ANAP GENEL BAŞKANI SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM GRUP KONUŞMASI

(12 Ekim 1999)

 Değerli arkadaşlarım, geçen hafta Grup Toplantısında yaptığım konuşmada, hafta sonunda deprem bölgesine gideceğimizi, deprem bölgesindeki durumu, oradaki vatandaşlarımızın halen devam eden sıkıntılarını, Parti olarak bundan sonra sürekli takip edeceğimizi ifade etmiştim.

Bu doğrultuda, Cuma günü, Grubumuzdan kalabalık bir milletvekili grubuyla birlikte, depremin en fazla tahribat yaptığı, şu anda sorunların en acil çözüm beklediği Sakarya Merkezimize gittik, daha sonra Kocaeli'ne gittik. Sakarya'da, arkadaşlarımızla beraber yaptığımız incelemede, yakınmaların büyük ölçüde haklılık taşıdığını, henüz daha birçok alanda çalışmaların yetersiz olduğunu, her ne kadar yeni içme suyu şebekesinin ihalesi yapılmış, çalışmaları başlamışsa da, enkaz kaldırma çalışmalarının özel şirketlere ihale edilmişse de, bu çalışmaların daha da hızlandırılması gerektiğini bizzat, yerinde tespit ettik.

Anavatan Partisi olarak, vatandaşlarımıza yardımcı olabilmek amacıyla, Genel Merkezimiz, 10 büyük Anavatanlı belediyenin imkânlarını da, Adapazarı Belediyesinin mevcut şebekenin onarımı için yaptığı çalışmalara katkıda bulunmak üzere seferber etmiştir. Şu anda, İstanbul'un Bakırköy'ünden, Beşiktaş'ından, Aydın Belediyesine, Edirne Belediyesine, Yalvaç Belediyesine kadar arkadaşlarımız ekipleriyle orada Sakarya Belediyesine yardımcı olmaktadırlar. Böylece, bir yandan uzun süreceği anlaşılan yeni su hattının, su şebekesinin Bayındırlık Bakanlığı tarafından yürütülen çalışmalara ilaveten, mevcut şebekenin tamiri, şu anda üçte ikisi çalışmaz durumda olan kanalizasyon sisteminin onarımı çalışmalarına belediye başkanı arkadaşlarımız da, orada, ekipleriyle yardımcı olmaktadırlar.

Cuma günü, 6 bakan arkadaşımızın yaptıkları ortak toplantıda, orada evleri yıkılmış olan veya evleri zarar görmüş olan, işyerleri zarar görmüş olan depremzedeler için, yeni bir maddî yardım yapma kararı alınmıştır. Bunun, önümüzdeki günlerde Bakanlar Kurulu kararı haline gelip bir an önce yürürlüğe sokulması lazımdır. Bu, geçen toplantıda, arkadaşlarımızın da, Sayın Taranoğlu'nun da burada yaptığı öneriye uygun, belki biraz geç alınmış bir karardır. Buna göre, hafif hasara uğramış veya orta hasara uğramış oları depremzedelere, devlet, 600 milyon liradan başlamak üzere, giderek artan miktarlarda maddî yardımda bulunacaktır. Tamamen evi yıkılmış olan veya ağır hasara uğrayıp da oturulamaz durumda olan vatandaşlara, devlet, şimdi yeni bir alternatif getirmektedir; isterse, 6 milyar lira maddî yardımda bulunacak, bu kişiler kendileri evlerini yapacaklar veya yeni ev veya işyeri alacaklardır. Eğer isterlerse, maddî yardımdan istifade etmeden, devletin yaptıracağı konutlara sahip olabileceklerdir.

Aslında, işin mantığının doğru kurulduğu anlaşılmaktadır. Fakat, maalesef, uygulamada gereken veya beklenilen çabukluk sağlanamamıştır. Devlet, geçici iskân için vatandaşlara iki alternatif sunmaktadır, hatta üç alternatif sunmaktadır. İsterlerse ayda 100 milyon liralık bir kira yardımı yapmaktadır, barınma yardımı yapmaktadır. İsterlerse vatandaşlar için inşa ettireceği prefabriklere taşınma imkânını getirmektedir. Yapılan anketlerde, vatandaşlar, bulundukları mahalle göre değişik tercihlerde bulunmuşlardır. Mesela, Sakarya merkezinde kiralık ev bulma imkânı olmadığı için, şehrin büyük kısmı yıkıldığı için, vatandaşların çoğunluğu prefabrik ev yönünde tercih kullanmışlardır. Ama, buna mukabil diğer yerlerde, Kocaeli'de, Yalova'da zannediyorum prefabrik yerine daha çok kira yardımı ön plana geçmiştir.

Son alınan karar veya son bu Bakanlardan Kurulu komisyonun Hükümete götüreceği öneri, bir yıllık kira yardımının peşin olarak vatandaşlara ödenmesi şeklindedir. Bizim yerinde yaptığımız tespitlerde, gerek Sakarya'da, gerek Kocaeli'nde kira yardımından yararlanan vatandaşlarımızın büyük bölümünün, bunu, başka illerimize göç etmek suretiyle orada ev kiralamak şeklinde kullandıklarını gösteriyor. Bu da, bölgedeki sorunları hafifleten bir gelişmedir, Zannediyorum, bu son alınan karar yürürlüğe konulursa, devletin yapmak zorunda kalacağı konut ve işyerlerinin sayısı da azalacaktır, devletin yükü de azalacaktır. Bu, aynı zamanda vatandaşlarımızın tercihlerine de daha uygun düşen bir uygulama olacaktır.

