla ilgili hukuki süreç henüz devam etmektedir. Mesele, henüz daha yargı safhasından çıkmamıştır, Meclis aşamasına gelmemiştir. Kaldı ki, meselenin Avrupa Parlamentosu'nun da irtibatlı olduğu, yan kuruluşu olduğu, kardeş kuruluşu olduğu Avrupa yargı organlarına intikali ihtimali söz konusudur. Şimdi böyle bir aşamada hukuka müdahale etmek, bir siyasi organın alacağı kararla hukuka müdahale etmesi, evrensel hukuk kurallarına aykırıdır.

Kaldı ki, Türk devleti, ölüm cezası konusunda Avrupa mevzuatına tabi değildir. Yani, Türkiye'nin bu konuda herhangi bir hukuki taahhüdü söz konusu değildir. Herhangi bir anlaşmadan kaynaklanan, Avrupa'ya karşı olan bir taahhüdü söz konusu değildir. Bu konuda imzalanan anlaşmada, Türkiye'nin muhalefet şerhi vardır. Ama, Avrupa Parlamentosu, bütün bunları göz ardı ederek, bizim taahhüdümüz olmayan bir konuda bizi itham etmektedir, bizi anlaşmaya uymamakla itham etmektedir.

 

Velhasıl, Avrupa Parlamentosu'nun bu tutumu, kabul edebileceğimiz bir tutum değildir. Ayrıca, bu, Türkiye'nin tamamen kendi iç işlerini ilgilendiren bir konuda bir müdahale niteliğindedir, hükümranlık hakkımıza bir müdahaledir. Bu açıdan da kabul edilmesi mümkün değildir.

 

Ama, benim dikkatinize getirmek istediğim bir başka olumsuz boyutu, bu kararın içerdiği, Avrupa Parlamentosu kararının içerdiği Türkiye'ye karşı Avrupa Birliği üyeliği ile Türkiye'nin terör sorununu birbirine karşı pazarlık konusu yapmaya çalışan tehditkâr yaklaşımdır. Hukuki bir konu, Türkiye açısından hukuki olan bir konu, burada bambaşka bir çerçeveye sokulmuştur. Avrupa Birliği üyeliği de, Türkiye'ye karşı bir siyasi şantaj aracı olarak kullanılmak istenmiştir.

 

Değerli arkadaşlarım, bu tür yanlış kararların, kendi içinde çelişkili olan kararların, siyasi zorbalıkla bir ülkeye kabul ettirilmesi mümkün değildir. Hele Türkiye gibi bir ülkeye kabul ettirilebilmesi hiçbir zaman mümkün değildir.

 

Avrupa'nın bize karşı benimsediği bu çarpık, bu sakat tavrı bir yana bırakırsak, kendi içimize dönersek, hukuk sistemimizde, demokrasimizde önemli sorunlar olduğunu kabul etmek zorundayız.

 

Bizim devlet anlayışımızın en önemli unsuru adalettir. Devlet adalet üzerinde durur. Aslında, çağdaş dünyadaki devlet anlayışı da bunu gerektirir. Ama, gelin görün ki, Türkiye'de, adalet sistemi bir tıkanma noktasına gelmiştir.

 

Adalet sistemimiz, maalesef, çok fazla sorunla karşı karşıyadır. Biz bu duru gördüğümüz için, 55. Hükümet döneminde geniş çaplı bir adalet reformu hazırlığına girişmiştik. Bu çerçevede, günün ihtiyaçlarına cevap vermeyen ceza hükümlerinin topyekün değiştirilmesini öngören bir tasarı hazırladık, bunu Meclis’e gönderdik. Maalesef, o günkü Meclis'in yapısı içerisinde bunu geçirmek mümkün olmadı.

 

Ama, bu dönemde, tıpkı Gümrük Kanunu gibi, Ceza Kanunu'nu da tümüyle yeniden düzenleyen, o 400 küsur maddedir, Gümrük Kanunu'ndan da daha geniş bir tasarıdır, onun da Meclis'ten geçmesi için elimizden gelen gayreti göstermek zorundayız.

Umarım ki, Gümrük Kanunu'nda şimdiye kadar ki temasların gösterdiği gibi, Ceza Kanunu'nun da, Ceza Kanunu değişikliklerinin de bu mesele bir siyasi çekişme konusu olmaktan çıkarılır ve bütün siyasi partilerin uzlaşmasıyla Meclisimizde yasalaşmış olur.

 

Ama, öte yanda, yargımızın kurumsal ve fiziki sorunlarının da süratle giderilmesi lazımdır. Türkiye'de adalet, maalesef her zaman geç tecelli etmektedir. Geç kalan adaletin de eksik adalet olduğu konusunda bütün adaletçiler hemfikirdir. Bu duruma mutlak son vermek zorundayız.

 

Adalet kurumunun rahatlatılması, iş yükünün hafifletilmesi, fiziki ihtiyaçlarının giderilmesi, adalet mensuplarının özlük haklarının iyileştirilmesi, bütün bunlar önümüzdeki dönemde acilen çözmemiz gereken sorunlardır.

 

Bunun yanında, son günlerin yine Türkiye'nin gündemine getirdiği bir konu, infaz kurumlarıyla ilgilidir. Ceza infaz sistemiyle ceza infaz kurumlarının da süratle iyileştirilmesi lazımdır. Bu sorun, bugün Türkiye'nin kangrenleşmiş bir sorunu durumuna gelmiştir.

 

Cezaevlerimizde, hukuka dayalı devlet hakimiyeti yoktur. Cezaevleri suçluların ıslahına değil, suç örgütlerinin örgüt içi eğitim çalışmalarına hizmet eder durumdadır. Buralarda devletin hükümranlığı geçerli değildir; bazı cezaevleri, tümüyle örgüt kampı durumuna gelmiştir.

 

Bu hale son vermek, mahkum vatandaşlarımızı örgüt cenderelerinden kurtarmak, onların insanca yaşamasını sağlamak görevimizdir.

 

Değerli arkadaşlarım,

Bizim bütün gayretlerimizin yöneldiği hedef, hukukun üstünlüğünü tesis etmektir; insanlarımızın temel hak ve hürriyetlerinden tam anlamıyla yararlanabilmelerini sağlamaktır.

 

Türkiye’nin siyasi düzeninin, vatandaşlık ekseni üzerine yeniden kurmak zorundayız.

 

Yanlış ve ters bir yaklaşımları doğrusuyla değiştirmek, çarpık bir yapıyı düzeltmek zorundayız. Bundan sonra artık sadece devletin güvenlik ihtiyaçlarını değil, vatandaşın güvenlik ihtiyacını ön planda tutmak zorundayız. Devletin korunmasını değil, bireyin, vatandaşın korunmasını esas alan bir düzen değişikliğini esas almak zorundayız.

 

Zira, modern çağda, devleti korumanın yolu, vatandaşı korumaktan geçer. Devletin güvenliği, vatandaşın güvenliğini sağlamaktan geçer. Devletin bekası, ancak ve sadece vatandaşın hak ve hürriyetlerinin korunmasıyla mümkündür.

 

İnsanlık haklarından mahrum olan, sahip olduğu temel hak ve hürriyetleri kullanamayan vatandaşlarla devleti ayakta tutmak mümkün değildir.

 

Cumhuriyetin özüne uygun bir siyasi anlayış ve yapıya yönelmek zorundayız. Türkiye’de bugün Cumhuriyet vardır; 75 yıldır Cumhuriyet vardır, ama kabul edelim ki, cumhur kağıt üzerinde kalmıştır. Cumhuriyet vardır, cumhur yoktur. Bu duruma son vermek istiyorsak, bunun yolu, hürriyetçi, sivil siyasi anlayışla mümkündür.

 

Anavatan partisi, önümüzdeki dönemde, kurulduğundan bu yana takip ettiği, Türkiye’ye çağ atlatmış, Türk insanına nefes aldırmış olan sivil ve özgürlükçü çizgisini yeniden ülke yönetimine hakim kılmak durumundadır.

 

Burada, Anavatan Partisi'ni diğer siyasi partilerden ayıran önemli bir özelliğin de altını çizmek istiyorum. Bugün maalesef, acı bir gerçek olarak önümüzdedir ki, hemen hemen her siyasi parti, her grup, hak ve özgürlükleri sadece kendisi için istemekte, aynı hak ve özgürlükleri rakip veya düşman gördüklerinden esirgemektedir.