Arkadaşlarımın da, benimle beraber gelen arkadaşlarımın da birlikte müşahede ettikleri bir husus, zannediyorum enkaz kaldırma çalışmalarının çok gecikmiş olmasıdır. Bize pek 50 günde bütün enkazın kalkacağı muhtemel gözükmedi. Ama, bu hususu takip edeceğiz, Bayındırlık Bakanımızın bu konuda bize taahhüdü vardır. İnşallah, denildiği gibi, Kasım ayı sonunda prefabrik konutlar tamamlanmış olacaktır. Enkaz tamamen kalkmış olacaktır ve Aralık ayında, kış şartları bastırmadan vatandaşlarımız çadırda yaşama sıkıntısından kurtarılacaklardır.

Şu anda bile, bölgede, kış şartları kendini göstermeye başlamıştır. Zannediyorum, önümüzdeki günlerde, haftalardaki en ağırlıklı sorun ısınma sorunu olacaktır. Buna da acil bir çözüm bulunması gereklidir. Bu konuda, bütün çadırlar için katalitik sobaların Afet İşleri tarafından alındığı veya alınmak üzere olduğu bilgisi var. İnşallah, bu da gerçekleşir. Çünkü, orada gördüğümüz şartlar, beni ve arkadaşlarımı fevkalade rahatsız etmiştir. Özellikle çadırkentlerin dışında, kendi evlerinin bahçesine veya okulların bahçesine münferit, kendi imkanlarıyla çadır kurup barınan vatandaşlarımız, çok kötü şartlar altındadırlar. Vatandaşlarımızın bu şartlarda yaşamış olmaktan dolayı iki aya yakın bir süredir, yağmur altında, bu şartlarda yaşamaktan dolayı haklı bir tepkileri vardır. Biz, aslında, bu tepkiyi bile bile oraya gittik. Bu tepki, bize de ifade edilmiştir. Bu tepki, vatandaşlarımızın küçük bir kısmında ancak ortaya çıkmıştır. Büyük kısmı, sabırla, tevekkülle devletin kendilerine el uzatmasını beklemektedir.

Tabiî, tahmin ettiğimiz gibi, bize daha önce ulaşan bilgiler doğrultusunda, bölgede ağır tahrikler de söz konusudur. Ama, şu anda bizim için önemli olan, bu tepkilerden dolayı, bu tahriklerden dolayı kimseyi eleştirmek filan değil; orada, vatandaşın beklediği, devletin elinin bir an önce bölgeyle gitmesini sağlamaktır, buna yardımcı olmaktır. Siyasetçi olarak görevimiz budur.

Dolayısıyla, bu konuyu, Anavatan Partisi olarak, sürekli gündemimizde tutmaya devam edeceğiz. Hükümetin, bu konuda çalışmalarındaki aksaklıkları devamlı dile getireceğiz. Hükümete bunları ileteceğiz. Vatandaşlarımızla, Hükümet arasında, Parti olarak bu köprüyü sürekli sürdürmek zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, aslında, geçen konuşmamda da ifade ettiğim gibi, sadece deprem bölgesinde ve sadece depremden dolayı değil, Türkiye genelinde ve çok çeşitli sorunlardan dolayı vatandaşlarımızın haklı tepkileri vardır. Denilebilir ki, ülke genelinde, şu anda bir karamsarlık havası hakimdir. Bu karamsarlığı, umutsuzlukla karıştırmamak lazımdır. Vatandaşımız, umutsuz filan değildir. Ama, vatandaşımızın açık seçik bir moral bozukluğu vardır. Bu moral bozukluğunun altında yatan neden, Türkiye'nin potansiyelini bilmesine rağmen, vatandaşımızın bu potansiyelin harekete geçirilmesinde karşılaştığı güçlüklerdir veya gecikmelerdir. Adalet sistemimizden hastanelerin durumundan eğitime kadar her alanda, vatandaşımız, arzu ettiği standartlara ulaşamamaktan dolayı, çocuklarının arzu ettiği standartlarda eğitim görmemesinden dolayı, yaşam şartlarının, Türkiye'nin imkânlarıyla, Türkiye'nin potansiyeliyle mütenasip olmamasından dolayı bir moral bozukluğu içerisindedir.

Milletimiz, açıkça, Türkiye'de her şeyin daha iyi olabileceğini görmektedir, bilmektedir ve bunun gerçekleşmemesinden dolayı da tepki içindedir. Üstelik Anavatan İktidarında, aslında olmaz denilen birçok şeyin kısa zamanda ülkede nasıl gerçekleştiğine tanık olmuştur ve şimdi, birtakım kısır çekişmeler içerisinde zamanın boşa akıp geçmesinden, Türkiye'nin potansiyelinin değerlendirilememesinden ötürü de bir tepki içindedir.

0 zaman, hiç kimsenin yanlışlığı millette aramaması gerekir. Yanlışlık, milletin her alanda daha iyiyi talep etmesinde değil, mevcut şartlar içinde mümkün olmasına rağmen, ona daha iyinin sunulamamasındadır.

Bakınız, daha on sene önce, demirperde esareti altında yaşayan ülkeler, işte Macaristan'ı, Çek Cumhuriyeti, Polonya'sı, aradan geçen on sene zarfında, hem özelleştirme alanında, hem serbest Pazar ekonomisine geçiş alanında, hem de çoğulcu demokrasi, insan hakları alanında, bugün, maalesef bizim önümüze geçmişlerdir. Bu, hepimizi düşündürmesi gereken, zamana iyi kullanamadığımız konusunda bizi uyarması gereken bir gelişmedir.

Velhasıl, milletimiz, zamanın boşa geçmesinden, beklentilerinin birtakım kısır çekişmeler yüzünden gerçekleşmemesinden ötürü, hiç olmazsa umutlarının devamlı aşağıya düşmüş olmasından dolayı üzülmektedir, tepki göstermektedir. Bizim, sürekli olarak, bu kürsüden, belki de altı aydan beri devamlı sistemi yenileme, kafalarımızdaki devlet fikrini değiştirme, yani zihniyet anlamında bir değişikliği işaret etmemizin esas sebebi budur.

Bugün, Türkiye'de devlet ve sistem kurumsal anlamda maalesef fevkalade dağınıktır, fevkalade yetersizdir. Son aylarda yaşadığımız pek çok gelişme, geçen toplantıda söylediğim gibi, şu deprem afetinden hapishanelerde yaşadığımız olaylara kadar pek çok hadise, bu yetersizliği, Türkiye'deki sistemin, Türkiye'deki devletin yetersizliğini açıkça ortaya koymuştur. Kısacası, millet olarak, üzerimizdeki elbise sökülmüştür.

Şimdi, palyatif birtakım tedbirlerle bu işi devam ettiremeyiz. Çünkü, bu sökük elbise, artık tamir tutmaz, artık dikiş tutmaz. Sistemi yenilemek zorundayız. Onun için, kurumları, mevzuatı, çağın ve toplumun gereklerine göre, toplumun beklentileri yönünde baştan aşağı gözden geçirmeliyiz. Gerekiyorsa, baştan aşağı yeniden düzenlemeliyiz, rehabilite etmeliyiz.

Anavatan Partisi olarak, geçmişten bu yana, her zaman, biz, devlet olarak daha küçülmemiz gerektiğini, devletin bir mekanizma olarak küçülmesi gerektiğini, küçülen devletin daha etkin ve daha güçlü olacağını savunduk. Bizim parolamız, daha küçük fakat daha etkili ve daha güçlü devlettir. Deprem sonrasında yaşanan gelişmeler, bizim bu düşüncemizin ne kadar haklı olduğunu bir defa daha ortaya koymuştur. Katı merkeziyetçi ve hantal bir devlet yapısının elindeki mevcut imkânların nasıl heba olduğunu hep birlikte, her gün yaşıyoruz.

Ama, mesele sadece ekonomik anlamda, hizmet anlamında daha etkin devletin kurulması değildir. Diğer yanda, demokrasiyi, sadece biçimsel unsurları itibariyle değil, gerçek manada da güçlendirmek zorundayız. Demokratik katılıma imkan tanıyacak yeni bir yapı oluşturmak zorundayız. Hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, artık devleti tehdit eden bir tehlike olarak değil, devleti daha güçlü kılacak, devleti daim kılacak bir temel unsur olarak görülüp, bu yönde adımlar atılmalıdır. Demokratik siyasetin hareket alanı, tüm bu açılımları hayata geçirebileceği düzeye yükseltilmelidir.

Değerli arkadaşlarım, burada, bir defa daha ifade ediyorum; devlete kırgın bir milletle, toplumu tehlike olarak gören bir sistemle, vatandaşı hiçe sayan bir bürokrasiyle, insanı dışlayan bir cumhuriyetle ve tüm bunlar karşısında acze düşmüş bir siyaset mekanizmasıyla Türkiye'yi yeni çağa taşıyamayız. (Alkışlar)

Bizim, Türkiye'de yozlaşmış olan, çürümüş olan sisteme getirdiğimiz eleştiriler, bu konuda yaptığımız öneriler, aslında bu ülkenin ve bu milletin geleceğine olan güvenimizden kaynaklanmaktadır. Biz, kesinlikle iddia ediyoruz ki, aynı bugünkü imkânlarla Türkiye'de çok daha iyi şeyleri yapmak mümkündür. Bunu gerçekleştirecek olan da, devlet filan değildir, bunu gerçekleştirecek olan milletin kendisidir. Yeter ki, devlet, vatandaşa engel olmasın, yeter ki devlet, Anavatan İktidarında olduğu gibi, milletin önündeki engelleri kaldırsın, engelleri temizlesin. Biz inanıyoruz ki, insanımızın önündeki engeller kaldırıldığında, onu tutabilecek hiçbir güç yoktur.

Değerli arkadaşlarım, Anavatan Partisi olarak, 1983 yılından bu yana, köklü bir zihniyet değişikliğini gerçekleştirebilmek için çırpınıyoruz. Türkiye'ye, bu konuda çok da mesafe aldırdık. Bugün, özgürlükçü, hukukun üstünlüğüne dayalı, hak ve hürriyetleri teminat altına alıp koruyan, katılımcı ve çoğulcu demokratik devlet talebi eğer dillendirilebiliyorsa, Türkiye, bu noktaya bizim sayemizde gelmiştir, Anavatan İktidarının getirdiği yeni zihniyet ve o yönde ülkede gerçekleştirdiğimiz çabalar sonucunda ulaşmıştır.