 

Bu hastalığı, etnik veya mezhep ayrımcılığı yapanlarda da, en soldan en sağa uzanan bütün aşırı akımlarda da görmeniz mümkündür.

 

Ancak anavatan çizgisidir ki, özgürlükleri bu ülkedeki her kişi ve her grup için istemektedir. Çünkü biz, dili, inancı, kültürel, ekonomik ve sosyal yapısı ne olursa olsun, bütün vatandaşlarımızı kucaklamaya talip bir partiyiz. (Alkışlar)

 

1991 yılında, 163 üncü madde ile 141 ve 142 nci maddeleri, eşzamanlı olarak, aynı kanunla kaldırmış olmamız, bizim bu konudaki samimiyetimizin göstergesidir. Bu özelliğimizi, bize kimliğimizi kazandıran bu özelliğimizi mutlaka devam ettirmek zorundayız.

 

Değerli arkadaşlarım;

Geçen hafta açıklanan, Sayın Başbakan tarafından kamuoyuna açıklanan ekonomik tedbirler paketiyle ilgili olarak, biraz önce Sayın Maliye Bakanı arkadaşım bilgi verdi. Ben, sadece şunu ifade etmek istiyorum: Alınan tedbirler, doğru tedbirlerdir. Geç kalmaya rakam kala alınmış tedbirlerdir; yani, zamanlama bakımından eğer şimdi alınmasaydı, daha sonra etkinliği kalmayacak olan tedbirlerdir.

 

Alınan tedbirlerle biraz önce Sayın Bakanın da ifade ettiği gibi, özellikle ihracatı teşvik etmek için, küçük ve orta boy işletmeleri teşvik etmek için önemli miktarda kaynak sağlamaktadır. Kamu bankalarının mali yapısını güçlendirici yeni tedbirler getirilmiştir. Likidite sıkıntısı içinde olan firmalara herhangi bir ayırım gözetmeden birtakım ödeme kolaylıkları sağlanmaktadır.

 

Bu idari tedbirlere ilave olarak, Vergi Yasası'nda da geniş kapsamlı bir değişikliğe gidilmektedir. Bu değişikliğin esas amacı, içinde yaşadığımız ekonomik durgunluğun aşılmasıdır. Daha önce hükümet adına yapılan beyanlarda da ifade edilen ilkeye uygun olarak, geçen sene getirilen vergi düzenlemesinin özünden vazgeçilmemektedir.

 

Daha önce de söyledim, bir defa daha söylüyorum, getirilen vergi düzenlemesi, geçen sene çıkarılan Vergi Yasası'yla getirilen düzenleme doğru bir düzenlemedir. Çağın gereğine uygun bir düzenlemedir, ekonomimizin geldiği aşamaya cevap veren bir düzenlemedir.

 

Türkiye'de kayıt dışı ekonominin, ilanihaye bugünkü boyutlarıyla devam etmesine göz yummak mümkün değildir, seyirci kalmak mümkün değildir. Ama, maalesef, bugün Türkiye'de ekonominin kendi iç dinamiklerinden değil, dışarıdan kaynaklanan global bir krizin sonucu olan ekonomik durgunluk söz konusudur.

 

Bu durgunluğun aşılabilmesi için, ekonomiden çıkmış olan kaynakların tekrar ekonomiye kazandırılması, geri dönmesi lazımdır ve bir geçiş dönemi içerisinde, tedricen, bu kaynakların mutlaka kayıt altına alınması gerekmektedir.

 

Bu düzenleme, üç yıllık bir dönemde bunu sağlamayı amaçlamaktadır; yani, üç yıl için Vergi Yasası'nın getirdiği bazı hükümler ertelenmektedir, askıya alınmaktadır. Çünkü, bu üç yıl içerisindeki esas hedef, ekonomideki durgunluğun aşılmasıdır, ekonomideki sıkıntının giderilmesidir. Ama üç yıl sonra, bu ekonomik sıkıntıların, durgunluğun aşılmasını müteakip, aynı anlayış yeniden Türk mali sistemine egemen olacaktır. Bu getirdiğimiz değişikliklerin özü budur.

 

Tekrar ifade etmek gerekirse, daha önce getirdiğimiz uygulamadan geri dönme, vazgeçme değil, sadece bir erteleme söz konusudur. Yapılan vergi reformunun özü muhafaza edilmektedir.