Bizim, geçmişten bu yana, hukuk, özgürlük ve demokrasi doğrultusunda gerçekleştirdiğimiz, Türkiye'ye büyük mesafe kazandıran açılımların, bugün geldiğimiz noktada yetersiz kaldığını da tespit etmek .zorundayız. Nitekim, halkımız, sağduyusuyla bu eksikliği görmüş ve artık Batı'daki standartları talep etmeye başlamıştır. Anavatan olarak biz bu tespiti çok önceden yaptık; ama, kabul etmek lazım ki, o zaman yaşadığımız şartlar, bu açılımları yapmamıza engeldi. Her şeyden önce, ülkede, silahlı bir terör tehdidi yaşanıyordu. Silahlı terörle mücadele, bütün hızıyla ve yıllarca devam. etti. Haklar ve özgürlükler konusunda çağdaş standartları yakalamış ülkelerde bile, böyle bir silahlı terör tehlikesi ortaya çıktığı zaman, bütün bu özgürlüklerin nasıl kısıtlandığını hepimiz biliyoruz. 0 şartlar altında hedefimize ulaşamazdık. O şartlar altınca yapmamız gereken açılımları yapamazdık. Ancak, iddia ediyoruz ki, bugün, kişi hak ve hürriyetlerinin genişletilmesi, birtakım kısıtlamaların kaldırılması noktasında şartlar çok daha elverişlidir. Silahlı terör, büyük ölçüde geriletilmiştir. Bu imkânı iyi değerlendirmeliyiz. Gerekli açılımları, daha fazla zaman kaybetmeden gerçekleştirmeliyiz.

Şimdi, neler yapılması konusunda çeşitli öneriler yapılıyor. İşte, Cumhurbaşkanını halk seçsin deniliyor, senato kurulsun deniliyor, referanduma gidilsin deniliyor. Bütün bunların hepsi değerlendirilebilir. Ama, ben inanıyorum ki, eğer bizim tespitimiz doğruysa, eğer mesele her şeyden önce bir zihniyet değişikliğiyle başlayabiliyorsa, yani her şeyi devletten beklemek yerine, soyut bir devlet yaratıp o devlete sahip çıkmak uğruna insanları ezmek yerine, insanı ön plana çıkarıp, insanın mutlu edecek devleti kurmaksa, o zaman yapmamız gereken şeyler belli başlı üç alanda yoğunlaşıyor:

Birincisi, kişisel hak ve özgürlüklerin mümkün olduğu kadar genişletilmesidir. Burada, üç temel hürriyet var. Rahmetli Özal'ın ilk defa telaffuz ettiği, Partimizin duvarlarına yazdığımız üç temel hürriyet var. Birisi, fikir ve ifade hürriyetidir. İkincisi, din ve vicdan hürriyetidir. Üçüncüsü, teşebbüs hürriyetidir. Bu üç hürriyetin alanını, mümkün olan en geniş şekilde hayata geçirmemiz lazım. Bu, vatandaşla devletin ilişkilerini yeniden düzenlemek demektir. Vatandaşın devletle barışması demektir. Vatandaşla devlet arasında, maalesef, her gün biraz daha yükseldiğini üzülerek gördüğümüz duvarın yıkılması demektir. Bu kişisel hürriyetlerin kullanılmasından, devlete, hiçbir Şekilde zarar gelemez. Bunun sınırı, ancak diğer insanların zarar görmesidir. Bu hürriyetleri kullanırken, Batı ölçülerine göre diğer insanların zarar görmesine izin veremeyiz. Yine bu hürriyetler kullanılırken, zora, kaba kuvvete başvurulmasını hoş göremeyiz. Bunlar, bütün dünyanın, medeni dünyanın kabul ettiği kısıtlamalardır, bunları uygulayacağız. Ama, eğer, devlet birey ilişkilerinde o değişimi sağlamak istiyorsak, bu üç hürriyeti alabildiğine genişletmek zorundayız. Ne kadar genişletilebilirse, o kadar genişletmek zorundayız. En gelişmiş ülkelerde, en ileri ülkelerde ne kadar genişse, o kadar genişletmek zorundayız.

Ha, devletin mutlaka korunması gereken birtakım ilkeleri var; demokrasiyi korumamız lazım, laikliği korumamız lazım, hukukun üstünlüğünü korumamız lazım. Bunların korunacağı yer, örgütlenme hürriyetine getirilecek kısıtlamalardır. Oralarda, özellikle siyasî örgütlenmede, Siyasî Partiler Yasasında koruyucu hükümlerinizi koyarsınız, devletin bu hürriyetlerden zarar görmemesi için gerekli kısıtlamaları yaparsınız; ama, kişisel hürriyetlerde yapılan kısıtlamaları dünyaya anlatabilmeniz mümkün değil, vatandaşımıza da artık anlatabilmemiz mümkün değil.

Çünkü, vatandaşımız, yaşanan büyük iletişim devrimi sayesinde, diğer ülkelerde bu hürriyetlerin nasıl kullanıldığını görüyor. Bu ülkelerde milyonlarca insanımız yaşıyor. 0 insanlarımız, Türkiye'ye geldikleri zaman, buradaki farklı elbiseyi giymek istemiyorlar. Oralardaki alıştıkları hürriyet ortamının, kendi ülkelerinde de olmasını istiyorlar. Bunu yapabilmek için, Türkiye'nin hiçbir engeli, zorluğu falan yoktur. Sadece bir zihniyet değişikliğine ihtiyacımız var, sadece tehlikeyi doğru tespit etmemiz lazım. 0 tehlikeye karşı tedbir alınmasına kimsenin itirazı yok. Devletin Şekliyle, devletin temel ilkeleriyle kavgamız filan da yok. Ama, vatandaşı tehdit gören devlete sonuna kadar karşı çıkmaya mecburuz. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, ikinci yapmamız gereken Şey, devletle yönetim ilişkisini yeniden masaya yatırmaktır. Başta da söyledim; her zaman söyledim, bugünkü aşırı merkeziyetçi devlet yapısıyla yola devam edemeyiz. Bu yapı eskimiştir, hantallaşmıştır. Her şeyi Ankara'dan halledemeyiz. Burada kaç tane belediye başkanı arkadaşım var bugün. Belki oylama yapsak, Grubumuz kadar belediye başkanı arkadaşım var, milletvekillerinden fazla belediye başkanı arkadaşım var. Bu belediye başkanlarımız niye her hafta Ankara'ya taşınsınlar?

Çünkü, her şeyi, bütün yetkileri Ankara'ya almışız Belediyelerimize yeterli imkânı vermemişiz. İşte, Anavatan olarak, üç seneden beri sözcülüğünü yapıyoruz, üç seneden beri önderliğini yapıyoruz, yerel yönetim reformunu mutlaka çıkarmak zorundayız. Koalisyon Protokolüne de koyduk, Hükümet Programına da koyduk. İnşallah bunu çıkardığımız zaman, Türkiye'de, yönetim anlamındaki büyük değişimi de gerçekleştirmiş olacağız. Aksayan yönlerimiz olacak, bunu kötüye kullanan belediyelerimizi olacak; ama, önemli olan sistemdir. Ankara, bu yetkilerinde kıskançlıkla devam ettiği zaman, insanlarımıza işkence ederiz, her hafta belediye başkanlarımızı Ankara'ya getiririz. Belediyelerimize daha fazla yetki devretmemiz lazım, daha fazla malî imkân devretmemiz lazım, onlara daha fazla sorumluluk vermemiz lazım.

Ankara ne mi yapacak? Ankara, genel politikaları tayin edecek ve denetim yapacak, kötüye kullanan varsa, onların peşine düşecek. Ama, kıskançlıkla, bütün yetkileri ben kullanırım demeyecek. Türkiye'deki bütün toplu konutları ben yaparım demeyecek. Türkiye'deki bütün yaraları ben sararım demeyecek. Türkiye'deki bütün altyapıyı ben yapacağım demeyecek. Bütün bunları, oradaki idareler yapacak. Halkın seçtiği ve seçmekten önemlisi her gün denetleyebileceği organlar yapacak. Beğenmediği zaman değiştireceği organlar yapacak. Velhasıl, demokrasiyi güçlendirmek için de, yönetimin daha etkin işleyebilmesi için de, yerel yönetim reformunu yapmamız lazım.

Üçüncü yapmamız gereken şey, bizim başladığımız şeydir, onu tamamlamamız lazım. Devleti ekonomiden tümüyle çıkarmamız lazım. Öyle bir parça filan değil, tümüyle çıkarmamız lazım. Bunun, söylediği kadar kolay olmadığını biliyorum. Bu işin istihdam yönü var, sendikaları var, ekonomik yönleri var, geri kalmış bölgeleri var; ama, hedefi doğru koymamız, lazım. Türkiye'de devletin ekonomiden tümüyle çıkması lazım.

Değerli arkadaşlarım, bu da, devletin ekonomiyle ilgisinin yeniden düzenlenmesidir. Yani, devlet, bir bireyle ilişkilerini, iki yönetimle ilişkilerini, üç ekonomiyle ilişkilerini mutlaka yeniden düzenlemek zorundadır.

Bunun için yapılması gereken Anayasa değişiklikleri var. Bunun için çıkarılması gereken yasalar var. Ama, her Şeyin başında, bütün bunları yapabilmek için, evvela bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Bu zihniyet değişikliği, sadece ülkeyi yönetenlerle ilgili değil, aynı zamanda yönetilenlerle ilgili. Vatandaş, her şeyi devletten beklemeyecek. Vatandaş, kendisine tanınan imkânlar içerisinde, kendi işini kendi halledecek. Sivil toplum örgütleri kuracak, gönüllü kuruluşlar kuracak. Onlar gelişecek. Batı ülkelerinde bu iş nasıl yürüdüyse, Türkiye'de de öyle yürüyecek.

Şimdi, bu yöndeki bir değişimi, bu kadar direnmeye rağmen Türkiye'nin zaten başlattığını, aslında bütün engellemelere rağmen de bu değişimin devam ettiğini hepiniz biliyorsunuz. Dün bize karşı çıkanların, bugün bu değişimi sahiplendiklerini de biliyorsunuz. Ama, burada kalamayız, bununla yetinemeyiz. Bunu, sonuna kadar götürmek zorundayız. İşte, Anavatan Partisi olarak, bu konudaki değişikliklerin, bu konudaki değişiklik talebinin öncülüğünü ve sözcülüğünü yapmamız lazım. Hükümeti, bu konuda harekete geçirmemiz lazım, hızlandırmamız lazım.

Bizim, bu konuda ortaya koyduğumuz çabalar, bu doğrultuda yaptığımız çıkışlar, maalesef bazılarını rahatsız ediyor. Bunu da çok doğal karşılıyorum. Bunların kökünde, aslında Türkiye'deki tarihi süreç yatıyor. Batı'da, bu kişisel hürriyetler genişlerken, krallıklarla, monarşiyle, mutlakıyetçi rejimlerle kavga yapılmış, baskıcı devletlerden kopara kopara almışlar bu hürriyetleri. Kişisel hürriyetler kendiliğinden verilmemiş insanlara. Türkiye'de bu kavga yapılmamış. Türkiye'de, Batı'daki örneğine uygun olarak, bu tepeden yapılmış, tepeden verilmiş insanlara. Hürriyet kavgası olmamış. İnsanlar, bunun değerini kavgayla, savaş ederek, yüzyıllarca mücadele ederek, acı çekerek kazanmamışlar. Tepeden verilmiş; ama, tepeden verilirken, mutlakıyetten, halkın hakimiyetine, cumhuriyete, çoğunluk rejimine geçerken, ,demokrasi adına, devleti de dokunulmaz yapmışız. İşte, bugün çektiğimiz sıkıntıların temelinde bu yanlış eğilim yatıyor, yanlış anlayış yatıyor.