 

Bu ekonomik paketin sadece sermayeye hitap ettiği, paketten sadece sermaye kesiminin memnun olduğu yaklaşımı da yanlış ve çarpıtıcı bir yaklaşımdır. Bir kere bilinmelidir ki, Türk ekonomisi, çalışanları, işverenleri, finans kuruluşları, uygulanacak yöntemleri belirleyecek olan icrasıyla, yürütmesiyle bir bütündür.

 

Eğer bu bütünün halkalarından bir tanesini çekerseniz, bir bütün olma özelliğini kaybeder, sistemin bütünlüğü zaafa uğrar. Bütün bu unsurlar, hiçbirisi tek başına fazla bir anlam ifade etmezler. Bu yönde yeni bir politika oluştururken, bütün bu unsurları, yani bütünü oluşturan bütün unsurları dikkate almak zorundasınız.

 

Türk ekonomisinde, belli bir süreden beri bir durgunluk, hatta bir daralma söz konusudur. Alınan tedbirler, biraz önce söylediğim gibi, bu durgunluğu gidermeye, bu gerilemeyi, küçülmeyi önlemeye, kaçtığı görülen kaynakların ekonomiye girişinin sağlanarak üretimin, istihdamın ve ihracatın artırılmasına yönelik tedbirlerdir.

 

Hem işten çıkarmalardan şikayet etmek, hem de bir bütün olarak ekonomiye nefes aldıracak önlemleri sermaye kesimine yarar sağlayan bir girişim olarak nitelemek bir çelişkidir, tutarsızlıktır.

 

Burada sermayenin karakterini iyi bilmek gerekir. Sermayeyi ürküttüğünüz zaman geri döndürmenin, onu ekonomiye yeniden kazandırmanın yolunu bulmak fevkalade güçtür.

 

Yaşanan krizin de zorlamasıyla, netice itibariyle bu önlemlerin alınması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bana göre, alınan tedbirler son derece isabetli tedbirlerdir.

 

Özellikle halkımızın önemli bir bölümünün ekmeğini yediği küçük ve orta ölçekli işletmelere nefes alma imkanını sağlayacak olan tedbirlerin çok kısa sürede, çok kısa bir zaman içerisinde etkisini göstereceğine inanıyorum.

 

Bu tedbirler yürürlüğe girdikten sonra, Türkiye'nin uzmanların gözünde kabus gibi beklediği önümüzdeki sonbahar aylarının, tersine, ekonomide bir rahatlama dönemi olacağını umuyorum. Ama, bunu sağlamak için, iş adamlarıyla, ticaret odalarıyla, kuruluşlarıyla, basınıyla herkese düşen görev, yıkıcı değil, yapıcı olmaktır.

 

Ekonomide psikolojik faktörler, en az diğer faktörler kadar önemlidir. Türk ekonomisinde psikoloji faktörü, belki başka ekonomilerden daha da önemlidir. Ekonominin geniş ölçüde beklentilere dayalı olarak yürüdüğü bir ortamda, felaket senaryoları yazmak, çoğu asılsız olan birtakım kötümserlik aşılayacak haberleri yaymak, Türk ekonomisine yapılacak en büyük kötülüktür.

 

Değerli arkadaşlarım,

Güçlü ve işleyen, çalışan bir ekonomik yapı olmadan, Türkiye'nin önüne koyduğu hedeflere ulaşabilmesi mümkün değildir. Ne çağdaşlaşma hedefine, ne biraz önce söylediğim hukuk devletini gerektiği ölçüde hayata geçirebilme hedefine ulaşması mümkün değildir.

 

Açıklanan bu pakete ilave olarak, Türk ekonomisinin başka birtakım tedbirlere de ihtiyacı vardır. Maalesef, bu tedbirler alınmazsa, Türkiye'nin rutin işlerini dahi yapamayacak, normal işleyişini dahi sağlayamayacak duruma düşmesi tehlikesi söz konusu olabilir.

 

Netice itibariyle, ekonomide atılan her adım, ekonomiyi rahatlatmak için alınan her tedbir, çalışanların da rahatlamasını sağlamaya yöneliktir. Onların işlerini, aşlarını teminat altına almaya yöneliktir ve tedbirler alınmazsa, hiç şüpheniz olmasın ki, bundan en fazla zarar görecek olan sermaye kesimi değil, çalışan kesim olacaktır.