Batı'da, dokunulmaz devlet diye bir şey yoktur. Batı'da dokunulmaz olan, o demin söylediğim kişisel haklardır, hürriyetlerdir. Onlara dokunamazsınız. Onları, en zaruri hallerde bile, devlet ancak kısıtlayabilir; ama geçici olarak kısıtlayabilir. Tehdit kalktığı zaman, o kısıtlamalar da kalkmak zorundadır. Türkiye'de, devamlı kısıtlama yaşıyoruz. Tehdit azaldığı halde kısıtlama devam ediyor. Birkaç grup toplantısından önce söyledim, güneydoğuda, 20 yaşındaki genç, bütün hayatı boyunca olağanüstü halde yaşamış, hiç olağan halde yaşamamış. Bu insana, şimdi, nasıl demokrasiyi öğreteceksiniz, bu insana nasıl kişisel haklarını öğreteceksiniz? Bu değişimi, bir an önce gerçekleştirmemiz lazım. Bugün Şartlar buna müsaittir, onu söylüyorum.

Değerli arkadaşlarım, önümüzdeki günlerde, Türkiye'nin Avrupa Birliğiyle olan ilişkileri, Helsinki Toplantısı dolayısıyla, bir defa daha, hem Türk kamuoyunun, hem Avrupa kamuoyunun gündemine gelecek. Bugün, aslında, Dışişleri Bakanının gündem dışı konuşması nedeniyle Mecliste dış politika konularının ele alınmasını, geç de olsa, doğru bir gelişme olarak görüyorum. Bu Meclis, özellikle bu dönemde, bugün içinde yaşadığımız ortamda, dış politikaya daha fazla ağırlık koymalıdır. çünkü, Türkiye açısından çok önemli gelişmeler söz konusudur. Kıbrıs'ta öyledir, Ege'de öyledir, Avrupa Birliğiyle ilişkilerimizde öyledir. Burada, Şu anda gözüken, Helsinki Zirvesinde, Avrupa Birliğine tam üyeliğimiz konusunda, zayıf Veya güçlü ama olumlu bir sinyal verilmesi ihtimalidir. Bunun ne kadar güçlü olacağını önümüzdeki günlerdeki gelişmeler tayin edecektir. Ama, muhtemelen, Helsinki'de yapılacak olan zirvede, Türkiye'nin tam üyeliği için, eskiye oranla daha olumlu, daha ileri bir sinyal çıkacaktır. Avrupa Komisyonunun, Türkiye ile ilişkiler konusunda hazırladığı rapor, birçok olumlu hususlar ihtiva etmektedir. Dolayısıyla, Şu anda, daha iyimser olabilmemiz için yeterli neden vardır.

Avrupa Birliğine tam üyelik konusu, Türkiye'nin, ilk defa olarak Anavatan Partisiyle kazanmış olduğu yeni bir perspektiftir. 1980 öncesi iktidarlar zamanında maalesef ilişkilerimiz tavsamıştır. Daha sonra 12 Eylül müdahalesi yüzünden de, Avrupa Birliğiyle ilişkilerimiz uzun bir süre tamamen donmuştur. Türkiye'nin, Avrupa Birliğiyle ilişkilerini, üstelik tam üyelik perspektifiyle yeniden kurup geliştirmek, 1986 ve daha sonraki yıllarda Anavatan Partisi İktidarlarının yaptığı sürekli girişimlerle mümkün olmuştur. Anavatan Partisi, Avrupa Birliğiyle ilişkilerimizde, mutlak ve nihai hedef olarak, tam üyeliği benimsemeye devam etmektedir.

Geçtiğimiz dönemde, bizim de içinde olduğumuz 55 inci Hükümet döneminde, Avrupa Birliğinin bizimle olan ilişkilere birtakım önyargılarla, hem de Avrupa'ya yakışmayan, kültürel ve dini önyargılarla yaklaştığını tespit ettiğimiz için, Avrupa Birliğine karşı bir tavır koyduk. Bu tavır, siyasî bir tavırdır. Avrupa Birliğinin önyargılı tutumuna karşı ortaya konulmuş bir tavırdır. Şimdi, memnuniyetle görüyoruz ki, bizim bu tavrımızın sonucu olarak, Avrupa'nın Türkiye'ye bakışı değişmektedir. Avrupa'nın Türkiye ile ilişkiler konusunda ortaya koyduğu önyargılar, bizzat ülke yöneticileri tarafından birer birer ortadan kaldırılmaktadır, geri alınmaktadır. Avrupa'nın böyle bir geri adım atması karşısında, bizim ortaya koyduğumuz tavrın değişmesi de son derece tabiîdir.