 

Daha bugünden bile, özellikle endüstri yörelerimizde işini kaybetmiş olan, aldığı üç-beş kuruşluk kıdem tazminatını da kısa sürede tüketip, şu anda fevkalade muhtaç duruma düşmüş olan binlerce, on binlerce kişiye varan geniş bir işsiz kesim söz konusudur. Bana göre Türkiye'nin güvenliğinin, huzurunun korunmasının önünde PKK kadar önemli bir engeldir, PKK kadar önem taşıyan, öncelik verilmesi gereken bir unsurdur.

 

Değerli arkadaşlarım,

Son olarak komşumuz İran’ın iki askerimizin yanlışlıkla sınırı geçmesini bahane ederek büyük bir gerilim yaratma gayreti içine girdiğini üzüntüyle müşahede ettik.

 

Ortada herhangi bir gerçek sorun yokken, boşu boşuna yaratılacak bir gerilim, en sonunda iki devletin ilişkilerini zedeler, iki ülkenin halklarının menfaatlerine zarar verir.

 

Bana sorarsanız, İran’ın bu tutumu, ülke içinde çıkan huzursuzlukları, üniversite öğrencilerinin tepkilerini bastırmak için dış politikada bir hedef yaratma, bir öcü yaratma taktiğinin uygulanmasından başka bir şey değildir.

 

Türkiye ile böyle bir suni kriz yaratarak, kendi içindeki sorunu aşmanın senaryosudur. Ama, eğer benim bu teşhisim doğruysa, o zaman, İranlı yöneticilerin sağduyusu açısından daha kötü bir durumla karşı karşıyayız demektir. Burada, zannediyorum hepimize düşen, İran yönetimini aklı selime davet etmektir.

 

Siyasi rejim, elbette ki her ülkenin kendisini ilgilendirir, hangi ülkenin hangi rejimi uygulayacağı kendi meselesidir, kendi içişlerini ilgilendiren bir konudur. Ülkeler komşularını kendileri seçmezler. Ülkelerin komşuları da, tarihin, coğrafyanın onlara sağladığı bir unsurdur.

 

Ayrıca, devletler arasındaki ilişkiler de, sadece rejime endeksli değildir. Yani iki ülke arasındaki ilişki, sadece bu ülkelerin sahip oldukları rejime endekslenmiş bir ilişki olmaz. Ama, son günlerdeki İran'daki gelişmelerin bize bir defa daha kanıtladığı tarihi gerçek var; Toplumlar ne kadar baskı altında tutulursa tutulsunlar, insanların hak ve özgürlük taleplerinin ilanihaye bastırılabilmesi mümkün değildir, bunların önüne geçilebilmesi mümkün değildir.

 

İşte İran'da yaşananlar bunun son örneğidir. Hak ve özgürlük bilinci toplumun diğer kesimlerine göre daha gelişmiş olan, belki daha önce boy vermiş olan üniversite öğrencileri arasındaki bu olaylar, bu gelişmeler, sanıyorum ki herkes için ibret vericidir.

 

Bugün dünyada, güçlü bir demokrasiye, geniş hak ve özgürlüklere sahip olmayan ülkelerin, gelişme ve kalkınma mücadelesinde başarıya ulaşamayacakları açıkça ortaya çıkmıştır.

 

İstibdat ne kadar yoğun olursa olsun yöneticilerin, toplumun hak ve özgürlük taleplerine, demokrasi isteğine uzun süre direnebilmeleri mümkün değildir.

 

Hak ve özgürlük istekleri, mutlaka, bir şekilde ortaya konulmakta, nihayetinde en sağlam sanılan rejimleri dahi değişime zorlamaktadır.

 

İran örneğinden alınması gereken ders, demokrasiye daha sıkı sarılmamız, hak ve özgürlükleri daha geniş manada tesis etmemiz gerektiğidir.

 

Bu açıdan, İran'ı sadece çok önemli bir komşumuz olarak değil, ama aynı zamanda Türkiye'deki bazı siyasi gelişmelere de ışık tutacak bir örnek ülke olarak çok yakından izlememizde fayda vardır.

 

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)