Şimdi, 55 inci Hükümet olarak, Avrupa Birliği konusunda ortaya koyduğumuz politika veya tepki tutarlıdır, ilkelidir ve haklıdır. Biz, Avrupa Birliğinin kültür temelinde, din temelinde yeni bir Berlin Duvarı kurmasına karşı olduğumuzu söyledik. Yeni bir Berlin Duvarı inşa edilmesine karşı çıktığımızı ifade ettik. Türkiye'ye karşı, sırf Türk insanı Müslüman olduğu için ayırım yapılmasını karşı olduğumuzu söyledik. Ama, dikkat edin bir Şey söylemedik; biz, Avrupa Birliğinin ekonomi alanında, insan hakları alanında kabul ettiği standartlara karşı olduğumuzu söylemedik. Biz, tam tersine, o standartların Türkiye için hedef olduğunu söylüyoruz. Avrupa Birliğinin Maastricht'te kabul ettiği ekonomik standartların, yani serbest piyasa ekonomisinin, serbest piyasa ekonomisinin gerçekleştirmek zorunda olduğu kriterlerin Türkiye için de hedef olduğunu söylüyoruz.

Enflasyonu, onlar gibi tek rakama indirmek, yüzde 3'ün altına indirmenin hedefimiz olduğunu söylüyoruz. Devletin borçlanmasına belli limitler getirmenin, bütçe açığına limitler getirmenin hedefimiz olduğunu söylüyoruz. Ama, buna ilaveten, insan hakları alanında da, Kopenhag'ta kabul ettiği kriterlerin, aynı şekilde bizim için hedef olduğunu kabul etmek zorundayız. Bizim, sadece söylediğimiz şudur: Biz, Avrupa Birliğine tam üye olmak istiyoruz. Sizin ölçülerinizi de kabul ediyoruz. O ölçülere ulaşmak için de çaba harcayacağız; ama, sırf Müslüman olduğumuz için, sırf kültürel farklılıklarımızdan dolayı, o kriterlere ilaveten bize ek kriterler getiremezsiniz, bize ayırımcılık yapamazsınız. Söylediğimiz budur.

Bu konuda, iki yıllık bir mücadeleden sonra, Avrupa Birliğiyle bir anlayış birliğine yaklaştığımızı görüyorum, Avrupa'nın bizi nihayet anladığını ve hak verdiğini görüyorum. Bunun da, bizim tarafımızdan değerlendirilmesi gereken çok önemli bir olay olduğunu düşünüyorum.

Velhasıl, bizim, Avrupa'ya, biz sizin Şablonunuzu beğenmiyoruz, bu Şablonu eğip bükün, bu şablon bize uymuyor deme hakkımız yoktur. Bizim yapmamız gereken, kendimizi o şablona uydurmaktır. Eksiklerimizi, kabul ettiğimiz eksiklerimizi giderip, tam üyelik hedefini gerçekleştirmek için, Avrupa standartlarına ulaşmaktır.

Değerli arkadaşlarım, ülkemizde serbest piyasa ekonomisinin tam işler hale gelebilmesi, yani dünya standartlarının, Avrupa Birliği standartlarının yakalanabilmesi, aslında Türkiye'nin büyük zorluklar çekmeden ulaşabileceği bir hedeftir. Ekonomik bakımdan bizim eğer doğru politikalar uygularsak, eğer istikrara, siyasî istikrara kavuşursak, kararlı hükümetler işbaşında olursa, bu standartları yakalamamız hiç de zor değildir. Bu doğrultuda, Türkiye, Anavatan İktidarının öncülüğünde, çok büyük atılımları gerçekleştirmiştir ve bugün, bizim katılımımızla, bizim ittirmemizle bunları devam ettirmek durumundadır.

Önemli olan, siyasî düzeyde evrensel standartlara ulaşmaktır. Bizim, gerçekleştirmekte zorlandığımız iş, demokrasi ile insan hak ve hürriyetlerini geliştirmektir.

Değerli arkadaşlarım, çağdaş olmayı gerçekten hak etmemiz, ancak bu hürriyetleri insanımıza tanımamızla mümkün olacaktır. Yoksa, çağdaşlık, sadece soyut bir kavram değildir. Çağdaşlık, hele, vatandaşlarını Birinci Dünya Harbinden kalma Hilal-i Ahmer çadırlarına mahkûm etmek de değildir. (Alkışlar)

Çağdaşlık, vatandaşlarının hürriyet alanını genişletmektir. Bugünkü çağdaşlığın en önemli anlamı budur. Çağdaşlık, vatandaşını potansiyel düşman olarak görmemektir. Çağdaşlık, vatandaşını güdülecek, cahil ve geri kalmış bir teba olarak görmemektir.

Şimdi, yapılacak olan iş bellidir; ağırdır ama bellidir. Soru şudur: Bu işi kim yapacaktır? Bu değişimi kim gerçekleştirecektir?

Değerli arkadaşlarım, Türkiye'nin bugün yaşadığı sorunları çözmek, Türkiye'nin geleceğini çağın gereklerine göre, toplumun beklentileri doğrultusunda Şekillendirmek Türk siyasetinin görevidir, siyaset kurumunun görevidir. Siyasetin bu hizmeti yapabilmesi için de, maalesef şartlar her gün biraz daha ağırlaşmaktadır. Şartları ağırlaştıran şey, Türkiye'de siyasetçilere ve siyaset kurumuna hiçbir ayırım gözetmeden, haklı haksız ayırımı yapmadan, belli kaynaklar tarafından, belli odaklar tarafından, her gün ısrarla yöneltilen saldırılardır. Bu saldırılar, bilinçli ve bilinçsiz Şekilde, ama artarak devam etmektedir. Birtakım odaklar, karanlık odaklar, objektiflerin, dikkatlerin kendi üstüne teksif olmasını engellemek için siyasetçiyi kurban seçmişlerdir. Her gün siyasete vurmaktadırlar, her gün siyasetçiye vurmaktadırlar. Şimdi, burada, bunlara sormak gerekir.

Bu söylediğim şevlerde herkes mutabık, Türkiye'nin sorunlarını hep birlikte yaşıyoruz. Bunlar için neler yapılması gerektiği konusunda da aşağı yukarı bir genel mutabakat var. Peki, o zaman bu değişimi kim yapacak? Bu sorunları kim çözecek? Siyasetçi olmadan siyaset nasıl olacak? Siyaset olmadan demokrasi nasıl olacak? Yoksa, bunların kafasında demokrasi dışında başka yönetimler mi var? Başkaları mı gelip bu sorunları çözecek? Bu kişilere, bu soruyu açık seçik sormak zorundayız. Sadece sormakla yetinmemek zorundayız, bunun cevaplarını da vermeye onları zorlamak zorundayız. Yanlış yapan siyasetçi mi yok; tonla var. Ama, o kişileri eleştirmek. yerine, demokrasiye aslında hizmet anlamına gelen, siyasetçilerin yaptıkları münferit yanlışları ortaya koymak yerine, siyaset kurumunu karalarsanız, bütün siyasetçileri ayırım yapmadan neredeyse vatan haini ilan ederseniz, aslında yıktığınız şey demokrasinin kendisidir, halkın kendi kendini yönetme hakkıdır.

Ben, bu konuda, yazılanların çizilenlerin, vatandaşın gözünde bu şekilde değerlendirilmesini sağlamanın bizim görevimiz olduğunu düşünüyorum. Bugün, Türkiye'de en kolay yapılan şey, siyasetçiye sövmektir. Birtakım medyanın tanıtmasına bakarsanız, bütün siyasetçiler yalancıdır, bütün siyasetçiler egoisttir, kendi menfaatından başka hiçbir şey düşünmezler. Peki, siyaseti, siyasetçiyi bu şekilde tanıtanlara vatandaşımızın Şunu sorması lazım: 0 zaman çözümü kimden bekleyeceğiz? Kim çözecek sorunları? Kim değiştirecek Türkiye'yi?

Değerli arkadaşlarım, Bu noktada çok mesafe almışlardır, kabul etmek lazım. Ama, hiç kimse boşuna heveslenmemelidir, Türkiye, demokrasiyle yönetildikçe, siyasetçi de, siyasî parti de, Türkiye için vazgeçilmezdir. Türkiye'yi, demokrasiden de, siyaset kurumundan da vazgeçirmek mümkün değildir, buna çabalamak da yanlıştır, tutarsızdır. Her gün, yeni bir emaresiyle karşılaştığımız, yeni bir aktörün ortaya çıkarıldığı bu çirkin oyunun mutlaka bozulması lazımdır. (Alkışlar)

Siyaset ve siyasetçiye yönelik bu itibarsızlaştırma gayretlerine, siyasetçiyi yıldırma, siyaseti aciz bırakma faaliyetleri eşlik ediyor'. Zihinlere kaygı ve korkular musallat oluyor. Bırakınız sıradan vatandaşı, bugün milletvekilleri dahi, yaşanan birtakım olaylar karşısında göğüslerini açıkça ortaya koyma cesaretine sahip çıkamıyorlar.

Bence, bu durum demokrasimizin gelişmesi açısından fevkalade yanlıştır, başlı başına bir tehlikedir. Türkiye, insanlarına, birtakım korkuların hakim olduğu değil, her alanda güvenin, kendine güvenin hakim olduğu bir ülke olmalıdır. Türkiye'nin ileriye gitmesinin, Türkiye'nin sorunlarıyla baş edebilmesinin belki de en önemli şartlarından birisi budur.

Devletin bütün kurumlarının da, kendi itibarlarını mutlaka korumaları gerekir. 1991 yılından bu yana süregelen gelişmeler yüzünden, sadece siyaset kurumu değil, devletin organları da sürekli bir yıpranmaya maruz kalmıştır. Son iki ay içerisinde, devlet organlarında birtakım üzüntü verici nizamsızlıkların yaşandığını geçen konuşmamda, uzun uzun, örnekleriyle anlattım. Bunların hiçbiri, hiçbir açıdan mazur görülemez, savunulamaz. Binaenaleyh, her kurum, kendisini toparlamak, Şerefine, itibarına halel getiren bütün unsurları, süratle kendi içinden temizlemek zorundadır.

Ama, burada, siyasetçiye en fazla itibar kazandıracak olan, bu konuda en fazla sorumluluk taşıyanın da, bizzat siyasetçinin kendisi olduğunu hatırdan çıkarmamamız lazım.

Binaenaleyh, görevimiz kolay değildir. Hem bize karşı yöneltilen haksız eleştirilere karşı çıkacağız, hem siyasetçi olarak yeniden toplum nezdinde itibar, güvenilirlik kazanacağız, hem de bununla birlikte toplumun desteğini arkamıza alıp, Türkiye'nin gerçekleştirmesi gereken bu büyük değişime öncülük edeceğiz.

Bütün bunlar için, insanüstü bir mesai harcamak zorunda olduğumuzu kabul etmemiz lazım. Milletimizin de, büyük çoğunluğuyla tasvip ettiğini memnunlukla gördüğüm bu tespitlerimizi hayata geçirebilmek için, Anavatan Grubu olarak daha yoğun bir çaba harcamak zorundayız. Ben, bütün partili arkadaşlarımın, bu misyonun idraki içinde olduklarına inanıyorum ve bu düşüncelerle hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)